Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Veda Hutbesi’ni îrad buyurdukları gün akşam üzeri şu ayet nazil olmuştu; “İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’ı beğendim” (Maide, 3). Uğrunda canlarını, mallarını, her şeylerini feda ettikleri dinlerinin kemale erdirildildiği müjdesini alan Sahabe-i Kiram bir taraftan bunun haklı sevincini yaşıyorlar bir taraftan da Allah’a hamdediyorlardı. Hz. Ebu Bekir ise bir kenara çekilmiş ağlıyordu. Sebebi sorulduğunda da şu cevabı veriyordu; “Bu âyet, aynı zamanda Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatının yakın olduğunu da haber veriyor, onun için ağlıyorum.”
Medine’ye dönüldüğünde çok geçmeden Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) rahatsızlanmıştı. Yaklaşık iki hafta süren bu rahatsızlığında Allah Rasülü ayakta duracak, yürüyecek kadar tâkâta sahip olduğu sürece, bazen de iki sahabinin kolları arasında mescide çıkıyor ve namazı kıldırıyordu. Rahatsızlığı çok artıp mescide çıkamayacağı zaman da Hz. Ebu Bekir’e imamete geçmesini emrediyordu. Böylece Hz. Ebu Bekir Rasülullah’ın vefatından önce 17 vakit namaz kıldırmıştı.
Güneş bir daha batmamak üzere gurub etmiş, sadece birtek “Baki”nin varolduğunun habercisi ölüm koridoruna, İnsanlığın İftihar Tablosu da girmiş ve “Rafik-i Âlâ”ya yürümüştü. Vefat haberi Sahabe-i Kiram üzerinde şok tesiri yapmış ve üzüntünün de tesiriyle ne yapacaklarını ne diyeceklerini bilemez hale gelmişlerdi. Hz. Ömer’in kılıcını çekip; “Resûlullah ölmemiştir. Kim öldü derse, onu iki parça ederim.” dediği bir hengamda Ashab-ı Kiram’ı sakileştirmek yine temkin insanı Hz. Ebu Bekir’e düşmüştü: “Sizden kim Muhammed’e ibadet ediyor idiyse, bilsin ki Muhammed ölmüştür. Ve kim Allah’a ibadet ediyor idiyse, bilsin ki Allah bakidir ve O’nun için ölüm yoktur. Cenâbı Hakk, Kur’ânı Mübin’de: “Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce nice peygamberler gelip geçmiştir. Demek eğer O ölür veya öldürülürse geri mi döneceksiniz? Kim geri dönerse Allah’a hiçbir surette zarar veremez. Allah ise şükredenlere karşılık verecektir.”
Uhud savaşında “Allah Rasülü öldürüldü” şayiası üzerine ”“münafıkların da kışkırtmalarıyla- bazı müslamanların “bu saatten sonra cihad etmenin bir manası kalmadı” deyip kılıçlarını bırakmalarından dolayı nazil olmuştu bu âyet-i kerime. Onları teskin etmiş ve böyle bir durum olmuş olsa bile nasıl davranmaları gerektiğini ders vermişti. Şimdi bir kere daha aynı âyet-i kerime Hz. Ebu Bekir’in sesiyle inananları sabredip sabit kadem olmaya davet ediyordu.
Evet bazen bir peygamberle bazen bir sahabiyle bazen Allah’ı seven ve Allah’ın da kendilerini sevdiği bir milletle ve bazen de Allah’ın veli kullarıyla temsil edilen bu dava, îman-küfür mücadelesi kıyamete kadar devam edecekti. Bizlere düşenin de Yüce Allah’a güvenip sa’ye sarılma, hikmete râm olup başımıza ne gelirse gelsin sabretme olduğu muhakkak.
Mescidin, her türlü devlet işlerinin yürütüldüğü bir merkez ve devlet reisliğinin de aynı zamanda bu mescidin imamı olduğu düşünüldüğünde Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) rahatsızlığı esnasında Hz. Ebu Bekir’i imametle görevlendirmesi bir yönüyle kendisinden sonra kimin halife olacağına da gayet açık bir işaretti. Bu yüzden Sahabe-i Kiram da, O varken başkasının halife olamayacağı hususunda icma etmiş ve Hz. Ebu Bekir’e biat etmişlerdi.
Askerî, idarî ve ilmî bir dâhi olan Hz. Ebu Bekir bu zor görevi yüklenmiş, yaklaşık iki buçuk yıl süren hilafetinde -Allah’ın izniyle- bütün zorlukların üstesinden gelmiştir. Bir taraftan irtidat hadiseleri diğer taraftan yalancı peygamberler ve daha başka türlü türlü problemler. Hz Aişe bu durumu şöyle anlatır; “Rasûlullah vefat ettiğinde, babamın karşılaştığı zorluklar, sağlam dağlara yüklenseydi onları paramparça ederdi.”
Bütün bu olumsuzluklara rağmen Hz. Ebu Bekir emaneti hakkıyla eda etmiş ve arkasında sadece beytü’l-malden kendisine tahsis edilen bir köleyle bir parça kumaş, bunların yanında da ”“Hz. Ömer’in ifadesiyle”“ yaşanması çok güç bir hayat bırakarak sevgililer diyarına gitmişti.