Posts Tagged ‘musibet’

Herkes Karakterinin Gereğini Sergiler

Herkul | | KIRIK TESTI

İnsanın karakterinin rengi, zor zamanlarda daha net ortaya çıkar. Rahat zamanlarda yaşayan insanların eline diline sahip olması, istikametini koruması kolaydır. Asıl, belâ ve musibetler gelmeye başladığında denge ve istikameti korumak zorlaşır. Maruz kalınan sıkıntının şiddetine göre farklı inhiraflar yaşanabilir. Mesela inanılan değerler sorgulanabilir, Zât-ı Ulûhiyet hakkında yakışıksız düşüncelere girilebilir. Böyle bir durumda hem musibetlere sabretmek suretiyle elde edilecek sevaplardan mahrum kalınır hem de yaşanan inhirafın derecesine göre farklı günahlara girilebilir. Bu, kazanma kuşağında yaşanan zarardır. Zira belâlara karşı gösterilen sabır, ibadet gibidir; kişiye normal zamanlarda elde edemeyeceği büyük sevaplar, yüksek dereceler kazandırır.

Ne var ki insanın maruz kaldığı olumsuzluklar karşısında dişini sıkıp sabretmesi hiç de kolay değildir. Bu, ciddi bir ceht ve mücadele gerektirir. Beşeriz; başkalarının tavır ve davranışlarına takılabiliriz. Başımıza gelen bela ve musibetlerde nefsimizi ve kaderi unutup her şeyi insanların hatalarından bilebiliriz. Yaşananlar karşısında huzurumuz kaçar, fikrî dağınıklık yaşar, ızdırapla iki büklüm olabiliriz. Hatta yer yer hayalimize, kalbimize, zihnimize inancımızla bağdaşmayacak olumsuz bir kısım duygu ve düşünceler hücum edebilir. Böyle durumlarda ciddi bir metanet ve inançla hemen irademizi ortaya koymalı ve bu olumsuzluklardan en kısa zamanda sıyrılmaya çalışmalıyız. Nöronlarımıza hâkim olmalı, sürekli düşüncelerimizi kontrol altında tutmalı ve Allah’ın hoşnut olmayacağı hiçbir şeyi orada misafir etmemeliyiz. İnanç sistemimizle telif edilemeyecek fikirlerin, değil duygu ve düşüncelerimiz, rüyalarımıza dahi girmesine meydan vermemeliyiz.

Başkalarının insanlık dışı tavır ve davranışları bizi de benzer düşünce ve hareketlere sevk ediyorsa, irademiz de imanımız da zayıf demektir. El âlemin yaşadığı inhiraflar bizim de benzeri savrulmalar yaşamamıza sebep oluyorsa, yaşadığımız tazyik ve tezyifler bizim de kalbimizi ve ağzımızı bozuyorsa, ayağımızı sağlam bir zemine basamamış, yürüdüğümüz yolda sabit kadem olamamışız demektir. رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا Ey bizim kerîm Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma! (Âl-i İmrân Sûresi, 3/8) hakikati her zaman vird-i zebânımız olmalı.

Şunu unutmamak gerekir ki herkes kendi karakterinin gereğini yapar. Varsın başkaları kendilerine göre yazsın, çizsin, konuşsun, hareket etsin! İsterlerse yalanın en katmerlisini söylesin, iftira ve karalamanın her türüne başvursun, ağza alınmayacak hakaretler etsin, zulümlerine zulüm eklesinler; onların bu ahlâksız ve günahkâr tutumları, iman ve Kur’ân hizmetine gönül vermiş adanmışları benzer davranışlara asla sevk etmemelidir. Birilerinin yüz, bin defa yalan söylemesi sizin tek bir defa yalan söylemenizi meşru kılmaz. Başkalarının kâfir sıfatı taşıması, çeşitli cürümleri irtikap etmesi size bunları mubah kılmaz. Haram her zaman haramdır. Bütün dünyanın balıklamasına bir haramın içine dalması, sizin için zerre haramı helâl yapmaz. İsterse başkaları deveyi hamuduyla götürsün, siz haramın damlasına bulaştığınız zaman çok şey kaybetmiş olursunuz.

Evet, Kur’ân, كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ buyuruyor. (İsra sûresi, 17/84) Yani herkes kendi mizacına göre hareket eder, karakterinin gereğini ortaya koyar. Âyetin devamında da şöyle buyruluyor: فَرَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ أَهْدَى سَبِيلاً “Kimin doğru yol tuttuğunu, hidayet üzere olduğunu en iyi bilen, Rabbinizdir.” (İsra sûresi, 17/84) Madem her şeyi bilen ve işlediğimiz fiillerin mükafat veya cezasını verecek olan Allah’tır, o hâlde tavır ve davranışlarımızı buna göre ayarlamak zorundayız. Herkes yaptığının karşılığını görecektir. Birileri zulüm yolunu tutmuş gidiyorsa, ahirette karşılaşacakları cezanın bir mukaddimesi olarak dünyada iken de müstahaklarını bulacaklardır. Bugün masum insanlara “hain, terörist” diyenler, belki de bir gün aynı iftiralara kendileri maruz kalacaktır. Çünkü Allah adildir. Allah’ın adaletine O’nun varlığına inandığım kadar inanıyorum.

Zalimlerin İbretlik Sonu

Bugün şahit olduğumuz zulüm tablolarını hazırlayanların, insanları birbirine musallat edenlerin, kendi istikballerini başkalarının kan ve gözyaşıyla inşa etmeye çalışanların derbeder olduklarını, kaderin şiddetli tokatlarına maruz kaldıklarını, zir u zeber olduklarını pek yakında göreceksiniz. Hatta onların bu perişan vaziyetleri karşısında ızdırap duyacak ve “Keşke zamanında bunca kötülüğü yapmasalardı, şeytanın oyuncağı hâline gelmeselerdi de kaybedenlerden olmasalardı!” diyeceksiniz. Size bunca kötülüğü yapanların, çeşit çeşit zulümleri reva görenlerin fırtınaya maruz kalmış ağaçlar gibi peşi peşine devrildiklerini, hazana maruz yapraklar gibi savrulup gittiklerini, saltanatlarının başlarına yıkıldığını gördüğünüz zaman nasıl “Yazık oldu!” demeyeceksiniz ki! Onların yüzünden kandırılan, sokaklara dökülen ve heder olup giden gençliğe nasıl acımayacaksınız ki!

Yaşanan bu karanlık dönemde o kadar çok zulmettiler, akla hayale gelmedik öyle kötülükler yaptılar ki hayırla yâd edilecek hiçbir şey bırakmadılar. Sonrasında dönüp yardım dileyecekleri bütün kapıları kendilerine kapattılar. Keşke içimizde en azından kendilerine bir Fatiha okuma duygusu bıraksalardı! Keşke bu kadar olsun bir irtibat bıraksalar, köprüleri bütün bütün yıkmasalardı! Yaşadıkları sürece işleri güçleri birilerine zift püskürtmek olan insanlar devrilip gittikten sonra Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)in, “Ölülerinizi kötü yanlarıyla yâd etmeyin.” hadisiyle amel etmekte zorlanacaksınız. Onların isimlerini duyduğunuzda insanlığın gereği olarak bir kere daha çektiğiniz acıları hatırlayacak ve duygularınız kabaracak. Belki o zaman iradenizin hakkını verecek ve dinin temel disiplinlerine aykırı hareket etmeme adına içinizdeki olumsuz duyguları kontrol edeceksiniz. Bir kere daha “Ya Sabır” diyecek, iç reaksiyonlarınızı dengeleyecek, arkalarından lânet okumayacak, kötü söz sarf etmeyeceksiniz. Çünkü bizim genel karakterimiz böyle olmayı gerektirir.

Herkes karakterinin gereğini ortaya koyacaksa, zalimler devrilip gidecekleri âna kadar zulümlerine devam edecek, fasıklar fısk u fücurlarını bırakmayacak, münafıklar nifaktan vazgeçmeyecek demektir. İsimler, şahıslar değişse de bu durum devam edecektir. Buna göre imana ve Kur’ân’a gönül vermiş mü’minlere de mü’mince davranmak, imana yakışır hâl ve vaziyetlerini devam ettirmek düşer. Bizler her türlü zorluğa rağmen kendi karakterimizin gereğini yerine getirmeli, ahlâkî duruşumuzdan taviz vermemeliyiz. Allah’a tevekkül, teslimiyet, tefviz ve sikamız sayesinde yaşadığımız badire ve gaileleri aşmaya çalışmalıyız. Yapılan denaet ve şenaatler bizi de benzer olumsuzluklar yapmaya sevk etmemeli. “Fırsat ele geçerse intikamımızı alırız” düşüncesi rüyalarımıza dahi girmemeli, aklımızın köşesinden dahi geçmemeli. İçimizde hiçbir şekilde kin ve nefretin vücut bulmasına meydan vermemeliyiz. Çünkü biz her şeye rağmen nezahet-i ruhiye, fikriye ve hissiyemizi korumak mecburiyetindeyiz.

Şunu iyi bilmeliyiz ki dinî mefkûrelerini bayraklaştırmaktan, yüksek gaye-i hayallerini realize etmekten başka hedefi olmayan insanlara çelme takan, el ense çeken, onları kündeye getirmek isteyen birileri hep olmuştur, sizin karşınıza da böyleleri mutlaka çıkacaktır. Buna maruz kalan hizmet insanları, bir taraftan profesyonel güreşçiler gibi kendilerine karşı yapılacak oyunları savma adına stratejiler geliştirecek, diğer yandan da yılmadan hizmetlerini devam ettirmeye çalışacaklardır. Şayet sağdan soldan, önden arkadan gelen toslamalara takılır kalırlarsa kaybederler.

Onlar, asırlardır rahnedar olan (harap olmuş) bir kaleyi tamir ve ıslah adına gayret ederken, birilerinin engellemeleriyle, saldırılarıyla karşılaşabilirler. Yapılan saldırıların büyüklüğüne göre yer yer bünyede yıkıntı ve çöküntüler oluşabilir. Samimi mü’minlerin genç nesillere sahip çıkma adına himmetleriyle, alın teriyle, göz yaşıyla, bin-bir emekle kurdukları müesseseler gasp edilebilir. Bütün bunlar karşısında bizler öyle bir imana, ümide, azim ve kararlılığa sahip olmalıyız ki bir kayba karşılık on tane kazanç elde etmeye bakmalıyız. Yeni yeni alternatif yollar bularak yolumuza devam etmeliyiz. Bir kişiyi bizden koparıp aldıklarında on kişinin etrafımızda halkalanmasını sağlamalıyız. Zalimler hınçla, öfkeyle üzerimize geldikçe bizde temkin ve heyecan daha da artmalı, hizmetlerimize daha fazla zaman ayırmalı, hızımızı daha da artırmalıyız.

Bir gün gelecek, Cenab-ı Hak böyle bir azme, kararlılığa, adanmışlık ruhuna eltâf-ı sübhaniyesiyle teveccüh buyuracaktır. Tenasüb-ü illiyet prensibiyle izah edilemeyecek şekilde, bizim iradelerimizi ortaya koyarak yaptığımız işlerin çok çok ötesinde ilâhî lütuf ve nimetlerle karşılaşacağız.

Hak, Adalet ve İstikamet

İşin özü; hak, adalet ve istikamettir. Kendi aleyhimize bile olsa hak karşısında dize gelecek kadar hakka-hakikate saygılı olmak zorundayız. Adaletten bir an dahi ayrılmamalıyız. Kılı kırk yararcasına istikamet içinde yaşamakla mükellefiz. Fertlerin, milletin hukukuna tecavüz etmeme noktasında ölesiye bir hassasiyet göstermeliyiz. Bir an olsun adanmışlık mülâhazasından ayrılmamalı, iman ve Kur’ân hizmetine hiçbir zaman ara vermemeliyiz. Dünya bütün debdebe ve şatafatıyla karşımıza gelse, hâlihazırda yaptığımız hizmetleri ona tercih edecek kadar kararlı olmalı, gönüllere girmeyi dünya sultanlığına tercih etmeliyiz.

İşte o zaman Cenab-ı Hak attığınız adımları size kat kat fazlasıyla geri döndürecek, emeklerinizin karşılığını katlayarak verecektir. Size hiç ummadığınız açılımlar lütfedecektir. İnsanlığın beklediği evrensel insanî değerleri sizin elinizle ikame edecektir. Bütün bunları nereden biliyoruz? Çünkü bu; peygamber yoludur, sahabe yoludur. Allah onların yolunda yürüyenleri yollarda bırakmaz, onlara akamet yaşatmaz.

Hak, adalet ve istikametten ayrılan; makamına, kiyasetine, siyasetine, güç ve kuvvetine aldananlara gelince, bunlar geçici bir kısım başarılar elde etse, zaferler yaşasalar da eninde sonunda kaybedeceklerdir. Daha dünyada iken rezil ü rüsva olacak, korkudan tir tir titreyecek, kaçacak delik arayacak ve yaptıklarına bin pişman olacaklardır. Manevî hayatlarını kirleten ve levsiyat içinde yaşayan insanların, yaptıkları şeyler bir gün suratlarına çarpılacaktır. Öbür tarafa gittiklerinde de hâlleri yaman olacak, kendilerine eman verilmeyecektir.  

Evet, âyetin ifadesiyle akıbet müttakilerindir. Fakat onu beklemek ciddi bir sabır ister ve bu da oldukça ağırdır. Neticede elde edilecek mükafatlar bundan daha ağır, daha büyük olacak ve insanın sevap kefesindeki ağırlığına ağırlık katacaktır. Yeter ki en acı şeyleri bile gönül inşirahı içinde karşılayabilelim, canımız yandığı anlarda bile “Küfür ve dalalet dışındaki her şeye elhamdülillah” diyebilelim. Bizi korkunç şeytanî sukutlara maruz bırakmayan, kalbî ve ruhî hayatımızı makam hırsına feda ettirmeyen, hırsızlık ve haramiliklerden bizi muhafaza buyuran, zulmü alkışlayıp zalime yahşi çektirmeyen Rabbimize binlerce hamd ü sena olsun.

Sarp Yokuşlar ve Rıza Ufku

Herkul | | KIRIK TESTI

Dünya dârü’l-imtihandır, yani imtihan diyarıdır. Bu yüzden insan, yaşadığı sürece her an imtihanda olduğunu asla hatırdan çıkarmamalıdır. Hayat baştan sona imtihanlarla doludur ve herkesin imtihanı da farklı farklıdır. Diğer yandan dünya dârü’l-hizmettir, yani çalışma, çabalama yeridir; dârü’l-ücret yani mükâfat ve ücret yeri değildir. Hazreti Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

“Bu dünya dârü’l-hizmettir; ücret almak yeri değildir. A’mâl-i sâlihanın (güzel işlerin) ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, âhirettedir. O bâki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, âhireti dünyaya tâbi etmek demektir.” (Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası, s. 105)

Esasında, bizler varlık sahnesine çıkmakla, insan olarak yaratılmakla, imanla şereflendirilmekle, Hz. Ruh-u Seyyidü’l-Enâm’a ümmet olmakla, Kur’ân’la tanışmakla, Kur’ân adesesiyle kâinata bakabilmekle şükründen aciz olduğumuz ücret ve mükâfatımızı önceden almışız. Cenab-ı Hak, verdiği bunca paha biçilmez nimetlerin üstüne, vazife ve sorumluluklarını yerine getirmek suretiyle dünya imtihanını kazanan kullarını akla hayale gelmedik güzelliklerle donatılmış sonsuz Cennet nimetleriyle müjdelemiştir.

İmtihan, Hizmet ve Beklentisizlik

Bu noktada şu hususlar Kur’ân hizmetinde olanlar için çok önem arz etmektedir: İmtihan gerçeğinin farkında olma ve imtihanı başarıyla geçmeye çalışma, Allah’ın emirlerini yerine getirmek için hizmet ve gayret etme, bunlar mukabilinde dünyevi bir ücret ve mükâfat beklentisine girmeme, beklenmediği hâlde ikram-ı ilâhî olarak gelen nimetlerden ise meşru dairede, Rabbimizin belirlediği çerçevede istifade etme. İşte kulluk! İmtihan, hizmet ve beklentisizlik… Kulluğu özetleyen üç kelime.

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu konuda kendisine tâbi olanlar için en güzel örnektir. O, dünyayı dârü’l-hizmet olarak görmüş, dinin emirlerini yaşama ve tebliğ etme noktasında canını dişine takmış, fakat ortaya koyduğu derin kulluk ve risalet vazifesini yerine getirme karşılığında Allah’ın rıza ve rıdvanı dışında hiçbir beklentiye girmemiştir. Geçirdiği sıkıntılı hallerde de imtihanını en güzel şekilde vermiş ve âdeta her hâl ve davranışı ile ehl-i imana, “Siz de imtihanlara hazır olun ve benim imtihanlar karşısındaki duruşumdan kendinize dersler çıkarın!” mesajını vermiştir.

Meseleye şu açıdan da bakabiliriz: Kâinat yüzü suyu hürmetine yaratılan, Habibullah unvanıyla serfiraz kılınan ve hakiki insan-ı kâmil olan İnsanlığın İftihar Tablosu hayat-ı seniyyelerinde sürekli preslenmiş, baskı, şiddet ve iftiralara maruz kalmışsa, O’nun sadık takipçileri olma yolundaki insanların da benzer bela ve fitnelere maruz kalacaklarını hesaba katmaları gerekir. Yürekten Allah’a inanıyorsanız imtihanlarınız eksik olmayacaktır. İmanınızın derecesine, Allah’la münasebetinizin derinliğine, Efendimiz’e inkıyadınıza ve din davasına gönül vermenize göre farklı farklı imtihanlara tâbi tutulacaksınız.

Bununla birlikte şu da unutulmamalıdır: Şayet dünya dârü’l-hizmet olarak görülüp bunun gerekleri yerine getirilir ve uğranan imtihanlar karşısında dimdik durulabilirse bugün olmasa da yarın elbette hak bâtıla galebe çalacaktır. Zira bu konuda Allah’ın vaadi vardır: وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ “Gevşeklik göstermeyin, tasalanmayın. Eğer iman ediyorsanız üstünsünüz.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/139) Yürekten Allah’a inanan insanlar üstünlük potansiyeline sahiptirler. Bu potansiyelleri bugün olmasa da yarın mutlaka ortaya çıkacaktır.

Bir hadiste ifade edildiği gibi, insanların en çok sıkıntıya düçar olanları, başta peygamberler olmak üzere Allah’ın sevdiği kullarıdır. (Tirmizî, zühd 57; İbn Mâce, fiten 23) Peki neden? Neden insanlığın yüzünün akı olan insanlar sıkıntıların en büyüklerine maruz kalıyorlar?

Kur’ân’da bir iki yerde ifade edildiği üzere, böylelikle iyi, kötüden ayrılır, has ile ham ayrışır. (Bkz. Al-i İmran sûresi, 3/179; Enfâl sûresi, 8/37) Demir, pasından ateşte ayrıldığı gibi, başa gelen sıkıntıların da insanın haslaşmasında, dünyayla bağlarının zayıflayıp nazarının ukbaya dönmesinde, Rabbine yaklaşmasında büyük rolü vardır. Bediüzzaman Hazretlerinin de dediği gibi, ya o dünyaya küsecek ya da dünya ona ki gözünü ukbaya çevirsin, tam ihlasa ersin. (Lemalar, 10. Lema, 3. Şefkat Tokadı)

Evet, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çektiği sıkıntılar dağların tepesine binseydi, dağlar toz duman olurdu. Zira O, belanın her çeşidine maruz kalmış; en ağır hakaretlere muhatap olmuş, alaya alınmış, boykota uğramış, tehdit edilmiş, türlü türlü zulümler görmüş, göçe zorlanmış, hakkında suikastlar planlanmış, malına mülküne el konulmuş, Bedirler, Uhudlar, Hendekler yaşamıştı. İlâhî hakikatlere sırt çevirmiş, dünya hırsından gözü dönmüş zalimler, O’nu ve inananları yok etme adına her yola başvurmuşlardı. Fakat O, bunlar karşısında hiç sarsılmadı, pes etmedi, ümitsizlik yaşamadı, yol-yön değiştirmedi. Duruşuyla, sabrıyla, metanetiyle bela ve musibetler karşısında nasıl durulması gerektiğini bizlere de öğretti.

 Belalar Karşısında Mü’mince Duruş

Peygamber yolunun yolcularına düşen vazife de maruz kaldıkları sıkıntılar karşısında kıble değiştirmemek, duruşlarını bozmamaktır. İmtihanlar ne kadar ağır olursa olsun, kaderi tenkit etmemeli, Allah’ı insanlara şikâyet ediyor gibi tavırlara girmemeli. Allah’ın hakkımızda takdir buyurduğu kaza ve kadere karşı razı olmama şeklinde mukabelede bulunmamalı. Bunları konuşma bir yana, böyle şeyler rüyamıza bile misafir olmamalı. İnsanız, yaşadığımız zorluklar karşısında sarsılabiliriz. Muhatap olduğumuz hakaretleri, yalan ve iftiraları hazmetmekte zorlanabiliriz. Fakat bunları da imtihanın bir parçası olarak görür ve bunlar oluyor diye asla Allah’a isyan sayılabilecek hâl ve hareketlere girmeyiz. Oğlunun vefatı karşısında gözyaşı döken İnsanlığın İftihar Tablosu ne demişti: “Kalb hüzünlenir, göz yaşarır ama dilimizden, Rabbimizin razı olmayacağı hiçbir şey dökülmez.” (Buharî, cenâiz 42; Müslim, fedâil 62)

Kur’ân,  وَلَقَدْ نَعْلَمُ أَنَّكَ يَضِيقُ صَدْرُكَ بِمَا يَقُولُونَ “İzzet ve Celalime kasem ederim ki onların söyledikleri sözlerden ötürü sinenin daraldığını çok iyi biliyoruz.” (Hicr Sûresi, 15/97) ifadeleriyle Allah Resûlü’nün yaşadığı zorluklardan ötürü üzüntü ve tasasına işaret ettikten sonra O’na şöyle emreder: فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَكُنْ مِنَ السَّاجِدِينَ وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ “Ama sen Rabbini hamd ile tenzih et ve secde edenlerden ol. Sana ölüm gelip çatıncaya kadar da Rabbine ibadet et.” (Hicr Sûresi, 15/98-99) Allah Teâlâ, kâfir ve müşriklerin deyip ettikleri şeyler karşısında Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) duyduğu derin ızdırabı dile getirdikten sonra, O’na Kendisini tesbih ü takdis etmesini ve son nefese kadar kullukta sebat etmesini emrediyor.

Yaşadığımız dünya dâr-ı imtihan olduğuna göre herkes belli ölçüde sıkıntı ve çile çekecektir. Bu sıkıntıların en ağırını da en büyükler çekecektir. Efendimiz’in az önce hatırlattığımız ifadeleriyle belanın en çetinine, en zorlusuna da enbiya-i izam maruz kalmıştır. Öldürülen, testereyle biçilen, çarmıha gerilen, işkence edilen, taşlanan nice peygamber olmuştur ve yeryüzünde Allah’ın bahşettiği hayat hakkı onlara çok görülmüştür. Hadiste dile getirilen “sümme’l-emsel fe’l-emsel” ifadesinden anlaşıldığına göre Peygamberlerden sonra onlara yakınlık derecesine göre Allah’ın salih kulları imtihana tâbi tutulmuştur. Bu sebepten olsa gerek Hz. Ebu Bekir şeytanın avaneleri tarafından hedef gösterilmiş; Hz. Ömer, hınçlı bir köle tarafından namaz kılarken şehit edilmiş, Hz. Osman, şeytanın dürtüsüyle hareket eden bir kısım gafiller tarafından hunharca şehit edilmiş, Hz. Ali bir münafığın hedefi olmuştur. Sonra, Hz. Hasan Efendimiz zehirlenmiş, Hz. Hüseyin Efendimiz yakınlarıyla birlikte Kerbela’da Yezid’in ordusu tarafından kılıçtan geçirilmiştir. Yine bu büyüklüktendir ki rüyalarına bile haram girmemiş iffet âbideleri Hz. Meryem ve Hz. Âişe Validelerimiz imtihanların en ağırına maruz kalmışlardır.

Onların yolundan yürüyorsanız siz de ince eleklerden geçirileceksiniz. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadeleriyle, dine bağlılığınızdaki kuvvet ve sağlamlık ölçüsünde imtihanlara maruz kalacaksınız. Elmas ve kömür birbirinden ayrılacak. Bir insan, Bir insan dininden, diyanetinden, imanından, hak ve hakikati savunmasından ötürü dünyada bir tokat bile yememişse, buna şükretmenin yanı sıra durumundan endişe etmeli, “Benden önce bu yoldan gidenler türlü musibetlere maruz kalmışken niye şeytanlar ve onların avaneleri benimle meşgul olmuyor? Acaba ben seleflerim gibi değil miyim?” diye kendini sorgulamalıdır. Dünyada hep emniyet içinde yaşayanlar, âhiret emniyetlerini burada kullanıyor olmaktan korkmalıdır. Kudsi bir hadiste Cenab-ı Hak, iki güveni ve iki korkuyu birden vermeyeceğini beyan buyuruyor. (Abdullah b. Mübarek, Zühd, s. 50; İbn Hibban, Sahih, 2/406) Demek ki bir insanın hem dünyada hem de âhirette tam güven içinde, rahat, bir eli yağda bir eli balda bir hayat yaşaması mümkün değildir. Kur’ân’ın “Sizler güzellik namına yaptığınız ne varsa dünya hayatında yiyip tükettiniz.” (Ahkâf sûresi, 46/20) âyeti de aynı hususa dikkat çeker.

Başta da ifade edildiği gibi dünya, imtihan ve hizmet yeridir, ücret ve mükâfat ise âhirettedir. İnsan Allah’ın emirlerine, yasaklarına kayıtsız kalarak, lüks ve şatafat içinde keyif çatarak mazhar olduğu nimetleri dünyada bitirmemelidir. Dünyayı âhirete göre programlamalı, âhirete, birikmiş hesaplarla gitmemelidir. Maruz kaldığı ağır imtihanları kulluk yolunun ve haslaşmanın gereği olarak görmeli, bunları sabır ve rıza ile karşılamak suretiyle âhiret sermayesine çevirmelidir. Hem hiçbir inanmış gönül, iftiraya maruz kaldığı, zulme uğradığı için kimseye darılmamalı, gönül koyduğu davaya sırt çevirmemeli, kazanma kuşağında kayıplar yaşamamalıdır. Ne zaman bu tür şeylere maruz kalsa, “Rab olarak Allah’tan, nebi olarak Hz. Muhammed’den, din olarak da İslâm’dan razıyım.” (Müslim, salat 13) deyip yoluna devam etmelidir.

Sabırla Gelen Sevaplar

Herkul | | KIRIK TESTI

Bir mü’minin sevap kazanmasının çok çeşitli vesileleri vardır. Onun yaptığı salih ameller, ibadet ü taatler ona sevap kazandıracağı gibi, zorluk ve sıkıntılar karşısında sabredip dayanması da onun için önemli bir sevap vesilesidir. Bu sebeple mü’min, arzu etmediği, canını sıkan bir kısım belâ ve musibetlere maruz kaldığında, bu kanallar vasıtasıyla sevap havuzuna nasıl yeni sevaplar akıtabileceğini düşünmeli ve yine bu kanallar vesilesiyle Cenab-ı Hakk’ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışmalıdır.

Ziya Paşa,

Herkese bir dert bu âlemde mukarrer
Rahat yaşamış var mı gürûh-u ukalâdan?

der. İnsanlık tarihinde dertsiz yaşamış kimse olmamıştır. Az çok, küçük büyük herkesin kendine göre bir derdi olmuştur. Efendimiz’in ifadesiyle belânın en çetinine, en zorlusuna ise enbiya-i izam maruz kalmıştır. Sonra da derecesine göre onlara en yakın Allah’ın makbul kulları. (Buhari, merda 3) İnsan bazen rahat ve bolluk içinde yaşar bazen de sıkıntı ve meşakkatlere maruz kalır. Bazen dümdüz yollarda rahatça yürür bazen de sarp yokuşları tırmanmak zorunda kalır, önüne çıkan kandan irinden deryaları geçmesi gerekir. Bazen güven içinde yolculuğunu devam ettirir bazen de düşmanları tarafından yolları kesilir. Hayat böyle bir yoldur. İşte bütün bunların farkında olarak yola koyulmak lazım.

Bize düşen vazife, yol boyu karşımıza çıkacak meşakkatleri sabırla karşılamak ve zorluklara aldırmadan yürüyüşümüzü devam ettirmektir. İnsan, yolculuğu esnasında kendisinde şok tesiri yapacak bir kısım sürpriz hâdiselerle karşılaşabilir. Bunlar karşısında ne sarsılmalı ne de paniklemeli. Hele hele asla kaderi tenkit etmemeli. Zira İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), felaketin ilk anında gösterilen sabra “sabır” diyor. (Buhârî, cenâiz 32, 43; Müslim, cenâiz 14, 15) Demek ki Allah katında makbul olan sabır, yaşanan hadise henüz sıcakken, hisler feverandayken, henüz yaşanan hâdisenin sebep ve hikmetleri bütünüyle anlaşılmadığı ilk anda gösterilen sabırdır. İşin zorluğu da aslen buradadır. Yoksa insan, başa gelen hâdiseleri yorumladıktan, onların kazanımlarını gözden geçirip değerlendirdikten sonra nefsini sabra ikna edebilir. Neticede bu da bir sabırdır fakat hâdisenin ilk şokunun yaşandığı esnada gösterilen sabır gibi olamaz.

İşte Efendimiz’in tarif ettiği böyle bir sabır insana en büyük ibadetlerden bile daha fazla sevap kazandırabilir. Rampadan fırlatılan bir füze gibi bir hamlede, bir nefhada onu âlâ-yı illîyyin-i kemâlâta çıkarabilir. Kişi bir anda kendini meleklerle aynı safta bulabilir. Belâ ve musibetlere karşı sabır, insanı hızlı bir şekilde evc-i kemâlât-ı insaniyeye çıkarma yolunda çok önemli bir rol üstlenebilir. Dertlilerin iniltisi, nezd-i Ulûhiyette (Allah katında) en samimi dualardan, en içten tazarru ve niyazlardan daha makbuldür.

Alvar İmamı’nın şu dörtlüğü bunu anlatır:

Dertten büyük derman mı var
Bir sebeb-i gufrân mı var
Dert gibi bir kıymet mi var
Dertlileri sever Rahman.

O hâlde bize düşen vazife, maruz kaldığımız musibetler karşısında tazarru ve niyazla Allah’a yönelmektir. İster ferdî, ister ailevî, isterse içtimaî hayatımızla alakalı olsun, gelip bize toslayan her felaketi, Allah’a daha çok yaklaşma adına bir fırsat görmeliyiz. Her neye maruz kalırsak kalalım, başımıza gelen her musibeti, Allah’ın, kullarını kendisine yönelmeye sevk etmek için gönderdiği değişik dalga boyunda bir iltifat saymalıyız. Allah bunlarla bizi hakiki tevhide ulaştırmayı murat buyuruyordur. Bizi geceleri değerlendirmeye, huzurunda göz yaşı dökmeye sevk ediyordur. Bizim iniltilerle kendisine teveccüh etmemizi görmek, dua ve niyazlarla Zât-ı Ulûhiyetine yakarışlarımızı duymak istiyordur. Bu sebeple belâ ve musibetler karşısında şikâyet etmek yerine, bunları Allah’a yaklaşma adına bir fırsata çevirmek gerekir.

Bunun tersini de düşünebiliriz. Dünya adına elde ettiğimiz bazı kazanımlar bize tatlı ve şirin görünebilir. Mesela insanların takdir ve alkışını üzerimize çekebiliriz. Kitle psikolojisini değerlendirerek yığınları arkamızdan sürükleyebiliriz. Güç ve iktidar sahibi olabiliriz. Siyasi ve ekonomik gücü elimizde tutabiliriz. Kendi saltanatımızı kurabiliriz. Fakat şunu iyi bilmeliyiz ki bütün bunların Allah nezdinde bir arpa kadar kıymet-i harbiyesi yoktur. Hatta bunlar şeytanî birer oyun ve tuzak bile olabilir. Şayet sahip olduğunuz imkân ve fırsatları kendi ruhunuzun abidesini ikame etme istikametinde kullanmıyorsanız havanda su dövüyorsunuz demektir. Gaye-i hayalinize hizmet etmeyen her şey boştur, sizin için bir aldanmışlıktır.

Neydi bizim gaye-i hayalimiz? Bir lahza hatırımızdan çıkarmamamız gereken, hayatımızın ideali neydi? İ’lâ-i kelimetullah değil miydi? Allah’ı ve Resulü’nü insanlara sevdirmek değil miydi bizi yollara döken, gündüz sa’y u gayretlerimizi, geceleri iniltilerimizi şekillendiren? Allah ile insanlar arasındaki engelleri yıkarak, perdeleri kaldırarak bütün kalblerin O’nunla buluşmasını sağlamak değil miydi? Evet, dünyevî saltanatların Allah katında arpa kadar değeri yoktur. Fakat beri tarafta i’lâ-i kelimetullah yolunda yapılan küçücük hizmetlerin bile nezd-i Ulûhiyette dağlar cesametinde kıymeti vardır.

Şayet yolunuz buysa, böyle yüksek bir mefkûreye kilitlendiyseniz ve bu uğurda bir cehd ü gayret ortaya koyuyorsanız, eğri büğrü yollara, patikalara sapmazsınız. Şeytanın hile ve desiselerine aldanmazsınız. Kendinize, ego ve benliğinize, arzu ve tutkularınıza takılmazsınız. Yüksek duygu ve mefkûrelere bağlı yaşarsanız ölümünüz de buna göre olur. Kur’ân’ın farklı âyetlerinde ifade edildiği üzere melekler size teşrifatçılık yapar, selam dururlar. Dünyadaki alkış ve debdebeyi mi tercih edersiniz yoksa meleklerin bin bir ihtişamla sizi karşılamasını mı? Sizi karanlık bir kabre götüren yolda mı yürümek istersiniz yoksa ferah feza iklimlere açılan bir yolda mı? Şeytanın peşine mi takılmak istersiniz yoksa Hz. Resûl-i Zîşan’ın arkasından mı gitmek istersiniz? İnsan daha baştan tercihini doğru yapmalı, yürüyeceği yolu doğru seçmelidir. Bir kere yolunu seçtikten sonra da hiçbir şeyden endişe etmeye, korkmaya gerek yoktur.

Şunu iyi bilmeli ki, düşmanlığa kilitlenmiş kimseler, Allah yolunda yürüyen insanlardan rahatsızlık duyacak ve onları yürüdükleri yoldan alıkoymak için ellerinden geleni artlarına koymayacaklardır. Onlara her türlü eza ve cefayı reva görecek, yapabildikleri bütün kötülükleri yapacaklardır. Bugüne kadar niceleri zalimlerden çekmiştir. Meşhur ifadesiyle söyleyecek olursak, “Her Musa’nın bir firavunu olmuştur.” Allah Resûlü’nün karşısına ne firavunlar, ne nemrutlar çıkmıştır. Raşit Halifeler ve onlardan sonra gelen sahabe-i kiram, Yezitlerle, Haccaclarla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Daha sonraki büyük mücedditlerin ızdırar hâlinde yaptıkları tazarru ve niyazlarına baktığınız zaman onların da hep iki ayaklarının bir pabuç içinde olduğunu görürsünüz.

Esbap dairesinin hakkını vermek O’nun tekvini emirlerine saygının gereğidir. Ancak Peygamber yolunun yolcularının bugün de yarın da benzer mağduriyet ve mazlumiyetler yaşamaları mukadderdir. Bütün bunlar karşısında bize düşen, elimizden gelen her türlü gayreti ortaya koyduktan sonra dişimizi sıkıp sabretmesini bilmektir. Alvar İmamı’nın ifadeleriyle, “Gelse celalinden cefa, yahut cemalinden vefa, ikisi de cana sefa, lütfu da hoş kahrı da hoş” diyebilmektir. Zira kim sabreder, dişini sıkar katlanırsa Allah’ın izniyle zaferyab olur. Bir güzel sözde ifade edildiği gibi sabır, kurtuluşa ermenin, umulan şeylere nail olmanın sırlı anahtarıdır. Bu anahtarı elde eden insan, Allah’ın izniyle nice kapıları açmaya muvaffak olur.

Hülâsa, her köşe başında bir gulyabanî pusu kurup bizi bekleyebilir. Başımızdan sağanak halinde belâlar yağabilir. Ölümlü dünyada ne geçici ve fâni şeylere gönül kaptırmalı ne de maruz kalınan belâ ve musibetler karşısında panikleyip gerisin geriye dönmeli. Bilakis dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında da, maruz kalınan sıkıntı ve zorluklar karşısında da sabretmesini bilmeli ve ruhumuzun âbidesini ikame etme istikametinde koşmaya devam etmeliyiz. Varsın fakr u zaruret içerisinde hayatımızı sürdürelim, varsın bir dikili taşımız olmadan dünyadan göçüp gidelim, varsın hayatımız bin bir zorluk içinde geçsin… önemli olan, ahirete giderken alacaklı ve kazançlı olarak gidebilmektir.

Dine Dokunan Musibet

Herkul | | KIRIK TESTI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

İmtihan dünyasında yaşayan insan, imtihanın gereği olarak musibetlere maruz kalır. Bu musibetlerin bir kısmı dünyaya bakar, bir kısmı ise dine. Dünyaya bakanı, insanın maddî ve dünyevî hayatını ilgilendirir, dine bakanı ise manevî ve dinî hayatını. Asıl korkulması gereken musibetler, dine dokunanlardır.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), وَلَا تَجْعَلْ مُصِيبَتَنَا فِي دِينِنَا Dinimize dokunacak musibete düçar bırakma bizi Yâ Rab!” (Tirmizi, daavât 84) diye dua etmiş ve aynı zamanda bize de, Allah’a sığınmamız gereken asıl musibeti göstermiştir.

Bediüzzaman Hazretleri de, “Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı ilâhîye iltica edip feryat etmek gerektir.” (Bediüzzaman, Lemalar, s. 13) sözleriyle aynı hususa dikkatimizi çeker.

Dünyevî Musibetler

Dünyevî musibetlerin bir kısmı insanın ferdî hayatını, bir kısmı ailevî hayatını, bir kısmı ise bütün bir toplumu etkiler. Mesela insanın işlerinin bozulması veya hastalıklara maruz kalması ferdî birer musibettir. Aile fertleri arasında yaşanan huzursuzluk ve geçimsizlikler ailevî birer musibettir. Deprem, sel, fırtına, kıtlık, kuraklık, salgın hastalık gibi can ve mal kayıplarına yol açan arzî ve semavî afetler ise toplumsal birer musibettir. Bunlar bir kısım dünyevî sıkıntı ve mahrumiyetlere yol açsa da, sabır ve rıza ile karşılandığı takdirde insanın günahlarına kefaret olur, derecesini artırır.

Arzî ve semavî musibetlerin yanında bir de beşer eliyle gelen dünyevî musibetler vardır. Bugüne kadar insanlık kaç defa savaşların içine çekilmiş, kaç defa tiranların zulüm ve baskıları altında inim inim inlemiş, türlü ezalar cefalar görmüştür. Günümüzde de dünyanın genel ahvâline bakacak olursanız, nice topluluk ve milletlerin ağır insan hakkı ihlalleri karşısında inim inim inlediğini görebilirsiniz. Bazen kendi içlerinden çıkan zalimlerin hırs ve tutkuları bazen de uluslararası aktörlerin oynadığı türlü türlü oyunlar nicelerine dünyayı dar etmektedir.

Asırlarca devletler muvazenesinde önemli bir denge unsuru olmuş ve âlem-i İslâm’ı muhtemel bir kısım tehlikelerden koruma adına karakol vazifesi görmüş bir milletin, bugün perişan ve derbeder bir vaziyete düşmesinden daha büyük bir musibet mi olur? İsterseniz buna da musibet-i milliye veya musibet-i vataniye diyebilirsiniz. Elbette bir ferdin maruz kaldığı küçük bir musibetten bütün bir milletin maruz kaldığı büyük musibetlere kadar bunların her birisi kendi çapında önem arz eder. Genellikle insanlar kendi maruz kaldıkları musibetlerden etkilenseler de engin gönüller geniş dairede meydana gelen musibetlerin acısını aynıyla kendi vicdanlarında da duyarlar.

Dinî Musibetler

Çeşidi, derinliği ve çapı ne kadar büyük olursa olsun, dünyevî musibetler uhrevî olanların yanında çok küçük kalır. İnsanın asıl korkması ve kaçınması gereken musibet, uhrevî hayatını etkileyecek ve onu ebedî hüsrana uğratacak olan musibettir.

Peki nedir bunlar? İman esasları hakkında şüphelerin ağında bocalama, haramlara açık yaşama, ibadet ü taate gereken hassasiyeti göstermeme, Allah’la münasebetin zayıf olması gibi musibetler insanın düçar olabileceği fevkalade büyük afetlerdir. Nesillerin Zat-ı Ulûhiyet’i layıkıyla tanımamaları ve O’ndan kopuk yaşamaları karşısında dünyevî musibetlerin ne ehemmiyeti olur ki!

İnsanların Kur’ân ve Sünnet’ten uzaklaşarak farklı inanç sistemlerini ve bizim düşünce dünyamıza uzak ideolojileri benimsediği, ebedî hayatını kaybettirecek akımlara kapılıp gittiği bir yerde kısacık dünya hayatına mâl olan maddî musibetler çok küçük kalacaktır. Çok önemli simaların bile evrim teorisine mümaşatta bulunma adına Kur’ân ve Sünnet naslarını çarpıtması, heva ve heveslerine uyarak veya modern akımlara kapılarak dinî hükümlerle oynaması, kendi değerlerinden şüphe etmesi ve komplekse kapılarak dinin izzetini koruyamaması dinî ve uhrevî hayatımıza musallat olmuş büyük birer felakettir.

İşin daha da korkuncu, dine arız olan bu tür musibet ve felâketlerin yaygınlaşması ve şöyle veya böyle tüm Müslümanları etkisi altına almasıdır. Mesela yuva sağlam esaslar üzerine kurulmaz, mabed fonksiyonunu kaybeder, mektebe bütünüyle pozitivist ve materyalist telakkiler hâkim olur, sokak alabildiğine kirlenir ve buralarda yetişen insanlar da ya bütünüyle dinden uzaklaşırlar ya da onu şekle kurban ederler. Allah korkusu kalblerden silinir gider ve insanlar ahiret yokmuş gibi yaşamaya başlarlar. Deizm, ateizm, agnostisizm gibi akımlar genç kuşaklar arasında yayılır. “Dinci”, “irticacı” ve “yobaz” gibi yaftalarla insanlar Allah’tan peygamberden uzaklaştırılırlar. Bunların hepsi dine gelen birer musibet olarak görülebilir.

Dine arız olan bu musibetler bir kısım dünyevî musibetleri de netice verir. Zira böyle bir durumda kapkaçlar, haramilikler, hırsızlıklar, yolsuzluklar, arsızlıklar toplumun tüm katmanlarına yayılır. Muslukların başını tutan insanlar, milletin malını hortumlar ve toplumun sırtından geçinir. İnsanların canlarını, ırzlarını ve mallarını korumakla görevli olan idarecilerin bizzat kendileri bunlar için bir tehdit olur. İnsanlar ideolojileri uğruna birbirleriyle yaka paça olurlar. Toplum içten içe tefessüh etmeye ve çürümeye başlar. Din ve diyaneti ağzına alanlar hemen irtica damgası yer, gericilikle suçlanır, türlü türlü baskı ve zulümlere maruz kalırlar.

Dine musallat olan musibet ve felaketlerin en büyüklerinden biri, yine Hz. Pir’in ifadesiyle “kurdun gövdenin içine girmesi”dir. İşte o zaman toplumun bünyesi buna dayanamaz. Çünkü kanını emen, damarlarını kesen düşmanını dost zanneder. Bu münafık ve ikiyüzlüler sizin kisvenize bürünür, sizden biri gibi görünür, zaman zaman sizin gibi yazar çizer fakat bir taraftan da altınızı oyar. Hipnozla halkı uyuturlar. Algı operasyonlarıyla zihinleri istedikleri istikamete yönlendirirler. Söz ve yazılarıyla halkın fikirlerini etkiler, akı kara, karayı da ak gösterirler. Habis emellerine ulaşabilmek için şeytanın bile aklına gelmeyecek oyun ve hileleri kullanır ve bunlarla toplum içinde sürekli gerilim hasıl eder ve çatışmaları körüklerler. İşlerine gelmediği için nice zulüm ve haksızlıklar karşısında sessiz kalırlar. Fakat beri tarafta istedikleri algıyı oluşturabilmek için en küçük meseleler karşısında kıyamet koparır, Nuh tufanı yaşanıyor gibi feryat ederler.

Hz. Eyyüb (aleyhisselam) bedenine musallat olan hastalıklar karşısında, أَنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ Yâ Rabbi! Zarar bana dokundu ve Sen Erhamü’r-Râhimînsin.” (Enbiyâ sûresi, 21/83) diyor. Hz. Yunus (aleyhisselam) balığın karnına düşünce şöyle niyaz ediyor: لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin; doğrusu ben kendi kendime zulmettim, affını bekliyorum.” (Enbiyâ sûresi, 21/87)

Hz. Eyyüb ve Hz. Yunus’un maruz kaldığı sıkıntıların ikisi de bir yönüyle musibet-i dünyeviyedir, onların dünyevî hayatlarını tehdit etmiştir. Eğer musibet-i dünyeviye karşısında bu ölçüde tazarru ve niyazda bulunmak icap ediyorsa, musibet-i diniye karşısında gece gündüz Allah’a yalvarıp yakarmamız, başımızı yere koyarak içimiz yırtılırcasına Cenab-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunmamız gerekir.

Dine gelen musibetlerin sadece ferdî dehalarla, diplomasiyle, firasetle, sevk ve idareyle halledilmesi çok zordur. Bu konuda Cenab-ı Hakk’a sığınılması ve kulluk adına liyakatin ortaya konulması gerekir. Eğer Müslümanların Cenab-ı Hak’la münasebetleri zayıfsa, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in yolunda değillerse, Allah onları karşı tarafın güç ve kuvvetiyle değil, kendi güçsüzlükleriyle mağlup eder. Karşılarında düşman olarak bir sinek bile olsa yine de hezimete uğrayabilirler. Ama Allah’la münasebetleri kavi ise, Allah, kendisiyle birlikte olanları düşmanlarına yem etmez.

Musibet-i Diniye Karşısında Duyarlılık

Neylersiniz ki dine gelen musibetler noktasında yeterli duyarlılığa sahip değiliz. Bunun nasıl Allah belası bir dert olduğunu bilemiyoruz. İslâm’ın dertleriyle dertlenemiyor ve bunların ızdırabını içimizde duyamıyoruz. Bu konuda ciddi tahşidata ve rehabiliteye ihtiyacımız var. Neyin önemli neyin önemsiz olduğu noktasında insanların çok iyi yetiştirilmesi gerekiyor. İmanın öneminin bir kere daha ruhlara duyurulmasına, imansızlığın insana kaybettireceği şeylerin çok iyi anlatılmasına ihtiyaç var. Oturup kalktığımız yerlerde sürekli bu konuların müzakere edilmesi gerekiyor. Cennet ve Cehennemin hafife alınacak yerler olmadığını, Allah’tan kopuk yaşamanın hayatı nasıl zindana çevireceğini, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolundan ayrılmanın bizi nasıl dalalete sürükleyeceğini insanlara çok iyi anlatmalıyız.

Maalesef Müslümanlar son birkaç asırdır din ve diyanetleri adına üst üste musibet ve felaketlere maruz kalsalar da bunun farkında değiller. Çok laubali ve gafil bir toplum haline geldik. Millete nasihat edenler de çok farklı değil; onlar da gaflet içindeler. İmanın kadr u kıymeti bilinmiyor. Âlem-i İslâm’ın maruz kaldığı felaketlerin farkında değiliz. Başkalarının imanını dertlenmediğimiz gibi, kendi imanımız adına da endişe taşımıyoruz. Ben bugüne kadar başını yere koymuş, “Allah’ım bahtına düştüm, Sana kurban olayım, elli defa canımı al ama ne olur imanımızın zerresini zayi etme!” diyen bir insanla karşılaşmadım. Dine isabet eden musibetler karşısında bir mü’minde görmeyi arzu ettiğim heyecanı göremiyorum. Kaçımız miraç yapıyor gibi namaz kılıyor? Kaçımız tenha zamanlarını tefekkürle derinleştiriyor? Kaçımızın bakışlarında, dinleyişlerinde, sözlerinde ulvi manalar nümayan?

Bundan anlıyorum ki biz dinî meseleleri çok fazla önemsemiyoruz. Bağlı gibi göründüğümüz değerlere tam anlamıyla inanmamışız. Halbuki sahabeden kaç kişi münafık olabileceği endişesini taşıyor, selef ulemasından niceleri imansız ölmekten korkuyordu. Eğer biz aktüel meseleler içinde boğulur, zihin kirliliği yaşar ve vaktimizi dedikodu ve gevezelikle zayi edersek, hiç farkına varmadan kendi meselelerimizin, özümüze ait değerlerin yabancısı hâline geliriz. Dine isabet eden musibetleri göremez, bu konudaki hassasiyetimizi kaybederiz. Bırakalım başkalarının imanını kurtarmayı, âlem-i İslâm’ın dertleriyle dertlenmeyi, kendi uhrevî hayatımızı ve ebedî saadetimizi bile düşünemeyiz.

Bu yüzden kuvvetli bir şekilde silkinip kendimize gelme, kendimiz olma mecburiyetindeyiz. En azından meslekleri itibarıyla zeminini imanın teşkil ettiği bir yolda yürüyen insanlar bu konularda daha hassas olmalı. Eğer hep iman arayışında olan bizler aradığımızın onda birini bile bulamamışsak, başkalarına da anlatacak çok fazla bir şeyimiz yok demektir. Eğer tahsil ettiğimiz ilim, okuduğumuz kitaplar kalbde bir heyecan oluşturmuyor ve bizi imanî hakikatlere uyarmıyorsa, onların da bir faydası yok demektir. Bizlere bencillik aşılayan, egomuzu büyüten, sağda solda gevezelik yapma hissimizi coşturan, bizi demagoji yapmaya ve bilgiçlik taslamaya sevk eden ilim düşüncesi de, kitaplar da yerin dibine batsın!

Gençliklerinde davalarına sıkı sıkıya bağlı olan insanların bazılarında bile belli bir yaştan sonra çözülme ve çöküntüler başlıyor. Vazife ve sorumluluk şuuruyla yaşayan, maddî ve manevî beklentilerden azade kalan insanları Allah muvaffak kılıyor. Fakat yaş ve kıdemle birlikte işin ruhundan ve özünden uzaklaşmalar başlıyor, renk ve desende aşınmalar oluyor. Aşınmış insanlarla da bir yere varılamıyor.

Bütün bunları söylerken sizi ümitsizliğe sevk etmek de istemiyorum. Ama kendimizi yeniden gözden geçirmemizin gerekliliği hatta bir zaruret hâlini alması, gaflet etmememiz gereken çok önemli bir husustur.

***

Not: Bu yazı, 27 Mart 2008 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

Neyi Tercih Ediyoruz?

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Tevbe suresinin yirmi dördüncü âyet-i kerimesini nasıl anlamalıyız?

   Cevap: Soruda ifade edilen âyet-i kerime şu şekildedir: قُلْ إِنْ كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَاؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُمْ مِنَ اللهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُوا حَتَّى يَأْتِيَ اللهُ بِأَمْرِهِ وَاللَّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ De ki: Eğer ana-babalarınızı, çocuklarınızı, kardeşlerinizi, eşlerinizi, akrabalarınızı (veya mensup olduğunuz topluluğu), bin bir emek ve zahmetle kazandığınız malları, kesada uğramasından korktuğunuz ticaretinizi, ferah feza meskenlerinizi Allah’tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihat etmekten daha çok seviyorsanız, Allah’ın buyruğunu (azabını) bekleyin. Allah, yoldan çıkmış fasıklara hidayet nasip etmez.” (Tevbe sûresi, 9/24)

Cenab-ı Hak, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), Kendisiyle kulları arasında bir vasıta olduğunu ifade etme sadedinde ayet-i kerimeye قُلْ “De ki” lafzıyla başlıyor. Bu üslup, genel itibarıyla daha sonra ifade buyrulacak mükellefiyet ve sorumlulukların önemine ve ağırlığına işaret eder. İfade buyrulan emirlerin bizatihi Allah’tan geldiğini ihsas eder. Aynı zamanda bu, bir kısım şartlanmış, önyargılı veya mütemerrit insanların, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında yanlış mülahazalara girmesine mâni olur; O’nun kendi hesabına konuşmadığını hatırlatır.

Daha sonra bir kısım dünyalık şeylerin Allah ve Resûlü’nün sevgisinin veya O’nun yolunda mücahede etmenin önüne geçmesi durumunda maruz kalınabilecek acı akıbete dikkat çekilir. Âyet, Allah’ı unutturacak ölçüde dünyanın cazibedar güzelliklerine bağlanan kimselere “Bekleyin!” der. Neyi bekleyecekler? Allah’ın emrini. Bundan kastedilen mana, gelecek olan ceza ve azap, belâ ve musibetlerdir. Çünkü bu tür insanlar yanlış bir tercihte bulunmuş ya da neye öncelik hakkının verileceğini kestirememişlerdir.

Âyetin sonunda ise Allah’ın fasıkları sevmeyeceği ifade edilir. Demek ki âyette sayılanlara duyulan alaka Allah sevgisinin önüne geçtiği takdirde insanı yoldan çıkarıp fasık hâline getirebilir.

Ne demektir fasık? Allah’ın, Müslümanlık adına belirlediği çerçevenin dışına çıkan, yani dinin emir ve yasaklarına riayet etmeyen insan demektir. İslâm’da; itikada, amele, ahlâka, duygu ve düşünceye, Allah’la irtibata, kalbî ve ruhî hayata ait bir çerçeve belirlenmiştir. Âyetten anlaşıldığına göre bu çerçeveye uymanın öncelikli şartı, Allah ve Peygamber sevgisinin, Allah yolunda mücadele ve mücahede etme aşkının her şeyin önünde tutulmasıdır. Şayet insan bu konuda yanlış bir tercihte bulunursa “fısk” damgası yiyebilir.

   Dengeli ve Yerinde Sevgi

Aslında âyette sayılanların her birisi insan açısından çok önemlidir. Elbette bir insan ana-babasını sevmeli ve onlara karşı saygıda kusur etmemelidir. Çocuklarını bağrına basmalı ve onların terbiyeleri ile meşgul olmalıdır. Kardeşlerine karşı muhabbet beslemeli ve her an onlara yardım etmeye hazır olmalıdır. Eşini sevmeli,  akrabalarına karşı alâka duymalıdır; bunlar matlup şeylerdir.

Evet, insan bunların üzerine titremeli, sürekli onlara karşı iyilik ve ihsanla muamele etmelidir. Nitekim birçok âyet ve hadiste, insanın yakınlarına karşı göstermesi gereken ilgi, alâka ve yerine getirmesi gereken görev ve sorumluluklar üzerinde durulur. İnsan ne anne babasına ne çoluk çocuğuna ne de yakınlarına ve akrabalarına karşı alâkasız kalamaz. Aksi takdirde yapması gerekli olan vazifelerde kusur ettiğinden dolayı Allah’a hesap verir.

Aynı şekilde insanın çalışması, kazanması, ticaretle iştigal etmesi, para kazanması da kötü şeyler değildir. Elbette insan, bir işe başlamadan evvel iyi bir fizibilite çalışması yaparak, sebeplere riayet ederek, makul ve realist adımlar atarak kazanç elde etmeye, muhtemel zararlardan korunmaya çalışacaktır. Allah ve Peygamber sevgisinin önüne geçmedikleri, insanı i’lâ-i kelimetullah yolundan alıkoymadıkları sürece bunlarda bir mahzur yoktur, bilakis yerine ve derecesine göre mü’minin vazifeleri cümlesindendir. Âyette kötülenen, insanın sadece bunlara im’ân-ı nazar etmesi, sürekli bunlarla oturup kalkması ve bunları, ehemmiyet sıralamasında en başta gelen hususların önüne geçirmesidir.

Bu iki şeyi birbirine karıştırmamak gerektir. Yani insanın bazı dünyevi alakaları vardır, bunlarla irtibatında mutlak bir sakınca yoktur, bilakis insan tabiatının bir gereğidir. Yine onun dünyaya bakan bir kısım mükellefiyetleri vardır ve bunları ihmal etmesi düşünülemez. Ancak dünya onunla Allah arasına girmemeli, Allah’ın en çok kıymet atfettiği şeylerin önüne geçmemelidir. Bu konuda hakem olacak bir şey varsa o da insanın vicdanıdır.  

Bazen sahip olduğu evlâtlar, mal ve servetler, oturduğu yalı ve saraylar insanı büyüleyebilir, dünyalık zevkler karşısında asla unutmaması gerekli olan şeyleri ona unutturabilir. Sahip olduğu mal ve evlâtlar onu Allah yolunda yapılacak hizmetlerden alıkoyabilir. Nitekim dallardan sarkan salkım salkım meyveler, insanı ferahlatan gölgelikler, yaz sıcağında insanın en çok aradığı soğuk sular, Sahabeden o büyük insan Kâb İbn-i Mâlik’i bile Tebük seferinden geri bırakmıştı da ancak samimi tevbesi ve doğruluğuyla helâk olmaktan kurtulmuştu.

Evet -Allah muhafaza buyursun- bazen bağ ve bahçeler, keyif yapmaya müsait meskenler, elde edilen kazançlar insana Allah’ı ve Resûlü’nü unutturabilir. Gelip onların sevgisinin yerine oturabilir. İnsanı, Allah yolunda çalışıp çabalamaktan alıkoyabilir. İşte bu durumda insan bela ve musibetlere açık hale gelir. Bu kötü akıbetten kurtulma adına âyet-i kerime, mü’minlere, Allah ve Peygamber sevgisinin ve Nam-ı Celil-i İlâhî ve ruh-u revan-ı Muhammedînin dünyanın dört bir yanında şehbal açması istikametinde duyulan şevk ve arzunun diğer bütün sevgilere ağır basması gerektiğini hatırlatıyor.

Şayet mü’min, Allah’ı ve Resulünü herkesten ve her şeyden daha fazla seviyor, sürekli i’lâ-i kelimetullah aşkıyla oturup kalkıyor ve bunları birinci plana koyuyorsa, diğerleri ile alâkasının ona zararı olmaz. Fakat bunlar birinci planda değilse insan yanlış tercihlerde bulunuyor demektir ve -hafizanallah- tercihinin bedelini ödemek zorunda kalır.

   Bir Kalbde İki Sevgi Olmaz

İbrahim Ethem Hazretleri’yle ilgili menkıbede anlatıldığı gibi bir kalbde iki sevgi olmaz. Mü’min, evvelen ve bizzat kimi seveceğini kime alâka duyacağını, kime yürekten bağlanacağını doğru tayin etmelidir. İşte âyet-i kerime bize bunu gösterir. Hiçbir sevginin Allah ve Peygamber sevgisinin önüne geçmemesi gerektiğini ders verir. Her ne kadar insan, tabiatı gereği fani ve zail bir kısım varlıklara karşı alâka duysa da, bu ikinci derecede bir sevgi olmalıdır. Katiyen evlâd u ıyal veya mal u menal sevgisi Allah sevgisinin yerini almamalıdır. Aksi takdirde kötü akıbetten korkulur.

Nitekim Hz. Pir, birinci dünya savaşıyla ilgili kendisine yöneltilen, “Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddimesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti?” sorusuna, Müslümanların erkân-ı İslâmiyedeki kusurları açısından cevap vermiştir: “Yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş vakit namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrik ile bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; keffâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik; O da bizden müterâkim zekâtı aldı.” (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 126-127)

Bediüzzaman’ın bu açıklamaları zaviyesinden meseleye bakacak olursak, Allah’ın, Din-i Mübin-i İslâm’ın yaşanmasında kusur gösterilmesini farklı şekillerde cezalandırdığını görürüz. Âyette yer alan “O hâlde Allah’ın emrini bekleyin.” beyanıyla anlatılmak istenen mana da budur.

Hatta Müslümanların halihazırda maruz kaldıkları sıkıntı ve zorluklara da bu açıdan bakılabilir. Dışarıda suçlu aramaya gerek yok. Bizi çepeçevre kuşatan, vesayeti altına alan ve yapmak istediğimiz şeyleri istediğimiz gibi yapma imkânından bizi mahrum bırakan zalim ve mütecavizlere sövüp saymakla müteselli olmak yerine, öncelikle dönüp kendimizle yüzleşmeliyiz. “Acaba ne yaptık ki bunlar başımıza geldi?” demeliyiz. Şayet Müslümanlar âyette sayılan hususları Rablerine, Peygamberlerine ve Allah’ın dininin ilâ edilmesine tercih etmişlerse, Allah da onları farklı şekillerde cezalandıracaktır. Bu açıdan Hz. Pir’in yaptığı gibi öncelikle eksik ve kusurlarımızı görmeli ve bunların telafisine bakmalıyız.

Maalesef günümüzde Allah düşünülmesi gerektiği ölçüde düşünülmüyor. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) sevilmesi gerektiği ölçüde sevilmiyor. O’nun adını dünyanın dört bir tarafına duyurma yolunda gerekli ceht ve gayret gösterilmiyor. Bu ifadelerim suizan olarak görülebilir. Fakat ümmet-i Muhammed’in genel ahvaline baktığımda bende hâsıl olan kanaat budur.

Hz. Ömer Efendimiz’in, Allah Resûlü’ne karşı nasıl delice bağlı olduğunu bilmeyen yoktur. Öyle ki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğünde kılıcını çeker ve “Kim Muhammed öldü derse kellesini alırım!” der. Böyle derinden bir bağlılığı, muhabbeti vardır. Fakat bir gün Efendimiz’in karşısına çıkıp, “Ya Resûlallah seni eşimden çocuklarımdan, herkesten çok seviyorum” dediğinde, Efendimiz memnuniyet izhar etmez ve “Ya Ömer, Beni nefsinden de çok sevmedikçe imanın kemale ermiş olmaz.” buyurur.

Bu mülahazayı vicdanlarınıza havale ediyorum. Vicdanınızın hassas ölçüleriyle kendinizi tartın, değerlendirin ve İslâm açısından nerede durduğunuzu tayin etmeye çalışın. Hakikaten durmanız gerekli olan yerde duruyor musunuz? Yoksa durmanız gereken çerçevenin dışına çıkarak alan ihlali yapıyor ve fıska mı giriyorsunuz? Allah, âyetin sonunda bu tür insanları hidayete erdirmeyeceğini ifade buyuruyor.

Keşke hep Allah sevgisi, Peygamber muhabbeti ve onları tüm kainata duyurma, tanıtma aşk u şevkiyle oturup kalkabilsek! Keşke sürekli kendimizi muhasebeye çekerek eksik ve kusurlarımızı gidermeye çalışsak! Keşke inandığımız değerler uğruna daha fazla neler yapabileceğimizin derdiyle dertlenebilsek! Keşke kalblere girme adına sürekli alternatif yollar araştırsak! Keşke bir araya geldiğimizde insanlığa daha faydalı olma adına stratejiler üretebilsek! Zira ahirette “keşke” dememenin yolu bunlardan geçer.

***

Not: Bu yazı 2010 senesinde yapılan bir sohbetten hazırlanmıştır.

Bolluk ve Darlıkta Mü’mince Duruş

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Biliyoruz ki hem refah ve bolluk zamanlarının hem de zor ve sıkıntılı dönemlerin kendine mahsus bir kısım imtihanları vardır. Bütün bu imtihanlarda kaybetmeme adına mü’mince tavır ne olmalıdır?

   Cevap: En başta ifade etmek gerekir ki bir mü’minin yüce bir mefkûreye bağlanması ve bütün hayatını bağlı olduğu mefkûre etrafında örgülemesi, maruz kalacağı imtihanlar karşısında onun adına önemli bir kalkan olacaktır. Eğer bir insan, “Hizmet varsa yaşamaya değer, yoksa yaşamanın da bir anlamı yoktur.” düşüncesini vird-i zeban edebiliyor ve dünyada kalmasının anlamını, kendisini adadığı davası adına bir şeyler yapabilme imkânına bağlıyorsa, ne nimetlerin sağanak sağanak başından aşağı yağması onu baştan çıkarabilecek ne de amansız hâdiselerin tazyiki onu isyana sevk edecektir.

Ne var ki böyle bir duygu ve düşünceyi içe sindirme ve tabiata mâl etme çok zordur. İnsanın sürekli içten gelen bir heyecanla bunu duyması, beyninin bütün guddelerinde hep bunu hissetmesi ciddi bir fedakârlık ve adanmışlık gerektirir. Hakiki bir mü’min bu zoru başarmaya talip olmalıdır. O, hayatını i’lâ-i kelimetullah düşüncesine bağlamalı, bundan yoksun bir hayatı boş ve anlamsız görmeli, bu düşünceden koptuğu takdirde cansız bir cenazeye dönüşeceğinden korkmalıdır.

Evet, Allah rızasının, O’nun adını muhtaç sinelere duyurma cehdinin ötesindeki her şey tâlidir; olsa da olur, olmasa da. Rahat olsa da olur, olmasa da; hane olsa da olur, olmasa da; makam olsa da olur, olmasa da; servet olsa da olur, olmasa da. Fakat i’lâ-i kelimetullah için bunu diyemeyiz. Zira biz, onu oldurmak için burada olmuşuz. Yaratılışımızın asıl gayesi, sinelerde bu duyguyu canlandırabilmek, yaşatabilmektir. Bu açıdan bir mü’minin kilitlenmesi gereken asıl ve öncelikli hedefi bu olmalıdır.

Esasen bu meseleleri derinlemesine duymaya namzet olanlar çoktur. Allah, çoklarını bu donanımda yaratmıştır. Fakat önemli olan, istidat ve kabiliyetlerin inkişaf ettirilmesidir. Donanımın buna müsait olması yetmez; iradenin hakkının verilerek içteki istidatların ateşlenebilmesi, harekete geçirilebilmesi gerekir. Bir kıvılcımla, bir kibritle içini aydınlattıktan sonra da soluk soluğa bütün yeryüzünü dolaşıp, tutuşmaya namzet ne kadar mum varsa tamamını ateşleme azminde olmak gerekir. Allah yolunda yapılan, insanlığa hizmet adına ortaya konulan her işe bir mum tutuşturma şeklinde bakılabilir. Hz. Mevlâna’nın ifadesiyle bir mum, başka mumları tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez.

   Başarılar Karşısında Mü’mince Mülâhazalar

İnsanın sa’y ve gayretine terettüp eden her türlü güzel netice, Zât-ı Ulûhiyet’in birer ihsan, ikram ve teveccühü olması itibarıyla çok kıymetlidir, çok büyüktür. Fakat insan, kendi nazarında bunları yetersiz görmeli ve “Allah’ın bana ihsan etmiş olduğu imkânlarla çok daha büyük işler başarılabilirdi.” diyerek daha fazlasına talip olmalıdır. Küre-i arzın yarısına söz dinletmiş biri olsa bile, “İrademin hakkını veremedim. Allah’ın ihsan ettiği imkânlarla duygu ve düşüncemi bütün dünyaya ulaştırabilirdim.” mülâhazalarını taşımalıdır. Aynı zamanda o, elde ettiği bütün başarıları Cenâb-ı Hak’tan bilmeli ve sürekli, “Bunları bana lütfeden Hazreti Allah’tır.” demelidir. Kendisini, haccetmek üzere Kâbe yollarına düşen karınca gibi görmeli, Allah’ın lütfu olmayınca çıktığı yolculuğu tamamlayamayacağının şuurunda olmalıdır.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde, aza şükretmeyenin çoğa da şükretmeyeceğini ifade buyurur. (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 30/390) Bu açıdan Allah’tan gelen en küçük şeye bile şükretmek gerekir. Aksi takdirde O’na karşı saygısızlık yapılmış olur. Zira her şey Allah’ın eliyle meydana gelmektedir. Elde ettiğimiz şey, çok küçük olsa bile onu yaratan Allah’tır. Allah’tan gelmesi itibarıyla da küçük görünen şeyler bile gerçekte çok büyüktür. Fakat elde edilen başarıları bize bakan yönüyle küçültebildiğimiz kadar küçültmeliyiz. Dünyada bin tane üniversite açmış olsak, bunu az görmeli niye on bine ulaşamadık, demeliyiz.

Esasında bir mü’minin, yaptığı işleri, kendine ait yanıyla ayaklar altına alınıp ezilecek şekilde görmesi, yüzüne gözüne bulaştırdığını düşünmesi; fakat Zât-ı Ulûhiyet’in teveccühünün bir semeresi olması itibarıyla da çok küçük muvaffakiyetleri bile tebcil etmesi, haddizatında bir çelişkidir; düşünce istikametini koruyabilme ve hâdiseleri doğru değerlendirebilme adına onu dengede tutan güzel bir çelişki. Yoksa insanın elde ettiği başarıları kendisinden bilmesi, muvaffak olduğu güzel işleri kendine bakan yanıyla büyük görmesi, onun gurur ve kibir dünyasını besleyip büyütecektir.

Nimetler içinde yüzen, sürekli muvaffakiyetler sergileyen bir kişi, bunları kendinden biliyorsa hiç farkına varmadan Allah’a şirk koşuyor demektir. Bu yönüyle de, أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى “Ben sizin en yüce Rabbinizim!” (Nâziât sûresi, 79/24) diyen Firavun’dan bir farkının olmadığı söylenebilir. Dolayısıyla ortaya konulan güzel işlerle Cennetlerin elde edilmesi de Cehennem’e müstahak hâle gelinmesi de mümkündür. Mesela çaba ve gayretleriyle ülkeyi baştanbaşa Cennet hâline getiren bir insan, “Bunu kendi dehamla başardım.” dediği anda hiç farkına varmadan şirk bataklığına saplanmış demektir. Oysaki bu güzellikleri kendine mâl etmek yerine öncelikle asıl sahibine (celle celâluhû) verebilse, ardından da, neticenin hâsıl olması için emek sarf edenlerin gayretlerini, Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasına şart-ı âdi planında bir davetiye manasına hatırlayabilse, Firdevslere otağını kurabilir.

İnsan bazen Karun gibi doğrudan, إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ عِنْدِي “Ben bu servete ilmim ve becerim sayesinde kavuştum.” (Kasas sûresi, 28/78) sözleriyle ilâhî lütufları kendine mâl edebileceği gibi, bazen de hâl ve tavırlarıyla, işaret ve mimikleriyle bunu ortaya koyabilir. Neticede bunların hepsi şirk kokan ifade ve tavırlardır. Şirkten şükre geçmenin yolu ise büyük küçük her şeyi Cenâb-ı Hak’tan bilme ve O’na ait olması itibarıyla takdir etmedir. Nefse bakan yönü itibarıyla İstanbul’un fethi bile küçüktür; Allah’a bakan yönü itibarıyla ise yerde çırpınan bir karıncayı kaldırıp yuvasına koyma dahi çok büyüktür. Allah’ın hukukuna karşı çok duyarlı olmak lazım.

Vahyin sağanak sağanak yağdığı bir evde neş’et eden ve Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) on seneye yakın hayat arkadaşlığı yapan Âişe-i Sıddîka, Allah Resûlü’ne, “Yâ Resûlallâh, Acaba eşinizi ahirette hatırlar mısınız?” diye soruyor. Allah’ın büyük lütuflarına mazhar olan anamız, ne ameline ne de Efendimiz’e olan yakınlığına güveniyor. Efendimiz’in şefaatiyle kurtulabileceğini ümit ediyor. Efendimiz de onun bu sorusu karşısında, “Yâ Âişe, üç yerde hatırlayamam: Hesabın görüldüğü yerde, mizanda ve sıratı geçerken.” buyuruyor.

Hz. Ebû Bekir’in, Hz. Ömer’in ve diğer pek çok sahabinin duygu ve düşünceleri de bundan farklı değildir. Nitekim ömrünü i’lâ-i kelimetullah yolunda geçirmiş olan Hz. Ömer’i, başını yere koymuş, “Benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammed’i mahvetme Allah’ım!” derken görürüz. Yaptığı amelleri kendisine bakan yönüyle küçük, Allah’a ait tarafıyla ise büyük görme meselesi, bu zatlarda tam anlamıyla temessül etmiştir. Acaba içimizde, kıtlıkları, kuraklıkları, zelzeleleri, toplumun değişik kesimlerinin birbirine düşmesini, zalim ve münafıkların başımıza musallat olmasını kendinden bilen, yüzünü yere koyup yalvaran, iki büklüm olup kıvranan ve “Allah’ım, benim yüzümden ümmet-i Muhammed’i mahvetme!” diyen kaç kişi vardır?

   Kadere Rıza

Nimetlerle serfiraz olma ve rahata kavuşma insanı küstahlaştırabileceği gibi bela ve musibetlere maruz kalma da onu isyana sevk edebilir. Hâlbuki mü’mine düşen, bütün bunların birer imtihan olduğunu unutmama ve hayatını sabır, şükür ve rıza dairesinde geçirmedir. Nitekim Hz. Sadık u Masduk’tan (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: مِنْ سَعَادَةِ ابْنِ آدَمَ رِضَاهُ بِمَا قَضَى اللَّهُ لَهُ، وَمِنْ شَقَاوَةِ ابْنِ آدَمَ سَخَطُهُ بِمَا قَضَى اللَّهُ لَهُ “Allah’ın takdir buyurduğu şeylere razı olması insanoğlu için bahtiyarlık sebebi olduğu gibi, O’nun takdir buyurduğu şeyleri hoşnutsuzlukla karşılaması da onun adına bedbahtlık sebebidir.” (Tirmizî, kader 15)

Bu sebepledir ki Allah’a gönülden inanan bir insanın, رَضِينَا بِاللهِ رَبًّاوَبِالْإِسْلَامِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولًاRab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak da Hz. Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselâm) razıyız.” (Buhârî, ilim 29; Müslim, sıyâm 197) duygu düşüncesini hep hatırında tutması ve bu mübarek sözü vird-i zeban etmesi çok önemlidir. Mü’min, bu sözleriyle, insanı var eden, yetiştiren, terbiye eden, onun hakkında değişik takdirlerde bulunan Allah’ın rubûbiyetinden; bir din, diyanet ve sistem olarak vaz edilen İslâm’dan, onun bize yüklediği bütün mükellefiyetleri gönül rızasıyla yerine getirmekten ve Hazreti Muhammed Mustafa’nın da peygamber olmasından razı olduğunu ifade etmiş olur.

 “Ne yaptım ki bu sıkıntılar başıma geldi! Neden bütün belâlar gelip beni buluyor?” şeklindeki sözler, mü’mince sözler değildir, mü’mine yakışmaz.

İnsanın, yaşanan olumsuz hâdiseleri Cenâb-ı Hakk’ın takdiri olarak görmesi ve bu takdirin de kendi hata ve günahlarına bağlı olabileceğini düşünmesi, onu, rızaya muhalif duygu ve düşüncelerden, -haşa- Rabbiyle iç cedelleşmelere girmekten kurtaracaktır. Kur’ânî mantık da bunu gerektirir. Zira pek çok âyet-i kerimede, maruz kalınan sıkıntıların sebebi olarak insanların işlediği hata ve günahlar gösterilmiştir. Bu açıdan bir mü’minin ağzından çıkacak sözler şunlar olmalıdır: Demek ki bir kısım günahlarımız varmış ki Allah bize bazı güveleri musallat etti. Onlar bizim asıl günahlarımızı bilemediklerinden ötürü sevaplarımıza iliştiler. Hz. Pir’in dediği gibi, bizim hiç yapmadığımız, yapamayacağımız, hatta düşünemeyeceğimiz şeylerden dolayı bize hücum ettiler.

Eğer yaşanan sıkıntılara bu şekilde yaklaşılırsa içte kabaran hafakanların üzerine rıza iksiri dökülerek eritilebilir. Bu iksir sayesinde, kafa karıştıran, beyin guddelerinde dolaşıp duran, kortekse girip oradaki dosyaları kirleten bütün olumsuz düşüncelerin üstesinden gelmek mümkün olur.

Allah’ın rızasını kazanmaktan başka maksatları olmayan samimi ve fedakâr gönüllere reva görülen kötülükler, düşmanca muameleler, zulüm ve gadirler karşısında zaman zaman bazı olumsuz mülâhazalar akla gelebilir. Hatta bunlar insanın uykusunu alıp götürecek, ona cinnet geçirtecek ölçüde ağır da olabilir. Nereden biliyorum bunları? Çünkü çok defa kendim yaşıyorum. İşte bu tür durumlarda, müstakim bir kısım düşüncelerle zihindeki bu tür olumsuzlukları izale etmeyi bilmelidir.

Ayrıca biz, dar ufkumuz ve kısır düşüncelerimizle, çoğu zaman meydana gelen hâdiselerin ne tür güzellikler doğuracağını da bilemiyoruz. Zaman zaman söylemişimdir. Eğer hayat serencamım benim düşünce ve plânlarıma bağlı cereyan etseydi, Korucuk köyünde Ramiz Efendi’nin oğlu olarak kalırdım. Fakat bugünden geriye dönüp sergüzeşt-i hayatıma baktığımda Cenâb-ı Hakk’ın tevcih ve lütuflarını daha net görebiliyorum.

İnsan, hususiyle can sıkıcı ve boğucu hâdiselerin çarkları arasında preslenirken olup bitenleri doğru okuyamayabilir, tekvinî emirleri yorumlamada bir kısım yanlışlıklara girebilir. Fakat daha sonra her şey daha berrak ve şeffaf olarak ortaya çıkmaya başlayınca hiç farkında olmasak da Allah’ın hayatımıza yön verdiği ve bizi ilâhî lütuflar ile serfiraz kıldığı anlaşılır. Bu sebeple insan, daha sonra Allah karşısında mahcubiyet yaşamak ve ızdırapla iki büklüm olmak istemiyorsa, yaşadığı hâdiseler hakkında hüküm vermede acele etmemeli ve asla rızadan ayrılmamalıdır.

Allah, bazen vereceği nimetleri zor ve çileli bir yolun sonunda verir. Bazen sizi öyle bir güzergâha iter ki orada inişler, çıkışlar, virajlar vardır. Bazen yokuşları çıkmanız bazen de kandan irinden deryaları geçmeniz icap eder. Bu tür zorluklarla mücadele ettiğiniz esnada bütün bunlara maruz kalmanızın ardındaki sırları anlayamayabilirsiniz. Cereyan eden hâdiselerin nereye varacağını bilemeyebilirsiniz. Fakat tepeye çıktıktan sonra dönüp geriye baktığınızda, daha önceki telâkki ve mülâhazalarınızın yanlış olduğunun farkına varır, “Ne kadar da isabetli bir yolda yürümüşüz.” dersiniz. Cenâb-ı Hakk’ın sevkinin ne kadar yerinde olduğunu görürsünüz. Bu açıdan, şimdiden neticenin hayır olacağı mülâhazasıyla, yürüdüğümüz güzergâhta takıldığımız şeyleri aşmaya çalışmalı ve Rabbimiz’in bize olan lütuflarını düşünerek şükretmeliyiz. (Devam edecek.)

Her Bela ve Musibet Bir Ceza mıdır?

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Yol, gösterilmiş; güzergâh, belli; işaretler var, patikaya çıkmamak için… Öyle ihtimam ile bir yol hazırlanmış ki, yürümesini azıcık biliyorsan, hiç sağa-sola toslamadan, patikalara düşmeden, Allah’ın izni-inâyeti ile hedefine ulaşırsın. Fakat kendine azıcık takıldığın zaman, zikzaklar yaşarsın; bu defa tökezlersin, yüzükoyun hâle gelirsin, hiç farkına varmadan.

   İnsan, hiçbir zaman Sahibine (celle celaluhu) karşı küsme tavrına girmemeli; gönlünde hep “Cehennem’e de koysan, eğer gam izhâr edersem kalleşim; yeter ki beni ağyar ateşine yakma!..” mülahazasını beslemeli!..

Onun için ne yapıp yapıp insan, iradesi ile hep O’nun murâd-ı Sübhânîsini hedef almalı. O (celle celâluhu) mutlaka insan için hayır murad buyurur. Hatta sizin zâhiren “şer” gibi gördüğünüz şeylerde de hayır vardır. “Her işte hikmeti vardır / Abes bir iş işlemez Allah!” Kur’an-ı Kerim buyuruyor: وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ “Nice sevmediğiniz şeyler vardır ki, o sizin için hayırlı olabilir. Ve nice sevdiğiniz şeyler de vardır ki, sizin için şerli olabilir. Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216)

Nice nâhoş gördüğünüz şeyler vardır ki, sizin için mahzâ hayırdır. Bunların bazılarını bize ait bir kısım kusurlardan/hatalardan, bizden beklenen tavrı sergileyemediğimizden dolayı tedip için “şefkat tokatları” şeklinde algılamakta yarar var. Böylece içten -“Kelâm-ı nefsî” mi diyeyim, yoksa “hiss-i nefsî” mi diyeyim, ne diyeyim; onunla- dahi olsa (her şeyin) Sahibine (celle celâluhu) karşı “küsme” ifade edecek tavırlardan fevkalade sakınarak, “Acaba ne haltımıza binâen Cenâb-ı Hak bizi böyle tokatladı?” demiş oluruz. Zira مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ “Sana gelen iyilik/güzellik, Allah’tan; fenalık da nefsinden, senin sebebiyet vermendendir!” (Nisa, 4/79) buyuruluyor.

Size gelen iyilikler hepsi Allah’tandır; ekstra, karşılık olmadan, meccanen… Fakat bir kötülüğe maruz kalmış iseniz şayet, o da sizdendir. Ama her başa gelen şey karşısında, “Biz acaba büyük bir halt mı karıştırdık?!” demeliyiz. -Kusura bakmayın “halt” dedim.- “Büyük bir halt mı karıştırdık ki başımıza bunlar geldi?!” Ferden ferdâ (teker teker, her fert açısından), meseleyi o şekilde ele almakta yarar var. O, biraz evvel bahsettiğim o ince duygu, içten küsme, “Böyle değil de keşke şöyle olsaydı! Acaba niye böyle yapıyor ki?!.” düşüncelerine de mani olur.

İşlerinde, icraât-ı Sübhâniyesinde böyle kelâm-ı nefsî ile bile, tahayyül ile bile O’nu sorgulamaya hakkımız yoktur. Evet, Yunus diliyle, çok iyi biliyorsunuz, “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de câna safâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..” demek düşer bize. “Yansam da ocak gibi, gam eylemem izhâr!..” diyor Ketencizâde hazretleri. “Yansam da ocak gibi, gam eylemem izhâr!..” Şakır şakır belâlar başımdan aşağıya yağsa, gam eylemem izhâr! Fakat bir ikinci mısrası var ki, hafif O’nu sorguluyor gibi bir manaya geldiğinden, Kıtmîr -Ne haddine o büyük insanların sözlerini değiştirmek; fakat işte o ince hesaptan dolayı- değiştirme lüzumunu duyuyorum. Birinci mısra şu: “Yansam da ocak gibi, gam eylemem izhâr!” Cehennem’e koy, kalleşim eğer gam izhâr ediyorsam!.. “Yakma beni ateşlere ey çarh-ı cefakâr!” “Çarh-ı cefakâr” neye diyorsun? O, icraât-ı Sübhâniye, kader programı ise… Öyle diyeceğine şöyle desen olmaz mı? “Yakma beni nâr-ı ağyâra ey Gaffâr u Settâr!” Yakarsan, Kendi ateşin ile yak, ağyâr ateşine yakma beni!..

Bunu şunun için dedim: Bir iç küsme dahi, hafif bir küsme dahi, O’na karşı ciddî saygısızlık ifade eder. Maruz kalınan, dünya kadar şeyler var, bugün de… “Niye bunlar başımıza geldi?” İnsanın içine gelebilir. İnsanız, üzülebiliriz. Fakat hemen geriye dönüp bu meselenin hesabını yapmamız lazım: “Acaba biz, olumsuz bir davranışta bulunduk veya olumlu (yapılması gerekli olan) şeyde kusur ettik de onun için mi bunlar başımıza geldi?!.” Öyle ise, أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ “Bir milyon estağfirullah yâ Rabbi!” demek suretiyle iyiliği Allah’tan, kötülüğü kendimizden bilmemiz lazım. İsterse aslında, nefsü’l-emirde öyle olmasın…

   Bela ve musibet, sadece bir yanlışın cezası veya bir kötülüğün neticesi değildir, aynı zamanda müminler için bir yükseliş vesilesi ve bir mükâfatın mukaddemesidir.

Evet, “İyiliği, Allah’tan; olumsuz şeyleri, kendinden bil!” Böylece maruz kaldığın şeyleri ikinci bir musibete, ikinci bir belâya vesile yapma! Şayet öyle bir iç küsme olursa, hafizanallah, tokadı biraz daha şiddetli olur; böylece adeta “Aklınızı başınıza alın! Benim size merhametim çok engindir.” buyurur. Kudsî hadis-i şerifte, إِنَّ رَحْمَتِي سَبَقَتْ غَضَبِي “Şüphesiz rahmetim, gazabıma sebkat etmiş, onu geçmiştir.” ve bir ayet-i kerimede وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ “Rahmetime gelince, o her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.” (A’raf, 7/156) buyurduğu gibi… “Benim rahmetim, her şeyden daha vâsi’dir. Ve rahmetim, gazabıma sebkat etmiştir. Ben, sizin için katiyen olumsuz şey düşünmem!..” -Estağfirullah, Zât-ı Ulûhiyet söz konusu olunca, ona “düşünme” denmez.- “Takdir etmem; sizin hakkınızda öyle hüküm vermem!”

Çünkü Allah (celle celâluhu) Erhamü’r-râhimîn’dir. O’nun hakkında terbiye, saygı, edep her zaman korunmalı. Allah hakkında hep edepli olunmalı. Yaradan, O (celle celâluhu); meccânen (karşılıksız).. insan yapan, O; meccânen.. mü’min yapan, O; meccânen.. Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet yapan, O; meccânen.. âhirzamanda “Kardeşlerim!” dediği zümre içinde sizi yaradan, O; meccânen.. kıymetimizin çok üstünde değişik hayırlı işlere muvaffak kılan, O, meccânen… Bütün dünya çapında açılımlara vesile olabilecek yolları açmış, şehrâhlar oluşturmuş ve siz yürümüşsünüz O’nun lütfuyla… كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “Hepsi Allah’tan.” Kur’an-ı Kerim diyor: قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “(Ey Rasûlüm) de ki: Hepsi Allah’tan.” (Nisa, 4/78) Hepsi, Allah’tan; bu hayırların hepsi, Allah’tan…

Dolayısıyla hiçbir şeyi, bu iyiliklerin hiçbirini kendimizden bilmeyelim ama fenalıklarda kendimize ayıracak payı da unutmayalım. Bu, bizi bir taraftan tevbeye sevk edecek; bir taraftan da eksiğimizi/gediğimizi tamir etmeye zorlayacak; istiğfara, tevbeye, inâbeye, evbeye zorlayacak ve bunlar da bizim için birer arınma kurnası olacak. Çünkü O, bizi çok seviyor; sevdiğinden dolayı, arınmış olarak huzur-i Kibriyâsına çıkmamızı istiyor. Bazı şeyler ile bizi ikaz ediyor. Babanın-annenin, çok şefkatli oldukları halde, istikametleri adına çocukların kulağını çekmeleri, “Seni gidi yaramaz!” deyip, böyle yapmaları (başlarını hafif okşamaları) gibi… Bunlara “rahmetin tokadı” diyebilirsiniz.

Hazreti Pîr de “şefkat tokadı” diyor. Şefkat tokadı… O “Şefkat Tokatları”nda da evvelâ kendisinin yediği üç tane tokadı anlatıyor. Yemiş mi o; o tokat mı, değil mi? Fakat başkalarının tokatlarını anlatma adına, beraat-ı istihlal (güzel bir başlangıç; nazım ve nesirde maksada ve muhtevaya işaret eden kelime ve deyimlerin yardımıyla konuya ilgi çekici güzel bir üslûpla başlama sanatı) nev’inden kendisiyle başlıyor. “Bakın, ben de âzâde olmadım o tokatlardan, ben de yedim tokadımı. Onun için sizin yediğiniz şeylere ‘tokat’ deyince, sakın sizleri hafife alıyorum, tahkir ediyorum zannetmeyin!” diyor adeta; basiret insanı, idrak insanı, Allah ile münasebetinin farkında olan insan… Baş ağrıttım; meselenin birinci yanı, bu.

İkincisi: Çok değişik vesileler ile min gayr-ı haddin, Kıtmîr kadar, ifade ettiğim üzere, bu peygamberler yolunda hiç kimse bu türlü şeyleri çekmekten âzâde kalmamıştır. İsterseniz gidin Hazreti Âdem’e… Cennet’te yaratılmış, mâyesi tertemiz. Havva validemiz de orada yaratılmış, mâyesi tertemiz. Fakat Cenâb-ı Hak, onları da imtihan etmiş, sonra yeryüzüne indirmiş. Neler çektiklerini Allah bilir!.. Kendi neslinden gelen insanlardan… Düşünün ki çocuklarından birisi diğerini, Kâbil Hâbil’i öldürüyor. Kur’an-ı Kerim’de isimleri zikredilmiyor; fakat evlatlarından bir tanesi, diğerini öldürüyor. Diğeri “Beni öldürsen bile, sana elimi kaldırmam! Allah, seni yaptığın şey ile Cehennem’e sokar!” diyor ve ölüme razı oluyor, elini kaldırmıyor.

Ee Hazreti Nuh’a bakacak olursanız, öyle… Neler çekmiş, tahammül-fersâ… Hazreti Hud; o da onun kadar çekmiş.. Hazreti Salih, Semûd’a; o da onun kadar çekmiş.. Hazreti Lût (aleyhisselam) Sodom’a, Gomorro’ya, Hazreti İbrahim tarafından, Allah’ın peygamberi olarak gönderilmiş, Hazreti İbrahim’in Suhuf’u ile. Fakat orada bir fenalığın önünü alamamış. Sonra Allah, onların altını üstüne getirmek için melekler göndermiş; ona da “Ayrılın buradan!” demiş. Neler çekmiş, neler!..

Hazreti İbrahim, yurdunu, yuvasını terk etmiş.. Babil’de neş’et etmiş; babasından yüz bulamamış, dayısı tarafından yüz bulamamış, çok önemli bir konumda olmasına rağmen. Burası Kenan ilidir, burası Mekke’dir, burası Medine’dir; dolaşıp durmuş, değişik yerlerde bir ikametgâh aramış o yüce peygamber, Allah’ın halîli, dostu. İnsanlığın İftihar Tablosu’na “Allah’ın halîli!” dedikleri zaman, Hazreti İbrahim’in hakkına saygının ifadesi olarak “Halîl, Hazreti İbrahim’dir!” der. Konumu bu; yani gerçek manada, mutlak manada “Allah dostu!” denince, akla gelen insan. “Mutlak zikir, kemâline masruftur.” diye bir söz var; evet, “Allah dostu!” denince Hazreti İbrahim akla gelmeli. Ama İnsanlığın İftihar Tablosu’nun da “Allah’ın halîli” olduğunda şüphe yok, sizin de şüpheniz olmasın! Allah Rasûlü’nün öyle buyurması, O’nun kendine mahsus terbiyesi ve saygısından. Bir de arkasındakilere -sizlere, sizden öncekilere, sizden sonrakilere- terbiye adına talimden ibaret bir şey; esasen, “İşte böyle davranın sizler!” demiş oluyor. Yoksa O, Halîller Halîli’dir, sallallâhu aleyhi ve sellem.

   İnsanlığın İftihar Tablosu’na çektiren Ebu Leheb’lere de, bugün O’nun ümmetine zulmeden, çağın elleri kuruyası zalimlerine de yuf olsun!..

O da neler çekmiş?! Yirmi üç senelik peygamberlik döneminin on sekiz senesi, çekme ile geçmiş. Akla-hayale gelmedik şeyler… Şimdi diyoruz ki, “Bazı kardeşlerimiz zindanlarda işkence görüyorlar. Bazıları şehid oluyorlar. Anne-baba, birbirinden ayrılıyor. Yavru, anneden ayrılıyor… Bunların hepsi muzaaf şekilde O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde olmuş. Ve Kendi de neler çekmiş!.. Öz amcası, Efendimiz’in kızlarını kendi oğulları ile evlendirmiş. Fakat O, peygamberliğini ilan edince, Ebu Leheb, oğullarına “Boşayın O’nun kızlarını!” demiş. وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ اْلأَقْرَبِينَ “Önce en yakınlarını uyar!” (Şuara, 26/214) “En yakınlarını inzâr etmek ile, eğri yolun encâmından sakındırmak ile işe başla!” dendiğinde, O, kavim ve kabilesini toplamış. O’nun o mevzudaki mesajını dinleyince, Ebu Leheb تَبًّا لَكَ demiş, hâşâ ve kellâ. Yeğenine, o güne kadar bağrına bastığı ve süt emmek istediği zaman süt emzirdiği yeğenine -hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ- “Tebben” demiş. “Helâk sana, yuf sana!” demektir, bu. Dolayısıyla, Tebbet Sûresi, onunla (Ebu Leheb ile) alakalı nâzil oluyor. تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ “Esasen Ebu Leheb’e yuf olsun (elleri kurusun, kurudu da)!..”

Bütün Ebu Leheb’lere yuf olsun!.. Her dönemde işkence yapanlara.. Müslümanlara eziyet edenlere.. İslam adına yürünen yolu tahrip edenlere.. köprüleri yıkanlara.. insanlık adına diyalog için koşan insanları düşman ilan edenlere.. onlara “terörist” diyen şom ağızlara, salya atan ağızlara yuf olsun!.. Allah, böylelerinin ağızlarına fermuar vursun; daha büyük kötülükler yapmaktan onları muhafaza buyursun!. Yaptıkları, canavarlıktır; onun ötesinde esasen yapacak bir şeyleri de yoktur. “Herkesin istidadına vâbestedir âsâr-ı feyzi / Ebr-i Nisandan ef’î, sem; sadef, dürdâne kapar.” كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “Herkes, seciye ve karakterine göre davranır.” (İsrâ, 17/84) “Herkesin istidadına vâbestedir âsâr-ı feyzi; ebr-i nisandan (nisan yağmurundan) ef’î (yılan), sem (zehir kapar); sadef (de), dürdâne kapar.” demişler; denizin dibindeki mercanlar, mercan balıkları, onlar da mercan kapar.

Evet, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) çekmesine gelmiştik. Mesela bir şey var ki; çok ağır geliyor o. Zannediyorum, kırk-elli gün uykusunu kaçırıyor O’nun. Zaten çok uyuduğu da yok ya!.. Sabahlara kadar ayakta, geceleri kemerbeste-i ubudiyet içinde geçiriyor. Onun için diyorlar: ظَلَمْتُ سُنَّةَ مَنْ أَحْيَا الظَّلَامَ إِلَى * أَنِ اشْتَكَتْ قَدَمَاهُ الضُّرَّ مِنْ وَرَمِ “Ben, o Peygamber’in sünnetine zulmettim ki, ayakları şişmeden yatmıyordu. Ama ben öyle yapmadım, uykum geldiğinde yan gelip kulağım üzerine ‘şey’ gibi yattım!” diyor Bûsîrî, Kaside-i Bürde’sinde. Bununla beraber Efendimiz öyle rahatsız oluyor ki, meleklerden daha mübarek, daha mâsum, daha temiz, daha nezih; ümmet-i Muhammed tarafından “Sıddîka” diye çağırılan annemize iftira karşısında!.. Hazreti Ebu Bekir’e “Sıddîk” deniyor. İki tane peygamber için Kur’an-ı Kerim’de bu tabir kullanılıyor. Hazreti Ebu Bekir’e de “Sıddîk” deniyor ve kızına, kerime-i mükerreme-i mualla-i muhtereme-i mümtâzesine de “Sıddîka” deniyor.

Âişe-i Sıddîka… Hayata gözlerini açtığı zaman, bir talebe gibi İnsanlığın İftihar Tablosu ile yüz yüze geliyor. Burada antrparantez şunu arz edeyim: Bazıları o meseleyi erken evlenme mevzuunda değerlendiriyorlar. Onu (Hazreti Âişe validemizi) İnsanlığın İftihar Tablosu keşfediyor. Annemiz, çok zeki. Düşünün ki dinin yarısına dair hadisler, onun rivayeti ile geliyor; dinin yarısını ifade eden hadisler… Efendimiz’den en fazla hadis rivayet eden sahabiler arasında birinci derecede Ebu Hüreyre, ikinci derecede mübarek, mualla, mümtâze validemiz Hazreti Âişe-i Sıddîka. Konumu, bu. Allah Rasûlü, onu keşfediyor. Ama yanına alıyor onu; tabii nikâh olmayınca, haram olur O’na. Dolayısıyla Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) o mümtaz dimağ ile alakalı elin-âlemin şu veya bu şekilde olumsuz değerlendirmelerine karşı, onu nikâh altına alıyor.

O’nun o türlü şeylere hiç ihtiyacı yok. Hadice Validemiz, bi’set-i seniyyenin sekizinci senesinde vefat ediyor. Hicret’ten bir-iki sene sonra izdivaç yapıyor. Beş sene… Evli bir insanın beş sene bekâr kalmasını düşünün. O’nun o türlü şeyler ile alakası yok. O “Ezvâc-ı Tâhirât” dediğimiz mübarek annelerimizin her biri bir kabileden. Esasen, çok önemli; o kabilelere, onlar vasıtası ile nüfuz etme.. sağanak sağanak vahiy sağanağını bulundukları kabilelere taşıma.. onlar ile Allah Rasûlü arasında irtibatı sağlama… Sonsuz Nur’da (ve yetmişli yıllarda sorulan bir soru üzerine Asrın Getirdiği Tereddütler-1’de) zannediyorum arîz ve amik olarak üzerinde duruluyor bunun. Keşke benim dar idrakim ile anlatılmasaydı; aklı daha geniş, daha kapsamlı olan birisi tarafından daha derince, meselenin felsefesi ortaya konarak anlatılabilseydi!.. Ama o bile çok şey ifade ediyor zannediyorum.

   “O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, iktisap ettiği günah nispetinde cezası vardır; bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa ise cezanın en büyüğü vardır.”

Bu mübarek, bu muallâ, bu mümtâze validemize iftira ediyorlar. Münafıklar, meseleyi büyütüyorlar. Hani şimdi dünyada bir kısım kirli zift medyası var. Hiç olmayacak şeyleri, yalanları, iftiraları, tezvirleri allayarak, pullayarak neşretmek suretiyle birilerini itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar ya!.. Aynen, münafıkların karakterleri… قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ Herkes, karakterinin gereğini sergiler!.. Yadırgamayın çok!..

İyi bir fırsat (!) Peygamberi arkadan hançerleme… Âişe validemiz hakkında “Şu oldu!” filan… Vahiy geleceği âna kadar… إِنَّ الَّذِينَ جَاءُوا بِالإِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْ لاَ تَحْسَبُوهُ شَرًّا لَكُمْ بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْ لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ مَا اكْتَسَبَ مِنَ الإِثْمِ وَالَّذِي تَوَلَّى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظِيمٌ “O İftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur. Siz o iftirayı kendi hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah nispetinde cezası vardır. Bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa ise cezanın en büyüğü vardır.” (Nur, 24/11) Nûr sûre-i celîlesinde; hususî ayet nâzil oluyor.

Öyle ki, o iftira karşısında, iffet âbidesi, tıpkı Hazreti Meryem gibi “Keşke bundan evvel ölseydim!” diyor. Oysaki Cenâb-ı Hak, Hazreti Meryem validemize ruhu nefhetmiş; ondan Mesih dünyaya gelecek ve dünyanın yarısına -bir yönüyle- hayat üfleyecek. Ama ona öyle ağır gelmişti ki kocası olmadan, birden bire hamile olma mevzuu, “Keşke daha evvel ölseydim!” demişti. Sonra alttan gelen bir ses, bir yönüyle onu teselli etmişti. Daha çocuk iken, Hazreti Mesih konuşmuştu, Allahu A’lem. Melek de deniyor tefsirlerde. Fakat Kıtmîr’in mülahazası: Hazreti Meryem’in, daha sonra “Bu çocuk nereden?!” falan dendiğinde, çok rahatlıkla, “Kendisine sorun!” demesi için, daha evvel Allah (celle celâluhu) hazırlamıştı onu. Ayaklarının dibinde konuşunca orada, “Bu çocuk yine konuşacak.” itminanı hâsıl olmuştu. Ee ne demişti: قَالَ إِنِّي عَبْدُ اللهِ آتَانِيَ الْكِتَابَ وَجَعَلَنِي نَبِيًّا “Bebek dile geldi ve konuşmaya başladı: Ben Allah’ın kuluyum; O bana kitap verdi, beni peygamber olarak görevlendirdi.” (Meryem, 19/30) Vukuu muhakkak olan şeyler, mazi kipi ile ifade edilir; Arapça’da bir hususiyet. Daha Peygamber olmamış, peygamberlik gelmemiş, Kitap gelmemiş ama آتَانِيَ الْكِتَابَ “Allah, muhakkak, bana Kitap verdi!” diyor. وَجَعَلَنِي نَبِيًّا “Beni peygamber olarak görevlendirdi.” وَجَعَلَنِي مُبَارَكًا “Beni mübarek kıldı.” أَيْنَ مَا كُنْتُ “Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı.” Fakat önce Hazreti Meryem böyle bir şey ile, böyle bir imtihan ile karşılaşınca, öyle ağır bir şeye maruz kalmıştı ki, “Keşke ölseydim!” demişti.

İfk hadisesindeki iftira da Hazreti Âişe validemizi öyle çarpmıştı ki annemiz yatağa düşmüştü. Ve nihayet Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına geldi onun. Kim bilir çend defa yanına geldi-gitti?!. Hazreti Ebu Bekir, en sevdiği insan; o, yıkılmış bir yönüyle.. hanımı, yıkılmış bir yönüyle.. kardeşleri, Muhammed, Abdurrahman yıkılmış bir yönüyle. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayakları titreye titreye geliyor oraya; “Yâ Âişe, ne olur?!.” diyor, “Ne olur?!.” İşte o esnada vahiy iniyor orada. Mübarek validemiz, “Bu, Senin tezkiyen mi; yoksa Cenâb-ı Hakk’ın mı?” O (aleyhissalâtü vesselam), “Allah’ın seni tezkiyesi!” deyince, mübarek validemiz bir taraftan canlanırken, bir taraftan da minnetini Cenâb-ı Hakk’a sunuyor. Ben öyle diyorum. Orada hafif, az, Efendimiz gibi kendisinin de “efendi” bildiği bir insana, hafif sitem edâlı bir şey söylüyor ama minnet ve şükranını Cenâb-ı Hakk’a karşı sunuyor.

   Hangi Hak dostunun hayatını inceleseniz, hal diliyle şöyle dediğini işiteceksiniz: “Üzerime öyle musibetler döküldü ki, gündüzlerin tepesine dökülseydi, hepsi birden gece olurdu!..”

Niye dedim bunu? O büyük insanlar hep çekmişler; büyüklükleriyle mebsûten mütenasip olarak çekmişler. Ebu Bekir, çekmiş; Ömer, çekmiş; Osman, çekmiş; Ali, çekmiş… Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kızlarını boşamış amcasının (Ebu Leheb’in iki) oğlu ve onlar vefat edip gitmişler. Erkek çocukları vefat edip gitmişler. Arkada bıraktığı bir Fatıma validemiz var; onun ile teselli oluyor. Bütün Ehl-i Beyt, ondan dünyaya gelecek. O da Efendimiz’den altı ay sonra ruhunun ufkuna yürüyor. Dayanamıyor herhalde o yokluğa. Ben, yaşını da şöyle tahmin ediyorum: Zannediyorum, evlendiği zaman -Hicret’ten sonra evlenmişlerdi- on yedi, on sekiz yaşlarında var ise, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğünde, yirmi yedi, yirmi sekiz yaşlarında vardı. Efendimiz’den altı ay sonra vefat etti, dayanamadı.

Evet, türbe-i Nebeviyeyi ziyaret ettiğinde demişti ki:

مَاذَا عَلَى مَنْ شَمَّ تُرْبَةَ أَحْمَدَا * أَلاَّ يَشُمَّ مَدَى الزَّمَانِ غَوَالِيَا

صُبَّتْ عَلَيَّ مَصَائِبٌ لَوْ أَنَّهَا * صُبَّتْ عَلَى اْلأَيَّامِ صِرْنَ لَيَالِيَا

“Efendimiz’in mübarek merkadının toprağını koklayan birisine, başka güzel kokuları koklamaya artık ne gerek var?!. Üzerime öyle musibetler döküldü ki, gündüzlerin tepesine dökülseydi, hepsi birden gece olurdu!..” “O’nun mübarek toprağını koklayan bir insan için artık başka ıtriyatı koklamaya lüzum yok!” diyor; kokluyor onu orada, içi yanmış olarak. “Başıma öyle musibetler döküldü ki…” صُبَّتْ عَلَيَّ مَصَائِبٌ لَوْ أَنَّهَا * صُبَّتْ عَلَى اْلأَيَّامِ صِرْنَ لَيَالِيَا “Eğer gündüzler üzerine, o musibetler dökülseydi, bütün gündüzler, geceye inkılap ederdi!” diyor. Bu, o mevzuda, O’nun hicranına dayanamamayı ifade etmenin çok zengince bir misalidir. Tam Peygamber kızı olmaya mahsus bir ifade… Ve altı ay sonra da bir “Şeb-i arûs!” deyip yürüyor, önce Babasının yanına; sonra O’nun elinden tutuyor, yürüyor Huzur-i Kibriyâ’ya. Cenâb-ı Hak, o mübarek annemize bizi de bağışlasın!..

Çekmiş… Hazreti Hasan, zehirlenerek çekmiş.. Hazreti Hüseyin, Kerbelâ’da, Revan nehri kenarında, yanındaki yirmi-otuz insan ile, aile efradı ile o günün Yezîd’i tarafından çekmiş.. ve Müslümanlar, Haccâc tarafından çekmiş; seksen bin insanı, Emevîlerin emriyle, Abdülmelik’in emriyle şehid etmiş, öldürmüş; “Benim saltanatımı kabul edeceksiniz!” diye, “Beni kabul etmiyorsanız, sizin hakk-ı hayatınız yok!” Resim benziyor mu günümüzün tiranlarına?!. Hususiyle çağımızda tiran enflasyonu yaşanıyor; toprak, tiran bitirmek için gayet mümbit!..

Şâh-ı Geylânî, çekmiş.. Muhammed Bahâuddin Nakşibendi, çekmiş.. Necmeddin-i Kübrâ, Moğol işgalinde savaşarak şehid olmuş, büyük veli, Aktâb’dan bir insan.. İmam-ı Rabbânî, zindana atılmış, Müceddid-i Elf-i sânî, Hicri ikinci binin müceddidi. Teker teker o büyükleri ele aldığınız zaman, çekmeyen tek bir insan yoktur; hep çekmişler. Ama son çeken insan var bir tane, Çağın Sözcüsü… Zannediyorum çektiklerini öyle unutmuş ki, hep söylüyorum bunu, çektiklerini anlatırken seneleri eksik söylüyor.

   Çağın Sözcüsü de çok çekmiş ama “Milletimin imanını selamette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım! Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur!” demiş.

1925 senesinde Şeyh Said hadisesi oluyor. O zaman ne kadar dişe-tırnağa dokunur insan var ise, hepsini toplamaya karar veriyorlar. O (Hazreti Bediüzzaman) da Erek dağında mağarada inziva yapıyor. Kendi başına orada; her halde yiyecek-içecek götürüyorlar. Van’da… Esas kendisi Bitlis’te dünyaya geliyor, Nurs köyünde; fakat Van’da uzun zaman Tahir Paşa’nın yanında da kaldığından, bir dönemde orada talebe okuttuğundan ve o Van Kalesi’nde kaldığından dolayı, yine orada kalmayı tercih ediyor. O eski talebeleri de herhalde -o mevzu ile alakalı net bir şey bilmiyorum, herhalde- sefer tasları ile bir şey götürüyorlar; orada, bir-iki yudum alıyor, geçiniyor. “Sen de bir şey yapabilirsin!” ihtimali ile onu da alıyorlar. Bakın, bütün paranoyaklar aynı şeyi yapıyorlar: “Sen de bir şey yapabilirsin!”

Şeyh Said, bir şey yapmıyor. Bir düğünde, halk etrafında toplandığından dolayı, kalabalık… O günün serkârı kim ise şayet, “Onlar bir şey yapabilirler!” diye üzerlerine gidiyorlar. “Seni almak istiyoruz!” deyince, o seven insanlar da “Hayır, onu vermeyiz!” diye, orada bir yönüyle meşrû müdafaa gibi bir şey yapıyorlar. Ama mesele “devlete karşı gelme” gibi kabul ediliyor. Derdest ediliyor, öldürülüyor. Tabiî onunla yetinilmiyor, Diyarbakır’daki Şeyh Abdulkadir’e de kıyılıyor. Bir de duyuyorlar, işitiyorlar Erek Dağı’nda bir Said Nursî var imiş, “Bu da bir problem olabilir!” falan diyorlar. Onu da alıyorlar, sürüyorlar. Şeyh Said’e yaptıkları gibi, Vanlılar etrafına toplanıyorlar, “Efendi! Seni teslim etmeyelim!” diyorlar. “Hayır, ben, milletimin bağrına dönüyorum!” diyor. Hep “Milletim!” diyor, Anadolu insanına “Milletim!” diyor. Ve burada arkadan gelen, orada bölücülük yapan insanlara da bir mesaj veriyor, bir reçete veriyor. Hatta o millet için, “Milletimin imanını selamette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım! Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur!” diyor.

Şimdi, bazı yerlerde “yirmi beş sene” kaydıyla diyor ki: “Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harblerde bir câni gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men’ edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men’ etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.”

Çekmedik şey kalmıyor. Düşünün, Demokratlar iktidar oluyorlar. Mahkemelerden bir tanesi, 58’dedir; Ankara’da o mahkeme oluyor. O mahkemede bile esasen çok ağır ithamlarda bunuyorlar ama salıveriyorlar. İşte iki sene sonra da ruhunun ufkuna yürüyor; 60 senesinde, ruhunun ufkuna yürüyor. O konuda da dediği oluyor: “Ben rahmet-i İlâhiyeden ümid ederim ki: Mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek!” Ağzın şeker-şerbet yesin, Kevser içsin; Peygamberin eliyle lokmalar yesin! Ne kadar doğru demişsin! Hakikaten de öyle olmuş. Ondan sonra vefalı talebeleri, daha sonra da talebelerinin talebeleri, daha sonra da talebelerinin talebeleri… Siz kendinizi nereye koyuyorsunuz? Talebelerinin talebeleri, talebelerinin talebeleri bütün dünyada ses-soluk oluyor; uykuda olanları bir ezan sesi ile, âdetâ Sabâ nağmesiyle “Kalkın namaza!” diye uyarıyorlar..

Evet, milletinin imanını selamette görme adına her şeye katlanıyor ama çekiyor ve katiyen o millete de küsmüyor, giderken de dargın gitmiyor. Fakat ceddi olan -Seyyid olduğundan dolayı Hazreti İbrahim ile de irtibatı var.- Hazreti İbrahim’in anavatanı Urfa olduğundan dolayı, orada vefat etmeyi düşünüyor ki, Urfa’ya varıyor. Otelde… Vardığı gün… Ben has talebelerinden, rahmetlik -Makamı cennet olsun!- âbide şahsiyet Bayram Ağabey’den dinlemiştim: “Otel odasında, yatakta hep inleyip duruyordu. Öyle ızdırap çekiyordu ki?!.” Tâ Isparta’dan oraya kadar onca yolu araba ile kat’ etmişti. “Hep inleyip duruyordu. ‘Ah ne olur şu iniltiler bir dursa da bir uyusa; bir görsem, bir ferahlasam, içim bir rahat etse!’ diyordum. Bir aralık iniltiler kesilince sevindim; ‘Elhamdülillah, uyudu demek ki!’ dedim. Ama dizimi çektiğim zaman gördüm ki ruhunun ufkuna yürümüş!” O da öbür âleme gitmiş… Çekmiş, çekmiş, çekmiş… Fakat hiç şikâyet etmemiş, hep katlanmış. Arkasındaki o sâdık bendeleri de hepsi o işe katlanmışlar. Çünkü Peygamber Yolu’nun gereği, bu…

Allah (celle celâluhu) mü’minleri -bir yönüyle- dünyadan küstürüyor, arzu ve iştihalarını âhirete karşı kamçılıyor. Size Cenâb-ı Hak böyle bir kamçı vurmuş ise, kendinizi bahtiyar sayın, elhamdülillah!.. “Dünya nimetleri zehirli bala benzer; lezzeti nispetinde elemi de vardır!” diyor Hazreti Üstad. Bence bu elemli lezzetten ise, elemi olmayan lezzeti tercih etmek lazım; o da öbür âlemde…

Bamteli: PEYGAMBER VÂRİSLERİ VE McCARTHY MİRASÇILARI

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Kaderinizi ona bağlamışsanız, kaderiniz o ise şayet, sizin daireniz içinde bir karıncanın ayağı kırılsa, sizi zihnen meşgul ediyor. Kaldı ki şu anda çok farklı şeylerin kırılmaları söz konusu… Her ne kadar, Cenâb-ı Hakk’a tevekkül, teslimiyet ve tefvîz içinde bulunsanız dahi, bir insan olarak acısını duymanız ve teessürünü yaşamanız kaçınılmaz oluyor. Bu açıdan, akla gelen her yeri hemen sormak icap ediyor, hususiyle şöyle-böyle bazı fay kırılmalarının yaşandığı yerleri: “Acaba orada durum nasıl?” falan diyorsunuz.

   Selef-i sâlihîn sonraki nesiller için patikaları cadde yapma adına çok çekmiş, üzerine bir de ümit mührü vurup emaneti omuzlarınıza yüklemişler; emin bir emanetçi olduğunuzu ortaya koymak için siz de çilenize razı olmalısınız!..

Çünkü alâkadar olduğunuz şeyler, sizin semere-i sa’yiniz değil, Cenâb-ı Hakk’ın lütfu. Öyle demiş ve yürümüşsünüzdür: كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “Hepsi Allah’tan.” مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ “Sana gelen iyilik/güzellik, Allah’tan; fenalık da nefsinden, senin sebebiyet vermendendir!” (Nisa, 4/79) Yapılan şeylerde bir güzellik varsa şayet, Rabbimizi alâkadar eder, Peygamberimizi (sallallâhu aleyhi ve sellem) alâkadar eder, dinin ruhunu/özünü alâkadar eder güzel şeyler varsa, bunları bizim güç, kuvvet ve iktidarımız ile değerlendirmek, doğru değil. Tenâsüb-i illiyet prensibine göre, biz ve ef’âlimiz, bunlara vesile olamaz, sebep olamayız. Hazreti Müsebbibu’l-esbâb’ın (celle celâluhu) teveccühü, iltifatı, nefehâtı, ünsü, kurbu, maiyyeti… Dolayısıyla O’nun emaneti; tabii başta Hazreti Sâhib-i Şerîat’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’ndan sonra da değişik çağlarda gelen büyük insanlara emaneti…

Bu çağda da -öyle görülüyor- o emaneti, Cenâb-ı Hak, size yüklemiş. Bir: Yapılan şeylerin vüs’ati/genişliği, bunu gösteriyor; bu, bizim güç ve kuvvetimiz ile izah edilecek gibi değil; çünkü gönüllere Cenâb-ı Hak bir vüdd/sevgi vaz’ etmiş ki, siz, bunu temin edemezdiniz. İki: Enbiyâ-ı ızâmın, sonra asfiyâ-i kiramın maruz kaldığı şeylere maruz kalmanız; bu çizgi birliği, sizin doğru bir yolda yürüdüğünüzü gösteriyor. Yol, peygamberlerin yolu…

Onun için, rahatsız olsanız bile, huzursuzluk duysanız bile, yol o olduğu için katlanmalı ve yürümelisiniz. Onlar da çekmişler; çektiklerini çekiyorsunuz. Bu açıdan, meseleye bir “emanet” nazarıyla bakmak lazımdır.

Öyle olunca, duygularımız, düşüncelerimiz, mantığımız, muhakememiz, bir yönüyle, koruyucu ve himaye edici mahiyette, o işin üzerinde tir tir titremeli: “Aman bir zarar gelmesin; emanet, bize ait değil!” Biz, bizden evvelki nesillerden aldık ise bunu veya onlar getirip omuzumuza yükledirler ise şayet, bizden sonraki nesillere arızasız, zedelemeden o meseleyi intikal ettirmemiz, emanete vefanın ifadesidir. Mü’min, emanette emin olmalıdır ve mü’min -esasen- yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisidir. Hususiyle üzerlerine aldıkları bu önemli sorumluluk ve mesuliyet konusunda mü’minler emin olmalıdırlar.

Bunun için kafanızı, bu türlü şeyler çok meşgul eder. Keşke kafalar, hep bu türlü şeyler ile meşgul olsa; meşgul olsa da başka şeyler ile meşgul olma zaman zayiine/israfına girilmese!..

Yakışıksız, şık olmayan şeylere maruz kalabilirsiniz. Bunlar, bazen dokunur, can yakıcı olabilir. Fakat bütün bunları, yolun bir cilvesi, esasen, yolun bir hususiyeti olarak görmek lazım. Çünkü siz, arkadan gelenlere patikaları şehrâh yapma sorumluluğu altında bulunuyorsunuz. Çektiğiniz şeyleri onların çekmemesi için, elinizden gelen her şeyi yapacaksınız.

Sizden evvelkiler, her şeye katlandılar, o patikaları sizin için şehrâh yapma adına. Ve sonra meseleye bir “ümit” mührü de vurdular: “Ümitvâr olunuz; şu istikbal inkılabâtı içinde, en yüksek ve gür sadâ, İslam’ın sadâsı olacaktır!” dediler. O zatlar, hilâf-ı vâki ve mübalağa sayılacak beyanda bulunmazlar. Konuştukları her şey, onların kalblerine, kafalarına atılan varidâttır; her zaman ötelerden, ötelerin ötesinden gelen sinyallere açıktır onların kafaları. Dolayısıyla, eğer öyle demişler ise, ümitvâr olunuz; şu istikbal inkılabâtı içinde en yüksek ve gür sadâ, İslam’ın sadâsı olacaktır!..

Demek ki nereye kadar olursa olsun, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın müjdesi ve gösterdiği hedef gerçekleşecektir. O da Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesiyle diyor: وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى إِنْ هُوَ إِلاَّ وَحْيٌ يُوحَى عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى ذُو مِرَّةٍ “O, asla hevâ ve hevesinden konuşmaz; O’nun size söyledikleri, ancak kendisine vahyolunan vahiyden ibarettir. (Kur’ân’ı) O’na o pek güçlü ve kuvvetli (Cebrail) öğretti; pek metin, kemal ve üstün melekeler sahibi.” (Necm, 53/3-6) Hevâ ve hevesine göre konuşmaz. O’na dediği şeyi doğru diyen ve hiçbir engele takılmayan birisi, Allah’tan gelen o mesajları iletiyor; o da onu söylüyor. Bazılarına “metlûv” (okunan, manası ve lafzıyla beraber indirilen) diyoruz, Kur’an-ı Kerim gibi. Belki mütevâtir hadislere ve meşhur hadislere de aynı nazarla bakılabilir. Bazıları da “varidât” şeklindedir; ona, “mevâhib-i ledünniyye” diyoruz. Dolayısıyla hepsi Allah’tan; O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hakk’ın o mevzuda dediği şeylere tercüman oluyor. “Benim nâmım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır.” Bunu çok duydunuz; başkalarından da duydunuz, Kıtmîr’den de duydunuz. Dolayısıyla esas sorumluluk ve vazife, o olmalı!.. O yolda yürüyorsanız şayet, size o yol gösterilmiş ise, yolun sıkıntılarına katlanmalısınız ve bilmelisiniz ki, o yolda çekilen şeylerin kat katını başta onlar çekmişler.

   Güllerimiz dikenlere takılı, bir güllere bir de dikenlere bakıp inliyoruz; şu kadar var ki, Güller Gülü’nün sabır ve metanetini örnek alıyor, neticede O’nun şefaatini diliyoruz.

“Gül hâre düştü, sîne-figâr oldu andelib / Bir hâre baktı bir güle, zâr oldu andelib.” (Gül dikenliğe düşünce, bülbülün sinesi yaralandı / Bülbül, bir güle, bir de dikene baktı, inleye inleye oracığa yığılıverdi.) Evet, Sebk-i Hindî üzerine söylenmiş. (Edebiyat ıstılahında “Sebk-i Hindî” kökleri Hindistan’da gelişip yayılan bir akımın unvanıdır; ibâre tarz ve tertibi açısından Hint usûlü ve yoludur.) Teşbihler ve istiareler ile tahlili kâbil; Nâilî-i Kadîm’in ifadesi… Evet, gül, hâre düşünce, esasen bülbül zâr eder; bir güle bakar, bir de döner öbür tarafta feryat koparır. Aynen şu anda maruz kaldığınız şey…

Fakat bunları görünce, diyeceksiniz ki: Seyyidinâ Hazreti Nuh, ondan âzâde kalmadı ki!.. Hazreti Hûd, âzâde kalmadı ki!.. Hazreti Sâlih, âzâde kalmadı ki!.. -Kur’ân-ı Kerim’de, kronolojik olarak zikredilen çizgiye göre arz ediyorum.- Hazreti Lût, bundan âzâde kalmadı ki!.. Hazreti İbrahim, bundan âzâde kalmadı ki!..

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem); Mekke-i Mükerreme’de on üç sene… O tabiri O’nun hakkında kullanmak istemiyorum, fakat O’nun durumunu ve maruz kaldığı şeyleri ifade için denecek bir şey var ise, o da “kan kusturdular” ve “yapmadık şey bırakmadılar” demektir. Eğer O’ndaki o immün sisteminin gücü, o mukavemet olmasaydı, yapılan şeyler karşısında hakikaten kan kusardı. Fakat on üç sene dayandı; hiç şikâyet etmedi. Ben, Efendimiz’in, Âişe validemize “Kavminden çok çektim!” icmâlî beyanından başka, geçmişle alakalı şikâyet gibi olan bir şeyden bahiste bulunduğuna dair bir şey duymadım. Ne çekmiş, ne etmiş, neye katlanmış?!. Büyük insanların beyanına göre -bü-yük in-san-la-rın be-yâ-nı-na gö-re- “Everest Tepesi’nin başına düşseydi O’nun çektiği şey, o tepe, birden bire Lût gölüne dönerdi.” Meseleyi bu temsil ile de birkaç defa tekrar ettim, başınızı ağrıttım. “O’nun çektikleri, Everest Tepesi’nin başına düşseydi, Lût gölüne dönüşürdü.” Fakat zerre kadar şikâyette bulunmuyor.

Bazen dediği şeyler O’nun… O dediği şeylere cân kurban!.. Milimi milimine onları yapmak, en büyük ibadettir. O’nun dediği şeyler… O’nun dediği şeylere uymak ve arkasından yürümek, Allah’a doğru yürümenin en önemli emaresidir, alametidir. O’na doğru yürümeyenler, bence, Şemsü’ş-şümûs’a (Güneşler Güneşi’ne) (celle celâluhu) doğru yürümüyorlar; gölgelerine takılmışlar demektir. Dünyaya takılan insanlar, O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) sırtlarını dönmüşler demektir; O’na sırtını dönen de -hâşâ ve kellâ- Allah’a sırtını dönmüş sayılır. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), gâye ölçüsünde bir vesiledir, bir vâsıtadır. Bir vesiledir, bir vâsıtadır, bir sebeptir ama gâye ölçüsünde. Zaten Allah (celle celâluhu) da لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demek suretiyle, Lafza-ı celâl ile beraber “Muhammed” ism-i şerifini yan yana getirerek zikrediyor; o maiyyete dikkati çekiyor. “Bakın!” diyor Allah (celâluhu), onu o mahiyette yapıyor, değişik yerlerde. Hususiyle dinin esası olan, nazarî inanmanın esası olan لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ ikrarında veya أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ şehadetinde aynı meseleyi görüyorsunuz, o maiyyeti görüyorsunuz.

Onun kıymet-i harbiyesini bununla değerlendirmek lazım ki, bizim nâkıs idraklerimiz, o meseleyi -zannediyorum- tam ihata edecek durumda değil. Esas, O’nu bilemiyoruz; bilsek, belki her gün başımızı yere koyduğumuz zaman… Bugün bir münasebetle arz ettim; böyle başımı yere koyduğum zaman, ayaklarının altını öpüyor gibi… “Ne olur ya Rabbi! Böyle bir temessül etse de ben bir ayaklarının altını öpsem veya ayağının bastığı türâbı yüzüme sürsem!..” “O Medine izi-tozu, bu Kuddûsî yüzüne tûtiyâdır!” diyor Kuddûsî hazretleri: “Medine’nin izi-tozu, Kuddûsî’nin yüzüne tûtiyâdır!” diyor. Evet, meseleyi tam bilsek, O’nu kıymet-i harbiyesiyle tanısak, zannediyorum, her başımızı yere koyduğumuzda, “Keşke o mübarek ayağını başımıza bassa, kaldırım taşı gibi; o kadar şeref bize lütfeylese!” falan derdik.

O’nu tam bilsek… Ama insanlığın çoğu -size demiyorum- O’nu kıymet-i harbiyesiyle bilemediler, vazife ve misyonu itibarıyla kavrayamadılar, nezd-i Ulûhiyetteki yerini anlayamadılar. Sabah da okuduğumuz gibi orada, O, gaye ölçüsünde bir vâsıtadır. O, çok önemlidir Ahmedî yanıyla, Muhammedî yanıyla. O, ilk; kâinat, O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılıyor: أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ اَلْقَلَمَ “Allah’ın ilk yarattığı kalemdir.” أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي “Allah’ın ilk yarattığı benim nurumdur.” buyuruyor O. Ve mahşerle alâkalı, kendi durumunu ve misyonunu ifade ederken de orada herkesin “Nefsî, nefsî!” dediği anda O, şefaat bayrağını dalgalandırmak suretiyle, “Livâu’l-hamd” altında başkalarına kucak açacak; Allah’ın izni-inayetiyle, başkalarının râh-i selâmete ulaşmalarına vesile olacak.

O’nu, kıymet-i harbiyesiyle, çoğumuz bilemedik, takdir edemedik… Bir taraftan bütün güç ve kuvvetimiz ile dünyaya bakarken, dünyayı yaşarken, dünyanın zevklerinden istifade ederken, saltanat ve debdebe arkasından koşarken, servet ü sâmân arkasından koşarken, konsantre olmamış/olamamış insanların O’nu kendine has derinliği ile duyması mümkün değildir. Onun için birilerine gönül koymayın!.. Dünyaya tapıyorlar, ne yapsınlar?!. Servete tapıyorlar, ne yapsınlar?!. Makama tapıyorlar, ne yapsınlar?!. Saraya tapıyorlar, ne yapsınlar?!. Alkışa tapıyorlar, ne yapsınlar?!. Bir sürü şeye tapınca, O sevilemez ki, Allah’a kulluk yapılamaz ki! O kadar dağınık bir insan, konsantre olamaz o mevzuda, O’nu idrak edemez. O’nu idrak edemeyen bir insanın dediği şeyler de sadece dilin-dudağın ifadesidir; mızrap yemiş kalbin sesi-soluğu değildir, dilin-dudağın ifadesidir.

Kalbin sesi-soluğu olmayan o dil-dudak kuruyuversin!.. Öyle Müslümanlık, öyle Müslümanlığı hayata hayat kılma, onun siyasetini getirme, tesis etme… Bütün bunlar kalbinin fonksiyonu değilse, o dil, kuruması gerekli olan bir dildir; o dudak, kuruması gerekli olan bir dudaktır. Ve bu türlü şeyler, yalandır; vallahi yalandır, billahi yalandır, tallahi yalandır!.. Bunlar, münafık hırıltısından başka bir şey değildir.

O’nu seven, O’ndan başkasını düşünmez! Zira bir gönülde iki mahbûb, birden bulunmaz. “Dilde keder var, lütfedip gelme ey sürûr / Bulunmaz (veya olamaz) bir hanede mihman mihman üstüne.” (Rasih Bey) diyor. Dilde keder var, lütfedip gelme, ey sürûr; zira bulunmaz bir hanede mihman, mihman üstüne. O’nu misafir etmişseniz şayet, diğer şeylerin bazen adını unutursunuz, namını unutursunuz, simasını unutursunuz. O mevzuda tam konsantrasyona girince, insan, “Allah Allah! Ne idi yahu benim şu evlatlarımın adı? Ne idi benim anamın-babamın adı?!.” falan der. Çünkü kendini tamamen o işe vermiş, “Fenâ firrasûl”, “Fenâ fillah” olmuş.

   Harbi hile değil strateji olarak gören Allah Rasûlü, kan dökmemeye ve husumeti büyütmemeye azami gayret gösterir; kalelerin değil her zaman kalblerin fethini hedeflerdi.

Bu açıdan da bir yönüyle tamamen dünyaya tapan o dünyaperestlerin durumuna aldırmayın; onlara gönül koymayın, darılmayın onlara karşı, ayıplamayın onları. “Nâdir bulunur tıynet-i kâmilde kusur / Kem-mâyeden eyler ne ki eylerse zuhur.” (Râgıb Paşa) Karakterlerinin gereğini sergiliyorlar. Râgıb Paşa diyor: “Kem-mâyeden eyler ne ki eylerse zuhur.” Siz de kendi karakterinizin gereğini ortaya koyacaksınız; hoş göreceksiniz, her şeyi hoş göreceksiniz. Hoş görmeseniz bile, nâ-hoş görmeyeceksiniz. Nâ-hoş görseniz dahi, dillendirmeyeceksiniz.

İmam Buhari’nin -sizin de bildiğiniz- bir sözü aklıma geldi burada: Koca İmam Buharî… İsrailoğulları döneminde olsaydı, peygamber olabilecek seviyede insanlardır bunlar: Buharî, Ebu Hanife, Ahmed İbn Hanbel, İmam Mâlik, İmam Şafiî… Öyle yüksek payeli insanlardır bunlar. “Hiç kimseyi gıybet etmeden, ta’n etmeden, Allah’a kavuşmayı arzu ediyorum!” diyor. “Bir tek kelime ile kimseyi ta’n etmeden Allah’a kavuşmayı arzu ediyorum!” Burada bir eksiğimi antrparantez arz edeyim. Ben, bu sözün Ebu Hanife’ye ait olduğunu zannediyordum. Daha sonra kaynağında gördüm ki, bu söz, İmam Buharî’ye ait. Ama Ebu Hanife (80-150 H.) de o sözü söylemiş olabilir; sonra İmam Buharî (194-256 H.) de aynı şeyi tekrar etmiş olabilir; çünkü Ebu Hanife’den sonra geliyor o. Hepsinin vird-i zebânı, aynı şey idi, esasen. Hoş görme meselesi, bir ahlak-ı âliye halinde tabiatlarının bir derinliği haline gelmişti. Kimseyi ta’n u teşniye yanaşmıyorlardı. Yalan, bilmiyorlardı. İftira, onların düşünce lügatlerinde yoktu. Ta’n u teşni, düşünce lügatlerinde/sözlüklerinde yoktu. Böyle bir şey söylediğiniz zaman, “Bu, ne manaya geliyor ki?!” diyorlardı.

Şimdi, günümüzde bir kısım kimseler -ki onlara “münafık” demeyeceğim, o da yakışıksız bir söz olur; fakat münafıkça bir sıfat olarak- gıybet ederken diyorlar ki: اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ. İftira ederken diyorlar ki: اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ. Ta’n ederken diyorlar ki: اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ. İtibarsızlaştırırken diyorlar ki: اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ، اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ، اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ. Bin tane mesâvî irtikâp ediyor, bin defa fırıldak gibi dönüş yapıyor; dönüyor ve her defasında diyorlar ki: اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ، اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ. Yani, “Savaş bir yönüyle oyundur, ayak oyunudur.” Hâlbuki o, maddî savaşlarda, maddî cihatlarda; hem de yalan söylememek, gıybet etmemek, falanı aldatmamak şartıyla/kaydıyla; belki strateji farklılığıyla başkalarını yanıltarak, az kan dökmeye matuf büyük zafer elde etme ile alakalı.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu konudaki tavrı icmâlî olarak, çok dar dairede, “en-Nûru’l-Halid”de, “Sonsuz Nur”da ifade ediliyor: Zaferleri en rahat elde etmek şartıyla/kaydıyla, çok farklı stratejiler uygulama, daima karşı tarafı bunun ile yanıltma… Mesela Mekke-i Mükerreme’ye gidecek; kimsenin haberi yok bundan. Haberleri olduğu zaman, bakıyorlar ki, beş kilometre ötede bin tane çadır kurulmuş. Bin tane çadır kuruyor, o da O’nun stratejisi. Kendi kafalarında, “Bin tane çadır. Her çadırda on tane insan olsa, on bin tane insan; yirmi tane insan olursa, yirmi bin tane insan. Mekanize birlik yirmi bin insan Mekke’nin kapısına dayanmış ise ve senin hiçbir hazırlığın yoksa, en iyisi mi, teslim-i silah etmek.” أَسْلِمْ تَسْلَمْ، يُؤْتِكَ اللهُ أَجْرَكَ مَرَّتَيْنِ “Teslim ol, selâmeti bul! Allah da senin mükâfatını iki kat versin.” Bunu, Herakliyus’a yazdığı mektupta, nâme-i hümâyun-i nebevîde, Efendimiz, ifade buyuruyor: أَسْلِمْ تَسْلَمْ، يُؤْتِكَ اللهُ أَجْرَكَ مَرَّتَيْنِ Evet, karşıdan çadırları görüyorlar ve merak edip soruyorlar: “Acaba kaç tane deve kesiliyor?” Bir de onun ile ölçüyorlar meseleyi. Ne kadar insan için bir deve kesildiğini onlar kendileri tahmin ediyorlar; o sayıyı öğrenmeye çalışıyorlar.

Kapılarına dayandığı zaman, yapacak hiçbir şey bilemiyorlar. Sonra O’na civanmertliğini sergilemek düşüyor orada. Kâbe’nin kapısının önünde durunca -Canım kurban olsun!..- karakterinin gereğini seslendiriyor: “Benden ne bekliyorsunuz?” diyor. “Sen, kerim oğlu kerimsin; Abdullah’ın oğlu, Abdulmuttalib’in torunusun; Sen, Hâşim’in torunu; Sen, Adnan’ın torunu; Sen, bütün onların üstünde Hazreti İsmail’in torunusun!” manasına “Sen, Kerim oğlu kerimsin!” اَلْكَرِيمُ بْنُ الْكَرِيمِ بْنِ الْكَرِيمِ بْنِ الْكَرِيمِ “Sen, öyle birisisin.” diyorlar. اِذْهَبُوا، أَنْتُمُ الطُّلَقَاءُ “Gidin, hepiniz hürsünüz!” buyuruyor. Düşünün, Mekke fethediliyor; onlar, onurları kırılmış orada. Fakat bu sözler, onlara oksijen yudumlatıyor gibi oluyor. Ayrılıp gidiyorlar. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözünü şunlarla -Hazreti Yusuf’un sözleri ile- kâfiyelendiriyor: لاَ تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Hayır! Bugün size hiçbir kınama yok! (Ben hakkımı çoktan helâl ettim;) Allah da sizi affetsin. Çünkü O, bütün merhamet edenlerin üstünde mutlak merhamet sahibidir.” (Yusuf, 12/92)

“Bugün kınama yok! Allah, Erhamürrâhimîn’dir, sizin her şeyinizi affeder.” O güne kadar hep gezdiği yerde, tozduğu yerde, kin ve nefret duygusu sergileyip gezen Ebu Süfyân ve Hind bile eve kapanıyor, penceresinden bakıyor; “Vallahi, bu, Allah tarafından te’yid ediliyor.” diyorlar. Ve kısa zaman sonra, iki sene sonra da, Yermük Harbi olduğu zaman, o harbe, Ebu Süfyân, hanımı ile beraber iştirak ediyor. Allah Rasûlü’nün yolunda ve Allah Rasûlü’nün getirdiği şeyleri yıkmaya matuf gelen bir orduya karşı savaşıyor orada. Öyle amudî bir yükseliş sergiliyorlar ki!.. Dikey yükseliş demek; öyle bir dikey yükseliş sergiliyorlar ki, insanın aklı durur.

Ben burada antrparantez ifade edeyim: Ne Ebu Süfyân’ın böyle amudî yükselmesine, ne de Halid İbn Velid’in amudî yükselmesine akıl erdirebildim ben. Üç sene içinde insanların bu ölçüde, böyle seviye kat’ etmeleri?!. Hiç durmadan seyr u sülük-i ruhânî yapsa, ayda bir yemek yese, her hafta da bir yudum su içse, hep Cenâb-ı Hakk’a müteveccih olsa, bir insan, bu seviyede yükselemez, mümkün değil!.. Ama işte bildiğiniz gibi, Hazreti Halid, çadırın içinde, vücudundan şakır şakır kanlar akıyor, “Vücudumda kılıç yarası almadığım bir tek yer yoktur. Ama gördüğünüz gibi çadırda böyle zelîlâne ölüyorum!” diyor. Efendim, bu ne yüksek bir seviyenin ifadesi, ne yüksek bir soluklanmanın ifadesidir; neyi soluklanıyor burada?!.

   “Bir müslümana herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir üzüntü, bir eziyet, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun geçmiş günahlarına kefaret yapar.”

Şuradan bu girizgâha girmiştim: Başkaları, kendi karakterlerinin gereğini sergilerler; siz, size düşeni yapacaksınız. Sizden evvel gelenler -esasen- çekmiş, çekilecek şeyleri çekmiş; hatta kat katını çekmişler. Öyle buyurmuş zaten: أَشَدُّ النَّاسِ بَلَاءً اَلْأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ الْأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ “Belanın en çetini, en zorlusu, enbiyanın başına gelendir; en aşılmazı, en belalısı, enbiyanın başına gelendir. Ondan sonra da seviyesine göre diğer inanan insanların…”

Kendi adıma ben meseleye baktığım zaman, hatalarımı, günahlarımı düşünüyorum. Bu mevzuda Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği şeylere göre, konumlandırmasına göre, esasen beklenen şeyi yerine getirmediğimden dolayı, O’nun ekstra bir lütfu olarak, beni arındırmak için bana çektiriyor. Fakat sizin de derecenizi yükseltmek için size çektiriyor bunu. Hizmet eden kardeşlerinize, hizmette öncülük yapan kardeşlerinize, dünyanın dört bir yanına yayılan kardeşlerinize, o yüksek gaye-i hayali realize etme istikametinde, yani, nâm-ı celîl-i nebevînin dört bir yanda şehbal açmasını gerçekleştirme istikametinde hareket eden kardeşlerinize çektiriyorsa… Bir; esasen çekme sizden evvelki büyüklerin çektiği şey olduğundan dolayı, o yolda iseniz, tevârüs ediyorsunuz onu. Evladın babasının malını miras aldığı gibi, tevârüs ettiği gibi o malı, aynen sizler de dava duygu ve düşüncesi açısından sizden evvelki o büyüklerin ortaya koydukları şeyi tevârüs ettiğinizden dolayı, onu belası ile, musibeti ile beraber tevârüs ediyorsunuz.

O iyilikler ve güzellikler… بِقَدْرِ الْكَدِّ تُكْتَسَبُ الْمَعَالِي “Meşakkat miktarı, yükseklik tahsil edilir.” Yani, onlardan aldığınız o güzel emanet… O güzel emanet, sizi amudî yükseltecek; fakat aynı zamanda o, bir kısım meşakkatler ile, sıkıntılar ile kuşatılmış, öyle bir sera içinde. Dolayısıyla onu, onun ile beraber almış bulunuyorsunuz. Onun için meseleyi gayet tabii görmek lazım, gayet tabii… Ben göremiyorum, zayıf bir insanım esasen; âh u vah ediyorum, feryad ediyorum. Her yerdeki vızıltı karşısında ben de bir davul sesi ile ses vermeye hemen kendimi salıyorum, ses veriyorum. Ama inşaallah sizler, öyle yapmıyor, çekilen şeyleri bir arındırma çekmesi şeklinde değerlendiriyor, takdir ediyor; “Her işte hikmeti vardır, abes iş işlemez Allah!” diyor ve “Her halde bundan sonra Cenâb-ı Hakk’ın bize çok ekstradan lütufları olacaktır.” mülahazası ile meseleye yaklaşıyorsunuz. Size olmasa bile, sizden sonraki nesillere olacak ve sizin defter-i hasenatınıza sürekli hep hayırlar akıp duracak… Bence bu iş için her şeye katlanılır. İnşaallah sizler, “Uff!” demeden “Puff!” demeden katlanacaksınız; “Off!”ların “Puff!”ların yerine “Ohh be!” diyeceksiniz, oksijen yudumluyor gibi “Ohh be!” diyeceksiniz. Şimdiye kadar dediniz, haddim değil onu size didaktik bir üslup ile teklif etmek; bundan sonra da hiç durmadan çektiğiniz şeyler karşısında hep “Oohh!” deyin, “Ooh be! Bir kere çektirdi.”

Bir hadis-i şerife göre, ayağa batan bir diken bile, günahların dökülmesine vesile oluyor. Arınma vesilesi… Bir taş, ayağınızı incitiyorsa, ona vesile oluyor. Uygunsuzca bir tavır ile karşı karşıya kalıyorsanız, ona vesile oluyor. İtibarsızlaştırma adına bir şeye maruz kalıyorsanız, ona vesile oluyor. Dolayısıyla, sürekli -böyle- kazanma kuşağında yaşıyorsunuz. Kazanma kuşağında yaşayanlar, Şemsü’s-Şümûs’a doğru seyahate azmetmişler, karar kılmışlar; gölgeleri hep arkada. Karanlık zaten hep arkada olmalı; insan hep ışığa doğru yürümeli, Allah’ın izni-inayeti ile. Bugüne kadar olduğu gibi inşaallah şu küçük sarsıntıdan sonra, bugünden sonra da öyle olacak…

   McCarthy mirasçıları “cadı avı” deyip zulümlerine devam etseler de Hakk’a adanmış ruhlar Peygamber vârisi olmanın hakkını verecek, dertlerini derman bilecek ve sabr-ı cemîl ile kurtuluşa ereceklerdir.

Kalkıp bazıları diyecekler ki, McCarthy gibi, “Cadı avı devam ediyor!” Bakın; mirası kimden alıyorlar. Siz diyorsunuz ki, “Meşakkati ile, lezzeti ile, zevki ile, sefası ile, acısı ile, zehri ile, tatlısı ile, kederi ile, bunu biz Peygamberlerden, evliyaullahtan miras aldık.” O da konuştuğu yerde, McCarthy’nin sözünü söylüyor, “Cadı avı…” diyor. “İnsan kaçırmaya devam edeceğiz!” diyor. “Yedi cihanın haberi olsun bundan. Değişik yerlerde, komplolarla evleri basacak, kapıları kıracağız. Kosova’da yaptığımız gibi, Moldova’da yaptığımız gibi, Irak’ta yaptığımız gibi, Afganistan’da yaptığımız gibi, Pakistan’da yaptığımız gibi, daha değişik yerlerde, hayır adına, bayrağı dalgalandırma adına dikilmiş ne kadar direk varsa, hepsini yıkma pahasına, biz McCarthy’cilik yapacağız; çünkü biz, McCarthy’nin mirasçılarıyız. Ona ait bütün hususiyetleri de tevarüs etmişiz!” diyor. “Kapınıza gelirlerse, zinhar içeriye almayın! Zinhar onların bir kaşık çorbasına kaşık salmayın! Onlara bir kaşık çorba vermeyin!” diyor. Ezbere konuşmuyorum, yazıyor bunu adam, yazıyor; McCarthy’nin mirasçıları yazıyorlar.

Şimdi hanginiz bu duruma düşmeyi istersiniz, hafizanallah. Bütün esbâb bilkülliye sukût etse ve siz mecburen öyle bir uçurumun kenarına gelseniz, kendi kendinize -bütün esbâb bilkülliye sukût ettiğinden nur-i tevhîd içinde sırr-ı Ehadiyyetin zuhuruna dayanarak- niyaza durursunuz: “Aman yâ Rabbi! Bizi o seviyeye düşürme; McCarthy’nin mirasçıları yapma bizi! Biz, peygamberlerin mirasçıları olmaya çalışıyoruz. Biz, Ebu Hanifelerin, İmam Şafiîlerin, İmam Mâliklerin, Ahmed İbn Hanbellerin, Fudayl İbn Iyazların, Beyâzıd-i Bistâmîlerin, Cüneyd-i Bağdâdîlerin, Şâh-ı Geylânîlerin, Ebu’l-Hasan el-Harakânîlerin, Şeyhü’l-Harrânîlerin, Maruf-ı Kerhîlerin, Necmeddin-i Kübrâların, Muhammed Bahâuddin Nakşibendilerin mirasçıları olmaya çalışıyoruz!”

Çekmişler; bir an başları dertten âzâde olmamış, çekmişler. Tokmakların biri kalkmış, öbürü inmiş; çekmişler. Fakat hiçbir zaman çizgi değiştirmemişler, hep yürüdükleri yolda yürümüşler. Yolunuz, bu; Allah’ın izni-inayetiyle. Ama Cenâb-ı Hak, ekstradan bir lütufta bulunur, ufkunuzda yalancı şafakların bile atmadığı bir dönemde birden bire bakarsınız ki güneşin doğuşu, şafağın önüne geçmiş. “Allah Allah!” dersiniz, “Biz şafak bekliyorduk, birden bire güneş doğdu!” Doğurur doğurur; esasen doğmaya bakmayacaksın, güneşi doğuran Zat’a (celle celâluhu) bakacaksın orada. O, her şeye kâdir mi, değil mi?!. مَا شَاءَ اللهُ كَانَ، وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ، أَعْلَمُ أَنَّ اللهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ، وَأَنَّ اللهَ قَدْ أَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا “Allah Teâlâ neyi dilerse, o olur; olmamasını dilediği de asla olmaz. Bilirim ki, Allah her şeye gücü yeten kadîrdir ve O ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.” Sabah-akşam, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın vird-i zebânı içinde söylenen mübarek bir beyan. وَاللهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Allah her şeye gücü yeten kadîrdir.” Allah, buna da kâdirdir.

Bazı insanlar, sadece çektikleri belalarla evc-i kemâlât-ı insâniyeyi ihraz etmişler. Bazıları da bunu iradî olarak çekmişler; yani, seyr-u sülük-i ruhânîler ile, aç durmak, susuz durmak suretiyle. Şimdi bu, meselenin bir yanı; faktörlerden bir tanesi esasen “çekme” mevzuu. Hani Fuzûlî’nin bir şiirini biraz değiştiriyorum, Alvar İmamı’nın ifadesine göre çeviriyorum. Fuzûlî “aşk” adına kullanıyor o iki mısrayı, diyor ki: “Ya Rab, belâ-ı aşk ile kıl mübtelâ beni / Bir an belâ-ı aşktan eyleme cüdâ beni!..” Herhalde, diyorum, “Dertten büyük bir derman mı var / Bir sebeb-i gufrân mı var?” diyen Alvar İmamı, Fuzûlî’nin yerinde olsaydı, şöyle derdi: “Belâ-ı derd ile kıl mübtelâ beni / Bir an belâ-ı dertten eyleme cüdâ beni.” Çünkü bela-ı derd ile amudî olarak, dikey olarak yükselecek. Adam, onun derdinde, esasen, Allah’a yaklaşmanın derdinde. Yani bir; belâ ve musibetin, insanı böyle yükseltici bir yanı var.

Bir de “Uff, puff!” etmeden ona karşı, hatta biraz evvelki ifadeyle, “Ooh!”lar ile karşılayarak, “Elhamdülillah! Cenâb-ı Hak, beni imtihan ediyor. Demek ki hâlâ nezd-i Ulûhiyetinde bana izafî olarak bir kıymet atfediyor; kurban olayım O’na!” diyorsun; içinden geliyor böyle. Dolayısıyla sabrediyorsun orada. Böylece, bir kanat sana o belâya katlanma olurken, bir diğer kanat da esasen sabır oluyor. Laf etmiyorsun orada, “Uff, puff!” etmiyorsun, “Ohh!” ediyorsun. Bunlarla insan, başka şekilde ibadet u taat ile elde edeceği çok yüksek pâyeleri elde ediyor, Allah’ın izni-inayeti ile.

Sizler, başınıza gelen bu şeyler karşısında inşaallah, “Ooh!” diyorsunuzdur. Bu “Oohh!” demeler, Cenâb-ı Hakk’a karşı da atılmış öyle isabetli adımlardır ki!.. Siz farkına varsanız da varmasanız da Cenâb-ı Hak sizi öyle bir noktaya ulaştırır ki, orada Ebdâl gibi, Evtâd gibi, Aktâb gibi, ağzınızı açıp dilinizden dudağınızdan döktüğünüz kelimeler hüsn-ü kabul görür izn-i İlahî ile ve Cenâb-ı Hak, duanıza icâbet buyurur.

“Nasıl ki sadaka, belayı ref eder; ekseriyetin hâlis duası dahi ferec-i umumîyi cezbeder.” diyor Çağın Sözcüsü. Onun için söz birliği yaparak, Cenâb-ı Hakk’ın, belaları def etmesi, kardeşlerimizin Hizmet’te yolunu açması, patikaları şehrâh haline getirmesi adına, gece başımızı yere koyalım; seccade, bizim gözyaşlarımızla ıslansın, şâhid olsun nezd-i Ulûhiyette. Ve Cenâb-ı Hak, bize bir ferec, bir mahreç ihsan eylesin!.. Vesselam.

Bamteli: TUT ELİMDEN, TUT Kİ EDEMEM SENSİZ!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Bir insan -debbağın deriye yaptığı gibi- sürekli kendisini yerden yere vurmazsa, hep kadere taş atar ve etrafta mücrimler arar durur.

Kendini yerden yere vurmayan, Hakk’ın takdirini yerden yere vurma durumunda olur. Başa gelen her musibeti insan kendinden bilmelidir. وَمَا أَصَابَكُمْ مِنْ مُصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ وَيَعْفُو عَنْ كَثِيرٍ “Size gelen her musibet, kendi elinizle ettiğiniz şeyin sonucudur. Her yaptığınız şeyi de cezalandırmaz; Allah, çoğunu affeder.” (Şûrâ, 42/30) Kur’an-ı Kerim, öyle buyuruyor ve bu mevzuda Sâhib-i Şerîat’tan şeref-sudûr olmuş hadis-i şerifler var. O musibetleri sabır ile karşılarsanız, ayağınıza batan bir diken bile günahlarınızdan bir kısmını alıp götürmüş olur. Bir sıkılıp terleme, bir hafakan yaşama, bir baskı altında bulunma; sizi kirleten nice şeyleri alır götürür ve böylece arınmış olursunuz. Sâhib-i Şeriat Söz Sultanı’ndan (sallallâhu aleyhi ve sellem) mazmun olarak bu istikamette şeref-sudûr olmuş beyanlar var.

Debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi, kendini yerden yere vurmayan, kadere taş atmaya ve başkalarını suçlamaya durur. Başkalarını suçlamaya kendini salmış bir insan da ömür boyu kendi kusurlarını görmez, hep başkalarına çamur atar-durur. Hiç farkına varmadan, ta’yîr u ta’yîbe (başkalarını kınayıp ayıplamaya) girer; bu da er-geç gelir, kendi başına dolanır.

Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz buyuruyor: مَنْ عَيَّرَ أَخَاهُ بِذَنْبٍ لَمْ يَمُتْ حَتَّى يَعْمَلَهُ “Bir insan, mü’min kardeşini bir ayıp ile suçluyorsa…” Mesela, çalmayan bir mü’mine/mü’minlere “hırsız” diyorsa, “haramî” diyorsa, “firak-ı dâlle” diyorsa, “terör örgütü” diyorsa… “O, o iş başına gelmeden ölmez!” Ama geniş dairede, ama dar dairede; ama kendisine, ama evlâd ü ıyâline, eşine, yoldaşına, onu mutlaka inletecek bir şey, dize getirecek bir şey, “Offf!” dedirtecek bir şey isabet eder; Allah, ona maruz bırakır.

   Yarınsız yaşamak, bir insan için en büyük felâkettir.

Bu açıdan da bugünü yaşayan insanlar, hep, yarınları hesaba katmalıdırlar. “Yarınsız” yaşamak, bir insan için en büyük felâkettir. “Yarın” dediğimiz; yarın, öbür gün, daha öbür gün.. ve “ûlâ”nın mukabili olan “uhrâ”; tâ öbür gün.. Ma’dele-i ulyânın, mahkeme-i kübrânın, mahşer-i uzmânın tahakkuk ettiği gün. Hafizanallah, orada insan, kendini yerden yere vurur. “Yarınlı” yaşamak lazım… Bugünün zevk u sefasından dolayı bu çağ biraz o hastalıkla malûl; “Bilerek dünya hayatının ahiret hayatına tercih edildiği” bir çağda yaşıyoruz.

Halbuki, Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği şeyler karşısında, bunların ne önemi olur?!. Lütfettiklerine bakıp, Alvar İmamı gibi; “Değildir bu bana layık, bu bende / Bana bu lütf ile ihsan, nedendir?!.” demek gerekir. Bunca arkadaşın, kardeşin, yoldaşın olması, sizin ile beraber aynı mefkûreyi paylaşmaları, Cenâb-ı Hakk’ın öyle engin bir lütfudur ki, buna mukabil siz, ömür boyu zindanda kalsanız, azap görseniz, akla hayale gelmedik işkencelere maruz bırakılsanız, yine hafif kalır. Çünkü burada sadece “i’lâ-ı kelimetullah”, “i’lâ-ı Hakk”, “i’lâ-ı mefkûre”, “i’lâ-ı gâye-i hayal” için yaşıyorsunuz. Bunlara bağlı yaşadığınızdan dolayı, evet, bunların bir yönüyle bedelini/karşılığını dünyada bulmak mümkün değildir ama Cenâb-ı Hakk’ın bir teveccühü, dünyanın binlerce mesûdâne hayatına mukabildir. Şayet çektikleriniz o teveccühe vesile ise, “Kaybettik!” dediğiniz yerde kazanıyorsunuz demektir. Ki, böylelerinin durumu “kaybetmeler kuşağında kazanma”dır. Bir de birileri “Kazandım!” diyorlar; onlar da kazanma kuşağında kaybediyorlar; şehrâhta yürürken -farkına varmadan- patikada yürüyormuş gibi düşüyor, sürüm sürüm hale geliyorlar; tökezliyor, kündeye geliyor, derbeder oluyorlar; der-be-der; dilimizde çok kullanılan Farsça bir kelime.

Evet, zavallı insan!.. Muvakkat hayatında, ebedî kalacakmış gibi, tûl-i emel ile, tevehhüm-i ebediyet kaynaklı tûl-i emel ile, “Şuyum da olsun, şuyum da olsun, şuyum da olsun!..” düşüncesiyle aldanıyor. Siz görüyorsunuz, bazen şurada çayın içine sakarini katıyorum; ben kendim için hazırlıyorum; “Bir yudum alırım, dudaklarımdaki kurumayı götürürüm!” diyorum. Fakat gördüğünüz gibi, bazen bana nasip olmuyor.

Bir yerde, o dünya adına böyle yığanlara, Kârûn gibi yığanlara, “Buraya kadardı!” derler. O yığar-durur; gelir ona “Buraya kadardı!” derler. Tatmadan, zevk etmeden, فَخَسَفْنَا بِهِ وَبِدَارِهِ الأَرْضَ فَمَا كَانَ لَهُ مِنْ فِئَةٍ يَنْصُرُونَهُ مِنْ دُونِ اللهِ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُنْتَصِرِينَ “Derken Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçiriverdik. Ne yardımcıları Allah’a karşı kendisine yardım edip onu kurtarabildi ne de kendi kendisini savunabildi.” (Kasas, 28/81) tokadıyla yerin dibine batırılır. Zira hangi şeyde hak ve adalet olmazsa -o arş-ı kemâlâta da çıksa- geçer zemine bir gün mutlaka. Ziya Paşa’nın sözü: “Olmazsa devletin efrâdı beyninde adalet / Geçer zemine, arşa çıkan pâye-i devlet.” O saraylar, o villalar, o yalılar falan, birer mâtemhaneye döner. Tam “Alacağım, edeceğim, yapacağım!” dediği anda, yukarıdan “Buraya kadardı!” derler, keserler sesini/soluğunu!..

Bu mübarek dünya hayatında “yarınlı” yaşamak gerekir. “Mübarek” dedim âhireti kazandırdığından, “ahiretin mezrası” olduğundan, “esmâ-i İlahiyenin tecelligâhı” olduğundan, “sıfât-ı Sübhâniye’nin mezâhiri” olduğundan. Bunlardan dolayı kıymeti olan bu dünyayı -yarınlı yaşamazsan- beyhude, üç-beş kuruşa -bir yönüyle- satmış olursun. Oysaki onun ile âhiret, onun ile Cennet, onun ile Cenâb-ı Hakk’ın Cemâli, onun ile Rıdvân pekâlâ peylenebilirdi. “Ben, bunları Senin için, hep Senin için, hep Senin için değerlendirdim!..” denebilirdi.

   Hakiki mü’min, dar hallerde olduğu gibi rahat zamanlarda da “Tut beni Allah’ım, tut ki, edemem Sensiz!..” mülahazasıyla doludur.

İnsan, yürekten inanmışsa ve her meselede O’na çok ciddî ihtiyaç hissiyle oturup-kalkıyorsa… Ki rahat zamanlarda bunun irâdî olanı bir kıymet ifade eder. Rahat durumlarda, O’na ihtiyaç duyması ve o ihtiyacı vicdanında derinlemesine hissetmesi neticesinde insan irâdîliğin mükâfatını görür. Fakat öyle bir durumda, O’na ihtiyacını gerektiği gibi duyamıyorsa, her şeyde, hani Kıtmîrâne bir mısrada dendiği gibi, “Tut beni elimden, tut ki edemem Sensiz!..” diyemiyorsa, insan “Sensiz edemem!” mülahazasını hiç olmazsa ıztırar halinde duymalıdır. Hiç olmazsa ıztırar halinde, alacağı cevap açısından…

“Muztarrın duasına icabet eden, O’ndan başka kimdir?” Kur’an-ı Kerim buyuruyor: أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ “Muztar dua ettiği zaman, onun duasına icabet eden, başındaki sıkıntıyı gideren kimdir?” (Neml, 27/62) Efendim, o -ne diyelim ona- “dâire-i sev’” (kötülük çemberi, musibet dairesi); ondan o muztarrı kurtaran kimdir?!. Öyle bir badireye düşmesine meydan vermeyen veya koruyan/sıyanet eden kimdir?!. O’nu duyması, O’nu hissetmesi… Bu da Cenâb-ı Hakk’ın ayrı, ızdırarî bir lütfudur.

İnsan -alâ külli hal- hem geniş zamanda hem de dar anlarında Allah’a teveccühte bulunmalıdır. Kur’an-ı Kerim’in, çok farklı yerlerde, farklı şekilde ifade ettiği gibi, çokları “Bela ve musibete maruz kaldıkları zaman, içten yalvarır, yakarırlar ama rahata erdikleri vakit, hiçbir şey yokmuş gibi bir hal alırlar.” Alır yine başlarını dikip -bağışlayın- kendi serserilikleri içinde yürür, giderler.

Oysa, esas olan; orada o rahatlığı size bahşeden Allah’a karşı minnet hissiyle ihtiyaç duymaktır… “Bunları lütfeden Sensin, Sen!” demektir… “Yaratan Sensin, Veren, Sensin!..” Hak dostunun dediği gibi, “Meccânen yarattın.. meccânen Müslüman kıldın!..” İlave edelim: “Meccânen Hazreti Muhammed Mustafa’ya ümmet kıldın.. meccânen O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘Kardeşlerim!’ dediği bir zümre içinde yaşama imkanı verdin.. meccânen din adına boyunduruğun yere konduğu bir dönemde, onu kaldırma şerefiyle şereflendirdin.. meccânen dünyanın değişik yerlerinde O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) adına ses kıldın, soluk kıldın; âdeta bir ney sesiyle milleti incizaba/cezbeye getirdin.. meccânen… Bütün bunları karşılıksız ve bedelsiz lütfettiğin gibi, meccânen bizi insan-ı kâmil olmaya yükselt; hayvaniyetten kurtar, cismâniyeti ayaklarımızın altına alma/ezme imkanıyla şereflendir; kalbî ve ruhî hayata helezonlar lütfeyle!.. Yükselelim o ufka, tarassut edelim Esmâ’nın mâverâsını, Sıfât’ın mâverâsını ve hayret yaşayalım Zât-ı Baht mülahazası karşısında. Hayretten hayrete düşelim!..” En büyük pâye, “hayret” makamıdır, “heymân” makamıdır.

Cenâb-ı Hak, bu lütuflarla lütuflandırsın. Bunlar -bence- elin-âlemin kaybettiği güzergâhta, Hakk’a gönül vermiş, ihyâ hareketine kendini adamış insanların kazandıkları/kazanacakları şeylerdir. Allah, kazanma yolunda bizleri kazanma ile şerefyâb eylesin!..

   Kâmil insan başkalarının avukatı, kendisinin de savcısıymış gibi davranır ve Kur’an’a, Sünnet’e, Selef-i Sâlihînin hayat çizgisine uygun yaşamaya çalışır.

Baştaki söz: “Başkalarının ayıplarıyla meşgul olan, hayat boyu hep ayıp yapar durur.” Öyle edeceğimize, başkalarının “müdâfîi/avukatı” olalım, elden geldiğince. Avukatlığın böyle üstün bir yanı var. Evet, düşmüşün elinden tutup kaldırma, müdafaasız insanın müdafaasını yapma, onu ihya etme gibi bir şeydir ve ibadet sevabı kazandırır. Ama kendimizin de müddeîsi/savcısı olmamız, en küçük kusurumuzu sorgulamamız lazım. Elli-altmış sene evvelki bir göz kayması, bir kulak kabartma, bir dil oynatma ölçüsündeki kabahat ve kusurlarımızı dahi hiç unutmamamız, her aklımıza geldiği zaman “Bir yetmez, أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ Bir milyon estağfirullah yâ Rabbî! Bir milyon estağfirullah!..” dememiz lazım. “Gözü, doğruyu görmek için verdin! Sen, kulağı, mesmûâtı işitmek için verdin, Sen’den gelen mesajı duymak için verdin. Sen, kalbi, Senin için atsın diye verdin. Ama ben, bunları başka yerde zâyi ettim, israf ettim! Şimdi أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ diyorum!..”

Bu da mü’minin çelişkisidir; bir yerde avukat olma, bir yerde müdde-i umumî olma. Avukat olma, başkalarını müdafaada; onların kusurlarını mâkul bir mahmil bularak ona ircâ etmek suretiyle… “İhtimal, böyledir. Ehl-i iman olduktan sonra bilerek hiç gözünü haramda kullanır mı?!. Dilini hiç yalan söylemede, iftirada, tezvirde kullanır mı?!.” Başkaları için öyle…

Antrparantez; burada temkin ve teyakkuzunuz farklı bir meseledir. Böyle biri varsa ve bu sizin Hizmet hayatınızla alakalı ise şayet, orada “hüsn-ü zan, adem-i itimâd” mülahazası esas olmalıdır.

Ama kendimize gelince, defterleri karıştırma, -bağışlayın- nerede, ne zaman, hangi haltı karıştırmışız, onları yeniden, bir kere daha hatırlama… Gizli; fâş etmeme, söylememe… Efendimiz’in Hazreti Mâiz’e ve Gâmidiyeli kadına dediği gibi, “Git, Allah’a tevbe et; Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur!” Kendi kusur ve günahımızın da dellâlı olmama, başkalarını şâhit haline getirmeme, başkalarına “Yapılabilir!” mülahazası vermeme… Ama kendi içimizden güm güm gümleme, magmalar gibi sürekli yanıp tutuşma, “Nasıl oldu da Allah varken.. nasıl oldu da beni insan yaratmışken.. insanı mü’min yaratmışken, ben o haltı karıştırdım.. elimi harama uzattım, dilim ile haram işledim, kulağımı harama kabarttım, gözümü harama tevcih ettim, yolumu haramîlerin yolu haline getirdim; gasp ettim, tagallüpte bulundum, tahakkümde bulundum, tasallutta bulundum, insanların hukukuna tecavüz ettim?!. Nasıl oldu da -bağışlayın- bu hayvanlıkları irtikâp ettim?!.” Kendimize bakarken de böyle bakma.

Bunları yapıp da kendine böyle bakmayan, gerçekten -biraz evvel utanarak telaffuz ettiğim o kelime ile ifade edildiği şekilde- Allah’ın garip mahlûklarıdır. Mesâvîyi irtikâp ettiği halde, mesâvîye “mesâvî” demeyen bir kısım yalancı “müftiyân”ın… Böyle dedim; “müfteyn” (müftücük) demek daha uygun, değil mi? Onun ism-i tasgiri yok ama yaparım ben; müftücükler!.. Onların o mevzuda şirin görünme adına me’âsîyi şirin göstermelerine bakmayın. Evet, esasen- mesâvîyi şirin gösteriyorlar. Böyleleri “Zina, çok kötü değil.. bohemlik, fena bir şey değil.. rüşvet almaya ‘hediye’ de sen, o da çok kötü bir şey değil; fırsat ele geçtiği zaman, alır yaparsın, kendin her şeyi yaparsın!.. Kendini, çocuklarını, torunlarını, torunlarının torunlarını -dünyada ebedî kalacak gibi- düşünmede bir mahzur yok esasen.. insanın tabiatında olduğuna göre, genlerinde var demektir!..” derler. Bir de hadis okurlar: كُلُّ النَّاسِ خَطَّاؤُونَ “Her insan hata işler durur.” “İnsanlar, hata yapabilirler! Allah’ın da affetmeyeceği hata yoktur!” derler. “Nisyan!.. İnsanın tabiatında var, ‘insan’ kelimesi ondan alınmış; ya ‘üns’ten veya ‘nisyan’dan alınmış. Unutabilirsiniz. Kaldı ki, hani, Efendimiz buyuruyor ‘Kalem merfûdur, hata ve nisyan yazılmaz!’ diyor.” falan gibi, bir de böyle, onlara bu mevzuda fetva veren “zevâzik”; onları güçlendiren, o mesâvînin yaygınlaşmasına -bir yönüyle- toplumsal hale gelmesine sebebiyet veren “zevâzik” varsa şayet… Türkçe kelimeleri de cem-i mükesser ile cemi’lendirme… Kelime hazinenize bir kelime katıyorum! Özür dilerim, zevâzik…  Onu bilenlere sorarsınız, neyin çoğulu?

Onlara (zevzeklere) değil, Kur’an’a bakmak lazım, Sünnet’e bakmak lazım, Bû Bekr u Ömer u Osman u Ali hassasiyetine bakmak lazım (radıyallâhu anhüm), İnsanlığın İftihar Tablosu’nun tavır ve davranışlarına bakmak lazım. Hayatımızı ona göre ayarlamak lazım; bir kalibrasyondan geçireceksek şayet -o “Muhammedî meltemler” mi diyelim, “sinyaller” mi diyelim (sallallâhu aleyhi ve sellem)- ona göre kalibre etmek lazım. Sesi, doğru almak lazım oradan; o doğru ses içine şerâre karıştırmamak lazım, kirli insanî mülahazaları karıştırmamak lazım. O’ndan gelen her şeyi, O’ndan geldiği gibi dupduru, saf; “di-di-dâ-dıt / dâ-dâ dıt / dıt-dıt-dıt”, doğru almak, doğru çözmek lazım. Ve onu mantık ve muhakemeye emânet etmek lazım, kalbin kontrolüne vermek lazım.

   “Sen Mevlâ’yı seven de Mevlâ seni sevmez mi?!.”

Ayrıca, “Dua ve tevekkül, meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerrin kökünü keser!” Benim aklımda böyle kalmış, “Tevbe ve istiğfar dahi, meyelân-ı şerrin kökünü keser.” Şerre meyletmeye meydan vermez; giderken, önünü keser. “Manhattan’a gideyim -bağışlayın, biraz halk dili kullanacağım burada- bir iki volta atayım orada; az gözüm-gönlüm açılsın, me’âsîye gireyim!” Fakat tevbe etmişsin: Allah’ım! Beni kaydırma! رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhâb Sensin Sen!” (Âl-i Imrân, 3/8) niyazıyla, “Kaydırma! Lütfunla, rahmetinle, beni hep istikamet içinde sâbit-kadem eyle!” demişsin.

Yine, Nâkil’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek beyanı, يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Benim kalbimi dinde sâbit kıl!” يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ صَرِّفْ قُلُوبَنَا إِلَى طَاعَتِكَ “Ey kalbleri halden hale koyan Rabbim, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!..” Böyle dedin, tam donanımını aldın, tam; “Allah’ım kaydırma!” dedin. Veya Sabah virdlerinde olduğu gibi; سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْتَغْفِرُكَ لِذَنْبِي، وَأَسْأَلُكَ رَحْمَتَكَ؛ اللَّهُمَّ زِدْنِي عِلْمًا، وَلا تُزِغْ قَلْبِي بَعْدَ أَنْ هَدَيْتَنِيَ، وَهَبْ لِي مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ “Seni (Sana yakışmayacak her şeyden) tenzih ederim. Allahım, günahımı bağışlamanı diler ve rahmetini dilenirim. Allahım, ilmimi artır ve bana hidayet verdikten sonra kalbimi kaydırma; katından bana rahmet lütfet; şüphesiz ki Sen, çok lütufkârsın.” “Vehhâb’sın!.. Karşılıksız bağışlayan Sen’sin!.. Sen’sin affeden.. Sensin istikamette sabit kılan!..” dedin, tam donanımını aldın; azığın ile yola çıktın, titreyerek yola çıktın.

Fakat bir aralık, فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ “Bunun üzerine, şeytan o ikisini oradan kaydırdı.” (Bakara, 2/36) fehvasınca, şeytan, sana bir zelle yaşatmak istedi: “Yahu çık bir gez şurada!” Ama bu donanımı almışsan, yalvarmış-yakarmışsan, O’na o derin ihtiyacını açmışsan, “Beni, benimle başbaşa bırakma!” demişsen… يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ، أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ، وَلا تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرَفَةَ عَيْنٍ، وَلاَ أَقَلَّ مِنْ ذَلِكَ “Yâ Hayy, ya Kayyûm, rahmetin hürmetine Sen’den yardım diliyorum; her halimi ıslah et ve göz açıp kapayıncaya kadar -hatta ondan daha az bir süre- olsun beni nefsime bırakma.” “Göz açıp-kapayıncaya kadar, beni benimle başbaşa bırakma, ey Hayy ve Kayyûm olan!.. Lafz-ı Celâle’den sonra gelen isimlerinle Seni yâd ediyorum, Sana yalvarıyorum: يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ نَسْتَغِيثُ، أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ، وَلا تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرَفَةَ عَيْنٍ، وَلاَ أَقَلَّ مِنْ ذَلِكَ “Senin rahmetinden yardım diliyorum. Beni göz açıp-kapayıncaya kadar, ondan daha az, benimle başbaşa bırakma! Hevâ-i nefsimle başbaşa bırakma!” diye niyaz etmişsen…

Donanım tam. Fakat فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ misali, çıktı karşısına şeytan, “Gez!” dedi. Eğer böyle samimi, kalbini Allah’a vermiş ve O’na ihtiyacını tam ortaya koymuş, “Sensiz edemem ben, tut elimden!” demişsen… Gidiyorsun oraya… Birinin başından geçen vakıayı da hikâye etmiş oluyorum, üstü kapalı. Oraya doğru giderken, Hak dostlarından biri yolda önüne çıkıyor, Belki bir “Hızır”, belki “Ebdâl”den birisi, belki “Evtâd”dan birisi, belki de bir “Gavs”, bilemezsiniz, bir Hak dostu, “Yahu, ben de seni bekliyordum!” diyor. “Çoktan beri görüşmemiştik böyle, tam semaver de kaynamıştı; zahmet olmazsa bir gitsek, orada hakikaten o semaverin hakkını versek!” deyip tutuyor seni.

Böylece, senin bir yerde ahd ü peymânda bulunman, âdeta karşına öyle bir Hak dostunu çıkardı. Bir yönüyle iradî olarak kaymaya azmetmiş gidiyordun, kaymak için gidiyordun, sürçmek için gidiyordun, zelle yaşamak için gidiyordun, “zeyğ” (meyletme, hidayetten sapma) istikametine doğru adım adım kayıyordun. Fakat o kadar yürekten O’na teveccüh etmiştin ki, orada senin iradeni tersyüz etti, karşına bir Hak dostunu çıkardı. Gittin onun yerine, bir bardak tatlı çay içtin veya bir fincan kahve içtin. Ondan sonra “Güle güle!” dedi sana, sen de anladın meseleyi. Sonra döndün, geldiğin yere gittin. Kendi hücrene kapandın ve öyle bir mâsiyete, öyle bir me’âsîye, öyle bir bataklığa dalmaktan Allah seni kurtardı.

Her zaman O’nun (celle celâluhu) beraberliğine sığınılırsa, O’na ihtiyaç hissi her zaman derinden derine duyulursa, O da sizin ihtiyacınızı karşılar. Çok iyi bildiğiniz, Alvar İmamı’nın sözünü hatırlayın. Kıtmîr de burada çok tekrar etmiştir ama güzel söz olunca, zannediyorum fazla gelmez. Erzurumluların Arapça-Türkçe bir tekerlemesi vardır: “et-Tekrâru hasen, velev kâne yüz seksen!” Tekrar güzeldir, yüz seksen kere bile olsa!..

“Sen Mevlâ’yı seven de Mevlâ seni sevmez mi?!.

Rızâsına ivende, senden râzı olmaz mı?!.

Sen Hakk’ın kapusunda cânlar fedâ eylesen

Emrince hizmet kılsan, Allah ecrin vermez mi?!.

Vâriyyetin mahveyle, esmâullahı söyle,

Bu cânı kurban eyle, Mevlâ kabul etmez mi?!.

Şer-‘i şerîf yolunda, Peygamber’in hâlinde,

“Allah!” desen dilinde, bin kez hâlin sormaz mı?!.

Dert ile cângâhından Cânân diye çağırsan,

Derden dermân ederler, yaran merhem urmaz mı?!.

Sular gibi çağlasan, Ya‘kûb gibi ağlasan,

Ciğergâhın dağlasan, ahvâlini sormaz mı?!.

Derde dermândır bu dert, dertliyi sever Samed,

Dermândır derde Ehad, fazlı seni bulmaz mı?!.

Büyük nimettir imân, bize Allah’tan ihsân,

Bu tevhîdin kıymeti, Cennetleri almaz mı?!.

Lutfiyâ yâri gözle, cân u gönülden sızla,

Dergâha dönder yüzün, duân kabul olmaz mı?!.”

Sen, O’na teveccüh edeceksin. وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ “Verdiğiniz sözü tutun, mukabelede bulunayım Ben de. Mukabelede bulunayım ve size vefa ile teveccüh edeyim!” (Bakara, 2/40) Fiilleri O’na nispet ederken, Zât-ı Ulûhiyet’e yakışmayan nâ-sezâ sözlerden içtinap ettiğimden dolayı, tevakkuflarımı mazur görün; O’na saygımın ifadesi. O’nun için “mukabele” diyorum; mukabele, vefaya vefa ile mukabelede bulunmak.

   “Allah’ım, beni kardeşlerimle, kardeşlerimi de benimle mahcup eyleme!..”

Cenâb-ı Hakk, istikametten ayırmasın, sizi-bizi. Elin, kendini bilmez densizlerin “terör” falan demesi, “firak-ı dâlle” demesi… Bunları bırakın, kirlenmiş ağızların, zift tutmuş zihinlerin, ölmüş kalblerin hırıltıları bunlar; kulak asmayın bunlara! Allah, sizi nasıl biliyorsa, öylesiniz. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mânen size nasıl bakıyorsa, öylesiniz. Ve manaya açık olan insanlar nezdinde nasılsanız; Bû Bekr u Ömer u Osman u Ali, size nasıl bakıyor ve sizi nereye koyuyorsa, siz öylesiniz.

Şimdi bir hey’et meselesi, bir hizmet meselesi… Bazıları “Hizmet” diyor. Bir kardeşimiz, o konuyla alakalı değişik dillerde kitaplar yazdı: Hizmet… İngilizce de yazdı, arkasına yine “Hizmet” koydu; Fransızca da “Hizmet” oldu, Urduca da oldu, yine “Hizmet”. Hizmet… Çoğu insanlar “Hizmet” diyor.

“Hizmet” esasen… سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) nispet edilen bir söz bu; buyuruyor ki, “Bir kavmin efendisi, onun hâdimidir!” Bir topluluğun hâdimi, efendisidir. Kendi çevresinde bulunan insanlara hizmet ediyorsa, bir yönüyle, hâdim; kendisine “hâdim” nazarıyla bakmalı; nezd-i Ulûhiyet’te o, “efendi” olur; nezd-i Nebevîde o “efendi” olur.

“Hizmet”, “hareket”, “adanmışlar topluluğu” bir yönüyle -diğerlerinin dediği şeylere bakmayın- şimdi bir “bünye” haline, bir “bünyân” haline geldiğinden dolayı, onların içinden bir tanesinin, bir olumsuz şeye sebebiyet vermesi; umum o cemaati, o heyeti yere baktırır. Söz Sultanı’nın (parmaklarını birbirine kenetleyip göstermek suretiyle) buyurduğu gibi, إِنَّ الْمُؤْمِنَ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا “Müminler birbirlerine kenetlenmiş bir binanın tuğlaları gibidirler.” Baksanız, bir hücre gibidir o; bir molekül gibidir. Ve unutmayın, anatomiye vâkıf olanlar, insan fizyolojisine vâkıf olanlar bilirler; insanda bir molekül bozukluğu, bir yerde bir molekülün bir kanser hücresine yenik düşmesi, o vücutta arızaya sebebiyet verir. Çabuk önü alınmazsa, metastazlar bütün vücudu sarar.

Aynen öyle de, tam bir hey’et haline gelmiş, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in beyanıyla; الْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ (الْمَرْصُوصِ) يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا “Mü’min, mü’min ile kenetlenmiş, bünyân-ı marsûs gibidir.” İsterseniz “taşı-tuğlası, kurşun ile perçinleşmiş bina gibidir” diyebilirsiniz. Bizim o muhteşem cami kubbelerimizde gördüğümüz hey’et gibi, kenetlenmiş, baş başa vermiş. Dökülmemek için baş başa vermiş bir şey… Ama onların birinde bir arıza olduğu zaman, biri düştüğü zaman, dökülmeler birbirini takip eder. Metastazı düşünün, dökülmeler… Bir, meselenin bu yanı var.

Bir ikincisi; zaten fırsat kollayanlar, yalan olmayana “yalan” diyenler, hiç olmadık şekilde iftira edenler, karalamak için karalama alternatifleri oluşturanlar, o temiz, o nurânî, o mübarek hey’et içinde bir tanesinin böyle bir “zeyğ”ine şahit oldukları zaman, âdetâ bütün heyeti birden karalamaya dururlar. Bu da, o mübarek heyetin toplum nezdinde itibarsızlaştırılması demektir. İşte bu mülahaza ile duam: “Allah’ım, beni kardeşlerimle, kardeşlerimi de benim ile mahcup etme!..” Onları mahcup edecek büyük/küçük, bir arpa kadar bir şeyle, bir arpa kadar haram yemekle de olsa, ‘Bu da haram yiyor!’ dedirtmek suretiyle, kardeşlerimi yere baktıracaksam, Allah’ım, o arpayı yemeden, canımı al!” Huzurunuzda da tekrar ediyorum: “…Allah’ım, canımı al!”

O arpa kadar haramı yememeye dikkat ettim; şimdiye kadar dikkat ettim. Bana ait olmayan arpa kadar şeye elimi sürmemeye çalıştım. Ama insanız, Şeytan bir zeyğ, bir zelle yaşatabilir. Hakkım yok benim bu kardeşlerimi mahcup etmeye. Onların da hakları yok birbirini mahcup etmeye ve Kıtmîrlerini/köpeklerini mahcup etmeye; hakları yok!..

“Allah’ım, beni kardeşlerimle, kardeşlerimi de benimle mahcup etme/utandırma, itibarsızlığa mahkûm etme!” cümlesi, bu mülahaza ile söylenmiş bir söz. Her birerlerimize bu mevzuda heyetin namusu/şerefi/haysiyeti mülahazasıyla hassas yaşamak düşüyor. Gözümüzü kontrol etmekten kulağımızı kontrol etmeye kadar.. dilimizi kontrol etmeye kadar.. hayat tarzımızı, üslubumuzu kontrol etmeye kadar… “Bu da nereden?!. Bu da nasıl elde edildi?!.” dedirtmeden, hayatımızı gayet nezihâne sürdürmemiz gerekiyor. Belki öldüğümüz zaman, kefen parası bulamayacaklar. Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Ali gibi, Selahaddin-i Eyyûbî gibi, kefen parası bulamayacaklar; borç alacaklar bir yönüyle, belki hediye alacaklar ama “Allah’ın huzuruna şerefimizle, insan olarak, orada hesabını vereceğimiz bir şey ile gitmeden gitmem!” mülahazasıyla dolu bulacaklar. Evet, bu ölçüde hassasiyet disiplinlerine sahip çıkarsak, Allah’ın izni ve inayetiyle, ne kardeşlerimiz utanır ne de biz utanırız.

Antrparantez arz edeyim: Şimdiye kadar, şu fitne-fesat döneminde, bazı müfterilere “itiraf” adı altında kâğıtlar yazıp önlerine koydular ve imzalattılar. İlaç içirip hezeyan konuşturdular ve öyle bir kısım müfterîler oluşturdular. Onların dinî kıstasları yok, kriterleri yok, Allah korkusu yok, mahşerde hesap endişesi yok. Evet, bir Türk atasözü vardır: “Kork korkmayandan ki korkmaz  Allah’tan!..” Kork korkmayandan ki, korkmaz Allah’tan!.. Allah’tan korkmayan, Peygamber’den utanmayan, mahşer bilmeyen, dünyaya tapan o dünyaperestler, hainliği -bir yönüyle- meşru gördükten sonra, o istikamette her haltı karıştırılabilirler, her haltı karıştırıyorlar.

Bunların dışında, kendini Hizmet’e adamış arkadaşlarımız, yüz yetmiş küsur ülkede -elhamdülillah- mahcup etmediler. Allah huzurunda da, bize de iki kelimelik konuşma fırsatı verirlerse, “Ben şâhidim!” derim, “Ben şâhidim Allah’ım!” derim. Ve dilerim bundan sonra da ne dünyanın cazibedar güzellikleri, ne nefs-i emmârenin bazı şeyleri tezyin etmesi, Hizmet’e kendini adamış o insanların ne bakışını bulandırır ne de başlarını döndürür. İşe başladıkları gibi, pîr u pâk yürürler hedefe doğru.

Hedef: اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَاءِ اللهِ “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana halis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyorum!..” Bu mülahazalara bağlı yapacakları şey: “İ’lâ-ı kelimetullah”, nâm-ı Celîl-i İlahînin bir bayrak gibi, bir sancak gibi her yerde dalgalanmasını sağlamak. Havl, Allah’tan; kuvvet, Allah’tan. Yapılmaması için hiçbir sebep yok. لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ * اَللَّهُمَّ أَيِّدْنَا بِحَوْلِكَ وَقُوَّتِكَ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ “Allah’ın havl ve kuvvetinden başka bir dayanak yoktur. Allah’ım, güç ve kuvvetinle bizi destekle; ey Erhamürrâhimîn, ey Celâl ve İkrâm Sahibi Rabbimiz bizi te’yîd buyur.”

496. Nağme: “Siz Kıvamınıza Ve Yürümenize Bakın!..”

Herkul | | HERKUL NAGME, NAGMELER

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları ifade etti:

Temsil dili ve hâl şivesi, Firdevsî’nin destansı beyanlarından daha beliğdir!..

*Temsilde öyle bir güç vardır ki, Firdevsî’nin beyanıyla kitaplar yazsanız ve o büyüleyici ifadelerle insanlara sunsanız, hâl ile ortaya konan temsilin bir damlacığı kadar tesir etmez. Şayet bugün dünyanın değişik yerlerinde sizin değerlerinize karşı saygı duyuluyor ve soluklarınız adeta oksijen gibi yudumlanıyorsa, bu belli ölçüde hâl ve temsile bağlıdır.

*Hâlde ve temsilde kaybeden kimseler, o boşluğu demagojilerle, diyalektiklerle, yalanlarla, iftiralarla ve nefsi tezkiye etmelerle doldurmaya çalışırlar. Fakat yalanla hakikatin boşluğunu doldurmak mümkün değildir. Binlerce yalan, tırnak ucu kadar bir hakikatin boşluğunu dolduramaz.

*İslamiyet muameleden ve hâlden ibarettir. Hâlde kaybedenler, ne kadar büyük iddialarla ortaya atılırlarsa atılsınlar, kendi kendilerini aldatıyorlar demektir.

*Biz her zaman hem dünya hem de ahiret için “hasene” niyaz ederiz;

رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي اْلآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

“Ey bizim kerim Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik (hasene) ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver.. ve bizi cehennem ateşinden koru!..” (Bakara, 2/201) deriz. Şu kadar var ki, başımıza bela ve musibet geldiğinde de onu yürüdüğümüz yolun kaderi ve hakkaniyetine emare sayarız.

Rica ederim, “Bu musibet, benim günahlarımdan dolayı oldu!” diyen kaç insan gösterebilirsiniz?

*Her problem akabinde başkalarını suçlar, kabahatleri ona-buna yükler durursak, vazifemizin dışında işlere girişmiş olur ve dağınıklıktan bir türlü kurtulamayız. Bu açıdan da bize düşen vazife, her şeyden önce kendimize bakıp kendimizi düzeltmeye çalışmamızdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعاً فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez. Hepiniz dönüp dolaşıp Allah’ın huzurunda toplanacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir bildirecek, karşılığını verecektir.” (Mâide, 5/105) Evet, bu âyetin mânâsı, “Başkalarına hiç karışmayın, siz sadece kendinize bakın!” demek değildir. Aksine âyetten anlaşılması gereken mânâ, başkalarının dalâlet ve sapıklıklarını gidermeye çalışırken, yanlışlıklarını görüp konuşurken insanın kendisini unutmaması, şahsî muhasebeyi asla ihmal etmemesi ve önce nefsinin kusurlarını düzeltmeye çalışmasıdır.

*Hemen her musibet, bir yönüyle insanın kendisinde başlar, onun boşluklarında beslenip boy atar; zamanla büyümesini tamamlar ve gün yüzüne çıkar. Bu açıdan, gerçek sebebi arama ve bulma yolunda atılması gereken ilk adım insanın kendisini sorgulamasıdır. “Bu musibet, benim yüzümden meydana geldi; buna benim tutarsızlığım ve Allah’la münasebetteki kopukluğum sebebiyet verdi!..” diyerek, musibeti, iradenin hakkını veremeyişe bağlamak ve hemen istiğfara sarılmak mü’mince bir tavırdır. Hani Türkiye’de bir sürü -el âlem “tabiî âfet” diyor- “ilâhî âfet” meydana geliyor. Rica ederim “Bu, günahlarımdan dolayı oluyor!..” diyen kaç tane insan gösterebilirsiniz?!. Oysa herkesin, şahsî, ailevî ve içtimaî hayatı itibarıyla farklı farklı sorumlulukları vardır. İnsanların kimisi aile, kimisi mahalle, kimisi nahiye, kimisi şehir, kimisi de kocaman bir ülke genişliğinde sorumluluğa sahip olabilir. Her dairenin problemi öncelikle onun sorumlusuyla ilgilidir; bir ülkenin maruz kaldığı musibetler de bir yönüyle o ülke için söz sahibi olan insanlar yüzündendir.

“Allahım, ümmet-i Muhammedi (s.a.v.) benim günahlarımdan dolayı mahvetme!..”

*İkinci Halife devrinde bir ara Mekke ve Medine kuraklıkla kavruluyor ve günler geçmesine rağmen bir türlü yağmur yağmıyordu. Hazreti Ömer çok zaman, başını yere koyar, gizli-açık, sesli-sessiz münacaat ve tazarruda bulunurdu. Yanından ayırmadığı Eslem onun halini anlatırken diyor ki: “Hazreti Ömer’i çok defa secdede hıçkırıklarla kıvranırken ve tir-tir titrerken görüyordum; şöyle niyaz ediyordu: Öyle zannediyorum yağmursuzluk benim günahlarım sebebiyle! Allahım, ümmet-i Muhammedi benim günahlarımdan dolayı mahvetme!..”

*Kuraklık ve kıtlık uzayınca, halk Hazreti Ömer’e müracaat etmişti. Yağmur duasına çıkmasını istemişlerdi. Hazreti Ömer birden, bir şey hatırlamış gibi koştu. Gitti, Hazreti Abbas’ın evine vardı. Kapısını vurdu. “Gel benimle!..” dedi. O’nu bir tepeye çıkardı. Orada, Hazreti Abbas’ın ellerini tutup, yukarıya kaldırdı. Sonra dudaklarından şu sözler döküldü: “Allahım! Bu Senin Habibinin amcasının elidir. Bu el hürmetine bize yağmur ver!” Sahabe diyor ki, “O el, daha aşağıya inmeden yağmur yağmaya başladı. Biz yağmurla birlikte evlerimize döndük.” İşte Hazreti Ömer’in bu tavrı, öncelikle mahviyet ve tevazuundan kaynaklanmaktaydı; sonra da Hazreti Abbas’a karşı hüsn-ü zannının, onu Hakk’ın muradı görmesinin neticesiydi.

*İmam Şafii Hazretleri buyurur ki: “Sen kendini Hak ile meşgul etmezsen, bâtıl seni işgal eder.”

*Evet, insan, nefsini problemlerin asıl kaynağı görmelidir ki bu, aynı zamanda zımnî nedamet, tevbe ve istiğfar sayılır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Başınıza gelen her musîbet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, kaldı ki Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.” (Şura, 42/30) denilmektedir.

*Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) mescidde hançerlenince alıp evine götürdüler. Herkes başucundaydı ve hıçkırıklar boğazlarında düğümlenip kalmıştı. Hazreti Ömer, “Oğlum! Git, Hazreti Âişe’ye benden selâm söyle. Fakat sakın, ‘Emirü’l-Mü’minînin selâmı var.’ deme. Zira şu anda ben Mü’minlerin Emiri değilim. ‘Ömer senden, iki arkadaşının (Peygamber Efendimiz ve Hazreti Ebû Bekir) yanına defnedilmek için müsaade istiyor.’ de.” Abdullah İbn Ömer, babasının emrini yerine getirmiş, Hazreti Âişe’nin evine gitmiş ve onu bir köşede oturmuş ağlıyor bulmuştu. Ona babasının arzusunu söyleyince, Hazreti Âişe Validemiz, “Vallahi, orayı ben kendim için düşünmüştüm ama Ömer’i nefsime tercih ederim!” deyivermişti. Oğlu bu müjdeli haberle dönüp babasını müjdeleyince, Hazreti Ömer çok rahatlamış ve dudaklarından şu cümle dökülmüştü: “Vallahi, işte benim arzum buydu!”

Bir insan kendi kusurlarını görmezse, bu maraz onu sürekli kusur arayan bir paranoyak haline getirir.

*Urve Hazretleri anlatıyor: “Sabahları evden çıkınca Hazreti Aişe’nin evine uğrar ve ona selam verirdim. Yine bir gün erkenden ona uğradım. Baktım ki, namaz kılıyor, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh u tazimde bulunuyor; sürekli -bir rivayette- “Bizzat işleyip kayıtlarına geçen kötülükler, (kazandıkları günahlar) önlerine dökülür ve alay edegeldikleri gerçekler kendilerini her taraftan sarıverir.” (Zümer, 39/48) -diğer rivayette- “Biz dünyada, ailemiz içinde iken sonumuzdan endişe ederdik. Ama şükürler olsun ki Allah bize lütfetti ve bizi, o kavuran ateşten korudu.” (Tur, 52/26-27) mealindeki ayetleri okuyor; bu ayetleri durmadan tekrar ediyor, Rabbine dua dua yalvarıyor ve ağlıyor. Onu o halde görünce, ben de kalkıp namaza durdum. Fakat o okumasını bir türlü bitirmeyince ben biraz sıkıldım ve daha fazla dayanamayıp bir ihtiyacımı görmek için çarşıya gittim. Geri döndüğümde ne göreyim; Hazreti Aişe yine namazda ve kıyamdaydı; aynı ayetleri tekrar ediyor, ağlıyor ağlıyordu.”

*Hafizanallah, bir insan kendi kusurlarını görmezse, bu maraz onu sürekli kusur arayan bir paranoyak haline getirir. Kendi kusurlarını görmeyen zavallı kusur-zâde birilerine kalkar “paralel” der, birilerine kalkar “terör örgütü” der; müdde-i umumi (savcı) gibi elin âlemin kusurlarını araştırır: “On sene evvel ne demişti, ne söylemişti? Bu sözden ne çıkar? Hele bir kitaplarını karıştırın, bakalım elini-kolunu bağlayacak bir şey bulabilir miyiz?” İşte, insan kendine bakmayınca ve kendi kusurlarını görmeyince, şeytan onu bu türlü densizliklere sürükler; farkına varmadan o da kendini densizliğin çağlayanına salınca, bir daha da geriye dönmeye fırsat bulamaz.

*Allah’a mülâki olma ve O’nu hoşnut etme yolunda “Hel min mezid – Daha yok mu?” âbidesi olmaya bakmalısınız. Şayet iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, zevk-i ruhani, aşk u iştiyak adına “Hel min mezid – Daha yok mu?” kahramanı olmazsanız, siz hiç farkına varmadan, şeytanın dürtüleriyle bir dünya hel min mezid zavallısı haline gelirsiniz. O zaman dünya hesabına “Daha yok mu?” der durursunuz: Bir filo daha, bir yalı daha, bir yat daha, bir araziyi kapama daha, biriyle bir irtikâba, irtişâya, ihtilâsa girme daha, mutlaka bir şeyler kotarma, koparma, elde etme daha… Kıbleni tayin edememişsen, ne tarafa yöneleceğini bulamamışsan, neyin arkasından koşacağını bilememişsen, bütün hayat boyu beyhude koşmuş olursun.

Yeni yetmelerin tahribatı ülkenin anahtarlarını başkalarına vermek kadar korkunç bir denâet ve şenâet ifadesidir.

*Allah’a şükürler olsun, Hakk’a adanmış ruhlar, rıza yolunun “Hel min mezid” abideleri oldular. Cenâb-ı Allah da onları te’yid buyurdu ve dünyanın hemen her yanında bir mum tutuşturmaya muvaffak kıldı. Milletimizin ekseriyeti ve onu idare edenlerin çoğu da yapılan hizmetleri hep desteklediler. Gittiği her yerde devlet başkanlarına “Ben bu arkadaşlara kefilim.” diyen Turgut Özal başta olmak üzere, belki elli yere referans mektupları yazan Süleyman Demirel ve Türkçe’nin Amerika’da bile öğretiliyor olmasının sevincini yaşayıp alakasını hiç eksik etmeyen Bülent Ecevit gibi rical-i devlet, meseleye sahip çıktılar. Bu arada Abdullah Gül beyin bir-iki yere telefon ettiğini de şayan-ı şükran olarak yâd etmeliyim.

*Bunlara rağmen, yeni yetme bazı kimseler arkadan geldiler, milletimizin tarihinde çok farklı formatta ortaya konan böyle mükemmel bir açılımı yıkmak için adeta savaş ilan ettiler. Adeta savaş ilan ettiler ve her tarafta “Aman bu okulları kapatın, buralarda hainler yetişiyor!” dediler. Sanki yirmi senedir nabız tutan, kalb dinleyen dünya insanları ahmak!.. Sanki Amerikalılar ahmak, İngilizler ahmak, Almanlar ahmak, Afrikalılar ahmak; bütün devlet başkanları ahmak!.. Sanki sadece üç-beş tane yeni yetmenin aklı eriyor da “Sakın bunlara fırsat vermeyin; aman vermeyin ve bunların hakkından gelin!” dediler. Hâlbuki bu korkunç tahribat ülkenin anahtarlarını başkalarına vermek kadar bir denâet ve şenâet ifadesidir.

*Kudsî bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

أَعْدَدْتُ لِعِبَادِيَ الصَّالِحينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ وَلَا أُذُنٌ سَـمِعَتْ وَلَا خَطَرَ عَلٰى قَلْبِ بَشَرٍ

“Salih kullarıma gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan tasavvurlarını aşkın şeyler hazırladım.” 

*Hadis-i şerifte işaret edilen o lütuflarla serfiraz olmak istiyorsanız, günlük dedikodulardan uzak kalarak kendi kıvamınıza ve yolunuzda yürümenize odaklanmalısınız. Mevcut sıkıntılarda alternatif yollar oluşturarak, istemeyenlere rağmen, nerede, nasıl ve hangi yolla yürümek gerektiği üzerinde yoğunlaşmalısınız. Nam-ı celil-i Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaşmadığı ve Anadolu insanının bin senelik kültür değerlerini götürmediğiniz bir yer bırakmamaya bakmalısınız. Dünya kardeşliği adına gittiğiniz her yere tohumlar saçmalısınız. Yeryüzünün dört bir yanında açtığınız okullar başağa yürüdüğü ve ser çekip ağaçlar halinde salınmaya durduğu gibi, bir gün geriye dönüp bakacaksınız ki bugün ektiğiniz tohumlar da başağa yürümüş, Söğüt’teki söğüt gibi ser çekmiş, dal budak salmış, bütün cihanı gölgesi altına almış ve herkese huzur, sulh u salah solukluyor…

Muhalif Rüzgârlar ve Mümince Duruş

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, birkaç saat önce yaptığı haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

Gök yarılıp parça parça olsa da mümin asla ye’se düşmez ve zulüm karşısında eğilmez!..

*Hazreti Üstad, ruhunun talebini şöyle dile getirir:

“Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem.

Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim; gayr istemem.

İsterim, fakat bir Yâr-ı Bâki isterim.

Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim.

Hiç ender hiçim; fakat bu mevcudatı birden isterim.”

*İnsan ebed için yaratılmıştır, ebedden, ebedî Zât’tan ve ebediyet gamzeden şeylerden başka hiçbir şeyle de tatmin olmaz. “Kalbler, ancak Allah’ı anmak, vird-i zeban etmek, tabiatının bir derinliği haline getirmekle itminana, oturaklaşmaya ulaşır!..” (Ra’d, 13/28) Böyle oturaklaşmış bir kalbin sahibi, Hz. İsrafil Sûr’u dudağında görünse ve küreler birbirine çarpsa, ihtimal ki, onu da takdirkâr bir nazarla seyreder, “Allahu Ekber” der, “Allahım ne büyüksün, bunları nasıl çarpıştırıyor, vuruşturuyor veya ahengi koruyorsun!” diye ilave eder. O’nun azametini, icraatının büyüklüğünü ve meşiet-i sübhaniyesinin şümulünü görür, O’na karşı hayranlığı artar.

Musibet, Çile ve Izdırap yürüdüğümüz yolun kaderidir!..

*Yürüdüğümüz yol, peygamberlerin, selef-i salihînin ve Ashab-ı Kiram’ın yoludur; Allah bu yoldan ayırmasın. Bu yolda ayağa diken batabilir, bir şey ısırabilir, insan bir salyayla karşılaşabilir. Fakat mümin, beklediği, ümit ettiği, dilbeste olduğu konular karşısında bunların çok önem arz etmediğini de bilir, güler geçer bütün olup biten şeylere.

*Cennet’e uzanan peygamberler yolunun kendine göre bazı meşakkatleri vardır. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususa şöyle dikkat çekilmiştir:

أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ

“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?.. Evet onlar öyle ezici mihnetlere, zorluklara dûçar oldular ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ve yanındakiler, ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek hale geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214) Sizden evvel gelenlerin başlarına gelen dâhiyeler, gaileler başınıza gelmeden, o sarsıcı yıldırımlar başınızda dönmeden, hatta iş nebi ve beraberinde bulunanlar “Allahım yardımın ne zaman?” diyeceği kerteye varmadan Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz?

*Belanın en çetini, en zorlusu ve en amansızı başta enbiyaya, sonra da imanının derecesine göre diğer mü’minlere gelir. Mü’min hadiselere bakıp değerlendirirken “Niye böyle oluyor?” demez; onları gönül hoşnutluğuyla karşılar. Musibete maruz kalınca, her defasında رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولًا “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, rasûl olarak da Hazreti Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) razı olduk.” der: Allahım Rab olarak Sen’den razıyız!.. Rabbü’l-âlemîn Sensin. Rububiyetine bakan bütün tasarrufatına “elhamdülillah” diyoruz; el verir ki, bizi sapıklığa, küfre ve dalalete sürüklemeyesin!..

Sevda ölçüsünde tek bir derdimiz vardır; o da, herkesin Allah’a ve Rasûlullah’a yönelmesi!..

*Bir münasebetle dendiği gibi; bazen dünyevî hâdiseler ve dünyalılar yol vermezler insana; bazen de başa gelenler, altından kalkılmayacak şekilde çetin cereyan eder. Ne var ki, Hak’tan fermanlı gönüller, görüp duydukları bu şeyler karşısında ne sarsılır, ne sendeler ne de tereddüde düşerler. Her hâdiseyi müteâl iradenin bir muamelesi kabul ederek, başa gelenleri imtihan sayar, imtihanları tevekkül ve teslimiyetle göğüsler, yol kesen töre bilmezlere insanlık dersi verirler. Her hareket ve davranışlarını ötelerden gelen emirlere uyma inceliğiyle değerlendirir; bir gözleri kendi tavırlarında diğeri o müteâl kapının aralığında yürürler himmetlerini dağıtmadan yücelerden yüce hedeflerine doğru –Hak rızası olan o hedefe canlarımız kurban olsun– ve hayallerini bile her zaman pâk tutarlar ağyâr düşüncesinden. İşte bu çerçevedeki sadakat erlerinin sevda ölçüsünde tek bir dertleri vardır; o da, herkesin Allah’ı bulup O’na yönelmesi, değişik kulluklardan kurtulup sadece O’nun bendesi olması.

*Yolumuz doğruysa, bu yolda her şeye katlanmamız lazım. Eksiği gediği ya da şüphelendiğimiz yanları varsa, bu mevzuda bizi ikaz edenlerin ikazına kulak vererek, o eksiğimizi ve gediğimizi de gidermeliyiz. Bu çağın insanında olduğu gibi, bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih eden Süfyaniyyun’dan olmamalıyız.

Dünyayı Ahirete Bilerek Tercih Edenlerin Çağı

*Kur’an-ı Kerim tevehhüm-ü ebediyete müptela, gafil insanların bir özelliği olarak şu hususu nazara verir:

اَلَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ

“Onlar dünya hayatını bile bile âhirete tercih ederler!..” (İbrahim, 14/3) Hazreti Üstad, mezkûr ayetin bu çağa baktığını da ifade ederek şöyle diyor: “Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara, bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.”

*Evet, mezkûr ayet Süfyan çağına bakıyor: Müslüman göründüğü halde tam nifak urbasını sırtından atamamış, nifak külahını başından kaldırıp savuramamış; namazda bulunmuş, bazen oruç da tutmuş, “Müslümanım” da demiş, “Müslümanlık” da demiş ama bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih etmiş; işte böyle kimselerin çoklukla bulunduğu nifak çağına…

*Dünya hayatı ahirete tercih edildiğinden dolayı da -hafizanallah- çok büyük günahlar irtikâp ediliyor. Gerçi Efendimiz’in (aleyhissalatu vesselam) hayatı anlatılıyor; mesela siz de diyorsunuz, başkaları da diyor, demeye hakkı olmayanlar da diyorlar: “Biz iki hurma ve bir bardak zemzemle hayatını geçiren Peygamberin ümmetiyiz!.” Fakat Rasûl-ü Ekrem efendimizin, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali efendilerimizin hayat tarzlarına göre yaşanmıyor. Her şeye rağmen, sözleri başka hayatları başka kimseler hakkında da iyilik duasında, hidayet dileğinde bulunmak lazım.

Bütün dünyayı size verseler, sevinmeyin; bütün dünya elinizden gitse, gamlanmayın!..

*Allah’a bağlı ve tamamen ahirete müteveccih yaşamak esastır. Bu arada, ticareti olanlar veya baştan öyle bir kaynaktan gelenler, o mevzuyu daha ileri götürebilirler, elverir ki onu gönüllerine yerleştirmesinler, onun delisi, sevdalısı olmasınlar. Hazreti Pir’in ifadesiyle, dünyayı kesben değil, kalben terketmek lazımdır. Bütün dünya senin olsa sevinmemen; bütün dünya elinden gitse gamlanmaman, kederlenmemen!.. Asıl mesele budur ve bu, peygamber yoludur.

*Yoksa hafizanallah dünyaya bağlanmışsan, adeta ona tapıyorsan, “elimden gidecek” diye yapmadığın kötülük kalmaz. Herkesi yıkarsın, herkesi yakarsın; herkesin canını yakarsın “Aman, benim dünyama dokunurlar!” diye. Böyle vehmî şeyleri, paranoyaları realite gibi değerlendirir, her türlü kötülüğe girersin. Kuvvetlendikçe daha bir zehirlenirsin; kuvvetlendikçe daha bir deliliğe kendini salarsın; egoist, egosantrist, narsist hale gelirsin.

*Bu zehir zemberek cendereye düşmemek için müstağni olmak lazım. Beni Âdem için istiğna kadar büyük bir servet yoktur. Müstağni olan insan hiçbir şeye sahip olmasa bile dünyanın en zengin insanıdır. Zenginlik odur ki, insanın kimsenin elindekinde gözü olmaz; o, Allah’ın lütfettiği şeylerle yetinir, kanaat eder. Cenâb-ı Allah bizi öyle eylesin. Öbür türlü, yanlış yollara sapma ihtimali vardır hafizanallah ve sapan insanlara şahit olduk.

“Bize oy vermeyen kâfirdir!” demek küfre bâdî bir sapıklıktır!..

*Sosyal medyada, ürpertimi günlerce devam ettirecek birkaç hadiseye şahit oldum. Mesela biri diyordu ki: “Benim mensup olduğum hizbe oy vermeyen kâfir olur!” Oysa Hazreti Ebu Bekir efendimizin hilafeti mevzuunda ümmet icma etmişti fakat belli bir süre, Hazreti Ali, Hazreti Zübeyir ve emsali bazı sahabiler geriye kalmışlardı. Biat etmedikleri zaman Hazreti Ali, Hazreti Zübeyir ve diğerleri -televizyon kameraları karşısında konuşan o insana göre- haşa, yüz bin defa haşa “kâfir”. Anlıyor musunuz? Hizip… Sa’d b. Ubade hazretleri ömrünün sonuna kadar Hazreti Ebu Bekir’e biat etmedi. Nukabâdan (nakîblerden, liderlerden) ve sahabenin parmakla gösterdiği biriydi ama bir şeye binaen biat etmedi. Demek ki, o yanlış mantığa göre, hizip mantığına göre, Sa’d b. Ubade -haşa ve kella- kafir!..

*Hazreti Ali’nin hilafetinden şüpheniz var mı? Haydar-ı Kerrâr, Damad-ı Nebi, Fatih-i Hayber, Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın gözdesi, serkârı. Fakat halasının oğlu Hazreti Zübeyr ona karşı çıktı, biat etmedi ona. Acaba Hazreti Ali günümüzde intihap edilen insanların berisinde, kayda değmeyen bir insan mıydı? Kayda değen bir insansa şayet, ona biat etmeyen insanlar kâfir mi oldu? Bunu söyleyen insan kâfir olur, böyle diyen kâfir olur. Hazreti Ali efendimize Harurîler, Hâricîler, Emevîler biat etmediler. Fakat Ehl-i sünnet ve’l-cemaat bunlardan hiçbirine kâfir demedi; belki ehl-i dalalet dediler, sapık dediler. Usul-ü din kitapları meydanda, bakabilirsiniz. Persler Raşit Halifelere biat etmediler, fakat Ehl-i Sünnet onlara da küfür isnat etmedi. Çünkü sahih hadislere göre, kâfir olmayan bir insana “kâfir” diyen kâfir olur.

“Ben bunların dininden şüphe ediyorum!” Sözünün Yol Açtığı Azim Cinayet

*Böyle densiz, kendini bilmez kimselerin saltanatları, debdebeleri, ihtişamları yerine hakkı hakikati bilip ona tabi olmalı!.. “Ne küfürdür, ne dalalettir, ne imandır, ne iz’andır, ne Allah’a bağlılıktır, ne ukba insanı olmaktır?” Bunları tefrik ve temyiz ederek, doğrulara bağlanmalı; olumsuz şeyleri elin tersiyle itmeli!.. Cenâb-ı Allah lütfuyla buna serfiraz kılmışsa, alacağımız bir şey kalmamıştır.

*Allah’a binlerce hamd ü sena olsun, kimseye “kâfir” demedik. Birisi kalktı, “Ben bunların dininden şüphe ediyorum!” dedi. Bu söz serseriye, çapulcuya düşünce, normal olarak o da “Bize bağlanmayan kâfir olur!” diyebilir. Evet, bir serkâr kalktı, “Ben bunların dininden şüphe ediyorum!” dedi. Hakkında hüsnüzan ettiği birinin ağzından bunu duyan ayak takımına, çapulcuya düşünce mesele, o bunlara intisap etmeyen herkese kâfir der. Günümüzdeki duruma gelince, bakın mesele nasıl tehlikeli bir hal alıyor. O ANLAYIŞA GÖRE; onlara biat etmeyen CHP’liler kafir.. MHP’liler kafir.. Saadet Partililer kafir.. BBP’liler kafir.. münferit, bağımsız adayların hepsi kafir.

*Cinayetin büyüklüğünü görüyor musunuz?!. Usul-ü din’i bilmeyen bu kitapsızlar, sünnetsizler, hadis bilmez nadanlar, Kur’an bilmez nadanlar, söyledikleri bir sözle hiç farkına varmadan kendilerine ait bir heyetin küfrüne sebebiyet veriyorlar, hafizanallah. Cenâb-ı Allah gözlerini açsın, kalblerine iman ilkâ buyursun, hakikate serfiraz kılsın, hidayet-i sübhaniyesiyle hidayet eylesin!..

*Bursevî Tabib Muhammed Bey’in sözüyle noktalayalım:

“Çeşm-i insaf gibi kâmile mizân olmaz / Kişi noksanını bilmek gibi irfân olmaz!”

Musibetlerden Koruyan Dua

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

:عَنْ عُثْمَانَ بْن عَفَّانَ (رَضِيَ اللهُ عَنْهُ) قَالَ سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ

مَنْ قَالَ بِسْمِ اللَّهِ الَّذِي لَا يَضُرُّ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ ثَلَاثَ مَرَّاتٍ لَمْ تُصِبْهُ فَجْأَةُ بَلَاءٍ حَتَّى يُصْبِحَ وَمَنْ قَالَهَا حِينَ يُصْبِحُ ثَلَاثَ مَرَّاتٍ

لَمْ تُصِبْهُ فَجْأَةُ بَلَاءٍ حَتَّى يُمْسِيَ

* * *

Sahabe-i kirâmın büyüklerinden, cennetle müjdelenen on kişiden ve Rasulullah (aleyhissalâti vesselâm)’ın halifelerinden hayâ nümûnesi Hz. Osman b. Affân zünnûreyn (radıyallahü anh)’ın naklettiğine göre; mahlukatın Allahü Teâlâ’ya en yakını, kullukta en zirvesi, hayatın her alanını ümmetine talim için gönderilen Efendiler Efendisi (ekmelüttehâyâ ve etemmütteslimât) sabah-akşam Allahü Teâlâ’ya sığınmamız gerektiğini biz ümmetine şöyle öğretmektedir:

“Kim sabah ve akşam üçer kez;

بِسْمِ اللَّهِ الَّذِي لَا يَضُرُّ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

‘İsmini anarak kendisine sığınılınca, arz ve semâdan gelebilecek âfetlerden emin olunan Allah’ın adıyla. O, kullarını işiten ve onların her halini bilendir.’ diye dua ederse, o gün ansızın bastıran, şaşırtıcı, mukavemet edemeyeceği bir bela ve musibete maruz kalmaz. (Diğer bir rivayette şöyle denmiştir: Hiçbir bela ve musibete maruz kalmaz.)”

(Buharî, Edebül-Müfred; Ebu Dâvûd, Sünen; Tirmizî, Sünen; Nesâî, es-Sünenül-Kübra;

İbn-i Mâce, Sünen; Ahmed b. Hanbel, Müsned; Hâkim, Müstedrek)

 

Kısaca Hadis-i Şerifin İhtiva Ettikleri

 

Pek çok sahih kaynakta geçen yukarıdaki hadis-i şerif, Allah Rasulü (sallallâhü aleyhi vesellem)’in dua ufku ve Allah’a tevekkülü adına binlerce örnekten bir tanesi ve aynı ufka yaklaşabilme gayreti adına biz ümmetine de bir rahmet vesilesidir. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm)’ın sabah-akşam üçer kez okuduğu ve bize de okumamızı kuvvetle tavsiye buyurduğu, söz bakımından kısa fakat içerdiği manalar bakımından enginlerden engin bu dua, bizlere her işimizde Allah’a sığınmayı öğretme yanında ciddi bir tevekkül şuuru da aşılamaktadır.

Felç Gibi Hastalıklara Karşı Kalkan

Yukarıda geçen hadis-i şerifin felç gibi ağır ve tahammülü zor hastalık ve belalara karşı bir paratoner, kalkan olduğu selef-i salihin tarafından nakledilmiş ve yukarıda geçen duanın mutlaka derin bir tevekkül şuuru ile her gün okunması istenmiştir. Hatta kendisine felç isabet eden selef-i salihinden bir zat; “Ben bu duayı her gün okuyordum fakat felcin indiği gün okumamıştım.” demiştir. Herkes hakkında aynısı olmayabilir ve selef-i salihinden bu yüce zât, Allah katındaki yakınlığına göre bir musibete maruz kalmış olabilir. Burada vurgulanmak istenen husus; dua ve zikir ile Allah’a sığınmak, faydamıza olan şeylerin Allah’ın rahmeti; zararımıza olan şeylerin de bizim hata ve kusurlarımız sebebiyle olduğunu bilmek, musibetleri sabır ve rıza ile karşılamanın günahlarımıza keffaret ve Allahâ yakınlık vesilesi olabileceğini dikkate almaktır.

Me’sûrâtı Okumama Eksikliği

“Me’sûrât” kısaca Allah Rasulü (sallallâhü aleyhi vesellem)’in hayatın her alanına ait yaptığı dua ve zikirlerin genel adıdır. Furkan Suresinde Allahü Teâlâ;

قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ

“Söyleyin, duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var!” buyurmuştur.

Kıymetli Büyüğümüzün ifade ettiği üzere dua, Allahü Teâlâ’ya sebepler üstü teveccühün ad ve ünvanıdır. Burada dikkat edilmesi gereken şey, kul olarak elimizden gelen her şeyi yaptıktan sonra sanki hiçbir şey yapmamış-yapamamış gibi el açıp dua dua Allah’a yakarmaktır. Yine kıymetli Büyüğümüz, asrın bizden alıp götürdükleri arasında me’s’urâtın da olduğunu ifade buyurup, “Günümüzde me’sûrâtı okumama eksikliği var. Allah Rasülü’nün İhlas Suresi, Muavvizeteyn (Felak ve Nâs Sureleri), Bakara Suresinin son iki ayeti (Amenerrasulü) vb. yerleri okumadan yattığı vâki midir?” demekte, Allah Rasulü’nün günümüzde unutulan kuvvetli bir sünnetinin hayata geçirilmesini istemekte ve bu konuda, sabah ve akşam namazları akabindeki tesbihatta bir gün, “Dua Mecmuası”nda geçen, Allah Rasulü (sallallâhü aleyhi vesellem)’in okuduğu bildirilen duaları okurken, diğer gün namaz tesbihatını okumak şeklinde bir taksim yapılmasının faydalı olacağını söylemektedir. Ayrıca yine “Dua Mecmuası”nda bir araya getirilmiş olan, Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm)’ın geceleri yatarken ve sabahları kalkarken okuduğu sure ve duaların okunmasını istemektedirler. Burada misal kabilinden zikredilen bu hususlar, “Dua Mecmuası”, ”el-Kulûbüd-Dâria” vb. dua ve zikir kitaplarına bakılarak genişletilebilir.

 

( رَبَّنَا آتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا)

وَصَلِّ وَسَلِّمْ يَا رَبِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى أَصْحَابِهِ الْكِرَامِ