Posts Tagged ‘herkul’

Acz u Fakr Yolu

Herkul | | KIRIK TESTI

İnsan olarak her gün farklı meşguliyetlerin içine giriyor, farklı tercihlerde bulunuyoruz ancak çoğu zaman yaptığımız işlerde, bulunduğumuz tercihlerde Cenab-ı Hakk’ın rızasının olup olmadığını bilemiyoruz. Belki farkına varmadan işlerimizin içine bencillik karıştırıyoruz.. Allah’ı anlatıyoruz zannıyla bilgiçlik taslıyoruz.. vifak ve ittifaka gelen ilahî inayeti şahsî kabiliyet ve istidatlarımıza nispet etmeye kalkıyoruz… Kim bilir günlük koşuşturmacalarımızda bunun gibi daha ne hatalara düşüyoruz. Müslümanlığı hakkını vrererek yaşamanın önünde çoklarının farkında bile olmadığı bu tür gizli tehlikeler söz konusudur ve gerçekte hayatını muhasebe ve murakabe ekseninde götürmeyen, Allah (celle celaluhu) karşısında günde birkaç defa kendini sıfırlamayan kimselerin bu tür tehlikelerden uzak durması çok zordur.

Aslında varlığımız üzerinde biraz düşünmeyi, Cenab-ı Hak karşısındaki konumumuzu mülahazaya almayı hep bir ufuk olarak tutsak, gizli şirk ifade eden tavır ve ifadelerden uzak kalabilir ve Allah’ın üzerimizdeki nimetlerini fark ettikçe “yapıyorum” yerine “yaptırıyor” demeye başlarız. Kendi azim, gayret, irade ve cehdimizin O’nun meşietinin gölgesinin gölgesinin gölgesi olduğunu fark ederiz. Bu konuda kat etmemiz gereken epeyce bir mesafe var. Allah karşısındaki konumumuza göre bir kulluk tavrı belirlemek ciddi bir cehd ü gayret istiyor. Aksi takdirde hiç farkına varmadan Allah Teâlâ’nın lütuflarını kendimize mâl etme gibi bir hataya düşüyoruz. Bu da O’na, O’nun olanda ortaklık iddiası manasına şirkin bir çeşididir.

Mazhar Olunan Nimetler

Bizler Cenab-ı Hakk’ın sayısız ve harikulade lütuflarına mazharız. Her şeyden önce yoklukta kalmamış varlık sahasına çıkmışız. Var olmakla kalmamış canlı olmuşuz. Canlı olmanın yanında insan yaratılmış; akıl, şuur, irade ile donatılmışız. Bunun yanında Allah Teala’ya kul, Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet olmakla şereflendirilmişiz. Aynı zamanda Din-i Mübin-i İslâm’ın fesada maruz kaldığı bir zamanda ıslahçılar safında yerimizi almışız. Ömrümüzün geri kalan kısmını başımızı hiç yerden kaldırmadan secdede geçirsek yine de bu nimetlerin şükrünü eda edemeyiz. Fakat bu nimetlerin kadr ü kıymeti bilinemezse, bu küfran-ı nimet insanı tepetaklak baş aşağı da getirebilir.

Allah Teâlâ bazı şahıslara daha hususi surette lütuflarda da bulunur. Kimilerine mal ü menal, kimilerine makam ve mansıp, kimilerine güç ve iktidar, kimilerine de şan ve şöhret lütfeder. Onlar bu nimetlerin kimden geldiğini bilir ve şükürle nimetlerin sahibine yönelirlerse kazanırlar. Aksi halde, sahip oldukları nimetleri kendilerinden bilir ve nankörlük yaparlarsa bu sefer de bunlarla kendilerini mahvederler. Tıpkı kaynaklarda ibretlik hayatlarına yer verilen Bel’am İbn-i Baura ve Bersisa gibi. Kim bilir tarihte Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve nimetlerini suiistimal eden ve bu yüzden de mahvolan nice Bel’am ve Bersisalar gelip geçmiştir.

Esasında tarihin uzak köşelerine gitmeye de gerek yok. Günümüzde de Allah’ın güç, kuvvet, iktidar, şan, şöhret ve itibar verdiği niceleri, bu imkânları kendilerinden bildikleri için zehirleniyorlar. Âlemin teveccüh ve alkışına aldanıyor, kibir ve gurura kapılıyor ve kendilerini âdeta bir mihrap hâline getiriyorlar. Her şeyin kendilerine bağlanmasını, her meselenin kendilerine sorulmasını, her müşkülün kendilerinde çözülmesini, herkesin kendilerinin sözünü dinlemesini arzu ediyorlar. Derken tarihe kirli bir sayfa olarak kaydediliyor, dünyalarını da ahiretlerini de berbat ediyorlar.

Dikkat etmediği takdirde herkes kaybedebilir. Kendilerini kudsî bir davaya adayanlar da benzer tehlikelerle karşı karşıyadırlar. Hizmet-i imaniye ve Kur’âniye davasına gönül veren insanlar, sergüzeşt-i hayatlarına bir göz atacak olsalar, Cenab-ı Hakk’ın kendilerine hiç ummadıkları nice sürpriz nimetler lütfettiğini göreceklerdir. Allah hizmet erlerini öyle nimetlerle serfiraz kıldı ki işin başlangıcında hayal dahi edilemeyen noktalara gelindi. Talebelerin kalabileceği bir iki tane ev açtığımızda sevinçten uçuyor, bunu gözümüzde çok büyütüyorduk. Evler yurtlara dönüştüğünde, yurtların sayısı çoğaldığında ayrı bir hayret daha yaşamıştık. Arkasından sadece Türkiye’de değil dünyanın farklı ülkelerinde yüzlerce okul açıldı. Okulları kültür lokalleri, diyalog merkezleri ve daha başka müesseseler takip etti. İşin sonu nereye varır, dün bunları veren Allah yarın daha neler lütfeder onu da bilemiyoruz.

Bugüne kadar yapılan hizmetler bizim şahsî dehamıza, minnacık güç ve iktidarımıza verilemez. Bu takdirde sebeplerle sonuçlar arasında büyük bir uyumsuzluk ortaya çıkar. Belli ki bunları bize ihsan eden Allah’tır. Dolayısıyla bize düşen kulluk vazifesi de Cenab-ı Hakk’ın bu fevkalade lütufları karşısında şükür ve hamdle O’na yönelmektir. Esasında şükür adına ne yaparsak yapalım yine de işin hakkını veremeyiz. Sabahlara kadar namaz kılsak, başımızı secdeden kaldırmasak, ara vermeden oruç tutsak, her sene hacca gitsek yine de nail olduğumuz sonsuz nimetlerin şükrünü eda edemeyiz. Bu yüzden, Allah için her ne yaparsak yapalım, bize düşen, yaptığımız ibadet ü taatleri yetersiz görerek sürekli,

مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يا مَعْبُودُ، مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يا مَعْرُوفُ، مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يا مَشْكُورُ، مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ يا مَذْكُورُ، مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يا مَحْمُودُ، مَا سَبَّحْنَاكَ حَقَّ تَسْبِيحِكَ يا مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَوَاتُ السَّبْعُ وَالْأَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ   

“Ey Mabud-u Mutlak Maksud-u bi’l-istihkak, azamet ve ululuğuna yakışır şekilde kullukta bulunamadık. Ey her şeyden daha ayan olan Zat, Seni hakkıyla bilemedik. Ey şükredilmeye tam layık olan Rabbimiz, Sana hakkıyla şükredemedik. Ey her dilde zikredilen, Seni hakkıyla zikredemedik. Ey tüm övgü ve hamdlerin mercii, Sana hakkıyla hamd ü senada bulunamadık. Ey göklerin, yerin ve bunların içindeki her şeyin kendisini tesbih u takdis ettiği Zat-ı Ecell ü A’lâ, Seni hakkıyla tesbih u takdis edemedik.” deyip inlemektir.

“Şükrederseniz Artırırım”

İnsan, bütün hayatını acz u fakr, şevk u şükür duyguları içinde yaşamalı; aklına ne zaman “bir şey yaptım” mülahazası gelecek olsa hemen yukarıdaki cümlelerle durumunu Allah’a arz etmelidir. Eğer böyle yaşamaya muvaffak olur, nail olduğumuz nimetlere şükür duygusuyla yaklaşırsak, Allah da nimetlerini ziyadeleştirir. Zira O, “Eğer şükrederseniz artırırım.” (İbrahim sûresi, 14/7) buyuruyor. Fakat böyle yapmayıp olan biten şeyleri kendimize bağlar, kendi güç ve iktidarımıza verir nankörlüğe düşersek, Allah’ın eltaf-ı sübhaniyesinden mahrum kalırız. Birilerinin “Kahramanlar yaratan bir ırkın ahfadıyız.” demesi gibi biz de “Dünyada şu kadar eğitim müessesesi açan bir cemaatin efradıyız.” der, yapılan güzel şeyleri aidiyet mülahazasına bağlar ve bütün bu güzellikleri kendimizden bilirsek, Allah muhafaza, âyetin devamında gelen, “Şayet nankörlük yaparsanız bilin ki azabım çok şiddetlidir.” ilahi beyanının tehdidine maruz kalırız. Allah’ın eltaf-ı sübhaniyesinin devam ve temadi etmesini istiyorsak, öncelikle nimetin gerçek sahibini görmeli, görüp tesbih u takdiste bulunmalı ve “Her şey Senden, Sen ganisin, Rabbim Sana döndüm yüzüm.” demesini bilmeliyiz.

Özellikle başkalarının övgü ve takdirleri karşısında, Allah’ın lütuf ve ihsanlarını insanın kendine mâl etmemesi çok zordur. Bu oldukça dikkat ve temkin gerektiren bir mevzudur. Birileri sizi sahip olduğunuz bir kısım fazilet ve meziyetlerle övmeye başladığında en azından düşünce ve tasavvurlarınız kirlenebilir. Allah’ı unutarak söz konusu meziyetleri kendinizden bilebilirsiniz. Bence şirk kokan bu tür düşünceleri hayale dahi misafir etmemeli. Hatta daha zorunu söyleyeyim. Uykuya daldığınızda bu tür şeylerin rüyasını bile görmemelisiniz. Zira meseleye biraz Freud’ca bakacak olursak, bir kısım rüyaları insanın şuuraltı müktesebatının açığa çıkması olarak değerlendirebiliriz.

Bütün bunlar, Kur’ân ve Sünnet’in temel esaslarından hareketle Hz. Pir’in ortaya koyduğu acz, fakr, şevk ve şükür yolunun gerekleridir. Haddizatında insanın kendini eli hiçbir şeye yetişmeyen bir aciz, hiçbir şeye sahip olmayan bir fakir görmesi bir fazilet değildir, sadece hakikati ve genel durumunu itiraftan ibarettir. Allah karşısındaki konumunu çok iyi belirleyen bir insanın aksi bir düşünceye sahip olması düşünülemez.

Allah’ın sağanak sağanak gelen lütuflarını görebilen, ümitsizliğe düşmez. Her şey O’nun elinde olduğuna, her şey O’ndan geldiğine ve O’na döneceğine göre ben niye yeise düşeyim ki! Halihazırdaki manzara iç karartıcı olabilir. Fakat yolu açan, yol veren, güzergâhları gösteren ve değişik köşe başlarında karşımıza çıkan gulyabanileri bertaraf ederek güzergâh emniyetimizi sağlayan O ise ben niye karamsarlık yaşayayım ki! Verenin de alanın da tekrar verecek olanın da O olduğuna gönülden inanıyorsam niye yeis bataklığında boğulayım ki! Bilakis azmime sarılır ve mesleğin diğer bir esası olan şevk yolunu tutarım.

Yaptığınız işlere şu gözle bakmanızda hiçbir mahzur yok: Allah’ın kaderî bir planı ve senaryosu var. Bizler de birer oyuncu olarak hiç farkına varmadan sahneye sürülüyor, tahrip olmuş ve yıkılmış bir binayı tamir etmekle vazifelendiriliyoruz. Şayet meseleye böyle bakarsanız, bir taraftan, “Allah’a binlerce hamd ü sena olsun ki bizi böyle güzel işlerde istihdam ediyor.” deyip şükre; diğer yandan da “Acaba Allah’ın bizi tavzif ettiği işlerin hakkını verebiliyor muyum, acaba konumumu verimli bir şekilde değerlendirebiliyor muyum?” diyerek muhasebeye yönelirsiniz.

Allah’a ait lütufları sahiplenmek gizli bir şirk ve O’na ait hakları gasp olduğu gibi, bunları görmezden gelmek de nankörlük olur. İkisi de yanlıştır. En doğrusu, sahip olduğumuz lütufların farkında olmak ama bunları tahdis-i nimet mülahazasıyla zikretmek ve “Rabbimize binlerce hamd ü sena olsun ki bizleri böyle güzel işlerde istihdam ediyor.” diyebilmektir.

Fikir İstikameti

Ne var ki daha önce de ifade ettiğimiz gibi bu tür konularda fikir istikametini koruyabilmek hiç de kolay değildir. Bu, ancak doğru yola girme ile mümkündür. Fakat o yola girdikten sonra da doğru yürüme hususiyeti korunamayabilir; zikzaklar yaşanabilir, kaymalar olabilir. Bir şekilde yürünen yolun adabına riayet edilemeyebilir. Nail olunan ilahî lütufların hakkı tam verilemeyebilir. Bunlar neticesinde de şefkat tokatları gelebilir, kulak çekme kabilinden bir kısım belalara maruz kalınabilir. Allah bir kısım zalimleri musallat edebilir. Tehcirler, tehditler, nefiyler, aziller, mağduriyetler, mazlumiyetler, mahkumiyetler, mevkufiyetler, tenkiller yaşanabilir. Eğer bütün bunlara birer şefkat tokadı nazarıyla bakarsak maruz kaldığımız sıkıntılar bizi tevbe, inabe ve evbe ile Rabbimize yönelmeye sevk eder. Rabbimizin razı olmadığı tavır ve davranışlarımız olduysa bunlara bir kere değil bin kere istiğfar ederiz.

Eğer maruz kalınan mağduriyet ve mazlumiyetler bu mülahazalarla değerlendirilirse yaşanan acılar karşısında hissedilen duygular birden bire kin ve nefretten,  mukabele-i bi’l-misil kaide-i zalimanesinden şefkat ve acımaya döner ve tarihin sayfalarına kara bir leke hâlinde kaydedilecek insanlara ancak acınır.

Allah bugüne kadar iman ve Kur’an hizmetine sahip çıkan adanmışlara çok güzel hizmetler yaptırdı. Sahip olunan değerleri dünyanın farklı yerlerinde temsil etme, İslâm’ın dırahşan çehresine saçılan ziftleri kısmen de olsa temizleme, dine karşı oluşmuş önyargıları değiştirme, eğitim ve diyalog vasıtasıyla insanlar arasında barış köprüleri kurma gibi imkânlar verdi. Bugün de aynı yolda yürümeye devam ediliyor. Allah’tan ümidimiz o ki gelecekte de aynı hizmetler katlanarak yapılmaya devam edecek. Şayet yürünen yolun doğruluğundan eminseniz, aleyhinizde propaganda yapan, sizi yürüdüğünüz yoldan alıkoymaya çalışan insanlara acırsınız. Gayretullaha dokunduğu gün Hazreti Mevla’nın zalimlerin iflahını keseceğini bilir, bugün halka cevredenlerin yarın Hakk’ın divanında verecekleri hesabı düşünür ve hallerine acırsınız.

Cihadın En Faziletlisi

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

عَنْ أَبِي سَعِيدٍ الْخُدْرِيِّ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ

قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

إِنَّ أَفْضَلَ الْجِهَادِ كَلِمَةُ حَقٍّ عِنْدَ سُلْطَانٍ جَائِرٍ

* * *

Hazreti Ebu Saîd el-Hudrî (radıyallahü anh),

Kâinatın Efendisi Rasûlullah (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’in

şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Cihadın en faziletlisi zalim sultana karşı hakkı söylemektir.”

(Ahmed b. Hanbel, Müsned; Hâkim, Müstedrek)

 

Cihadın En Faziletlisi

En genel manasıyla cihad veya mücahede; Allah ile kulları arasındaki engellerin kaldırılması, mâniaların bertaraf edilmesi manasına gelmektedir. Zalim, adaletsiz bir yöneticiye karşı hak ve adaletin ortaya konmasının zorluğu ve bu işi yapanların azlığı sebebiyle Allah yolundaki mücahede ve gayretlerin en değerlisinin bu olduğu Efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem) tarafından bildirilmiştir.

Bu ve daha pek çok hadis-i şeriften anlaşıldığı üzere baskıcı ve adaletsiz bir yönetime rağmen hak ve hakikatlerin meşru yollarla ortaya konması, asla bir isyan ve başkaldırma değil, aksine adaletsizliklerin giderilmesi ve toplumun huzuru için çaba sarfetmektir.

Konuyla ilgili olarak Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُوا اللّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُولِي الأَمْرِ مِنكُمْ فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin, sizden olan ülül-emre de. Eğer Allah’a ve âhirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilâfa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resulüne (Allah’ın kitabına ve Resulünün sünnetine) arzediniz. Hayırlı ve netice bakımından en güzel olanı budur.” (Nisâ Suresi, 4/59)

Elmalılı Hamdi Yazır Hazretlerinin “Hak Dini Kuran Dili” isimli meşhur tefsirinde bu ayet-i kerime izah edilirken “ülül-emr” ifadesinin ilk olarak sahih din âlimlerine, istinbat-ı ahkâma muktedir olan ehli ilm-ü fıkh’a baktığı belirtilmiştir.

Mezkûr ayette daha sonra her seviyeden yöneticilerin mutlaka adil olmalarının lazım geldiğine vurgu yapılmakta ve şunlar söylenmektedir:

“İsyan mevkileri hukümden hariç bırakılmıştır. Şu halde âmirin her emri memuru mesuliyyetten kurtarmağa kâfi gelmez. Bil’farz bir me’mur, âmirinin emri ile rüşvet alsa veya hırsızlık yapsa mesuliyyetten kurtulamaz. Bu manâ ‘Âmirin kanun hilâfına emri, me’muru mes’uliyyetten kurtarmaz.’ diye de ifade olunur.”

Kezalik Abdullah İbn-i Ömer (r.a) Hazretleri’nden rivayet olunduğu üzere Hazreti Peygamber (aleyhissalatü vesselam) buyurmuştur: “Müslim olan kişinin taat vecibesidir, hoşlandığında da hoşlanmadığında da. Meğer ki masıyet (günah) ile emredilmiş olsun. Masıyet ile emrolunana taat yok.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Nisâ Suresi 59. Ayetin tefsiri)

Mevzumuza yakın diğer hadis-i şerifler de usûlünce hak ve adaleti söylemenin önemine ve bunu terketmenin kötülüğüne işaret etmektedir. Bunlardan bir tanesi şöyledir:

“Halkın içinde Allah’tan en uzak olan iki kimse şunlardır: Birincisi, umerânın (yöneticilerin) meclisinde oturur da zulme ait sözlerinde onları tasdik eder. Diğeri ise çocukların muallimidir. Fakat onların hepsini aynı derecede eşit tutmaz ve yetimin hakkı hususunda Allah’dan korkmaz.” (Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî, Râmûzul-Ehâdîs)

Kuran-ı Kerim tefsirleri ve hadis şerhlerinden anlaşıldığı üzere zulüm ve adaletsizliğe düşmenin sebebi; Kuran ve sünnetin göz ardı edilmesi yahut bu iki temel kaynağın yanlış yorumlanmasıdır.

Karşılaşılan her türlü problemin çözümü de iki mübarek kaynağımız Kuran-ı Kerim ve Sünnet-i sahihaya tastamam yönelmek ve bunların samimi temsilcilerine sürekli nazar etmekten geçmektedir.

اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ

وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينْ

وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ

 وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

419. Nağme: Kurban, Hac ve İnsanlık Yetimleri

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli dostlar,

Aslında yarın Bamteli günü ve neşredeceğimiz enfes sohbet hazır. Pazar günleri “nağme” yayınlamak da âdetimiz değil.

Fakat muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi yaklaşık dört saat önceki hasbihalinde çok önemli mevzulara değindi; dinleyip istifade etmeye çalıştığımız mühim hakikatleri bekletmeden sizlere de ulaştırmaya karar verdik.

Aziz Hocamıza içinde bulunduğumuz hac ve kurban mevsimine ait ibadetlerdeki “taabbudîlik” ve “hikmetler” meselesini sorduk.

Hocaefendi, kurban vazifesini, bu vesileyle yola çıkan kurbet kervanlarını, dünyanın dört bir yanında yardım bekleyen müminlerin/insanların imdadına koşmanın önemini ve ister niyet isterse icraat fasıllarında dikkat edilmesi gereken hususları anlattı.

Zulüm ve gadrin, hacca gidecek insanların önlerini kesmeye kadar uzandığı günümüzde, adanmış ruhlar için yol âdâbını bir kere daha hatırlattı; ana damarlar tıkansa bile, alternatif damarların kullanılması gerektiğini kaydetti.

İşte Hocaefendi’nin sohbetinden satırbaşları:

*Bazı ahvalde bazı şeyler böyle terke uğradığı, manasını yitirdiği, bir yetimlik yaşadıkları dönemde bence onları o durumdan kurtarma… İşte o mevzuda hikmetler ve maslahatlardan bahsedilebilir. Mesela zekât verirsin, işte zengin fakir arasında köprüler oluşturursunuz. Fakirin zenginden, zenginin fakirden ayrıldığı dönemde Avrupa’da sosyal ihtilaller tarihi asırlarca sürmüş, insanlar birbirlerini yemiştir. Ve belli bir dönemde bu meseleye çare, çözüm diye bir reçete ortaya atılmış. Diyelim Marx tarafından, Engels tarafından. Ve belli bir dönemde 20, 30, 40 milyon insanın ölümüyle o sistem oturtulmaya çalışılmıştır. Zengin-fakir arasındaki o açıklığı kapamaya matuf. Oysaki İslam dininde zekât, değişik yerlerde Hazreti Pir de ifade ediyor, bir köprüdür adeta, zengin-fakir arasında bir köprüdür. İşte bu maslahatın anlatılması lazım.

Mukarrabîne Yakışır Şekilde Kurban

*Kurban da böyle zekât gibi sadaka gibi bir şeydir. Kurban vacip olan insanlar var. Yani bir insana bir tane kurban vacip. 10 tane de kesebilir. Efendimiz (sas) yaşı sayısınca kurban kesti orada. Ve günümüzde de Allah’ın izni inayetiyle bu yapılıyor yani. Belki evinin bütün efradı için mükellef değiller. Her birisi için birer kurban kesiyor. Bazen ikişer tane de kesiyor. Bazen üç tane de kesiyor. Sizin arkadaşlarınız içinde de belki 10 tane kurban kesen insan vardır. Şimdi bu meseleyi bu seviyede ele almak, daha seviyeli, mukarrabine yakışır, ebrara yakışır, sadıkuna yakışır, muhlisuna yakışır şekilde ele almak günümüzün ihtiyaçlarındandır bence.

*Dünyada yine bu zenginle fakir arasında mesafeler çok açılmıştır. Şimdi o Myanmar’ı düşünün yani. O insanlar düne kadar evlerinden sürgün ediliyordu. Mabetleri yakılıyordu, evleri yakılıyordu, çöle sürgün ediliyorlardı. Şimdi de biraz daha zorlama var. Bunlar tamamen o ülkeden dışarıya çıkarılma gibi. Yani Budizm’in böyle haşince insanlara muamelesini ne Vedalarda, ne Upanişatlarda görmedim yani öyle bir şey. Sizden olmayan, sizin gibi düşünmeyen insanlara böyle bir kahr-u bela kesileceksiniz diye bir şey görmedim. Fakat nasılsa yani birileri işte bu siyaset böyle, idare, hakimiyet mevzu. Dengeleri koruma orada çok zor oluyor. Orada çeşit çeşit mesavi irtikab ediliyor ve meşru görülüyor. Onlar da ihtimal öyle meşru görüyorlar onu.

Müslüman’ın derdiyle dertlenmeli!..

*Şimdi bu insanları görmezlikten gelmek şu hadis kategorisi içerisine girer; ‘Müslümanların dertlerini paylaşmayan onlarla, dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.’ diyor. Bunun manası hakiki Müslüman değildir demek oluyor bu. Bu açıdan, Myanmar’daki insandan, Suriye’de gadre uğrayan insana, varsa Mısır’da gadre uğrayan insana kadar, Yemen’de gadre uğrayan insana, Irak’ta ezilip geçilen o insanlara kadar herkese el uzatmak birer mü’minlik vazifesidir bence. Bu açıdan da belki artırarak devam etmek lazım. Bunun manası anlatılması lazım. Bugün buna ihtiyacın şiddetli olduğu anlatılması lazım. Bu aynı zamanda bir mü’mince tavrın ifadesidir. O mü’minler adına heyecan duymanın ve onların ıstırabını paylaşmanın, onların âlâmını paylaşmanın ifadesidir. Paylaşmazsanız onlardan değilsiniz demektir. Bu açıdan da onun hakiki manasını öyle, arka planını, dayandığı dayanakları, maslahatları, hikmetleri, faydaları anlatmak iktiza eder.

*Namazı bile bilmeyene belki esasen namazın ruhundaki hikmetleri ve faydaları anlatmak lazımdır. Anlatacaksınız. Günde beş defa Allah’la ahd-ü peymanınızı yeniliyorsunuz. Günde beş defa huzur-u kalple mabede gelen, bir imamın arkasında saf bağlayan, kemerbeste-i ubudiyet içinde Allah’a karşı vazifesini eda eden bir insan dıştaki hayatını muamelatını da bir yönüyle ona göre dizayn etmeye bakar. Allah’ın huzurundan geldim, ben şimdi nasıl yalan söyleyeceğim? Nasıl bir kısım politikalara, hem de böyle Makyavelistçe politikalara gireceğim. Nasıl birilerini kandıracağım? Nasıl Kur’an-ı Kerim’in, “Birbirinize ad, unvan, lakap takmayın.” demesine rağmen, ben başkalarına lakap takacağım? Nasıl ben intikam duygusuyla hareket edeceğim? Nasıl birilerini bitirme adına ciddi bir gerilim içinde olacağım? Günde beş defa huzur-u kalple Allah’a inanarak geliyor. Onun karşısında el pençe divan duruyorsan, iki büklüm olup rükûa gidiyorsan, buradaki bu ahd-ü peymana tamamen aykırı olarak verdiğin sözden dönerek bir dönek olarak hayatını kirletiyorsun. İçtimai hayatını, ferdi hayatını, ailevi hayatını, siyasi hayatını, idari hayatını, ekonomik hayatını kirletiyorsun. Namazın böyle bir bağlayıcılığı var burada, günde beş defa. Demek ki, günde beş vakit camiye gelmekle biz kendimizi böyle bir rehabiliteye tabi tutma mecburiyetindeyiz. İnsani ve İslami kıvamımızı ancak bu sayede koruyabilmekteyiz. Yoksa Allah (c.c.) böyle ağır bir tekalifte bulunmazdı.

25:20 dakikalık bu ehemmiyetli sohbeti ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

Musîbetlerin Perde Arkası ve Son Nefese Kadar Hizmet

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, birkaç saat önceki sohbetinde şu mevzular üzerinde durdu:

Bela ve Musibetler Birer Kurbet Rampasıdır!..

*Sevap tek bir kanalla gelmez, çok farklı kanallarla gelir. Bu açıdan da gönülden arzu etmediğimiz, istemediğimiz şeylere maruz kaldığımız zaman, “Bu defa ilâhî tecelli olarak böyle bir kanal kullanıldı. Bizim sevap havzımıza bu defa da bu kanalla sevap akıyor, Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğuna bu yolla yaklaşıyoruz, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ı bu yolla hoşnut ediyoruz!” mülahazasıyla meseleye bakmalı.

*İnsanın maruz kaldığı şeylere daha baştan, sebebini bilmeden sabretmesi, işte esas sabır odur. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Sabır, hadisenin şokunu ilk yediğiniz zamanki sabırdır.” buyurur. Sonra, biraz evvel arz ettiğim mülahazalara bağlı, döner hadiseleri yorumlarsınız: “Bak, bu bana şunu kazandırdı, şöyle gözümü açtı; elmas kömürden şöyle ayrıldı; mü’min münafıktan şöyle tefrik edildi…” Bu mülahazaları gözden geçirip değerlendirdikten sonra, “Yahu başıma gelen bu şey de sabredilecek bir şeymiş!” demek, bu da bir sabırdır; fakat işin esbabını bilmeden, daha hadisenin şokunu yaşadığın zaman sabretmen, çok farklı bir şeydir. En mübarek ibadetlerden daha fazla size sevap kazandırır. Bir hamlede, bir nefhada, bir rampaya binmiş gibi sıçrar, âlâ-yı illiyyîn-i kemâlâta çıkarsınız. Kendinizi meleklerle hem-saf bulursunuz. Bela ve musibetler kadar insanı evc-i kemâlâta hızlı çıkaran başka bir şey yoktur.

*Dertlileri sever Rahman. Onların iniltisi nezd-i ulûhiyette, en tatlı dualardan, tazarrulardan, niyazlardan daha nâfiz, daha geçerli ise, bence endişe duymamalı, O’na tazarru ve niyaza yönelmeli. Ferdî hayatınıza gelip musallat olan virüsleri, problemleri, dertleri, hastalıkları… mutlaka Kendisine tazarru ve niyaza, Kendisine yönelmeye sevk etmek için değişik tecellî dalga boyunda size bir iltifatın ifadesi olarak görmelisiniz. Sizin iniltinizi duymak istiyordur, sizi tazarru ve niyaza sevk etmek istiyordur.

Nefse Takılmamanın Yolu Yüce Bir Gayeye Gönül Vermektir!..

*İ’lâ-yı kelimetullahın ve kendi ruhunuzun abidesini ikame etmenin dışında göstereceğiniz her gayret boştur, havanda su dövme demektir. Burada belki size bazı şeyler kazandırabilir; alkış kazandırabilir, takdir kazandırabilir, şuursuz kitle psikolojisiyle hareket eden yığınları sizin arkanızdan koşturabilir. Fakat bunların hiçbirinin uhrevî âlem itibarıyla Allah nezdinde bir arpa kadar kıymeti yoktur! Dağlar cesametinde kıymeti olan bir şey varsa, o da Allah yolunda mücahededir. “Bir kimse Allah yolunda ölesiye cihad ederse, yani kalbler ile Allah arasında engelleri yıkarak kalblerin Allah’la bütünleşmesini, buluşmasını sağlama istikametinde cihad ederse, işte o Allah yolunda bir cihaddır!” Onun dışındaki şeyler size şirin, tatlı görünebilir, fakat nezd-i ulûhiyette kıymet-i harbiyesi yoktur bunların.

*Yolunuz bu ise, -Budur inşaallah; bütün kardeşlerinizin, dostlarınızın, taraftarlarınızın, sempatizanlarınızın ve arkadan gelecek, münevver ve münevvir nesl-i âtînin gaye-i hayali de budur inşaallah.- bu gaye-i hayal ile yaşadığınız sürece Allah’ın izniyle eğriliklere, yamukluklara sapmayacaksınız. İnsan yüksek bir mefkûreye kilitlenmeli, onu realize etmeye çalışmalı ki, kendine takılmasın.

*Böyle bir gaye-i hayaliniz yoksa, insan hiç farkına varmadan kendi enaniyetine, egosuna takılır. Önce bir egoist olur o, her şeyi kendine bakan yanıyla değerlendirir. Çıkarlar… Hangi çıkarlar? “Bana faydası ne bunun?” düşümcesine bağlı menfaatler. İşte ona bağlanır. Millet çapında çıkarlar, toplum çapında çıkarlar, din-diyanet çapında çıkarlar, sizin arkadaşlarınızın açılımının kazandırdıkları çapında çıkarlar.. eğer kendisine bunlardan bir menfaat gelmiyorsa, bir kazancı yoksa, onun için bunların hiçbirinin kıymeti yoktur. “Bunların hepsi yıkılmalı, bu müesseselerin hepsi kapanmalı; çünkü bana dönen bir şey yok bunda!” Böyle bir egoizmaya sapma olur. Sonra daha da derinleşir, her şeyi kendine bağlı görür hafizanallah; o zaman da egosantrist olur. Meseleyi biraz daha ileriye götürünce bir narsist haline gelir. Gözü artık kimseyi görmez. Hatta mevhum bir kısım düşmanlara karşı bile nefretle oturur, nefretle kalkar. Nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle dirilir!

“Sabır, Kurtuluşa Ermenin Sırlı Anahtarıdır.”

*İnsanlar her zaman bela ve musibetlerden çekmişlerdir. Size düşen de budur. Bir sözde derler ki; (her Musa için bir Firavun) her Firavun için de bir Musa vardır. Hazreti Musa’nın karşısında Firavun olmuştur. Hazreti İbrahim’in karşısında Nemrut olmuştur. İnsanlığın İftihar Tablosu hem Nemrutlarla hem Firavunlarla hem de daha ne türlü belalarla karşılaşmıştır. Raşit Halifeler de o belalarla karşılaşmışlardır. O büyük müceddidler de, Abdulkadir Geylani hazretleri de, İmam Gazzali hazretleri de hep çekmişlerdir. Bu dünyada hiçbir zaman firavunsuz yaşanmamıştır. Her zaman Yezidler, Haccaclar bulunmuştur ve onların karşısında da mazlum sahabi ve tâbiin bulunmuştur. Ama dişlerini sıkıp sabretmişlerdir. Kim sabreder, dişini sıkar, katlanırsa, Allah’ın izni ve inayetiyle zaferyâb olur, umduğu şeylere nail ve mazhar olur. “Sabır, kurtuluşa ermenin sırlı anahtarıdır.”

*“Boş değiliz!” diyen insan boşun ta kendisidir. Bunca iyilik ve güzellikler karşısında -insanız zayıfız, aklımızdan geçebilir- “Galiba biz de bir şey yapıyoruz!” dersek, Allah hemen tokadı suratımıza indirir. Her şeyi O’ndan bilmeli. “Biz de bir işe yarıyormuşuz!” derseniz, hafizanallah egoizmaya bir kanal açmış olursunuz. Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır. Günaha ve küfre doğru bir adım atmış olursunuz farkına varmadan. Kendi durduğunuz yerden bir adım uzaklaşmış, şeytanın durduğu yere bir adım yaklaşmış olursunuz. Her adım başka bir adıma çağrı olduğundan, ikinci adımı atmak biraz daha kolaylaşır hafizanallah. Üçüncüsü daha da kolaylaşır. Ve sonra insan kendisini bu yanlış adım atmalar sarmalı içinde bulur.

Geride Bir Atı, Bir Kılıcı ve Bir de Kalkanı Kalmıştı!..

*Büyük zafer ve muvaffakiyetler Cenâb-ı Hakk’ın inayetinden bilinmez de şahıslara verilirse, o şahıslar hafizanallah güç ve kuvvet zehirlenmesine maruz kalırlar.

*Halid b. Velid cihan çapında bir kumandandı. Allah (celle celâluhu), iki büyük imparatorluğu onun kılıcıyla dize getirmişti. Asker, başında Halid’i görmeyince bir yere hareket etmeyecek derecede ona bağlanmıştı. Bununla beraber, Yermuk muharebesi gibi Müslümanların ölüm-kalım mücadelesi verdiği bir sırada, Halife Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) onu azletmişti. Emri tebliğ vazifesi kendisine verilen Muhammed b. Mesleme, Hazreti Halid’in başındaki sarığı boynuna takıp onu bu hâlde halifenin huzuruna getirivermişti. Hazreti Ömer “Halid! Allah şahit ki seni çok seviyorum. Ama halk bütün zaferleri senin şahsında buluyor. Hâlbuki bize bu zaferleri ihsan eden Allah’tır. İnsanların şirke düşmesine meydan vermek istemiyorum. Ve bunun için de seni kumandanlıktan azlediyorum.” demişti.

*Hazreti Halid b. Velid ruhunun ufkuna yürüdüğünde geriye bir atı, bir kılıcı ve bir de kalkanı kaldı. Yuh olsun başka şekilde düşünenlere!.. Kendisini bir şey zanneden egoistlere, egosantristlere.. imkan elde ettiği zaman kendi için yeni imkan yolları araştıranlara.. villalar, yalılar hazırlayanlara.. yuh olsun…

Öyle Bir Sevgiliye Gönül Bağla ki, Batıp Gitmesin, Gönlünü Dâim Şâd Eylesin!..

*Şu fâni dünyaya aldanmamalı. Aziz Mahmud Hüdâî hazretleri ne hoş söyler: Yalancı dünyâya aldanma yâhû / Bu dernek dağılır dîvân eğlenmez / İki kapılı bir virânedir bu / Bunda konan göçer, konuk eğlenmez. Alvarlı Efe Hazretleri de şöyle der: “Acep bir karûbân hane bu dünya / Gelen gider konan göçer bu elden / Vefası yok sefası yok fani hülya / Gelen gider konan göçer bu elden.”

*Böyle ölümlü bir dünyada faniyât ü zâilâta dil bağlamamak lazım. “Afitâb-ı hüsn-ü hûbân âkıbet eyler üful / Ben muhibbi Lâ Yezâlim, “lâ ühıbbü’l-âfilîn.” (Güneş gibi güzel yüzler de sonunda batar gider; bu itibarla ben, fânî güzelleri değil, batmayan ebedî güzeli severim.) O güneş yüzlü sevgililer elbet bir gün gurub eder giderler, güzel çehreler akıbet eyler üfûl. Ben zâil olmayan birinin tutkunuyum, meftunuyum, muhibbiyim; batıp gidenleri sevmem. Arkasını bana dönüp kaçanları sevmem.

*Alvarlı Efe Hazretleri der ki: “Öyle bir dildâre dil ver eyleye dilşâd seni / Öyle bir dâmeni tut ki ede ber-murâd seni!” Yani, öyle bir sevgiliye gönül bağla ki, gönlünü şâd etsin. Öyle bir eteğe yapış ki, seni muradına erdirsin. Cenâb-ı Hak’tan başka kim size bunları verebilir?!. Onun için varsın sizin arkadaşlarınız fakir olarak yaşasın.. varsın yalısız, villasız, köysüz, dikili bir taşı olmadan yaşasın.. cepheden cepheye koşsun.. elin âlemin binlerce dolarla çalıştığı yerlerde “kût-u lâyemût” (ölmeyecek kadar)’la -hem de amele gibi çalışarak- geçinsin. Varsın olsun; zira bu dünya fanidir bunda kalınmaz. “Dünya geçicidir, burada kalınmaz / Ne kadar mal olsa, murad alınmaz / Gafil olma sakın, geri dönülmez / Yürü dünya yürü, sonun virandır / Meded, bundan sonra ahir zamandır.”   

*“Mala, mülke mağrur olma, deme var mı ben gibi / Bir muhalif rüzgâr eser savurur harman gibi.” Kimleri savurmadı ki?!. Ne Süfyanlar yuvarlanıp o gayyaya gittiler. “Bindirirler cansız ata, indirirler zulmete / Ne ana var, ne ata, örtüp pinhân ederler / Ne kavim var, ne kardeş, ne eşin var, ne yoldaş / Mezarına bir çift taş, diker nişan ederler.” İşte sen osun!..Dünya malı elde iken düşmanların dost olur / Elde bir şey kalmayınca dost bile düşman olur.” Öyle bir yâre gönül vermeli ki, her zaman dostluğu devam etsin ve o dostluk bir işe yarasın. Allah’tan başkası için bu düşünülemez; zılliyet planında da Ruh-u Seyyidi’l Enam’dan başkası için düşünülemez, Kur’an’dan başkası için düşünülemez, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l Enâm’ın yolundan başkası için bu düşünülemez.

Son Nefese Kadar Ubudiyet ve Hizmetten Dûr Olmamalı!..

*Biliyorsunuz, rahatsızdım, “konuşmayayım” diyordum. Fakat arkadaşların da isteği olunca “Acaba Cenâb-ı Hak beni de te’dib eder mi?” diye endişe duydum. Daha evvel, Yaşar Tunagür Hoca’dan bizzat dinlediğim bir hadiseyi size nakletmiştim: Merhum Yaşar Hoca gibi bazı tanıdıklarımın da kendisinden ders aldıkları Hüsrev Hoca, iyice yaşlanmasına rağmen sırt üstü yatarak dahi olsa talebelerine ders vermeye devam eder. Fakat son zamanlarında artık kitabı bile elinde tutamaz hale gelir. Onun bu hâlini gören talebeleri, bu durumun mâkul bir mazeret teşkil ettiğini söyleyerek hocalarının ellerinden kitabı almak isterler ama o vazifesine devam edeceğini söyler.

*Yaşar Hoca ve bir grup arkadaşı her gün Hüsrev Hoca’nın evine gidip ders almayı sürdürürler. Yine bir gün dersi tamamlayıp ayrılacakları esnada avluda kaynamakta olan bir kazan ile boş bir tabutun durduğunu görürler. Merak ve endişe ile Hüsrev Hoca’ya ne olduğunu sorarlar. Hoca ahirete çok iyi inanmış biri olarak, gayet rahat bir tavır içinde “Hani bizim üniversitede okuyan bir kız vardı ya, o bugün vefat etti” der.

*Hüsrev Hoca bütün manilere ve rahatsızlıklarına rağmen derslerini aksatmaz. Nihayet bir gün iyice takatten kesilen elindeki kitap kayar ve yere düşer. İşte o zaman Hüsrev Hoca ellerini kaldırıp “Allahım bağışla beni, bırakmak istemiyordum ama artık götüremiyorum!” der ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya durur.

*Bütün bu mülahazalarla, ben bu denen şeylerde bir şey olduğu kanaatini taşımayabilirim. Arkadaşları tasdî’ ettiğimi (başlarını ağrıttığımı) düşünebilirim. Fakat onlar bir şey olduğuna inanıyorlarsa, onların hatırına, en azından onların sevap saydıkları bu şey “olsun” dedim. Rabbime hesap verme endişesiyle, bugün de hasta masta -öğleden evvel, öğleden sonra ne çektiğimi Rabbim biliyor- o büyük insan gibi “Öleceksek, böyle bir şey yaparken ölelim.” mülahazasıyla geldim, o mülahaza ile başınızı ağrıttım.

Hayırhah Arkadaş ve Mâbeyn-i Hümâyûn

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, bu sohbetinde özellikle şu hususlara vurguda bulunuyor:

Herkes, Kusurlarını Kendisine Söyleyebilecek Hakperest Bir Arkadaş Edinmeli!..

*Her mü’min, zaaflarını bilen bir insan basireti ve idrakiyle, kendisine yer yer kusurlarını hatırlatacak bir arkadaş edinmelidir.

*İzmir’e ilk gittiğim yıllarda Erzurumlu, hayatını Sünnet-i Seniyye çizgisinde sürdürmeye çalışan kıymetli bir arkadaşım vardı. Gözünün içine baktığınızda, onda size Allah’ı hatırlatabilecek mânâlar görürdünüz. Bu arkadaşıma bir gün şöyle bir teklifte bulundum: “Yanlışlarımı gördüğün zaman sen beni ikaz edeceksin. Senin bir yanlışın olduğu zaman da ben seni uyaracağım.” Böylece çizgimizi bulma, Allah’ın bizi koyduğu yerde yörüngemizi takip etme ve yanlış yolda yürümeme adına birbirimize yardımcı olacaktık. İşte böyle bir mukaveleden sonra, namazın secde ve rükûlarında tesbihleri istenen seviyede söylememem karşısında bir gün yanıma geldi ve bana şöyle bir ikazda bulundu: “Falanlar gibi ne öyle namazı verip veriştiriyorsun. Allah’a en yakın olunan o hâli niye dolu dolu dua ile zenginleştirmiyorsun?” Onunla bu konuda bir kardeşlik mukavelesi yapmış bulunmamıza ve bunu da benim teklif etmiş olmama rağmen kemal-i teessüfle itiraf etmeliyim ki, fren yemiş araba gibi sarsıldım. Ancak, Rabbime hamd olsun ki, hemen kendi içime dönerek, “Gerçek sabır ilk anda gösterilen tahammüldür. Şimdi iradenin hakkını verme zamanı. Bu onun vazifesi olduğu için benim mukabelede bulunmamam gerekir. Zaten ben de bunu hak etmiştim. Namazda böyle bir hususa dikkat etmeliydim.” dedim.

*Eğer kendi kendimizi göremiyorsak, mutlaka bize bazı yanlarımızı hatırlatabilecek, “Bakışlarında, irisinde okuduğuma göre sende az kibir var gibi, tepeden bakıyorsun!” diyebilecek arkadaş edinelim. Böyle dediği zaman da rahatsız olmayalım. Çünkü bu iç dünyamız itibarıyla bizi tamire sevk eder.

Arkadaşlık Hukukunda da Usûl ve Üsluba Riayet Edilmelidir!..

*Hayırhah arkadaşı, bir eğri büğrüyü, bir kırık döküğü haber verdiği zaman insan darılmamalı; fakat o da üslup açısından muhatabını tepkiye sevk etmeyecek bir üslup kullanmalı; usûlü üsluba feda etmemeli. Denmesi gerekli olan şeyi mutlaka söylemek bir esastır; ama onu, rencide etmeyecek ve reaksiyona sebebiyet vermeyecek bir tarzda söylemek de üsluptur. Bu açıdan bu tür durumlarda söylenecek şeyleri usûlüne göre söylemeliyiz. Karşımızdaki insanın karakterini iyi okumalı, ne ölçüde tepki verebileceğinin tespitini yapmalı ve işte buna göre alternatif üsluplar bulma yoluna gitmeliyiz. Aksi takdirde kusurları düzeltelim derken, insanları rencide edip incitirsek üslupta yapacağımız böyle bir hatayla her şeyi yıkıp yerle bir eder ve hiç beklemediğimiz sonuçlarla karşılaşırız.

*Herkesin bir hayırhah arkadaşa olan ihtiyacını o büyük sultanlar şeyhülislamlarını dinleyerek gidermişlerdir. Kanunî gibi büyük bir sultan adımını atarken bile Şeyhülislam Ebussuud Efendi’ye soruyordu. Fatih, Akşemseddin’in ve Molla Hüsrev’in gözünün içine bakıyordu. Onlar gibi, hakkın hatırını âlî tutan ve “Hünkârım, bu doğru değil!” diyecek kadar hakperest olan insanlardan birer mâbeyn-i hümâyûn oluşturmuşlardı.

Hazreti Fatih’in Adalet Karşısında Boyun Eğişi ve Hızır Çelebi’nin Hakperestliği

*Büyük sultanların hak karşısında boyun eğişlerine misal sadedinde şu hadise anlatılır: Fatih Sultan Mehmed Hazretleri, daha yirmi bir yaşında iken Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) övgüsünemazhar olup en muallâ mevkiye ulaşan bir ulu sultandır. O, İstanbul’u fethettikten sonra, yaptıracağı caminin belli bir sayıda sütuna oturtulmasını ister ve mimar Sinan Atik’e bu mevzuda talimat verir. Ne var ki mimar, bu talimata uymayarak sütun sayısını eksik tutar ve Fatih’e göre önemli bir mimarî hata işler. Bunun üzerine Fatih, onun elinin kesilmesini veya kırılmasını emreder. Cezası uygulanan Sinan Atik, mahkemeye müracaat eder ve mahkemece davasında haklı bulunur. Derken, Fatih mahkemeye celb edilir ve Hızır Çelebi’nin hâkimliğini yaptığı mahkemede Fatih’in de elinin kesilmesine ya da kırılmasına karar verilir. Hükmü öğrenen büyük sultan, gayet mütevekkil bir şekilde cezalandırılmayı kabul eder. Bu manzarayı gören Sinan Atik, hemen meseleye müdahale eder ve bu adaleti gördükten sonra, ailesinin geçinebileceği nafakayı Fatih’in vermesi şartıyla davasından vazgeçer. Böylece Fatih kısastan kurtulmuş olur. Sultan Fatih, mahkemeden sonra Hızır Çelebi’ye döner ve “Eğer Allah’ın hükmüyle hükmetmeseydin, şu kılıçla/topuzla senin kelleni indirecektim!” diye kükrer. Bu kükreyiş karşısında Hızır Çelebi de, “Eğer verdiğim hükmü kabul etmeseydin, ben de sana aynı şeyi yapacaktım!” sözleriyle karşılık verir ve sakladığı hançeri çıkarıp padişaha gösterir.

Hazreti Bediüzzaman, Allâme Hamdi Yazır ve Mehmet Akif de Mâbeyn’in Gazabına Uğramışlardı!..

*Ertuğrul Düzdağ Bey der ki: “Esas Abdülhamid’in (cennet-mekân) başına gelen o gailelerin arkasında mâbeyn-i hümâyûn vardı.” Mâbeyn-i hümâyûn dediğimiz o kalem-i mahsus (özel kalem) müdürleri, danışmanlar, mütebasbıs insanlar çevreyi sarınca, hiçbir hakikat doğrudan doğruya merciine ulaşmıyordu. Düşünün ki, Hazreti Üstad yüz sene önce güneydoğuda, doğuda üniversite yapma meselesini teklif etmişti. Doğunun problemi cehaletti, ilimle giderilecekti; ihtilaftı, ittifakla giderilecekti; fakirlikti, millete kazanma yolları gösterilmekle giderilecekti. Bediüzzaman bu reçeteyle gelmiş, mâbeyn-i hümâyûna müracaat etmişti. Heyhat, sesi yukarıya çok farklı ve çarpık aksettirilmiş; neticede hakkında deli denmiş ve Hazret tımarhaneye gönderilmişti. Bu, mâbeyn-i hümâyûnun, o çevrenin, o danışmanların, o kalem-i mahsus müdürlerinin gazabına uğrama demekti.

*Dolayısıyla o dönemde Abdülhamid’e (Mekânı Cennet olsun, ona karşı hürmetim yürektendir) alerji duymayan, ondan rahatsız olmayan bir elit yok gibiydi; hemen herkes rahatsızdı ondan. Mesela büyük müfessir Allâme Hamdi Yazır küstürülmüştü; Sultan hal’ edilirken fetvanın metnini o yazmıştı. Mehmet Akif gibi bir insan diyor ki, hal edildikten sonra, “Ne melunsun ki rahmet okuttun ruh-u iblise!” Siz zannediyorum sıradan bir insan için bile kullanmazsınız bu tabiri. “Yıkıldın gittin ey mülevves devr-i istibdad” şiirinde açıktan açığa “Ne melunsun ki rahmet okuttun ruh-u iblise!” diyor. Fakat bunu dedirten nedir? O mâbeyn-i hümâyûn. O her dediğine “Efendimiz, ne buyuruyorsanız, doğrusu odur! Nasıl ferman ediyorsanız, ne dediyseniz mahz-ı hikmettir efendim, mahz-ı maslahattır efendim, mahz-ı istihsandır efendim; siz kat’iyen yanlış söylemezsiniz!..” diyen kimselerdir.

“İstişare etmeyen hüsrandan kurtulamaz; iktisat etmeyen de fakirlik cenderesinden sıyrılamaz.”

*Allah Rasûlü, her meseleyi ashabıyla istişare ederek onların düşünce ve görüşlerini alıyor, planladığı her işi mâşerî vicdana mâl ediyor ve onun hissiyat, duygu ve temayüllerini âdeta blokaj gibi kullanarak, karar verdiği işlere mukavemet açısından ayrı bir güç kazandırıyordu. Efendimiz, şöyle buyuruyordu: “İktisat eden fakir olmaz. İstişare eden de hüsrana uğramaz, pişmanlık yaşamaz.” Bunun mefhum-u muhalifi şudur: İstişare etmeyen haybetten, hüsrandan kurtulamaz; iktisat etmeyen de fakirlik cenderesinden sıyrılamaz.

*Hudeybiye Antlaşması, Müslümanlara çok ağır gelmişti. Öyle ki, herkes öldüren bir gerginlik içine girmişti. Bu arada Allah Rasûlü, kendisiyle umreye gelenlere, kurbanlarını kesmelerini ve ihramdan çıkmalarını emretmişti. Ancak sahabe, acaba verilen kararda bir değişiklik olur mu diye, meseleyi biraz ağırdan alıyordu. Allah Rasûlü, emrini bir kere daha tekrarladı. Ancak, sahabedeki o ümitli bekleyiş tavrı değişmedi. Aslında bu ağırdan alma, Allah Rasûlü’ne karşı asla bir muhalefet değildi; sadece başka bir alternatifin olup olmadığını öğrenmekti. Zira Kâbe’yi tavaf etmek üzere yola çıkmışlardı ve bu mülâhaza ile Hudeybiye Antlaşması’ndaki şartlarda bir değişiklik beklentisi içinde bulunuyorlardı. İki Cihan Serveri, sahabedeki bu durumu sezince hemen çadırına girdi ve zevcesi Ümmü Seleme validemizle istişarede bulundu. Bu ufku geniş annemiz, istişarenin hakkını vermek için fikrini beyan etti. Çünkü o da biliyordu ki, Allah Rasûlü onun diyeceklerine muhtaç değildi; ne ki, böyle bir istişare ile bize içtimaî bir ders veriyordu. Validemiz, Allah Rasûlü’ne şu mealde sözler söyledi: “Yâ Rasûlallah! Emrini bir daha tekrar etme. Belki muhalefet eder ve mahvolurlar. Fakat sen, kendi kurbanlarını kes ve onlara bir şey demeden ihramdan çık. Onlar verdiğin emrin kesinliğini anlayınca, ister istemez sana itaat edeceklerdir.” Allah Rasûlü de zaten böyle düşünüyordu. Hemen bıçağını eline aldı ve çadırından çıkarak kendine ait kurbanları kesmeye başladı. Onu böyle gören sahabe de kendi kurbanlarını kesmeye koyuldu. Çünkü artık verilen karardan dönüş olmadığını anlamışlardı.

“Sen Ne Olmuşsun Böyle?!.”

*Fert planında hayırhah arkadaş edinmeden, toplum çapında da işler hakperest mâbeyn-i hümâyûnla götürülmeden hatalar sarmalından kurtulmak mümkün değildir. Kendilerine yahşi çeken, “Sen yahşisin, herkes yaman!” diyen kimselerin dürtülerini fikir kabul eden muhakemesiz insanlar ümmetin başına musallat oldukları sürece de ümmet, başındaki gailelerden, problemler sarmalından katiyen sıyrılamaz. Hem fert hem aile hem de toplum planında yanlışımızı hatırlatıp düzeltebilecek, yanlış yola girmemize meydan vermeyecek ve şehrahta yürümemizi sağlayabilecek hakikatbîn (hakikati gören) yol göstericilere ihtiyaç var.

*Talebelik arkadaşlarımdan biri, bir Ramazan-ı şerifte Edirne’ye uğramıştı. Ziyaretime geldiği bir gün pencerenin kenarına dayanmış konuşuyorduk. Ben bir münasebetle, “Hazreti Muhammed böyle buyuruyor, Hazreti Muhammed şöyle buyuruyor…” gibi bir-iki söz ettim. Haddizatında, bugün çoğu kimse öyle bir ifadeyi saygı sayıyor, kimi İlahiyatçılar dahi “Peygamber” deyip geçiştiriyor. Fakat son dönemde “Sen kimsin?” diye bağıran birine adeta “Sahi, Sen kimsin?” diyerek ilk cevap verenlerden olan o arkadaşım yüzüme garip garip baktı, gözlerini gözlerime dikti ve “Yahu, sen ne olmuşsun böyle! O senin babanın oğlu mu ki, O’ndan bu kadar rahat bahsedebiliyorsun?” dedi. Böyle bir ikaz karşısında, ilk anda fren yemiş araba gibi biraz zangırdadım. O anda içimde hâsıl olan sarsıntıyı tam ifade edemem; fakat çok sarsıldığımı söyleyebilirim. Ne var ki, biraz düşününce, -Rabbim şahit- içimden ona “Allah senden razı olsun! Gerçekten ben ne olmuşum!..” dedim. Evet, söylediğim sözlerde, şimdikilerin hürmet ifadesi için fazla bile buldukları “Hazret” tabiri vardı; ama o, benim nazarımda Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’i (aleyhi ekmelüttehâyâ) tebcile yetmemeliydi ve medrese arkadaşım haklı olarak beni ikaz etmişti.

*Böyle arkadaş edinin eksiğinizi gediğinizi usulüne göre söylesin; siz de bu sayede kendinizi okuma fırsatını elde etmiş olun.

Namaz: Dinin Direği Mü’minin Miracı

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

عَنْ جَاِبرٍ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ

قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

بَيْنَ الْعَبْدِ وَ بَيْنَ الْكُفْرِ تَرْكُ الصَّلاَةِ

* * *

Hazreti Câbir (radıyallahü anh), Kainatın Medar-ı İftiharı Efendimiz (aleyhissalatü vesselam)’ın şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“Kul namazı da terketti mi, işte o zaman küfürle arasında hiçbir perde kalmamış demektir.”

(Müslim, İman, 134; Ebû Davud, Sünnet, 15;  Tirmizî, İman, 9; İbn Mace, İkamet, 17)

 

Namaz: Dinin Direği Mü’minin Miracı

Salih amellerin tâcı olan namaz, Kuran-ı Kerim’de imandan sonra en çok zikredilen ve hakkında vurgu yapılan ibadettir. Sünnet-i seniyyede de namazın ayrı bir yeri vardır. İslam’da İbadet ve amel-i salih denince ilk akla gelen namazdır.

Namaz, diğer salih amelleri câmi, kuşatıcı olması yönüyle Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem) tarafından üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Hadis-i şeriflerde vârid olduğuna göre ahirette kulun ilk olarak hesaba çekileceği amel namazdır ve bu hususta hesabını kolay veren kimsenin, diğer amelleri hakkında da hesabının kolay olacağı bildirilmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de pek çok zikredilen namazla ilgili olarak bir ayet-i kerime şöyledir:

وَأَقِمِ الصَّلاَةَ إِنَّ الصَّلاَةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ

وَلَذِكْرُ اللهِ أَكْبَرُ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ

“Na­ma­zı hak­kıy­la eda et. Mu­hak­kak ki na­maz, in­sa­nı, ah­lâk dı­şı dav­ra­nış­lar­dan, meş­rû ol­ma­yan iş­ler­den alıkor. Al­lah’ı (na­maz­la) an­mak, el­bet­te en bü­yük fa­zi­let­tir. Al­lah bü­tün iş­le­dik­le­ri­ni­zi bilir.” (Ankebût Suresi, 29/45)

Namaz, insanı bir mi’rac gibi Allah huzuruna yükseltmesi ve ona kulluğunu en derin şekilde duyurması yönüyle eşsiz bir ibadettir. O, İnsan nefsinin kibir ve gururunu kıran, onu cennetlere ehil hale getiren muhteşem bir vasıta ve buraktır.

Kıldığımız namazların her bir rek’atinde “Allah’ım, yalnız sana ibadet eder ve yalnız Sen’den yardım dileriz.” ifadesi bize her gün defalarca Allah katında sonsuz kıymeti hâiz ihlası ve Allah’a tevekkülü tembihler.

İnsan namaz ile Allah’a itaati öğrendiği gibi psikolojik ve sosyal açıdan da namazın yeri ayrıdır. Onun vesilesiyle ferd ve toplumlar disiplini ve hayatı tanzim etme meleksini kazanır.

Vaktinde ve cemaatle kılınan beş vakit namaz, zamanın genişleyip bereketlenmesine vesiledir. Namazı vaktinde ve cemaatle kılma alışkanlık ve şuurunu kazanmış bir mü’minin hayatı hep nurlu ve bereketlidir. Günümüzde pek çok insanın şikayet ettiği vakit darlığı ve zamanın hızla geçip gitmesi onlar için söz konusu değildir.

Bütün inananlar, namaz vasıtasıyla tarağın dişleri gibi bir olup ittifak ve kardeşliklerini pekiştirirler. Protokollerin ve adam kayırmaların olmadığı tek yer namaz saflarıdır.

Namazın beden ve çevre temizliğine vesileliği de ayrıca ele alınması gereken muazzam bir konudur çünkü hem namaz kılan kimse hem de namaz kılınan mekanların hep temiz olma şartı vardır. Abdest ve mekan temizliğinin beden ve ruh sağlığına olumlu etkisi de ayrı bir yazı konusu.

Namazın dünyevî faydalarının çok çok ötesinde onun en önemli yanı şüphesiz ki bir ahiret azığı, sermayesi olmasıdır. Din binasının temeli iman, direkleri namaz, kubbesi de mücahededir. Din binasını koruyan fanus, namazdır. Koruyucu fanusu ve direkleri olmayan yahut direkleri zayıf olanın binanın göçme tehlikesi olduğu gibi namazsız imanın korunması da zordur. İman ve namaz ikiz kardeştir.

Kulluk ve şükrü ifadenin en güzel ve Allah katında en makbul yolu namazdır. Bir hadis-i şerifte bildirildiği üzere iman ile küfür arasında namazı terk vardır. Yani namazın terk yahut ihmali küfre kapı aralamaktadır. Bu sebeple Allah Rasülü (aleyhissalâtü vesselam), ümmetini böyle bir kötü akıbete karşı sakındırmıştır:

لَا دَيْنَ لِمَنْ لَا صَلَاةَ لَهُ إِنَّمَا مَوْضِعُ الصَّلَاةِ مِنَ الدِّينِ كَمَوْضِعُ الرَّأْسِ مِنَ الْجَسَدِ

“Namazı olmayanın kamil manada dini yok demektir. Namazın dindeki yeri, başın bedendeki yeri gibidir.” (Taberanî, el-Mu’cemüs-Sağîr, 1/113; Suyûtî, el-Câmius-Sağîr, 2/387)

Efendimiz (aleyhişssalatü vesselem)’ın ayrıca buyurduğu üzere ahirette bütün insanlar sıkıntılı iken Cenab-ı Hakk’ın gölgesinde rahat ve mutluluk içinde olacak yedi sınıf insandan birisi de namzlarını daima vaktinde ve cemaatle kılmaya çalışan ve mescidden ayrılırken aklı ve kalbi orada kalan insanlardır.

Farzların ve revâtib (farzlara bitişik) sünnetlerin haricinde kıldığımız teheccüd, duhâ ve evvâbîn gibi namazlar bizi Allah’a daha da yaklaştırmaları yönüyle çok önemlidirler. Bu şekilde namaz insanı haline gelenlerin ahirette hesaplarını çok kolay olacağı yahut sorgusuz-sualsiz cennete gideceklerine dair hadisler bulunmaktadır.

Allah Rasülü Efendimiz mescide gidebilecek herkesin namazı mutlaka cemaatle mescitte kılmasını istemiş ve çocukların da küçük yaşlardan itibaren namaza alıştırılmalarını emir ve tavsiye buyurmuşlardır.

Alvarlı Efe Hazretleri de namaz için şöyle demektedir:

Namaz dinin direğidir, nurudur,

Sefine-i dini namaz yürütür,

Cümle ibadetin namaz piridir,

Namazsız niyazsız İslam olur mu!?

Konumuzu İmam Rabbânî Hazretlerinin Mektubat’ından namazla ilgili bir beyitle noktalayalım:

“Kıl namazı, çün saadet tacıdır,

Namazı öyle bil ki, mü’minin miracıdır.”

اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ

وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينْ

وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ

 وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

326. Nağme: Cicada Korosunun Zikrini Dinliyoruz!..

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Bir haftadan beri her yandan yükselen çok farklı bir zikir sesiyle yatıp kalkıyoruz.

“Cicada”lar on yedi sene yer altında bekledikten sonra nihayet toprağın üstüne çıkıp ağaçların en yüksek dalları başta olmak üzere her yana yayıldılar.

Cicada, (“Sikeyda” şeklinde okunuyor) Ağustosböceğigiller’den bir hayvancık.

17 sene boyunca toprağın bağrında sessizce bekleyen anne-baba Cicada’lar en fazla 5-6 haftalık yerüstü misafirliklerinin sonunda yumurtalarını ağaçların genç sürgün yarıklarına bırakıp ölüyorlar. Bunlardan altı hafta sonra “nimfa” adı verilen ve erginlere benzemeyen yavrular çıkıyor.

Danaburnuna benzeyen bu yavrular, azıcık güç bulur bulmaz sevk-i ilahi neticesinde kazıcı ön ayaklarıyla toprağı yararak altına gizleniyorlar. Toprak altında ağaç köklerini buluyor ve öz suyu emerek besleniyorlar. Ve tam 17 yıl öylece kalıp onca sene sonra nihayet topraktan çıkıyor ve ağaç gövdelerine tırmanıyorlar. Onlar da ataları gibi sadece 5-6 hafta toprak üstünde yaşayıp yumurtalarını bırakıyor ve ölüyorlar.

Hazreti Üstad kısa ömürlü canlıların hayatına dikkat çekerken sadece bir an Cenâb-ı Hakk’ın bir kısım isimlerine mecla olmanın kıymetine işaret eder. Evet, Cicada’lar kim bilir hangi ilahi isimlerin tecellileridir ve ehl-i hikmet onlarda hangi Rabbanî mesajları okuyorlardır!..

Bununla beraber, Cicada’ların en cahil ve duyarsız insanları dahi hayrette bırakan bir yanları var: Sesleri.

Tek bir Cicada bile insanı dehşette bırakan bir ses çıkarıyor; bir de koro halinde şakıdıklarında ki çoğu zaman öyle yapıyorlar müthiş bir uğultu ortalığı kaplıyor. Araştırmacılar, bu hayvancıkların yakınına minik mikrofonlar yerleştirerek 158 desibellik bir ses çıkardıklarını tespit etmişler; bu, bir el bombasının patlamasıyla aynı değerdeymiş. Fakat Cenâb-ı Hak, bu böceğin işitme organını karnının uzağında bir kapsülün içinde korunmuş şekilde yaratmış da böcek bu yüksek sesten dolayı sağır olmuyor.

Cicada’lar, muhterem Hocaefendi bulunduğumuz mekana ilk olarak 17 sene önce geldiğinde ortaya çıkmışlar. Bir haftadır yine her yanda onlar var. Mutlaka bize de bir şeyler söylüyorlar. Mutlaka, kendilerince onlar da ilahi sanata aynalık ediyorlar.

Geçen gün muhterem Hocamız bu mevzuyu açınca kendilerine kısa bir belgesel seyrettirdik. Bu nağmede http://www.motionkicker.com sitesinden aldığımız o belgeseli, Hocamızın birkaç cümlelik yorumunu ve bir arkadaşımızın kendi çektiği küçük bir videoyu paylaşacağız.

Hürmetle…

En Hayırlınız ve En Şerliniz

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ

قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

أَلاَ أُخْبِرُكُمْ بِخَيْرِكُمْ مِنْ شَرِّكُمْ؟

(ثََلاَثَ مَرَّاتٍ). قَالُوا: بَلَى، قَالَ:

خَيْرُكُمْ مَنْ يُرْجَى خَيْرُهُ وَيُؤْمَنُ شَرُّهُ،

وَشَرُّكُمْ مَنْ لَا يُرْجَى خَيْرُهُ وَلَا يُؤْمَنُ شَرُّهُ.

* * *

Ebu Hureyre hazretleri, Resul-ü Ekrem (aleyhissalatü vesselam)

Efendimiz’in şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Size en hayırlınız ve en şerlinizin kim olduğunu haber vereyim mi? (Allah Rasülü bu sözü üç kere tekrar etti.)

Cemaat: Evet, haber veriniz! deyince,

Allah Rasülü (aleyhissalâtü vesselâm) şöyle buyurdular:

En hayırlınız, kendisinden hayır umulan ve

şerri dokunmayacağı hususunda emin olunandır.

En şerliniz ise, kendisinden hayır ümit edilmeyen ve

şerrinden de emin olunmayan kimsedir.”

(Tirmizî, Fiten, 76; Ahmed b. Hanbel, 2/368)

 

En Hayırlınız ve En Şerliniz

Bütün insanlığa ve özellikle de inananlara rahmet ve rehber olarak gönderilen Allah Rasülü Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), insanların en çok güven duyulanı ve en çok sevilenidir.

Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlakın en mükemmeline sahip olan Allah Rasülü benzer bazı hadis-i şeriflerinde bizlere şunları bildirmişlerdir:

مَنْ أكَلَ طَيِّباً وَعَمِلَ في سُنَّةٍ وَأمِنَ النَّاسُ بَوَائِقَهُ دَخَلَ الْجَنَّةَ.

قَالَ لَهُ رَجُلٌ: يَا رَسُولَ اللّهِ! إنَّ هذَا الْيَوْمَ في النَّاسِ كَثِيرٌ. قَالَ: فَسَيَكُونُ في قَرُونٍ بَعْدِى

“Kim temiz rızık yer ve sünnete uygun amelde bulunur, halk da kendisinden bir kötülük gelmeyeceği hususunda ona güven duyarsa cennete girdi demektir.” Bir adam: “Ey Allah’ın Rasülü! Bugün insanlar arasında böyleleri çoktur.” deyince, Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm): “Benden sonraki zamanlarda da olacaklar.” buyurdu.” (Tirmizî, Kıyamet 61)

أَلاَ أُخْبِرُكُمْ بِالْمُؤْمِنِ؟ مَنْ أَمِنَهُ النَّاسُ عَلَى أَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ

وَالْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ النَّاسُ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ

“Size gerçek mü’minin kim olduğunu bildireyim mi? O, diğer kimselerin, malları ve canları hususunda kendisinden emin bulunduğu insandır. Hakiki müslüman da insanların, onun dilinden ve elinden gelebilecek zararlar hususunda güvende olduğu kimsedir. Hakikî mücahid ise nefsinin engellemelerine rağmen ömrünü Allah’a itaatla geçiren yiğittir.. ve hâlis muhacir de hata ve günahlardan uzak duran iman eridir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/21)

Başta İki Cihan Serveri Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) olmak üzere bütün peygamberler (aleyhimüssalavâtü vetteslîmât), insanlar tarafından güven duyulmuşlardır. Hatta nübüvvetin beş vasfından birisi ‘emanet’ (güvenilirlik, sözünde durma) olmuştur.

Peygamberlerin diğer bir üstün özelliği de halim, yumuşak huylu ve geçimli olmaları, insanlara yakın olup onları sevmeleri ve onlar tarafından sevilmeleridir. Bu konuya Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) pek çok hadislerinde özellikle vurguda bulunmuştur. Bunlardan bazıları şöyledir:

أَلَا أُخْبِرُكُمْ بِمَنْ يَحْرُمُ عَلَى النَّارِ وَ مَنْ تَحْرُمُ النَّارُ عَلَيْهِ؟ كُلّ هَيِّنٍ لَيِّنٍ قَرِيبٍ سَهْلٍ

“Kendisi ateşe haram edilen ve kendisine de ateşin haram kılındığı kimseyi size haber vereyim mi? Ateş, kolay geçimli, yumuşak huylu, insanlara yakın olan ve onlara kolaylık gösterenlere haram kılınmıştır.” (Beyhakî, Şuabül-İman, 7/535; Biraz farkla, Tirmizî, Kıyamet 46)

اَلْمُؤْمِنُ إِلْفٌ مَأْلُوفٌ وَلَا خَيْرَ فِي مَنْ لَا يَأْلَفُ وَخَيْرُ النَّاسِ أَنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ

“Mü’min; mülayim ve candan bir arkadaştır. İnsanlara yakın olup onları sever ve onlar tarafından sevilir. Böyle olmayan birinde ise hayır yoktur. Sizin en hayırlılarınız, insanlara en fazla fayda ve yararı dokunanlarınızdır.” (el-Kudâî, Müsnedüş-Şihâb, 1/109; Taberânî, el-Mu’cemul-Evsat, 6/58)

Allah dostlarının en fazla dua ettikleri hususlardan birisi de hilm (yumuşak huylu ve geçimli olma) vasfıdır. Nitekim Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in dedesi ve beş büyük peygamberden biri olan Hz. İbrahim, Kur’an-ı Kerim’de sena edilirken;

إِنَّ إِبْرَاهِيمَ لَحَلِيمٌ أَوَّاهٌ مُنِيبٌ

“Muhakkak ki İbrâhim çok yu­mu­şak huy­lu, yuf­ka yü­rek­li ve ken­di­si­ni Al­lah’a tes­lim etmiş bir kul­du.” (Hûd Suresi, 11/75)

Asrımızda da en çok ihtiyacını duyduğumuz insan tiplerinden birisi, Allah Rasülü (aleyhissalâtü vesselâm)’ın bildirdiği bu kutlu insanlardır. O’nun rahmet ve şefkat mesajını sahabe-i kiram gibi dünyanın dört bir tarafına taşıyacak olanlar bu bahtiyarlardır.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ

وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينْ

وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ

وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Selam, İkram, Sıla ve Gece İbadeti

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

عَنْ عَبْدِ اللهِ بنِ سَلاَمٍ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ

قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

يَا أيُّهَا النَّاسُ أَفْشُوا السَّلاَمَ وَأطعِموُا الطَّعَامَ

وَصِلُوا اْلأَرْحَامَ وَصَلُّوا بِاللَّيْلِ وَالنَّاسُ نِيَامٌ

تَدْخُلوُا الجَنَّةَ بِسَلاَمٍ

* * *

Sahabe-i kiramdan Hz. Abdullah bin Selam (radıyallahü anh), İki Cihan Sultanı Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz’in şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Ey İnsanlar!

Selamı aranızda yaygınlaştırın..

Sofranız herkese açık olsun, çokça ikram edin..

Sıla-ı rahimde de kusur etmeyin..

Bir de insanlar uykuda iken

gecelerin karanlığını namazla delin..

Böylece selametle Cennet’e girin!.”

(İbn-i Mâce, Sünen, Et’ime, 1; Dârimî, Sünen, Salât, 156)

Selam, İkram, Sıla ve Gece İbadeti

İslam’de selamlaşmanın manası kısaca; “Allah’ın selamı, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun. Benden sana zarar gelmez. Ben, senin mü’min kardeşinim.” gibi manalar ihtiva etmektedir. Böylece mü’minlerin selamı, barış ve kardeşliğin de bir sembolüdür.

Allah Rasulü (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz ve O’nun güzide ashabının en bariz vasıflarından biri de selamlaşma ve hal-hatır sorarak birbirlerinin gönlünü hoş tutmalarıydı. Öyle ki iki sahabe yolda yürürken aralarına büyükçe bir taş yahut ağaç girip de kısa bir an dahi birbirlerini görmeseler, ardından yeniden selamlaştıkları rivayet edilmiştir. Onlar böylesine güven ve selamet topluluğu teşkil ederek Allah Rasulü’nün izinde Asr-ı saadet insanları olmuşlardı.

Bu konudaki diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَا تَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتَّى تُؤْمِنُوا وَلَا تُؤْمِنُوا حَتَّى تَحَابُّوا أَوَلَا أَدُلُّكُمْ عَلَى شَيْءٍ إِذَا فَعَلْتُمُوهُ تَحَابَبْتُمْ أَفْشُوا السَّلَامَ بَيْنَكُمْ

“Nefsim yed-i kudretinde olan zâta yemin ederim ki, imân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de imân etmiş olmazsınız! Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz şeyi haber vereyim mi? Aranızda selamı yaygınlaştırın!” (Müslim, İmân, 93; Ebû Dâvud, Edeb, 142; Tirmizî, İsti’zân, 1) Bu konudaki diğer bir rivayete göre ise yolda karşılaşıp da birbirlerine selam verip el sıkışan, tebessümle hal-hatır soran iki mü’minin oradan ayrılmadan günahları dökülmektedir.

İslam’ın getirdiği güzel ahlakın diğer bir parçası da Efendimiz ((sallallahü aleyhi ve sellem) gibi, evimiz ve soframızın herkese açık olması, Allah’ın bize bahşettiklerini yine O’nun rızasını arayarak O’nun kullarıyla paylaşmaktır. Bu manada olmak üzere Allah Rasulü (aleyhi ekmelüttehâyâ);

مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللهِ وَالْيَوْمِ اْلآخِرِ فَلْيُكْرِمْ جَارَهُ

وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللهِ وَالْيَوْمِ اْلآخِرِ فَلْيُكْرِمْ ضَيْفَه

“Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa komşusuna izzet ü ikramda bulunsun! Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa misafirine ikramda kusur etmesin!” (Müslim, İman, 74) buyurmaktadır.

Sıla-i rahim ise; yakın daireden başlayarak en uzağa kadar akraba ve dostları ziyaret, onlarla her zaman irtibat halinde olup onlar hakkında hayırhâh olma, hep onların hayır ve iyiliği için koşturmaktır. Allah Rasulü’nün bildirdiğine göre; sıla-i rahim ve sadaka belâ ve musibetleri defedip ömrün uzamasına vesile olurlar.

مَنْ سَرَّهُ أَنْ يَبْسُطَ اللّهَ تَعَالَى لَهُ فِي رِزْقِهِ، وَأَنْ يَنْسَأ لَهُ فِي أَثَرِهِ فَلْيَصِلْ رَحِمَهُ

“Kim, rızkının Allah tarafından genişletilmesini, ecelinin uzatılmasını isterse sıla-i rahimde bulunsun.” (Sahih-i Buharî, Sünen-i Tirmizî)

Sıla-i rahim hakkındaki diğer bir rivayet ise çok manidardır:

الرَّحِمُ مُعَلَّقَةٌ بِالْعَرْشِ تَقُولُ مَنْ وَصَلَنِي وَصَلَهُ اللَّهُ وَمَنْ قَطَعَنِي قَطَعَهُ اللَّهُ

Rahim, Arş-ı A’lâ’ya asılı olarak şöyle der: Kim beni vaslederse (sıla-i rahimde bulunursa), Allah da onu vasletsin (ömrünü mamur kılsın). Kim de beni koparırsa (sıla-i rahimi ihmal ederse) Allah da onu koparsın.” (Buhari, Edeb, 13; Müslim, Birr, 17)

Yukarıda geçen ana hadisimizdeki son madde ise insanlar uykuda iken Allah rızası ve sevgisine ulaşmak için gece ibadetinde bulunmanın önemini bildirmektedir. Gece ibadeti ise kısaca; sabah namazından bir müddet önce kalkarak teheccüd namazını eda etmek ve sonra da kendisi ve bütün Ümmet-i Muhammed için istiğfar ve dua etmek, Kur’ân okuyup manasını tefekkür etmektir.

Gece ibadetine devam edenlerin ahirette hesaplarının kolay olacağı, hatta sorgusuz-sualsiz cennete gireceklerine dair rivayetler bulunmaktadır. Geceyi ihyâ eden kulları müjdeleyen bir ayet-i kerime ise şöyledir:

تَتَجَافَى جُنُوبُهُمْ عَنِ الْمَضَاجِعِ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ خَوْفًا وَطَمَعًا وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ

فَلاَ تَعْلَمُ نَفْسٌ مَا أُخْفِيَ لَهُمْ مِنْ قُرَّةِ أَعْيُنٍ جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

“Geceleyin ya­tak­la­rın­dan kal­kar, ce­za­lan­dır­ma­sın­dan en­di­şe içinde, rah­me­tin­den de ümitli ola­rak Rab’bile­ri­ne dua edip yal­va­rır­lar ve ken­di­le­ri­ne na­sib et­ti­ği­miz mal­lar­dan Al­lah yo­lun­da har­car­lar. İş­te on­la­rın dün­ya­da yap­tık­la­rı mak­bul iş­le­re mü­kâ­fat ola­rak göz­le­ri­ni ay­dın ede­cek, gö­nül­le­ri­ni fe­rah­la­ta­cak han­gi sürp­riz­le­rin, han­gi ni­met­le­rin sak­lan­dı­ğı­nı (Allah’tan başka) hiç kim­se bi­le­mez.” (Secde Suresi, 32/16-17)

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ

وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينْ

وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ

وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Tevekkül

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

عَنْ عِمْرَانَ بْنِ حُصَيْنٍ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ

قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

مَنِ انْقَطَعَ إِلىَ اللهِ كَفَاهُ اللهُ كُلَّ مَؤُونَةٍ

وَرَزَقَهُ مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ

وَمَنِ انْقَطَعَ إِلىَ الدُّنْياَ وَكَّلَهُ الله ُإِلَيْهاَ

* * *

Hazreti İmran bin Husayn (radıyallahü anh), Resul-ü Ekrem (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’in şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Her kim kendini Allah Teâlâ’ya kulluğa ve O’nun yolunda hizmete adarsa, Cenab-ı Hakk da o kulunun her ihtiyacını karşılar ve onu hiç ummadığı yerlerden rızıklandırır. Kim de tamamen dünyaya dalar, Rabbini unutursa, Allah da onu dünyanın mihnet ve meşakkatleriyle başbaşa bırakır.”

(Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 10/303; Taberâni, el-Mu’cemü’s-Sağîr, 1/201)

Tevekkül

Tevekkül; Allah’ın dışındaki bütün farazî güçlerden yüz çevirip yalnızca Cenab-ı Hak’ka güven ve itimat etmek gibi manalara gelmektedir. Tevekkülün başı Allah’a güvenip dayanarak esbâbı yerine getirmek, sonu da neticeyi O’na havale edip işlerimizi hayra erdirmesini içtenlikle niyaz etmektir.

Hz. Enes (radıyallahu anh)’ın naklettiği bir hadiste anlatıldığına göre; bir adam Allah Rasülü (aleyhissalâtu vesselâm)’a gelerek: “Hayvanımı bağlayarak mı yoksa serbest bırakarak mı Allah’a tevekkül edeyim?” diye sorunca Rasülüllah ona “Bağla ve tevekkül et!” buyurmuştur. (Sünen-i Tirmizî, Kıyamet 61)

Kur’ân-ı Kerîm’de de tevekkülün önemi ve bir müslümanın yaşantısındaki yeriyle ilgili olarak;

فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

“Bir kere de azmettin mi, artık yalnız Allah’a tevekkül ol! Muhakkak ki Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân suresi, 3/159)

وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ فَهُوَ حَسْبُهُ

“Allah’a güvenip tevekkül edene Allah yeter.” (Talak suresi, 65/3) şeklinde ferman edilmektedir.

Hak dostu kâmil zâtlara göre başka kapılardan sıyrılıp istediğini Allah’tan isteyen hiçbir zaman mahrum kalmaz ve eli boş döndürülmez. İlahi hikmet gereği er ya da geç hayırlı matlup ve isteklerine yahut daha da güzeline nâil olur. Çünkü Allah’a ehil olana Allah da enîs ve muîn (dost ve yardımcı) olur.

Bu konudaki bir hadis-i şerifte Efendiler Efendisi (aleyhissalatü vesselam) şöyle buyurmaktadır:

لَوْ أَنَّكُمْ تَتَوَكَّلُونَ عَلَى اللهِ حَقَّ تَوَكُّلِهِ لَرَزَقَكُمْ كَمَا يَرْزُقُ الطَّيْرَ

تَغْدُو خِمَاصاً وَتَرُوحُ بِطَاناً

“Eğer siz Allah’a hakkıyla tevekkül etseniz, O sizi, sabahleyin yuvalarından aç çıkıp akşam tok dönen kuşlar gibi rızıklandırır.” (Tirmizî, zühd 33; İbn Mâce, zühd 14; Ahmed İbn Hanbel, Müsned 1/30, 52)

Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy da pek çok şiirinde hem tevekkülün önemine hem de tevekkül ve çalışma birlikteliğine vurgu da bulunmuştur. Bunlardan birinde o;

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hilmete râm ol,
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”

diyerek hayırlı işler yapabilmek için çalışıp gayret etmeye ve derin bir kulluk şuuruyla Allah’a tevekkül etmeye işaret etmektedir.

Tevekkülü ifade sadedinde Erzurumlu İbrahim hakkı Hazretleri’nin ‘Tefviznâme’si de ev ve işyerlerimize asılması tavsiye edilen muhteşem bir örnektir. Burada yalnızca bir kısmını misal olarak zikredeceğiz:

Hak, şerleri hayreyler,
Zannetme ki ğayr eyler,
Ârif onu seyr eyler,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse, güzel eyler…

*

Sen Hakk’a tevekkül kıl
Tefvîz et ve râhat bul,
Sabreyle ve râzı ol,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse, güzel eyler…

*

Bir işi murad etme,
Olduysa inad etme,
Haktandır o, reddetme,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler…

*

Hakk’ın olacak işler,
Boştur gam-u teşvişler,
O, hikmetini işler,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler…

*

Deme şu niçin şöyle,
Yerincedir ol öyle,
Bak sonuna sabreyle,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler…

*

Nâçâr kalacak yerde,
Nagâh açar, ol perde,
Derman eder ol derde,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler…

*

Vallahi güzel etmiş,
Billahi güzel etmiş,
Tallahi güzel etmiş,
Allah görelim netmiş,
Netmişse güzel etmiş…

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُتَوَكِّلِينَ

وَصَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ

وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينْ

وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ

وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

290. Nağme: Gül Günlerinin Bedeli

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli Arkadaşlar,

Geçtiğimiz hafta mescidimizde, Cuma hutbesi olarak, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 1997 senesinde yazdığı “Kaosun Ötesindeki Dünya başlıklı makale okunmuştu. Baştan sona insanı derin düşüncelere sevk eden makale/hutbe şu cümlelerle sona ermişti:

“Kim bilir bize bu koskoca mirası bırakanlar, ne kadar ağlayıp inlediler? Bugün evirip-çevirip istifâde ettiğimiz değerleri elde etmek için ne cenderelerden geçti ve ne ölümlerle yaka paça oldular? Şimdilerde har vurup harman savurduğumuz millî ve dinî değerlerimiz, kim bilir onlara neye mâl oldu? Rahmeti Sonsuz’dan niyaz ederiz ki, gerçek bedeli dünyalarla ölçülemeyecek kadar büyük olan o ulu günlerin hakikî fiyatlarını bizden talep etmesin!..”

Aziz Hocamıza bu ifadeleri hangi hissiyâtla yazdığını ve “o ulu günlerin hakikî fiyatları” sözünden neler anlaşılması lazım geldiğini sorduk. Aldığımız cevabı 17:54 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde sunuyoruz.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

 

 

289. Nağme: Izdırap

Herkul | | HERKUL NAGME

*Milletçe kaybettiğimiz değerlerden biri de haşyettir; haşyet hissimizi yitirdik.

*Izdırap ile ızdırar (çaresizlik, sebeplerin bütün bütün tükenmesi) ikizdir.

*Topyekün mü’minlerin ve âlem-i İslam’ın başındaki belaların bir muzdar vicdanıyla algılanacağı ve inananların ızdırapla iki büklüm çare arayacağı âna kadar inananların yeryüzünde huzurun mimarı olmaları imkansızdır.

*Mü’minler, kendi şahsî ve ailevî hayatlarıyla alakalı musibetler karşısındaki duyarlılıklarını, bütün inananları ilgilendiren mevzularda da ortaya koymazlarsa; kendileri ızdırar halindeyken hissettikleri çaresizlikle “Rabbim!..” dedikleri gibi, müslümanların umumunu alakadar eden meselelerde de “Allahım, bahtına düştüm!” diyerek inlemezlerse, en azından bir davaya gönül vermiş kimseler böyle yapmazlarsa, Allah inananları yeryüzünün denge unsuru ve dünyanın huzur kaynağı kılmaz. İçtimaî problemler toplumun umumunun ızdırar haliyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmesiyle çözülebilir.

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, insanları ebedî hüsrandan kurtarma davasına o kadar gönülden bağlanmıştı ki, Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu konudaki ızdıraplarını, “Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’an’a) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin” (Kehf, 18/6) ve “Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin” (Şuara, 26/3) ifadeleriyle dile getirmektedir. Allah Rasûlü’nün zaman zaman Hira Sultanlığı’nda kutsal halvete çekilmesi de o derin ızdırapları sebebiyledir.

*Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Hira Sultanlığı’ndaki ibadete bağlı yalnızlığı “kutsal halvet” şeklinde yorumlanmış ve hadislerde “tehannüs” unvanıyla yad edilmiştir. Evet, Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) kendisine peygamberlik verilmezden önce de ibadet ediyordu; fakat ne şekilde ibadet ettiğine dair bir rivayet yoktur. İhtimal, Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi, Hazreti İbrahim (aleyhisselam)’ın bakiye-i diniyesi ile amel ediyordu.

*Kadınların sultanı olan Hazreti Hatice annemiz, Peygamber Efendimiz’in ızdıraplarını paylaşmış; sonra da o meselenin göklerdeki sultanlığa denk bir sultanlığa ulaştığını göremeden âhirete yürümüştür ki bu da onun hasbîliğinin ayrı bir derinliğidir.

*Geçmişlerimiz de ızdırap ve ızdırarı derinden yaşamışlardır. Osmanlılar “Attan inmeyesüz!” düşüncesiyle cepheden cepheye koşmuşlar; Murad Hüdavendigar, Fatih Sultan Mehmet, Kanunî Sultan Süleyman gibi padişahlar hep birer ızdırap kahramanı olmuşlardır.

*Bazıları “Bu kadar ızdırap ve gözyaşı da niye?” diyebilirler. Merhum Yaşar Hoca kürsüde hıçkıra hıçkıra ağlayınca onun ızdıraplarını anlayamayan birisi “Bu adam niye pis pis ağlıyor?” demişti. Onun gibilere denecek şey şudur: Acaba sen niye öyle pis pis sükût içinde duruyorsun; utanmıyor musun? Kalbinde zerre kadar ızdırap olsa, “neredeydik, nereye düştük?” mülahazasının ızdırabı olsa, o çaresizliğin vicdanda yaşanan ızdırarı olsa, sen de öyle yapacaksın.. en azından ona ses katacaksın!..

*Kendime dertli diyemem ama dertsiz dersem yalan söylemiş olurum.

Kıymetli arkadaşlar,

Kaydettiğimiz bu cümleler muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin günün nağmesi olarak paylaşacağımız sohbetinin satırbaşları. 19:25 dakikalık hasbihali ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Muhabbetle..

288. Nağme: Hayırlı Vâris mi, Zavallı Mirasyedi mi?

Herkul | | HERKUL NAGME

Sevgili Dostlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, bir münasebetle manevî emanetlerden bahsedince,

“Maddî mirasların sorumsuz yiyicileri olabiliyor; aynı mirasyedilik manevî miraslar için de söz konusu mudur? Mirasyedi olmamanın esasları nelerdir?”

diye sorduk. Aldığımız cevapta kıymetli Hocamız şu hususlara değiniyor:

*Müsbet yanları itibarıyla mevcut şartların oluşumunda Bediüzzaman Hazretleri, Esat Efendi Hazretleri, Süleyman Efendi Hazretleri gibi Hak dostlarının ve hatta idari sahada fikir ve gayretleriyle senelerdir çalışıp duran insanların büyük payları vardır.

*Dünyanın yüz elli ülkesinde açtığınız okullarda Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) başta olmak üzere Ashâb-ı Kirâm ve evliya-yı izâm efendilerimizin hakkı vardır.

*Kur’an, geçmişlerimize dua etmemizi tavsiye buyurarak bizde onları hayırla yâd etme duygusunu uyarır. Bu cümleden olarak bir ayet-i kerimede şöyle denilir: “Onlardan sonra gelenler (başta muhacirler olarak, kıyamete kadar gelecek mü’minler), ‘Ey kerim Rabbimiz! Bizi ve bizden önceki mü’min kardeşlerimizi affeyle! İçimizde mü’minlere karşı hiçbir kin ve gıll u gış bırakma! Duamızı kabul buyur ya Rabbenâ, çünkü Sen raufsun, rahîmsin!’ derler.” (Haşr, 59/10) Bu ayette öğretilen dua sizden başlar Ashâb-ı Kirâm ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e kadar herkese varıp ulaşır.

*Bir dönemde Hakk’a teveccühler isimsiz müsemma şeklindeydi. Nakşî, Halidî, Kadirî, Şazilî, Bekrî, Cerrahî diye isimler bilinmiyordu. Fakat onların yaptıkları şeylerin hepsi vardı. Her yerde gürül gürül Allah anılıyordu. O, her sinede muallâ yerini koruyordu. Gönüller adeta O’nun tecelligâhı idi. Bir dönem geldi kalb ve ruh hayatına isim katan insanlar oldu ve zamanla meşrepler o insanların adlarıyla anılmaya başlandı. O halis insanlar sayesinde, müsemma kapı ardında kalmadı. O müsemma vicdanlarda derinlemesine duyuldu ve isim müsemma birliği oldu. Onlar bir derken, biri bin etmesini biliyorlardı. Onların dilinden çıkan bir “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber” kelimeleri binlere tekabül ediyor, gönüller itminana eriyordu. O dönemde isim müsemma at başı gidiyordu. Ne var ki bir gün de geldi, (istisnaları vardır) bazıları itibarıyla “müsemmasız isim” devri başladı. El elden üzüldü yar elden gitti, o menhelü’l-azbi’l-mevrud da kurumaya durdu. Öz ve ruh gitti, mesele artık nesep/veraset yoluna girdi. İşte, mesele sadece isimlere emanet götürülürse, o zaman da bir mirasyedilik söz konusu olur. Zavallı bir mirasyedi olmaktan kurtulup hayırlı bir vâris olarak yaşamak isim ile müsemmayı beraber götürmeye ve hatta isimsiz müsemma şeklinde ömür sürmeye bağlıdır.

Bu güzel sohbeti 09:21 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

287. Nağme: Hakk’ın Makbullerine Ağlamak Düşmüş!..

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Hocamız sohbete başlarken çok hüzünlüydü; önce ızdırap ve ızdırar münasebetinden bahsetti; dünyanın, İslam coğrafyasının ve ülkemizin problemlerine değinip adeta iki büklüm oldu.

Bir bayram sabahı aziz Hocamız gurbet hicranını yudum yudum tadarken şöyle demişti:

“Ne zaman yalnızlığım ve gurbetim aklıma gelse, Barla dağları çeker beni kendine. Orada bir garip görürüm hayâlen. Yalnız bir adamın silueti belirir zihnimde. Garibâne dağlarda, ağaçların hüzünlü hışırtıları arasında, tek başına, sessiz, kimsesiz iki-üç ay dolaşan, yirmi günde bir, sadece bir-iki misafirden başkasını göremeyen, ara sıra hasbihal ettiği dağcılara bile bazen haftalarca hasret kalan dava adamının sesleri uğuldar kulağımda:

‘Yâ Rab, garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvânem, alîlem, âcizem, ihtiyarem,

Bî-ihtiyarem, el-aman-gûyem, afv-cûyem, meded-hâhem, zidergâhet İlâhî!’

İşte bu ses, bu yanık nağme bütün yalnızlıklarımı unutturur bana ve kendi nefsime döner, ‘Ey Fetih, sen garip değilsin; seninle ağlayıp seninle gülen bu kardeşlerin varken sen gurbette sayılmazsın. Eğer garip görmek istiyorsan Barla dağlarındaki şu yalnız adama bak!’ derim.”

Hocaefendi, dert ve ızdırapla inleyince bir kere daha Barla Muğteribi’ni hatırlatıp “ümit için bir çıkış” arama telaşıyla, Eşref Edip’in Hazreti Üstad ile röportaj yaparken, “Yüz binlerce imanlı talebeleriniz size âtî için ümit ve tesellî vermiyor mu?” diye sorduğunu hatırlattık; aslında bir manada biz de Hocamıza aynı soruyu sorduk.

İşte 8 dakikalık bugünün nağmesinde muhterem Hocaefendi’nin mezkur soru üzerine söylediklerini, hususiyle şu konuları bulacaksınız:

*Hazreti Pir, Eşref Edip’e şöyle diyor: “Evet, büsbütün ümitsiz değilim. (…) Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!”

*Ketencizâde hazretleri, “Yansam da ocak gibi gayra eylemem izhar / Yakma beni ateşlere ey çarh-ı cefakâr!” diyor. Ben onu biraz değiştiriyor ve diyorum ki “Yakma beni nar-ı ağyâre ey çarh-ı cefakâr!” Senin ateşine yanayım cayır cayır ama başka sevdaların ateşiyle yanmayayım.

*Hazreti Pir gibi büyükler ızdırap ve çile ile kıvrım kıvrım yaşamışlar ama asla şikayet etmemişler. Hazreti Üstad şunları söylüyor:

“Madem ki, nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara hakkımı helâl ettim. Âdil kadere de derim ki: Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstehak idim.”

“Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. (…) Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”

*Necip Fazıl, Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya / Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..” demiş. Sakarya milleti temsil ediyor; zira, bir dönemde elimizde sadece o kalmış!..

*“Ârifin gönlün Hudâ gam-gîn eder, şâd eylemez / Bende-i makbûlünü mevlâsı âzâd eylemez.” (Nâbî)

*“Cahil geziyor zevrak-ı ikbal-i safada / Arif yüzüyor merkez-i girdab-ı belada.” (Ziya Paşa)

286. Nağme: Gece Uzun Olsa da Güneş Doğacak, Işık Gelip Karanlığı Boğacak!..

Herkul | | HERKUL NAGME

Sevgili dostlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hoacefendi, en son çay faslına, hiciv edebiyatının temsilcilerinden olan Şair Eşref’in şu sözleriyle başladı:

“Cihâna geldiğim günden beri pek çok cefâ gördüm,
Ezildim bâr-ı gam altında, bin türlü ezâ gördüm.
Değil bigânelerden, âşinâlardan belâ gördüm,
Vücudum âlem-i sıhhatte bir bîmâra dönmüştür.”

Daha sonra kıymetli Hocamız, günün nağmesi olarak paylaşacağımız bu 18:20 dakikalık sohbetinde şu mevzular üzerinde durdu:

*Olumsuz şeylerin resmedilmesi, yitirdiğimiz değerlerin mahrumiyetini yaşadığımızı ve kuyu dibinde bulunduğumuzu anlatma açısından önemlidir. Evet, kayıplarımızı gösterme adına yaraya neşter vurulmalıdır ama neşter saplanıp öylece bırakılmamalıdır.

*İnsanlardaki ümit ve reca duygusu sürekli tetiklenmeli; kayaların sırtında bile bir kısım rüşeymlerin meydana gelebileceği mülahazası uyarılmalıdır.

*Bir taraftan realiteler gösterilmeli, diğer yandan ümit duygusu coşturulmalı. Merhum Mehmet Akif, bir taraftan,

“Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile;
Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok nafile!
Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir,
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!”
 
der, mevcut şartları ortaya koyar. Diğer taraftan da şu sözlerle ye’se kapılmamak gerektiğini ifade edip ümit salıklar:
 
“Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me’yûs olan rûhunu, vicdânını bağlar
‘İş bitti… Sebâtın sonu yoktur!’ deme, yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.”

*Şair Eşref’in şu sözü de bir yönüyle yeis diğer bir yönüyle de recanın sesi soluğu gibidir:

“Bozulmuştur düzelmez gelse de Mehdî;
Bu mülkün emr-i ıslahı Cenâb-ı Hakk’a kalmıştır.”

*Yeryüzünün umumî bunalımlarına inzimam eden içteki krizler, Sultan 3. Mustafa’yı ızdırapla inlemeye mecbur etmiş:

“Yıkılıpdur bu cihan sanma ki bizde düzele,
Devleti çarh-ı denî verdi kamu müptezele,
Şimdi ebvâb-ı saadette gezen hep hezele,
İşimiz kaldı heman merhamet-i lemyezele!..”

(Bütün cihan yıkılırken, bizim ülkemizin düzeleceğini mi zannediyorsun? Ne yazık ki, talihsizlikler çarkı, ülkenin kaderini haysiyetsizlerin ellerine düşürdü. Baksana, milletin bel bağladığı ve hak aradığı dairelerin kapılarında bile şaklabanlar gezmekte. Hal böyle olunca, kalmış kurtuluş ümidimiz sadece Rahmeti Sonsuz’un merhametine!..)

*Mehmet Akif’in

“Virânelerin yasçısı baykuşlara döndüm,
Gördüm de hazânında bu cennet gibi yurdu.
Gül devrini bilseydim onun bülbülü olurdum;
Yâ Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?”

sözleri bir açıdan önemli bir hasret ve hicranı ifade ediyor. Fakat, bulunduğumuz dönemleri birer gül devrine çevirme vazifesiyle karşı karşıya bulunduğumuz da unutulmamalı!..

*İşini Allah’a havale eden ve O’nu vekil edinen, her türlü zorluğun üstesinden gelebilir: Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَىٰ بِاللَّهِ وَكِيلًا

“Sadece Allah’a dayanıp güven! Vekil olarak Allah yeter.” (Ahzâb, 33/3)

*Kavminin kendisinden yüz çevirmesi karşısında Seyyidinâ Hazreti İbrahim ve ona inananlar Allah’a dayanmışlardı. Onlar öncelikle,

إِنَّا بُرَآَءُ مِنْكُمْ وَمِمَّا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ

“Sizden ve Allah’ı bırakıp tapageldiğiniz şeylerden biz fersah fersah uzağız.” (Mümtehine Sûresi, 60/4) diyerek, kâfirlere karşı dimdik bir duruş sergilemiş ve âdeta bütün tehditlere meydan okumuşlardı. Aynı zamanda onlar, bu ifadeleriyle, Allah’tan başka tapılan şeylerin bir kıymet-i harbiyelerinin olmadığını, kendilerine atfedilen değeri hak etmediklerini ve herhangi bir teveccühe de asla layık olmadıklarını ilan etmişlerdi. Daha sonra ise nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin tecellisini talep suretiyle şöyle demişlerdi:

رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِلَّذِينَ كَفَرُوا وَاغْفِرْ لَنَا رَبَّنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

“Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh-u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız. Ey Ulu Rabbimiz, bizi kâfirlerin imtihanına (baskı, zulüm ve işkencelerine) mâruz bırakma, affet bizi; şüphesiz Sen Azîz ve Hakîm’sin.” (Mümtehine Sûresi, 60/4-5)

* İslam’ın gurbetini ve ümmetin garipliğini vicdanında duyan muzdarip şair Mehmet Akif, “Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi”nde şu yanık nağmeleriyle Cenâb-ı Hakk’ın dergahına yönelmiş; karanlığı göstermekle beraber bir ışık kaynağına da dikkat çekmiştir:

“Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed,
Aylar bize hep Muharrem oldu!
Akşam ne güneşli bir geceydi…
Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu!
Âlem bugün üç yüz elli milyon
Mazlûma yaman bir âlem oldu:
Çiğnendi harîm-i pâki şer’in;
Nâmûsa yabancı mahrem oldu!
Beyninde öten çanın sesinden
Binlerce minâre ebkem oldu
Allah için, ey Nebiyy-i ma’sum,
İslâm’ı bırakma böyle bîkes,
Ümmeti bırakma böyle mazlum.”

*Kırık Muzrap’tan bir dörtlük:

Nasıl olsa bir gün güneş doğacak;
Çevreye yeniden nûrlar yağacak;
Dağ-dere, ova-oba bucak bucak,
Işık gelip karanlığı boğacak…

*Bize düşen vazife; her şeyden önce kendimize bakıp kendimizi düzeltmeye çalışmamızdır. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعاً فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez. Hepiniz dönüp dolaşıp Allah’ın huzurunda toplanacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir bildirecek, karşılığını verecektir.” (Mâide sûresi, 5/105)

285. Nağme: Değer Yetimliği, Üslup Hatası ve Dil Yarası

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Daha iki üç saat önceki sohbetinde muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi şu hususları anlattı:

*Hayatın her devresi kendi hususiyetlerine göre çok iyi değerlendirilmelidir. Ne var ki, bugün yuva, sokak, mektep ve mabedin bu konuda fertlere gereken rehberliği yapabildiği söylenemez.

*Günümüzde insanları çok kınamamak, gurbetlerine ve yalnızlıklarına bakıp onlara acımak lazım. Değer anneden, değer babadan mahrum edildikleri için yetimliklerine bakıp acımak lazım. Biz topyekün değerler mahrumu, değerler yetimi bir toplum haline getirilmişiz.. şefkat etmek lazım.

*Bugün diller mızrak gibi kullanılıyor. Öyle ki, her yanda söz düelloları, sanki herkes herkesle kavgalı.

*Dil yarası kılıç yarasından daha acıdır. Nitekim, bir Arap atasözünde “Cerâhâtü’s-sinan lehe’t-tiyam / Lâ yeltâmü mâ ceraha’l-lisan” yani Kılıç yarası geçer ama dil yarası geçmez! denilmiştir.

*Gönüllere girmenin sırlı anahtarı tatlı söz ve mülayim tavırdır.

*Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa ve Hazreti Harun’a hitaben, “Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alıp düşünür, öğüt dinler yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâ Hâ, 20/44) buyurarak her şeyden önce peygamberâne bir üslubu nazara vermiş; muhatap, Firavun gibi kalb ve kafası imana kapalı bir insan bile olsa, yine de hak ve hakikati “kavl-i leyyin” ile anlatmak gerektiğine işaret etmiştir.

*Gâfir de denilen Mü’min Sûresi’nde Hazreti Mûsâ’nın tebliğine iman edip imanını uzun süre gizlemiş olan üst düzey devlet yetkilisi (bazı rivayetlerde genelkurmay başkanı) olan mümin anlatılmaktadır. Bu zat, “Sizler Mûsâ’nın dürüst olduğunu tesbit etmekle beraber yalancılıkla itham ediyorsunuz. Bu iki zıt vasıf bir arada bulunamaz. Şu halde insanlara bile yalan söylemeyen bir kimse, Allah’ın elçisi olmadığı halde hiç Allah adına yalan uydurur mu? ‘O, beni size elçi olarak gönderip şöyle şöyle dedi’ diyerek en müthiş, en tehlikeli yalanı söyler mi?” diyerek Hazreti Mûsâ’yı savunmuştu. Demek ki Hazreti Mûsâ o güzel üslubuyla Firavun’un en yakınındaki insanlara bile tesir etmişti.

*Bir yerde meseleleri müzakere edecekseniz, aklınızın salim olduğu bir anda not tutmalısınız ve o meclise hazırlıklı gitmelisiniz ki orada irticalinin esnekliğine maruz kalmayasınız ve hislerinizin güdümüne takılmayasınız.

*Bari Müslümanlar arasında böyle olmasaydı ama maalesef her şey kıran kırana gidiyor.

18:17 dakikalık bu sohbeti sabahki derste çektiğimiz fotoğraflarla beraber arz ediyoruz.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi ders arasında, ezberlediği sûreyi kendisine okumak isteyen küçük misafirimiz Selim Çalış kardeşimizi dinledi:

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi ders arasında, ezberlediği sûreyi kendisine okumak isteyen küçük misafirimiz Selim Çalış kardeşimizi dinlediMuhterem Fethullah Gülen Hocaefendi ders arasında, ezberlediği sûreyi kendisine okumak isteyen küçük misafirimiz Selim Çalış kardeşimizi dinledi

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi ders arasında, ezberlediği sûreyi kendisine okumak isteyen küçük misafirimiz Halime Okur kardeşimizi dinledi.

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi ders arasında, ezberlediği sûreyi kendisine okumak isteyen küçük misafirimiz Halime Okur kardeşimizi dinledi.Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi ders arasında, ezberlediği sûreyi kendisine okumak isteyen küçük misafirimiz Halime Okur kardeşimizi dinledi.

Mustafa Fehmi Okur kardeşimiz de muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin duasını almaya gelmişti; muradına erdi:

Mustafa Fehmi Okur kardeşimiz de muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin duasını almaya gelmişti; muradına erdiMustafa Fehmi Okur kardeşimiz de muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin duasını almaya gelmişti; muradına erdi

Kutlu Doğum ve Güzel Ahlak

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ
قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
إِنَّمَا بُعِثْتُ لأُتَمِّمَ مَكَارِمَ الأَخْلاَقِ
* * *
Hazreti Ebu Hureyre (radıyallahü anh), Allah Rasülü (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’in şöyle buyurduğunu naklediyor:
“Ben ancak ve ancak güzel ahlakı tamamlamak, onu kemale erdirmek çin gönderildim.”
(Hâkim, Müstedrek 2/670; Beyhakî, Sünen-i Kübrâ 10/191)

Kutlu Doğum ve Güzel Ahlak
Pek çok İslam alimi ve Hak dostunun ifade etiği üzere Allah Rasülü (sallallahü aleyhi ve selem)’in doğumuyla yeryüzünü şereflendirmesi ve getirdiği ilahi mesajla topyekün dünyayı aydınlatması insanlığın en büyük bayramıdır.
Kur’an-ı Kerim’de Allah Rasülü sena edilirken O’nun hakkında;
وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ
“Şüphesiz ki sen, pek yüce bir ahlak üzeresin.” buyrulmuştur. (Kalem Suresi, 68/4)

Mekârim-i ahlak ile donanmış olarak dünyaya gönderilen Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa (aleyhi ekmelüttehâyâ), nura muhtaç insanlığa en değerli armağandır. O, insanlığın yitirdiği güzel ahlakı tekrar ve en mükemmel şekliyle talim etmek, öğretmek üzere aramıza tenezzül buyurmuştur. Nitekim bir rivayette O, “Ben insanlığa muallim (eğitmen ve öğretmen) olarak gönderildim.” buyurmaktadır. (Sünen-i İbn-i Mâce, Sünen-i Dârimî)
Mekârim-i ahlak ve mehâsini ahlak tabirleri, kelime manaları itibariyle güzel, kamil bir ahlak gibi manalara gelmektedir. İslam literatüründe ise bu tabirler çok daha kuşatıcı bir anlam ifade etmektedir.
Allah’a ve O’nun Rasülüne itaat, i’lay-ı kelimetullah uğrunda mücahede, ana-babaya, akrabaya, arkadaşlara saygı ve iyilik, güler yüz, cömertlik, eli açıklık, kolaylaştırıcılık, iyilik, ezaya katlanmak, maruf üzere davranmak, müsbet hareket, kapıyı herkese açık tutmak, geniş gönüllülük, tevazu, tatlı dil, kezm-ı gayz (öfkeyi yutma), hayâ, adil ve merhametli olmak gibi güzel ahlakı oluşturan hususların bütünü mekârim-i ahlaktan sayılmıştır.
Günah, fısk ve bidate giden yolları kapatmak, şerre mani olmak, öfke ve kin beslememek, insanlara eli yahut diliyle eziyet etmemek, yalan söylememek, cimrilik yapmamak gibi husular da mehâsin-i ahlakın diğer bir yanını oluşturmaktadır.
Komşu ve misafire ikram, hayır konuşmak yahut susmak, çocukların terbiyesine ihtimam göstermek de mekârim-i ahlaktandır ki hadis-i şerifte “Hiçbir ana-baba çocuğuna güzel ahlaktan daha güzel bir hediye vermemiştir.” buyrulmuştur. Kısaca mehasin-i ahlak; İslam mesajının özüdür.
Hz. Âişe annemiz kendisine Allah Rasülü’nün ahlakının nasıl olduğunu soran birisine;  
أَتَقْرَأُ الْقُرْآنَ كَانَ خُلُقُهَ الْقُرْآنَ
“Sen Kur’an okumuyor musun?! O’nun ahlakı Kur’an idi.” (Sahih-i Müslim, Müsned-i Ahmed b. Hanbel) demiştir. Yani Kur’an hangi âdâbı öğretiyorsa, onları uygulamaktaydı. Kur’an’ın emrettiklerini yapar, yasaklarından kaçınır, onun edep ve nasihat  adına ortaya koyduklarını yerine getirirdi.
Kur’an’ın bildirdiği üzere O, peygamberlerin sonuncusu ve mührüydü. (Ahzab Suresi, 33/40) Yani, bir hadis-i şerifte buyrulduğu üzere O, son ve en yüce peygamber olarak nübüvvet sarayını tamamlamak üzere gönderilmişti.
Resul-i Ekrem (aleyhi ekmelüssalavâti ve etemmütteslîmât), huluk-u ilâhî ile mütehallik yani Allah ahlakı ile ahlaklanmış idi. Onun üstün şahsiyeti Allâh’ı gösteren en nûrâni ve parlak bir aynaydı.
Bir Hak dostunun dediği gibi;
            “Âyinedir bu âlemde her şey Hak ile kâim,
             Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim.”

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَشْرَفِ الْخَلْقِ
وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينْ
وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ
 وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

284. Nağme: Nefsini Bilen Rabbini Bilir!..

Herkul | | HERKUL NAGME

*İnsan, benliğine takıldığı ölçüde şeytana yakın, Allah’tan da uzaktır. “Ben” diyene Allah’a giden yolda kapılar hiçbir zaman açılmaz.

*Gösteriş meftunu insanlar düşünce ve beyanlarındaki boşluğu gürültüyle doldurmaya çalışırlar. Hâlbuki yalan ve gösteriş gürültülüdür; hakikat ve samimiyet sessizdir. Yıldırımlar gök gürültüsünden evvel hedeflerine varırlar; ses duyulduğunda onlar çoktan varacakları yere ulaşmışlardır.

*İnsanın kendine âit hususiyetleri tanıması ve nefsini keşfetmesi, vâhid-i kıyasî olarak, Zât-ı Uluhiyyeti tanıma adına oldukça önemlidir. Nitekim hadîs diye rivayet edilen bir sözde “Nefsini bilen, Rabbini de bilir” denilmiştir.

*Kudsî hadis olarak rivayet edilen bir mübarek söz şöyledir:

“Ey insanoğlu, nefsini bilen Beni bilir; Beni bilen Beni arar; Beni arayan mutlaka Beni bulur ve Beni bulan bütün arzularına ve dahasına nâil olur; nâil olur ve Benden başkasını Bana tercih etmez. Ey insanoğlu, mütevazi ol ki, Beni bilesin.. açlığa alış ki, Beni göresin.. ibadetinde hâlis ol ki Bana eresin.”

Kıymetli arkadaşlar,

Bugünkü nağmede muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yukarıda işaret ettiğimiz konuları anlattığı en son çay fasıllarından birini paylaşıyoruz. 10:49 dakikalık bu hasbihali ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

283. Nağme: İnsan Kazanmak, Dostları Korumak ve Düşen Kardeşe El Uzatmak

Herkul | | HERKUL NAGME

Sevgili arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, günün sohbeti olarak paylaşacağımız 18:52 dakikalık çok yeni hasbihalinde şu hususları anlatıyor:

*Hikmetin Lisan-ı Fasihi (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz, “Din nasihattir.” buyurmuştur. Nasihat; hayırhahlık demektir; bir kimseye doğru yolu göstermek, yapması ve yapmaması gereken şeylere dikkatini çekmek ve onun hakkında hep hayır dileğinde bulunmak manalarına gelmektedir. Nasihat, insanları Allah’a, Rasûl-ü Ekrem’e ve Din-i Mübîn’e yönlendirmektir; onları, dünya ve ahiret hayatları hesabına faydalarına olacak işlere sevketmektir.

*Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz “Senin elinle bir kişinin hidayete ermesi, yeryüzünde bulunan ve güneşin üzerine doğduğu her şeyden, -başka bir rivayette- vadi dolusu koyun ve develerden daha hayırlıdır.”buyurarak, hidayete vesileliğin ne derece ehemmiyetli olduğunu anlatmıştır.

*Hazreti İmam Gazalî, İhyâ’sında bazı mevzuları mühlikât (helak eden, felakete sürükleyen hususlar) ve münciyât (kurtaran, felaha götüren ameller) başlıkları altında serdediyor. Mühlikât olarak sayılan çeşit çeşit zaaflardan birisine takılarak kayma tehlikesiyle karşı karşıya kalan insanların önünde setler oluşturmak ve onların kayıp gitmelerine mani olmak da çok önemli bir vazifedir.

*Üstad Hazretleri Ondördüncü Nota, Üçüncü Remiz’de insan mâhiyetine konan mânevî cihâzât ve latîfelerin farklılığından; bazılarının dünyayı yutsa doymayacağından, bazılarının ise bir zerreyi dahi kendinde barındıramayacağından bahsediyor. Bazı latîfelerin, tüy kadar bir ağırlığa, yani gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamayacağını ifade ediyor ve “Mâdem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a, bir işaret ve bir öpmekle batma!” diyor.

*Diğer taraftan, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibâret de olsa hiçbir iyiliği hor görme!” buyurmuştur. Evet, Allah’ın rızası gözetilerek yapılan en küçük iş dahi dergah-ı ilahîde çok kıymetlidir. Bir zerre ihlaslı amel, Cenâb-ı Hak nezdinde tonlarla ifade edilemeyecek bir ağırlığa ve değere ulaşır. Öyleyse, hiçbir iyilik küçük görülmemelidir. Hangi amelin ötede nasıl bir kıymete ulaşacağı burada bilinemediğine göre, insan her güzel işe kıymet vermeli ve önüne çıkan her hayırlı fırsatı öteler hesabına değerlendirme gayreti içinde olmalıdır.

*Rehber-i Ekmel (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz buyururlar ki: “Benim misalimle sizin misaliniz, şu temsile benzer: Bir adam ateş yakar. Alevler etrafı aydınlatınca pervaneler (gece kelebekleri) ve aydınlığı seven bir kısım hayvancıklar bu ateşe kendilerini atmaya başlarlar. Adamcağız onları kurtarmaya çalışır; fakat hayvanlar galebe çalarak çoklukla ateşe atılırlar. Ben (tıpkı o adam gibi) ateşe düşmemeniz için eteklerinizden çekiyorum, ancak siz ateşe ateşe koşuyorsunuz.”

*Hasılı, Peygamber mesleğinin gereği; evvela, insanlara hidayet yollarını gösterip onları kazanmak; sâniyen, sürekli hayırhahlık yapıp zaaflarına yenilmemeleri için onları desteklemek, kayıp gitmelerine mani olmak; salisen, şayet kaymışlarsa, o zaman da katiyen “Oh oldu!..” dememek, gerekirse bir itfaiyeci gibi alevlerin içine atlamak ve kardeşlik mülahazasıyla düşeni kurtarmaya çalışmak, en azından onun yeniden doğrulması için dua dua Allah’a yalvarmaktır.

282. Nağme: Hazreti Ahmed Muhammed Mahmud (s.a.v.) ve Hammâdun Ümmeti

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, “…Ve Gaybın Son Habercisi” başlıklı makalesinde şöyle diyor:

“O, taayyün-ü evvel’den Ahmed unvanıyla insanlık ufkunun muhaciri; Mekke’den Muhammed namıyla Medine şehrinin misafiri; berzahtan Mahmud namıyla livâü’l-hamdin mihmandarı ve bütün esmâ-yı şerifesiyle Cennet ve Cemalullah’ın perdedarı, ruhânî âlemlerin feyz kaynağı ve cismâniyet âleminin de asıl cevheriydi.”

Bu paragrafta,

*Taayyün-ü evvel’den Ahmed unvanıyla insanlık ufkunun muhaciri

*Mekke’den Muhammed namıyla Medine şehrinin misafiri

*Berzahtan Mahmud namıyla livâü’l-hamdin mihmandarı

*Bütün esmâ-yı şerifesiyle Cennet ve Cemalullah’ın perdedarı

denilerek Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’in farklı isimlerinin farklı âlem ve mevkıflere baktığı ifade ediliyor.

İşte, yine Kutlu Doğum Haftası’nı vesile yaparak muhterem Hocaefendi’ye bu paragrafı, o isimleri ve ilgili halleri sorduk.

Aziz Hocamız sorumuza cevap verirken özetle şu hususlar üzerinde durdu:

Efendimiz’in mübarek üç ismi olan “Ahmed”, “Muhammed” ve “Mahmud” kelimeleri “hamd” kökünden gelmektedir. Bilindiği gibi ilk iki isim Kur’ân’da zikredilirken, “Mahmud” kelimesi Efendimiz’in ismi olarak Kur’ân’da yer almaz.

Ahmed ism-i şerifi, taayyün-ü evvel hakikatiyle irtibatlıdır. Çünkü O; varlığın özü, usâresi, kâinatın mebdei, hilkat ağacının çekirdeğidir. Evet, “Allah’ın en evvel var ettiği, benim nurumdur.” beyan-ı nebevîsinin de işaret buyurduğu gibi O’nun taayyünü bütün varlığın ilki ve öncüsüdür. İlm-i ilâhide ilk icmali belirlenen, ortaya çıkan hakikat O’nun nurudur. İşte ziyası vücudundan evvel dillere destan olan Efendiler Efendisi’nin dünyayı teşriflerinden önceki unvanı Ahmed’dir (aleyhissalâtü vesselâmü milelardi vessemâ) ve bu hakikat de hakikat-ı Ahmediye’dir. Bu sebeple O, Kur’ân’da da geçtiği üzere, Hazreti İsa (aleyhisselam) tarafından, “Ahmed” ismiyle müjdelenmiştir.

Muhammed nam-ı celili, yerde gökte herkesin kendisine saygı duyduğu, medh u senada bulunduğu zat mânâsında, Rasûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliği, mesaj ve misyonuyla alâkalı ismidir. Başka bir ifadeyle Allah Rasûlü’nün (aleyhissalâtü vesselam) “Muhammed” ismiyle insanlık âlemine nüzulüdür ki, bu bizim adımıza şereflerin en büyüğü, O’nun adına bir tenezzüldür.

Mahmud unvan-ı kerimi ise, yerde-gökte övülüp methedilen, sena edilen zât demektir. Bu azim unvan, Peygamber Efendimiz’in ismi olarak Kur’ân’da yer almasa da, ezan sonrası okuduğumuz duada geçtiği üzere Sünnet-i Sahiha’yla sâbit bir ism-i mübarektir. Makam-ı Mahmud, mutlak mânâda İnsanlığın İftihar Tablosu’na has, hamîdiyet ve mahmûdiyetin bir araya getirildiği ulvî bir makamdır. Şöyle ki O (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cenâb-ı Hakk’a karşı yerine getirdiği hamdiyle hâmid, gökte ve yerde övülüp medhedilmesiyle de mahmuddur. Evet O, hamd u şükürle kullukta bulunmuş, kulluk yaptıkça Cenâb-ı Hak tarafından övülmüş, övüldükçe mütemadiyen kulluk yapmış, Allah O’nu medih, O da Allah’a hamd etmiş ve neticede övülme ve övgüye mazhar olma makamına ulaşmıştır.

Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) bir hadis-i şeriflerinde, ahirette kendisine Livau’l-hamd’in verileceğini ifade etmiştir. Livau’l-hamd’e; hamd bayrağı, hamd sancağı denilebileceği gibi, hamd alemi de denilebilir. Çünkü alem, bir alamet ve emâre demektir ki, bayrak ve sancaktan daha öte bir mânâ ifade eder.

Dünyada Hazreti Ahmed ü Mahmud u Muhammed’in (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) rehberliğinde olan ümmet-i Muhammed, hayatlarını hamdle geçirdiklerinden dolayı, ahirette de Livau’l-hamd’le şerefyâb olacaklardır. Çünkü insan hangi yolda yürürse, varacağı istikamet de ona göre bir yer olacaktır. Bundan dolayı hep hamd etrafında dönüp duran, hamd güzergâhında yürüyen, sürekli hamd gören, hamd konuşan, hamd soluklayan, hamdle oturup kalkan kimselerin varacakları yer de Livau’l-hamd’dir.

Ayrıca, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), nazarları hamd makamına çevirerek ümmetine, “hammâdûn”dan (durmadan, sürekli hamd edenler) olmayı hedef göstermiştir. “Hammâd” kipi mübalağa sigasıdır. Yani şuur ve derinliğine inmeden, ara sıra “hamd”i hatırlayan ve sadece lafzî olarak “elhamdülillah” deyip geçen kimseler için bu siga kullanılmaz. Hammâdûn ümmeti öyle hamde kilitlenmiş insanlardır ki, Efendimiz’in (aleyhissalatü vesselam) dualarında da geçtiği üzere onlar yatıp kalkarken hep “elhamdülillah” der, oturur kalkar Allah’a hamd eder, hamdle nefes alır verir ve ömürlerini derin bir şuur ve idrak içinde hamd atkısı üzerinde örgülerler. Neticede, yaşadıkları gibi ölür, öldükleri gibi haşrolur ve ötede de Makam-ı Mahmud Sahibi’nin (aleyhissalatü vesselam) vesayetinde, Hamd Sancağı’nın gölgesinde toplanırlar.

İşte 19:03 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde sunacağımız bugünkü nağmemizde muhterem Hocamız hülasa ettiğimiz hakikatleri anlatıyor.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla arz ediyoruz.

281. Nağme: En Önemli Mesele ve Sohbetlerin Yörüngesi

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Bugünün hasbihalinde muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, “Sözün yörüngesine oturması sohbet-i Cânân’la olur.” diyerek, değişik vesilelerle yaptığımız hemen her toplantıda, sohbette, beraberlikte gündemimizin ilk maddesini Rabbimizle münasebetlerimizin teşkil etmesi lazım geldiğini anlatıyor. Muhterem Hocamız özellikle şu hususlar üzerinde duruyor:

Dünyanın sosyal ve ekonomik problemlerini çözme gibi bir hâdise için bile bir araya gelmiş bulunsak, öncelikli meselemiz “sohbet-i Cânan” olmalı. Evet, böyle bir hedefe doğru yürürken bile, “Acaba Allah’la münasebetimiz olması gereken seviyede mi? O mevzuda ulaşmamız gereken derinliğe ulaşabildik mi? O’nu görüyor gibi bir hâlimiz var mı? Hiç olmazsa görülüyor olma mülâhazasıyla tir tir titriyor muyuz?” gibi mülâhazaları esas almalı, diğer vazife ve sorumluluklarımızı ise o esasa göre bir sıraya koymalıyız.

Dünyaya çeki düzen verme gibi bir hâdise dahi, bizim Allah’la, Efendimiz’le, Kur’ân’la münasebetimiz yanında tâli derecede bir öneme sahipse, günümüzdeki siyasî ve aktüel mevzuların, hele hele magazinvârî meselelerin bizim için ne mânâ ifade ettiği/etmesi gerektiği açıktır. Bu açıdan hangi meseleye, nerede, ne ölçüde yer vereceğimizi ta başta çok iyi belirlememiz gerekiyor. Bu sebeple oturup kalktığımız her yerde Hazreti Mevlâna’nın ifadesiyle hep “sohbet-i Cânan” demeli, evvela Allah’a imanımızı bir kere daha yenilemeli, ilâhî mârifet ve muhabbetle bir kez daha dolma yollarını araştırmalıyız. Bardağın taşacak derecede dolmasına “lebriz” denir. İşte gönül bardağı dolup taşacak şekilde o meseleyi köpürtmeli, mârifet ve muhabbetle dolup dolup boşalmalı, daha sonra diğer konulara geçmeliyiz.

Evet, bir araya geldiğimizde asıl maksat ve hedefimiz, iman ve imanda derinleşme mevzuları olmalı; bu istikamette gerekli cehd ve gayreti ortaya konduktan sonra, “Hazır bir araya gelmişken şurada şöyle bir mevzuu daha vardı, bu arada onu da görüşüp karara bağlayalım.” demeliyiz; neyi, nereye koymamız gerekiyorsa ona göre davranmalı ve programlarımızı bu eksen etrafında örgülemeliyiz.

Üç paragrafla özetlemeye çalıştığımız 14:25 dakikalık bu hasbihalde En Önemli Mesele ve Sohbetlerin Yörüngesi konusuyla alakalı daha pek çok önemli esas ve açıklama bulacaksınız.

Hürmetle..

280. Nağme: Hadiseler Karşısında Peygamber Efendimiz ve “Kutsal Teessür”

Herkul | | HERKUL NAGME

Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve mü’minler karşısında teker teker tutunamayacaklarını anlayan kavim ve kabileler, Hicret’in 5. senesinde bir araya gelip tek vücut olmaya ve bu defa bütün güçlerini bir merkezde toplayıp Medine’ye öyle hücum etmeye karar vermişlerdi.

Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz, durumdan haberdar olunca, ashabını toplamış, harp tekniği hakkında onlarla istişare etmiş, değişik teklifler arasında Hz. Selman-ı Farisî’nin fikri Peygamber Efendimiz’in düşüncesine muvafık gelince düşmanın taarruz etmesinin muhtemel olduğu yerlere hendekler kazılmasına ve böylece müdafaa harbi yapılmasına karar verilmişti.

Rehber-i Ekmel Efendimiz, yanındaki 3000 insanla beraber hendek kazmaya başlamıştı. Kişi başına bir arşın hendek kazılacaktı. Onları, onar onar gruplara ayırmış ve böylece yine meseleye bir yarış havası vermişti. Derinlik, atıyla oraya düşen bir insanın, bir daha çıkamayacağı şekilde ayarlanacaktı. Genişlik ise, en mahir süvarinin dahi geçemeyeceği ölçüde planlanmıştı. Böylece şehre girişi mümkün kılan çok uzun bir alan hendeklerle çevrilecekti.

Hendek kazılırken İnsanlığın İftihar Tablosu Efendimiz de ashabıyla beraber çalışıyor; hatta onların kuvve-i mâneviyelerini takviye için

اَللّٰهُمَّ لاَ عَيْشَ إِلاَّ عَيْشُ اْلآخِرَةِ    فَاغْفِرْ لِلْأَنْصَارِ وَالْمُهَاجِرَةِ

“Allahım, ahiret hayatından başka hayat yok. Sen ensar ve muhacirîne mağfiret eyle.” duasını tekrar tekrar seslendiriyor ve sahabe O’nun bu sözleriyle coşuyor:

اَللّٰهُمَّ لَوْلاَ أَنْتَ مَا اهْتَدَيْنَا    وَلاَ تَصَدَّقْـنَا وَلاَ صَلَّيْنَا

فَأَنْزِلَنْ سَكِينَةً عَلَيْنَا    وَثَبِّتِ اْلأَقْدَامَ إِنْ لاَقَيْنَا

“Allahım, Sen nasip etmeseydin biz hidayete eremezdik, namaz kılamaz, zekât veremezdik. Sen üzerimize sekîneni indir ve düşmanla karşılaşırsak bizim ayaklarımızı kaydırma.” diyerek mukabele ediyorlardı.

Bir aralık büyükçe bir kaya çıkmıştı karşılarına; Ashab-ı Kiram’dan güçlü kuvvetli insanlar bile o kayayı parçalayamamışlardı. Onlar, en küçük dertlerini dahi Allah Rasûlü’ne söylerlerdi; bu büyük kayayı da O’na haber verdiler. İnsanlığın İftihar Tablosu, manivelası elinde geldi ve onunla taşı parçalamaya başladı. O, manivelasını indirdikçe taştan kıvılcımlar fışkırıyor.. ve sanki aynı esnada Allah Rasûlü’nde de vahiy ve ilham kıvılcımları çakıyordu. Her vuruşta bir müjde veriyordu: “Bana şu anda Bizans’ın anahtarları verildi. İran’ın anahtarlarının bana verildiğini müşâhede ediyorum… Bana Yemen’in anahtarları verildi; şu anda bulunduğum yerden San’â’nın kapılarını görüyorum.”

Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz, asla parçalanmaz gibi görülen büyük devletlerin fethini müjdelediği o esnada karşısındaki 24.000 kişilik tam donanımlı düşman ordusuna karşı sadece 3.000 Müslümanla müdafaa harbine hazırlanıyordu. Fakat, dünyevi ölçüler açısından insanı dehşete düşürmesi beklenen o anki şartlar Peygamber Efendimiz’i tesiri altına alamadığı gibi, mü’minlerin de ancak imanlarını artırıyordu.

Bir ay kadar süren muhasarada şartlar, hep kâfirlerin aleyhine işlemişti. Kış bastırmak üzereydi. Mekke insanı, Medine’nin kışına dayanamazdı. Zaten kış için de hiçbir hazırlıkları yoktu. Günlerden beri esip duran rüzgâr, rüzgâr olmaktan çıkmış, çadırları söküp götürecek şiddette bir kasırga hâlini almıştı. Zaten 24.000 insana bakmak da çok zordu. Müşriklerin daha fazla dayanmaları mümkün değildi. Nitekim bir müddet sonra Ebû Süfyan, istemeye istemeye ric’at emri vermişti. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, muharebenin sonunda “Artık bundan böyle, biz onların üzerine gideceğiz, onlar gelemeyecekler.” buyurmuştu.

Kıymetli arkadaşlar,

İçinde bulunduğumuz Kutlu Doğum haftası münasebetiyle son günlerde muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye hep İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehaya vetteslimât) Efendimiz’e dair meseleleri soruyoruz. Bu defa da kıymetli Hocamıza “Peygamber Efendimiz hadiselerden bizim etkilendiğimiz şekilde etkilenmemiş, aksine o her zaman hadiselere yön vermiştir.” tesbitini, bu cümlenin nasıl okunması gerektiğini sorduk.

Muhterem Hocaefendi, öncelikle şu hususu hatırlattı:

Mahbûb-u Âlem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, insanları ebedî hüsrandan kurtarma davasına o kadar gönülden bağlanmıştı ki, Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu konudaki ızdıraplarını, “Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’an’a) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin” (Kehf, 18/6) ve “Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin” (Şuara, 26/3) ifadeleriyle dile getirmektedir. Aslında, bu ilahî hitaplar, Allah Rasûlü’nün duyarlılığını, insanlığın kurtuluşu hakkındaki hassasiyetini, O’ndaki ölesiye yaşatma arzusunu ve kurtarma cehdini nazara vermektedir. Bu itibarla, mezkûr ayet-i kerimeleri Peygamber Efendimiz’in heyecanlarını ta’dil eden ve O’nu îkaz için inen birer ilahî kelam şeklinde anlamak eksik, hatta yanlış olur. Evet,bu beyanlarda ta’dil ve tembih söz konusu olduğu kadar, ciddi bir takdir ve iltifat da vardır.

Bu önemli hakikati nazara vererek Peygamber Efendimiz’in bu şekildeki etkilenmelerine “kutsal teessür” denebileceğini belirten kıymetli Hocamız, daha sonra yukarıda özetlediğimiz Hendek Mücahedesi’ne işaret etti. Allah Rasûlü’nün öyle müthiş bir hadise ve çok olumsuz şartlar karşısında bile asla tereddüte düşmediğini ve yaptığı hamlelerle yine hadiselere yön verdiğini anlattı.

“Kutsal teessür” dediği etkilenmeye Hazreti Bediüzzaman’ın hayatından ve onun “müsbet hareket” düsturundan da misal veren Hocaefendi meseleyi günümüze getirerek adanmış ruhların hareket çizgisinin nasıl olması lazım geldiğini ifade etti.

19:42 dakikalık sohbeti ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.

Hürmetle…

279. Nağme: Efendiler Efendisi’ne Salât u Selâm

Herkul | | HERKUL NAGME

Sevgili dostlar,

Bugün tefsir dersinde Ahzab Sûresi’ni tamamladık. Müzakeresini yaptığımız ayetler arasında

إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَآمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيماً

“Allah ve O’nun melekleri Peygamber’e hep salât ederler. Ey mü’minler, siz de Ona salât (ve dua) edin ve samimiyetle selam verin.” (Ahzab, 33/56) ilahî beyanı da vardı. Bu ayetin tam da Kutlu Doğum haftası olarak değerlendirilen günlerin başına denk düşmesi çok güzel bir tevafuk oldu. Bu vesileyle bir kere daha salât ü selam üzerinde durduk; muhterem Hocamızın mezkûr ayetle alakalı yorumlarını dinledik.

16:30 dakikalık bölümünü paylaşacağımız bu nağmede özellikle şu mevzular üzerinde duruluyor:

Bildiğiniz gibi, “salât”, tebrik, dua, istiğfar, rahmet gibi anlamlara gelmektedir. Salât kelimesinin çoğulu “salavât” gelir. Zikrettiğimiz âyet-i kerimeye göre, Peygamberimize salât ve selam getirerek, en azından “Allâhümme salli alâ Muhammed – Allâhım rahmet ve bereketin Efendimiz Hazreti Muhammed’in üzerine olsun!” diyerek hürmet arz etmek her Müslüman’ın yapması gerekli olan bir görevdir.

Bir hadis-i şerifte anlatılır ki: Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir keresinde minbere çıkıyordu. Merdivenden yukarı çıkarken birinci basamakta “amin!” dedi. İkinci basamakta yine “amin!” dedi. Üçüncü basamakta bir kere daha “amin!” dedi. Hutbeden sonra, sahabe efendilerimiz “Bu sefer Sen’den daha önce duymadığımız bir şeyi duyduk yâ Rasûlallah! Eskiden böyle yapmıyordunuz, şimdi minbere çıkarken üç defa “amin” dediniz. Bunun hikmeti nedir?” diye sordular. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: “Cebrâil aleyhisselam geldi ve ‘Anne-babasının ihtiyarlığında onların yanında olmuş ama anne-baba hakkını gözetmemiş, onlara iyi bakarak mağfireti yakalama gibi bir fırsatı değerlendirememiş kimseye yazıklar olsun, burnu yere sürtülsün onun!’ dedi, ben de ‘amin!’ dedim. Cebrâil, ‘Yâ Rasûlallah, bir yerde adın anıldığı halde, Sana salât ü selâm getirmeyen de rahmetten uzak olsun, burnu yere sürtülsün!’ dedi, ben de ‘amin’ dedim. Ve son basamakta Cebrâil, ‘Ramazana yetişmiş, Ramazanı idrak etmiş olduğu halde Allah’ın mağfiretini kazanamamış, afv ü mağfiret bulamamış kimseye de yazıklar olsun, rahmetten uzak olsun o!’ dedi, ben de ‘amin’ dedim.” Bu hadiste geçen “rağime enfuhû” ifadesi bir idyumdur, dilin kendi yapısına has bir deyimdir ve Türkçe’de onu net ve tam olarak karşılayacak bir kelime yoktur. Belki, “burnu yere sürtülsün (sürtüldü), canı çıkası, kahrolası” gibi manalara gelmektedir.

Bununla beraber, Sâdık u Masdûk Efendimiz’in ismi her işitildiğinde veya anıldığında salât getirilip getirilmeyeceği hususunda; bazı âlimler, “Bir yerde, Hazreti Peygamber’in adı ne kadar anılırsa anılsın bir defa salât edilmesi yeterlidir” derken, âlimlerin çoğunluğu, “Efendimiz’in adı her anıldığında salât u selam getirilmesi gereklidir” demiştir. Bazıları, insanın, ömründe bir kere salât u selam getirmesinin vâcib olduğunu söylerken, İmam Şâfi gibi kimseler de nâm-ı celil-i Muhammedî (aleyhissalatü vesselam) ne zaman anılırsa anılsın hemen salât u selamla O’na senâda bulunmak gerektiği kanaatindedirler. Nitekim, hadis ilmiyle uğraşanlar, Hazreti Peygamberimizin hadislerini rivayet ederken, Onun adı ne kadar çok anılırsa anılsın, her anılışında, “sallallahu aleyhi ve sellem” diyerek hürmet ve vefalarını ifade etmişlerdir.

Hâsılı, salavâtın mânâsı rahmettir. Allah Teala, Efendimiz’e bizzat salât etmiş, meleklerinin de Peygamberimize salât ve selâm ettiklerini bildirmiş ve bize de onu bir vazife olarak tahmil buyurmuştur. Bizim salâtımız, Üstadın ifadesiyle, “Ya Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin.” manasına bir duadır. Bununla beraber salât u selamın ayrı bir hususiyeti daha vardır. Salât u selam makbul bir duadır; yapılan diğer duaların başında ve sonunda salât u selam okununca, iki makbul dua arasında istenilen şeyler de makbul olur. Onun için hem duanın başında, hem de sonunda salât u selam okumak lazımdır.

Allahümme salli ve sellim ala seyyidinâ Muhammedin ve ala âlihî ve ashâbihî ecmaîne biadedi ilmike ve ma’lûmâtike (Allahım, Efendimiz Hazreti Muhammed’e, O’nun aile fertlerine ve ashabına ilmin ve malûmâtın adedince salât ve selam eyle.)

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bugünkü derste bir kelimenin farklı manaları için lügate bakarken:

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bugünkü derste bir kelimenin farklı manaları için lügate bakarken

Bamteli’nde Bu Hafta (15-21 Nisan 2013)

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Şu anda “Kutlu Doğum ve İnsan Onurubaşlıklı bu haftanın Bamteli’ni hazırlamaya çalışıyoruz. Bütününü yayınlayıncaya kadar bir özet videoyu nazarlarınıza arz ediyoruz.

Bir fikir vermesi için paylaşacağımız bu tanıtım videosundan 5-6 saat sonra da -inşaallah- hem bu sohbetin tamamını hem de Kırık Testi de dahil diğer dosyalarımızı hazırlamış ve sunmuş olacağız.

Dualarınız istirhamıyla…

278. Nağme: Her Şey Sen’den, Sen Ganîsin!..

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli dostlar,

Günün nağmesi olarak 16:05 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz edeceğimiz yeni çay faslında muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi şu hususları anlatıyor:

*Her şeyi irade, meşîet, kudret ve ilim açısından Cenâb-ı Hakk’a verme ve aklen, kalben, ruhen, hissen, fikren her yönüyle tam tevhide ulaşma neticesinde “Sübbûh” deme ve “sübhaneke” diye zikretme meleklerin şiârıdır. Çünkü onlar bütün bu hakikatleri şeksiz, şüphesiz görmekte ve sürekli tesbîhle bu müşahedelerini dillendirmektedirler. “Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin” (Bakara, 2/32) sözü bu tesbîhlerinin ayrı bir terennümü ve ifadesidir.

*Hazreti Musa (ala nebiyyina ve aleyhisselam), Firavun’un karşısına çıkacağı zaman “Ya Rabbî, genişlet göğsümü, kolaylaştır işimi, çözüver şu dilimin bağını. Ta ki anlasınlar sözümü!” (Tâhâ, 20/25-28) demiştir. Bu dilek, onun talep mevkiinde bulunduğunu ve o kapıya yoldaki bir insan edasıyla teveccüh ettiğini göstermektedir. Hazreti Musa’da bir istek halinde ortaya çıkan bu husus, Peygamber Efendimiz’e Allah’ın bir lütfu olarak, “Biz senin kalbine inşirah vermedik mi?” (İnşirah, 94/1) âyetiyle mevhibe ve minnet ufkunda tecelli etmiştir. Diğer bir ifadeyle, Hazreti Musa’nın Rabbinden istediği inşirah-ı sadr, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e bir nimet olarak verilmiş ve böylece O’nun şükran duyguları coşturulmuştur.

*Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz her noktada doygunluğa erişmiş bir insan olmasına rağmen, Cenâb-ı Hak, mazhariyetlerini yeterli görmemesi için O’na,

فَتَعَالَى اللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْآنِ مِنْ قَبْلِ أَنْ يُقْضَى إِلَيْكَ وَحْيُهُ وَقُلْ رَبِّ زِدْنِي عِلْمًا

“Gerçek hükümdar Allah, yücedir. Sana O’nun vahyi tamamlanmazdan önce Kur’an’ı (okumakta) acele etme ve ‘Rabbim, benim ilmimi artır’ de.” (Tâhâ, 20/114) buyuruyor. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz de her sabah ve akşam şöyle dua ediyor:

اَللَّهُمَّ زِدْنِي عِلْمًا وَلاَ تُزِغْ قَلْبِي بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنِي وَهَبْ لِي مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً، إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ

“Allahım, ilmimi artır ve bana hidayet verdikten sonra kalbimi kaydırma; katından bana rahmet lütfet; şüphesiz ki Sen, çok lütufkârsın!”

*İlim ve marifete hiç doymamalı. İlim kadehinden içtikçe “Ey sâkî aşkın oduna yandıkça yandım, bir su ver / Parmağım aşkın balına bandıkça bandım, bir su ver! (Gedâî) ya da

أَلاَ يَا أَيُّهَا السَّاقِي أَدِرْ كَأْسًا وَنَاوِلْهَا

“Ey sâkî! Hele kâseni başımızın üzerinde döndür de bir kadeh şarap daha sun.” (Hâfız) demeli.

*“Biz gücümüz, kuvvetimiz, ilmimiz ve tecrübemizle bu işleri başarıyoruz” düşüncesi Kârunca bir düşüncedir. “Ben kendi ilmimle ve kendi iktidarımla kazandım” iddiası ancak Kârun’un ve onun torunlarının telaffuz ettikleri müşrikçe bir kuruntudur. Din ve millet yolunda hizmete gönül vermiş insanlar, Kârun gibi düşünüp Kârunca konuşacaklarına, gurur ve enaniyeti bırakmalı; aczinin, fakrının ve ihtiyaçlarının farkında olan kullar gibi tazarru ve duâ lisanıyla Cenâb-ı Hakk’a yönelmelidirler.

*Seyyidinâ Hz. İbrahim ve ona inananlar Allah’a tevekküllerini şöyle dile getirmişlerdir:

رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِلَّذِينَ كَفَرُوا وَاغْفِرْ لَنَا رَبَّنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

“Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh-u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız. Ey Ulu Rabbimiz, bizi kâfirlerin imtihanına (baskı, zulüm ve işkencelerine) mâruz bırakma, affet bizi; Şüphesiz Sen Azîz ve Hakîm’sin.” (Mümtehine Sûresi, 60/4-5)

*Üstad hazretleri, “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.” buyurmuştur. Sofilerin yaklaşımına göre, bu yolun sonunda “tefviz” ve “sika” karargahları vardır. Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde genişçe üzerinde durulduğu gibi, Allah’a güven ve itimat ile başlayıp, kalben her türlü beşerî güç ve kuvvetten teberri etme kuşağında sürdürülen ve neticede her şeyi Kudreti Sonsuz’a havale edip vicdânen tam bir itmi’nana ulaşma ile sona eren rûhanî yolculuğun başlangıcına “tevekkül”, az ötesine “teslim”, iki adım ilerisine “tefviz” ve son durağına da “sika” denilegelmiştir. Her şeyi bütün bütün Allah’a havale edip, yine her şeyi O’ndan bekleme makamı sayılan “tefviz”in hulâsası, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin “Tefviznâme”sinde şöyle seslendirilmektedir:

“Hak şerleri hayreyler / Sen sanma ki gayreyler / Ârif ânı seyr eyler /

Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.

Sen Hakk’a tevekkül ol / Tefviz et ve rahat bul / Sabreyle ve râzı ol /

Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.”

*Alvarlı Efe Hazretleri, sürekli “Allah bizi insan eyleye!..” diye dua ederdi. Aklınıza “İnsan değil miyiz ki?” sorusu gelebilir; fakat, potansiyel insan olma başkadır, kişinin bütün istidat ve kabiliyetleriyle Allah’a kurbet kesbedip insan-ı kâmil ufkuna ulaşması daha başkadır.

277. Nağme: Ne “Mazi” Ne de “İstikbal” Masal, Onlarla Derinlik Kazanır “Hal”

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Öteden beri hemen herkes, içinde bulunduğu zamandan şikâyet etmiş ve daha iyi günlerin özlemiyle inlemiş durmuştur. Cismaniyet ve bedenî hazları itibariyle kendini bohemliğe salmış, Bir geçmiş gün için beyhude feryad etme / Bir gelecek günü boşuna yad etme / Geçmiş gelecek masal hep / Eğlenmene bak, ömrünü berbad etme diyen bir kısım bön kimseler istisna edilecek olursa, çoğu kimse ya geçmişe vurgun veya geleceğe tutkundur. Umumiyet itibariyle genç ve serâzât gönüller daha ziyade hülyâlarında kurdukları bir gelecekte, yaşını-başını almış dünün olgun insanları da hep geçmişte yaşarlar.

Aslında geçmişin ayrı bir manası, geleceğin ayrı bir kıymeti, hâlin de ayrı bir değer ve ifâdesi vardır. Zamanı, en kıymetli dilimi itibariyle hayallerimizde kurduğumuz geleceğin sırça saraylarında veya geçmişin semâvileşen parlak sahifeleri arasında aradığımız sürece, onun, mutlaka değerlendirilmesi gerekli olan altın dilimini görmezlikten gelmiş; düne ve yarına göz yumup, sadece bugünle bütünleşip, bugünle teselli olduğumuz zaman da çok önemli iki hayatî kaynağı kaybetmiş oluruz.

Geçmiş, hem bugünümüze hem de yarınlarımıza kaynak olabilecek bereketli bir menba, bugün ise, geleceğin fide ve fidanlarını yetiştiren mübârek bir meşcerelik ve milli bir sermaye iken, mâziyi romantik duygu ve düşüncelere açılmış bir arşiv gibi görüp değerlendirmek, bugünü de serâzâd gönüllerin şehrâyin zamanı sayıp hezeyanlar içinde geçirmek, kazanma kuşağında kaybetmekten başka bir şey değildir.

Kendisine, “Sen hep maziden bahsediyorsun; sürekli Osmanlı çeşmelerini, camilerini dile getiriyorsun; sen bir harâbîsin, harâbâtîsin.” diyenlere karşı Yahya Kemal, “Ne harâbîyim ne harâbâtîyim / Kökü mazide olan âtîyim.” diye cevap vermiştir. Evet, parlak bir gelecek için dünü bilip ondan ibret almak ve bugünü de tam değerlendirmek iktiza etmektedir.

Dünü bugünle, bugünü de yarınla bir arada mütâlaa edebilen ruh insanlarının varlık ve hâdiselere bakışları çok farklıdır. Onların canlı ve sımsıcak dünyâlarında, her şey bir başka lezzet, bir başka halâvetle doğar ve zaman üstü bir çizgide cereyan eder. Geçmiş zaman, bin bir modeliyle geleceğin rengârenk kostümlerini hazırlar. Gelecek, ihya edilmeyi bekleyen bir arâzi gibi, yüksek mefkûre ve hülyâ derinliğinde hâdiselere bağrını açar bekler. İçinde bulunduğumuz zaman ise, bir mekik gibi bu iki kutup arasında gelir-gider ve kendi dilimini örer.

Bu arada, insan maruz kaldığı bir kısım mazeretler ve aşamayacağı bazı engellerden dolayı istediklerini tam yapamayabilir ve arzu ettiği işi eksiksiz olarak gerçekleştiremeyebilir. Şayet başlangıçtaki niyet halis ise, ameldeki boşlukları da işte o temiz niyetler doldurur. Nitekim, yatsı namazını eda edip sabah namazına kalkma niyetiyle yatan bir insanın uykudaki nefeslerinin bile zikir/sadaka olacağını Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz bildirmektedir. Ayrıca, ortalama yetmiş senelik bir ömürle ebedî hayatın kazanılması da yine niyetin boşlukları doldurmasıyla mümkün olmaktadır.

Bu cümleden olarak, günümüzde, dünyanın değişik yerlerinde, hayatın değişik birimlerinde vazife yapan öyle insanlar vardır ki, bunlar, tepeden tırnağa pür heyecandırlar. Onlar, her gün heyecanla oturup heyecanla kalkmakta, kendilerine düşen vazifeyi yerine getirmeye her an âmâdebulunmaktadırlar. İşte böylelerinin niyetleri, azim, gayret ve kararlılıkları öbür tarafta öyle sürprizler şeklinde karşılarına çıkar ki, çokları Allah’ın onlara lütfettiği nimetler karşısında imrenmekten kendilerini alamazlar. Bu itibarla da niyet ve himmetler her zaman âli tutulmalı; elden gelen gayretler ortaya konulmalı ve sonra muhtemel boşlukların niyetlerle doldurulacağı konusunda ilahî rahmete itimad edilmelidir.

İşte, 16:44 dakikalık bugünkü “nağme”de muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, (kendi ifadeleriyle) özetlemeye çalıştığımız konuyu misalleri ve detaylarıyla anlatıyor.

Muhabbetle…

276. Nağme: Şeytan Çağı ve İftirak Tuzağı

Herkul | | HERKUL NAGME

Sevgili dostlar,

Hadis-i şeriflerde, “şeytan çağı” şeklinde tercüme edebileceğimiz “karnü’ş-şeytan” tabiri geçmektedir. “Karn” çağ, asır, yüz yıl demek olduğu gibi, boynuz ve kuvvet manalarına da gelmektedir.

Nitekim İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehaya), bir hadis-i şeriflerinde: “Güneş doğarken de batarken de namaz kılmayın. Çünkü güneş şeytanın iki boynuzu arasından doğar, iki boynuzu arasından batar.” buyururken “karnü’ş-şeytan” kelimesini kullanmıştır ki hadisçilere göre burada karn ile kastedilen “şeytanın iki boynuzu, başının iki tarafı”dır. Bu hadiste, şeytanın güneşin doğduğu yer hizasında dikildiğine ve böylece güneşe tapanların güneş için yaptıkları secdenin adeta şeytan için yapılmış olduğuna işaret edilmektedir.

Karn kelimesinin çağ manasına kullanıldığı hadisler arasında da şöyle bir rivayet mevcuttur: Bir gün Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) şu şekilde dua etmiştir: “Allah’ım! Şam’ı ve Yemen’i mübarek kıl!” Orada bulunanlardan biri “Ey Allah’ın Rasûlü! Necid’i de…” deyince Sâdık u Masduk Efendimiz yine “Allah’ım! Şam’ı ve Yemen’i mübarek kıl!” duasını tekrar etmiştir. O şahıs bir kere daha “Ey Allah’ın Rasûlü! Necid’i de…” deyince, Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) “Orada (Necid) depremler ve fitneler görülecektir. Ve karnü’ş-şeytan oradan ortaya çıkacaktır!” diye cevap vermiştir.

İşte bugün paylaşacağımız yeni çay faslında muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetlediğimiz hadis-i şeriflere dikkat çekerek sözlerine başladı. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) ile yeni bir bahara giren dünyadan çok rahatsız olan şeytanın daha Saadet Asrı’nda olanca gücü ile hücuma geçtiğini; sonraki devirlerde de Müslümanlar ne zaman birlik ve beraberlik içinde dünyaya yön verecek hale gelmişlerse, yine İblis’in o asrı bir şeytan çağı haline getirebilmek için bütün avenesiyle mücadele ettiğini anlattı. Tarih boyunca “şeytan çağı” olmaya namzet devirlerden misaller verdi.

Muhterem Hocaefendi son dönemde belli sahalarda belini doğrultmaya başlayan Müslümanların bugün de şeytanın büyük saldırılarına maruz kaldığını, mevcut ihtilaf ve iftirakların, haset ve yanlış yorumlanan tenafüslerin arkasında şeytanın tasallutu bulunduğunu ifade etti.

19:16 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz edeceğimiz bu hasbihalde kıymetli Hocamız bir nevi “uhuvvet çağrısı”nda bulunarak, kim ne yaparsa yapsın, aklı başında müminlerin şeytanın oyununa gelmemeleri ve kardeşliği muhafaza etmek için her türlü fedakarlığa katlanmaları gerektiğini vurguladı.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

275. Nağme: Ortak Akıl ve İmam-ı Azam Hazretlerinin Hakperestliği

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

15:49 dakikalık bugünkü sohbette muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, insanın kendi ilmine güvenmemesi, mutlaka ortak akla müracaat etmesi ve düşüncelerini her zaman başkalarına test ettirmesi gerektiğini anlatarak “düşünce redaksiyonu” dediği hususa dikkat çekti.

Müzakere ve istişare mevzuunu İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’nin hayatından misal vererek açıklayan muhterem Hocamız şu hususu vurguladı:

İmam-ı Azam hazretleri tek bir meseleyi çözmek için belki birkaç gün talebeleriyle münazara ve müzakerede bulunuyordu. Çoğu zaman böyle bir münazara ve müzakereden sonra talebeleri, Ebu Hanife Hazretleri’nin söylediği görüşe kanaat edip “Bu mesele sizin buyurduğunuz gibidir.” diyorlardı. Fakat Hazret sabaha kadar nassları yeniden gözden geçiriyor, onları bir kere daha mütalaaya alıyor, bir kere daha kendisiyle yüzleşiyor, sonra sabah kalkıyor, talebelerinin yanına geliyor ve “Akşam şu mevzuda siz bana muvafakat ettiniz. Fakat ben şu ayet ya da hadisleri nazara almadığımdan yanılmışım. Bu mesele sizin dediğiniz gibiymiş.” diyordu; diyor ve ciddi bir hakperestlik mülahazasıyla kendi görüşünden vazgeçip talebelerinin görüşünü tercih ediyordu.

Hocaefendi, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in istişare ile alakalı kararlılığını şu ifadelerle dile getirdi: Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam), Uhud Savaşı öncesi ashabı ile meşveret eder; kendi görüşü, Medine’de kalıp müdafaa harbi yapma istikametindedir. Ancak, yapılan istişare sonucu, Medine’nin dışına çıkılarak taarruz harbi yapılmasına karar verilir. Bu karar gereği Nebiler Serveri (sallallahu aleyhi ve sellem) Uhud’a gider. Bu noktada Seyyid Kutub’un şu enfes yorumu çok yerindedir: “Allah Rasûlü Uhud’a çıkarken orada 70 kişinin şehit verilmesi değil; Medine’de taş taşın üstünde kalmayacağını bilseydi, meşveretin hakkını vermek için yine çıkacaktı.”

Kıymetli Hocamız, herkesin kendi düşüncelerinde yanılmış olabileceğini kabul edip ona göre hareket etmesi, mümkünse en güven duyduğu kanaatleri hakkında bile bir bilenle istişare yapması ve insanın sorumluluk alanının genişliği ölçüsünde bu hususta daha da dikkatli olması gerektiğini belirtti.

Hürmetle arz ediyoruz.

274. Nağme: Yol Yorgunluğunun Çaresi

Herkul | | HERKUL NAGME

Değerli arkadaşlar,

Günlük “nağme”leri yayınlamaya başlamadan önce, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bir hafta boyunca yaptığı sohbetlerden ikisini seçip birini Bamteli birini de Kırık Testi olarak neşrediyor, diğer hasbihalleri ise mecburen arşive kaldırıyorduk.

Fakat, (elhamdulillah) sosyal medyaya da hayırlı katkıda bulunma düşüncesiyle günlük paylaşımlara başladığımız günden beri neredeyse hiçbir sohbeti arşive hapsetme günahı (!) işlemiyor; sesli ya da görüntülü her kaydımızı bazen aynı gün bazen de bir iki gün sonra size ulaştırıyoruz.

Bugün yine çok yeni bir çay faslını ses ve görüntü dosyaları halinde paylaşacağız. 19 dakikalık bu hasbihalde muhterem Hocamız şu hususlara değiniyor:

*Marifetle beslenmeyen bir iman, insanda tökezlemelere sebebiyet verebilir.

*İmanını marifetle bezemeyen, yol yorgunluğundan kurtulamaz. Marifetini aşk u muhabbetle derinleştiremeyen, formalitelerin ağında kıvranmaktan halâs bulamaz.

*İman, İslam ve ihsanda derinleşme, mü’minler için bir sorumluluktur. Nitekim, Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz’in ilk muhatapları olan sahabe-i kiram birbirlerine “Hele gel seninle bir saat iman edelim.” derler ve bu sözle şunları kastederlermiş: Gel, seninle şurada bir müddet oturalım, imanî değerlerimizi mütalaa edelim; kalbî ve ruhî hayatımızda bize seviye kazandıracak meseleleri tekrarlayalım; ibadet ve taat duygumuzu coşturacak, kulluk şuurumuzu artıracak mevzularla meşgul olalım; içtimaî hayatın üzerimize bulaştırdığı tozu dumanı bir silkeleyelim ve fıtrat-ı asliyemize dönelim.

*Ashâb-ı Kirâm insibağ kahramanlarıdır; onların hepsi Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in maddî-manevî boyasıyla boyanmışlardır. Aslında, her “sohbette insibağ vardır”; Allah dostlarının sözlerinden, bakışlarından, yüz hatlarından, dudak ve el hareketlerinden öyle bir ruh ve ma’nâ akışı hâsıl olur ki, onun, muhataplarına kazandırdıklarını kitaplardan okuyarak elde etmek mümkün değildir. Bir hak erinin namazda kıvrım kıvrım kıvranmasının, huzur-u ilahîde iki büklüm olmasının, kalbinin haşyetle çarpmasının ve yanaklarının gözyaşlarıyla ıslanmasının o meclise dolduracağı manevî havayı doğrudan doğruya onun atmosferine girmeden ve onunla diz dize gelmeden teneffüs edebilmek imkânsızdır. Hele bir de söz konusu zat, İnsanlığın İftihâr Tablosu Hazreti Kutbu’l-Enbiyâ (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, O’nun huzurundaki insibağ başka hiçbir yerde ve hiçbir şekilde bulunamaz.

*Kul, Allah’a yönelince, Cenâb-ı Hak da ona mukabil bir teveccühte bulunur. İlahî mevhibe ve inayetlerin kesintisiz devam etmesi, sürekli Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmeye ve O’nun da bu aralıksız yönelişe karşı merhamet teveccühleriyle mukabelede bulunmasına bağlıdır.

*Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Allahım beni kendi gözümde küçük, insanlar nazarında ise (yüklediğin misyona uygun şekilde) büyük göster!” diye dua ediyordu.

*Hazreti Ali (kerremallahu vechehû) efendimizin, el-Kulûbü’d-Dâria’da da yer alan Kaside-i Mecdiyye’sindeki şu sözleri kendisine nasıl baktığını çok güzel yansıtmaktadır:

إِلَـهِي لَئِنْ لَمْ تَعْفُ عَنْ غَيْرِ مُـحْسِنٍ

فَمَنْ لِمُسِيءٍ فِي الْـهَوَى يَتَمَتَّعُ

“Allahım, şayet Sen ihsan ehlinden başkasını affetmeyeceksen, (benim gibi) nefsinin isteklerine dalmış düşe kalka yürüyen günahkarlara kim merhamet edecek, onların yüzlerini kim güldürecek!..”

*Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde iri cüsseli, semiz bir kişi getirilir. Fakat Allah yanında onun bir sivrisineğin kanadı kadar dahi ağırlığı olmaz.”

*Marifete yürümenin önünü kesen güç, servet, dünyevî imkânlar, hâkimiyet, alkış tutkunluğu… gibi gulyabaniler vardır.

*İnsan, vicdan kültürü de diyebileceğimiz marifeti kazanacağı ana kadar yol yorgunluğundan kurtulamaz.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

273. Nağme: Işık Karanlık, Bast Kabz ve Fatiha’nın Kuşatıcılığı

Herkul | | HERKUL NAGME

Değerli arkadaşlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, “Fizikî dünyada ışık karanlık birbirini takip ettiği gibi insanın ruh dünyasında da ışık karanlık, bast kabz hep birbirini takip edip durur. İnsan, iradesinin hakkını verirse, ışık ve bast dönemlerini uzatıp karanlık ve kabz hallerini kısaltabilir.” diyerek gönül hayatındaki ve ruh dünyasındaki hal değişikliklerine dikkat çekti.

“Hemen her mevsimde bazen kara bulutların ufukları sardığı gibi, kimi zaman insan gönlü de kasvetli bir atmosferin tesirinde kalabilir. İnsan o sıkıntılı ve kasvetli anları elden geldiğince daraltmaya ve atlanılır kılmaya bakmalıdır.” diyen muhterem Hocamız, ışık alanının nasıl genişletilebileceğini ve karanlık sahayı büzüştürebilmenin yollarını anlattı.

Daha sonra sözü Fatiha Sûresi’ne bağlayan Hocaefendi, bu sûre-i celilenin insanın değişen hallerinin fotoğrafını ortaya koyduğunu ifade ederek, onda bir kul için söz konusu olan iyi kötü her hal ve acı tatlı her duyuş için bir uç bulunduğunu; ihtisaslarını kuvvetlendirip kendini vicdanının güdümüne veren insanların o mübarek sûreden her hale uygun bir yakarış ilhamı alabileceklerini belirtti.

Kıymetli dostlar,

Daha once bir münasebetle, “Muhterem Hocamızı ders talim ettiği esnada ilk defa görenlerin çok şaşırdığı hususlardan biri de ondaki lügate bakma ve sözlüklerle haşir neşir olma hassasiyetidir.” demiştik.

Muhterem Hocaefendi bir kere daha “İnsanlara sözlükleri sevdirmek lazım. Ne olur, kendiniz lügate bakma alışkanlığı kazanmaya çalıştığınız gibi, arkadaşlarınızı, öğrencilerinizi ve çocuklarınızı da sözlüklerle dost yapın!” deyince bu hususu da yeniden nazara vermek istedik.

Evet, Hocamız zaman zaman “Sizleri bilmiyorum; ama ben her gün sözlükten birkaç kelimeye bakarım.” diyor. Dilin doğru öğrenilmesi ve kelimelerin nüanslarıyla bellenmesi adına talebelerinin de sık sık lügate başvurma alışkanlığı kazanmalarını istiyor.

Ders sırasında el-Müncid devamlı hazır bulunuyor. Hocamız, ihtiyaç anında Lisanu’l-Arab, Tacu’l-arûs, en-Nihaye fi garibi’l-hadîs gibi kaynaklara da müracaat ediyor. Arapça bir kelimenin Türkçe karşılığını bulmak için Âsım Efendi’nin Kamus-u Okyanus’u ve Ahter-i Kebîr gibi lügatlere başvuruyor. Farsça kelimeler için daha çok Ferheng-i Farisî gibi lügatlere bakıyor. Misalli Büyük Türkçe Sözlük adlı 3 ciltlik lügati ve Ötüken Türkçe Sözlük’ü beğeniyor, sık sık bunlara müracaat ediyor. Hocaefendi, mahallî diller ve lehçelerle alâkalı sözlük çalışmalarını da çok önemli, ciddi ve takdire değer gayretler olarak görüyor; kitaplığımızdaki Derleme Sözlüğü en çok istifade edilen eserler arasında.

Hemen her gün en az üç beş kez muhterem Hocamızın lügate baktığına ve çok iyi bildiği kelimelerin bile farklı manalarına yeniden nazar ettiğine şahit oluyoruz. İşte bu nağmede yukarıda özetini verdiğimiz 18:20 dakikalık yeni hasbihalle beraber, Hocaefendi’nin sözlüklerle meşgul olduğu zamanlarda çektiğimiz iki yeni fotoğrafı arz ediyoruz.

Hürmetle…

***

Muhterem Hocaefendi “İnsanlara sözlükleri sevdirmek lazım. Ne olur, kendiniz lügate bakma alışkanlığı kazanmaya çalıştığınız gibi, arkadaşlarınızı, öğrencilerinizi ve çocuklarınızı da sözlüklerle dost yapın!” diyor ve kendisi de hemen her gün birkaç kez sözlüklere müracaat ediyor. İşte o anlara ait iki fotoğraf:

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi sözlüğe müracaat ediyor

***

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi sözlüğe müracaat ediyor

Tevazu ve Tekebbür

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

عَنْ عَبْدِ اللهِ بْنِ عَمْروٍ بْنِ الْعَاصِ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ

قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

مَنْ تَوَاضَعَ لِلّهِ رَفَعَهُ اللهُ

وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ

* * *

Hazreti Abdullah bin Amr bin Âs (radıyallahü anh), İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“Yüzü yerde olan mütevazi kimseyi Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine geçirir.”

(Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, 5/139; Beyhakî, Şuabü’l-İman, 6/297; Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb, 1/219; biraz farkla; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/76)

 

Tevazu ve Tekebbür

Alçakgönüllü ve yüzü yerde olma gibi manalara gelen tevazu, büyüklenme ve caka satma gibi manalara gelen tekebbürün zıddıdır. Tevazu, Allah Teâlâ’nın sevip razı olduğu en güzel hasletlerden birisi olduğu için Kur’an-ı Kerim’de;

وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِلْمُؤْمِنِينَ

“Mü’minler için tevazu kanatlarını yerlere kadar indir.” (Hıcr Suresi, 15/88) buyrulmuştur. Yine, Allah’ın (celle celâluhû) sevdiği mü’minlerin özelliği Kur’an-ı Azîm’de şöyle anlatılmıştır:

أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ

Onlar, mü’minlere karşı mütevazi ve alçakgönüllü, kafirlere karşı da izzetli ve onurludurlar.(Mâide Suresi, 5/54)

Hak dostu kâmil zâtlara göre tevazu; Allah’a yakın olabilmenin ilk şartlarından sayılmış, Kur’ân hizmetinin ve sahabe mesleğinin esasları arasında da tevazu, mahviyet ve hacâlet ilk sıralarda kabul edilmiştir. Bu hakikat, bir hadiste şöyle dile getirilmiştir: “Allah bana, tevazu ve mahviyet içinde bulunmanızı.. ve kimsenin kimseye karşı fahirlenmemesini, böbürlenmemsini emretti.” (Müslim, cennet 64; Ebû Dâvûd, edeb 48; İbn Mâce, zühd 16)

Gönül erlerinden Bayezid-i Bistâmî Hazretleri, bütün gücünü kullanarak Allah’a tam otuz yıl ibadet ettikten sonra alem-i gayptan şu nidayı işittiğini söylemiştir: “Ey Bayezid! Cenab-ı Hakk’ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gayen Allah’a ulaşmaksa, O’nun kapısında kendini küçük gör ve amellerinde ihlaslı ol.”

Kişiyi imana ve kurbiyete götüren tevazuya karşılık kibir ve gurur imana girmeye mâni ve imandan çıkmaya da sebep olarak görülmüşlerdir. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz (salallahü aleyhi ve sellem) “Kalbinde zerre miktarınca kibir olan cennete giremez.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir) buyurarak tekebbürün kötülüğüne dikkatleri çekmiştir.

Tekebbür, Kur’an-ı Kerim’de şeytanın vasfı olarak anlatılmış ve mü’minler İblis’in kötü akıbetinden ibret almaya çağrılmışlardır:

فَسَجَدُوا إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ

“İblis dışındaki bütün melekler secde ettiler. İblis ise bundan kaçındı, kibirlendi ve kâfirlerden oldu.” (Bakara Suresi, 2/34)

Allah Teâlâ bir hadis-i kudsîde ise tekebbürün zararını kullarına şöyle haber vermektedir:

الْكِبْرِيَاءُ رِدَائِي وَالْعَظَمَةُ إِزَارِي فَمَنْ نَازَعَنِي وَاحِدًا مِنْهُمَا قَذَفْتُهُ فِي النَّارِ

“Kibriyâ (büyüklük) benim ridâm, azamet (yücelik) ise benim izârımdır. Kim benimle bunlar hakkında yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse onu cehenneme atarım.” (Sünen-i Ebî Dâvûd; Sünen-i İbn-i Mâce)

Hak aşığı sadık kullarda büyüklüğün alameti tevazu ve mahviyet, küçükler insanlarda küçüklüğün emaresi de tekebbür ve enaniyettir. Bu yüzden, insanlar nazarında büyük görünmek isteyen birisi, Allah katında küçülür. Allah’ın rızasını hedefleyen, O’na karşı edeple kulluk edip O’nun kullarına karşı mütevazi ve mülayim olan birisi de hem Allah katında hem de insanlar nazarında sevimli ve değerli olur.

“Size ateşin kendine ilişmeyeceği kimseyi haber vereyim mi? Ateş; Allah ve insanlara yakın, yumuşak huylu, herkesle geçimli ve mülayim insanlara dokunmaz.” (Tirmizî, kıyâmet 45; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 1/272)

Hz. Ömer (radıyallahü anh), bir gün minber üzerinden insanlara şöyle seslenmiştir: “Ey insanlar! Mütevazi kimseler olunuz. Şüphesiz ki ben, Allah Rasülü’nden şunu işittim: ‘Kim alçak gönüllü olursa, Allah onu yükseltir. Aslında o, kendini küçük görmektedir ama halkın gözünde asıl büyük olan da odur. Her kim de kibirlenirse, Allah onu yerin dibine batırır. Kendini büyük zanneden bu kişi, insanlar nazarında çok küçüktür.” (el-Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb 1/219; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat 8/172)

Cenab-ı Hakk’ın halis kulları kendilerini hep sıradan bir insan olarak görmüş ve düz bir insan görünümünde yaşamışlardır. Hatta onlar çok defa kendilerini çukurlar içinde yaşıyor kabul etmişlerdir. Nitekim Hz. Âişe annemize “Bir insan ne zaman kötü birisi olur?” diye sorulduğunda; “Kendisini iyi bir insan zannettiğinde.” diye cevap vermiştir.

Burada dikkat edilmesi gereken diğer önemli bir husus ise mütevazi olayım derken, tevazu yapma yanlışlığına düşülmemesidir. Mütevazi kimse fıtrî olarak davranır ve amelinde Allah rızasını takip eder. İnsanlara da Allah’tan ötürü sevgi ve saygı duyar. Tevazu yapma yapmacıklığına girenler ise ihlastan yoksun ve gayr-i tabiidirler. Amellerini insanlara beğendirmek için çalıştıklarından faydasız yere çok yorulurlar.

Bahsimizi Alvarlı Efe Hazretlerinin bir beytiyle noktalayalım:

“Su gibi yerlere yüzler kim sürer, insan olur.

Yerdeki yüz daima şayeste-i ihsan olur.”

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُتَوَاضِعِينَ

وَصَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ

وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينْ

وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ

 وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

272. Nağme: Yanlış Tutulan Notlar ve Ruha İşlenen Kayıtlar

Herkul | | HERKUL NAGME

Sevgili dostlar,

Geçen gün Bamteli sohbeti için çekim yapmak üzere mescidde yerlerimizi alınca, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi ellerinde kalem ve defter not almak üzere hazırlanan arkadaşlarımıza bakıp “Bu makineler zaten kayıt yapıyor; ayrıca yazmaya gerek var mı acaba?” diyerek sözlerine başladı. Sonra not tutma ve hakikatleri başkalarına aktarma mevzuunda çok hassas olunması lazım geldiğini anlatıp bu meselenin problemli yanlarına dikkat çekti.

Muhterem Hocaefendi, bazen yanlış yazma ve bazen de yanlış anlamadan kaynaklanan hatalı aktarımların çok büyük problemlere sebebiyet verdiğini misal olarak dile getirdiği şu hadise ile izah etti:

“Geçenlerde bir vesileyle “Îsâr ruhunu yaymalı, herkese mal etmeliyiz; adeta îsârlaşmalıyız!” demiştim. Bildiğiniz gibi; îsâr, insanın kendi ihtiyacı olduğu halde diğer muhtaçların ihtiyaçlarını öne çıkarıp onları gidermesi, kardeşlerini kendine tercih etmesi, toplumun menfaat ve çıkarlarını şahsî çıkarlarından önce düşünmesi ve yaşama zevkleri yerine yaşatma hazlarıyla var olması demektir. Îsâr,

وَلاَ يَـجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِـمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِـهِمْ خَصَاصَةٌ

“Onlar, mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşr, 59/9) âyetiyle (Ashab-ı Kirâm’ın yüksek ahlakının bir derinliği olarak) işaret edilen fedakârlığın adıdır.

İşte nazarları böyle büyük bir fedakârlık ufkuna çevirebilmek için “Îsâr ruhunu yayalım, îsârlaşalım!” demiştim. Bir de ne göreyim, arkadaşın biri not olarak yazmış ve orada burada seslendirmiş, “Hocaefendi ‘İsa ruhunu yayalım’ dedi” demiş ve dahası bir sürü teviller yapmış kendince. Maalesef, bazen bu denli yanlış anlamalar ve aktarmalar da olabiliyor.”

Kıymetli Hocamız, bu hadiseyi de anlatarak illa not tutulacak ve başkalarına nakledilecekse, hangi hususlara dikkat edilmesi lazım geldiğini belirttikten sonra, bir de kalb ve ruha kazınması gerekli olan notların varlığından bahsetti. İnsanın ebedî hayatı kazanması için silinmeyecek şekilde kaydedilmesi lazım gelen konular üzerinde durarak, “Öteye öyle silinmez yazılarla gitmeli ki, orada vicdanınıza, ihsas ve ihtisaslarınıza baktıklarında Münkir Nekir şaşakalmalı; ‘Bu adama soru sorulmaz, dopdolu gelmiş!’ demeli.” sözleriyle mü’min için asıl ve öncelikli olan meseleyi bir kere daha hatırlattı.

Bu güzel sohbeti 19:40 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde sunuyoruz.

Muhabbetle…

271. Nağme: Huzura Eren Kalbler ve Çeşit Çeşit Mürtedler

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

13:48 dakikalık bugünkü nağmemizde muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, şu mevzuları açıklıyor:

*Kalbin beslenme kaynağı iman, onun itminana ulaşma yolu da her zaman Allah’ı anmaktır; nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

أَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

“Biliniz ki, kalbler ancak, Allah’ın zikriyle, O’nud etmekle oturaklaşır, huzura erer.” (Ra’d Sûresi, 13/28) Bu sayede ruhtaki bütün acılar diner.. stresler, hafakanlar aşılır.. ve his dünyamızda da sürekli itminan meltemleri esmeye başlar; başlar, zira, her şey Allah’la başlamıştır. O öyle bir ‘Mebde-i Evvel’dir ki, zincirleme sürüp gidiyor gibi görünen bütün sebepler döner-dolaşır, nihayet O’nda sona erer. Bütün arzu, istek ve beklenti mülâhazaları gider O’nda noktalanır.

*İtminana erememiş gönüller başka arayışlar peşine düşerler; içlerindeki boşlukları doldurabilmek için çalmadık kapı bırakmazlar ama bir türlü aradıklarını bulamaz ve asla huzura eremezler.

*Kalbi itminana ermemiş şahıslarda ve içten içe yanmış, karbonlaşmış bir toplumda ne canlılık, ne sıhhat ve ne de elde ettikleri nimet ve imkânları değerlendirerek, yeni lütuflara liyakat kazanma ve yeni ufuklara doğru açılma, asla söz konusu değildir. Bilakis, fertlerdeki bu iç çözülme, önce onlarda, sonra da toplumun bütün kesimlerinde zincirleme hüsranlara yol açacaktır ki; bu da, o toplumun kendi içinde çürüyüp yok olması demektir. Bu şundandır; “Yüce Yaratıcı, bir topluma bahşettiği nimetlerini, o toplum, kalbî ve ruhî durumunu değiştirmedikçe geri alacak ve değiştirecek değildir.”(Enfal Sûresi, 8/53) O toplum, kendisine bahşedilen nimetlere mazhar olduğu andaki safvet, samimiyet, azim, kararlılık ve hasbîlik.. gibi yüce hasletlerini yitirmedikten sonra, -ilâhî âdete göre- o nimetlerin alınması ve o toplumun derbederliği asla bahis mevzuu değildir. Aksine, bir heyet-i içtimaîye kendini yücelten ve ayakta tutan bu üstün vasıfları kaybedince, orta sütun çökmüş ve toplum çatısında tamiri imkânsız yıkıntılar meydana gelmiş demektir.

*Dünden bugüne farklı farklı döneklikler olagelmiştir. Günümüzde de zevke düşkünlük, rahat yaşama arzusu ve lüks tutkusu sebebiyle yoldan dönmüş hizmet mürtedleri, amel mürtedleri ya da akide mürtedleri her zaman çıkabilir. İrtidat vak’aları, bu kabîl dinden dönüşler veya daha başka saiklerle meydana gelen tarihî tekerrürler devr-i daimi, geçmiştekilere münhasır kalmayacak; bir bir tarih sahnesinde yerlerini alanlar, ettikleriyle bir bir silinip gidecek; geriye hep O ve O’nun tutup kaldırdığı dostları kalacaktır. Şu ayet bu hakikati ifade etmektedir:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ

“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirecek ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, atâsı, ihsanı çok bol olandır ve her şeyi en iyi şekilde bilendir.” (Mâide Sûresi, 5/54)

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla arz ediyoruz.

270. Nağme: Seçkin Kullar ve Engin Duyuşlar

Herkul | | HERKUL NAGME

Değerli arkadaşlar,

Taklit; başkasının fikir ve düşüncelerini doğruluğunu test etmeden kabullenmek, onun hal ve hareketlerini tekrarlamak, ona benzemeye çalışmak ve bir şeyin “kalp”ını yapmak demektir. Bir insanın, bir hocadan veya kitaptan okuyup öğrenmeden, anne-babasından ve çevresinden görüp işittiği şekilde inanmasına ve inandığı esasların doğruluk derecesini ve hakikatini araştırmadan onları kabul etmesine “taklîdî iman” denir.

Tahkik ise; bir şeyin doğru olup olmadığını araştırmak ve o hususta hakikate ulaşmak için çalışıp didinmek, cehd ve gayret göstermek demektir. İman esaslarının mahiyet ve hakikatini araştırıp soruşturduktan sonra yani tahkik sonucu ulaşılan imana da “tahkîkî iman” denir.

Kur’an-ı Kerim, yer yer, duygu, düşünce ve bakışlarımıza hep yeni yeni şeyler sunmakta ve bize daima yeni ve isabetli bakış açıları kazandırmaktadır. Dahası, İlâhî beyanın takriben beşte biri insanı araştırmaya, âfâkî ve enfüsî tetkîk ve tefekküre teşvik ederek “tahkîk”in önemini göstermektedir.

İşte bu nağmede muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, avamdan (sıradan insanlardan) havassa (seçkin kullara) onlardan da ehass-ı havassa (seçkinler seçkini, zirve insanlara) kadar farklı seviyelerdeki insanların çok değişik duyuşları olduğunu anlatıyor. Manevî ihsasların ve iç infiallerin sevk ediciliği, gönülden ve vicdandan kaynaklanan dürtülerin yönlendiriciliği ile dile getirilen tesbih, hamd ve tekbirlere dikkat çekiyor.

16:25 dakikalık bu güzel sohbeti hem ses hem de görüntü dosyaları şeklinde arz ediyoruz. Hürmetle…

269. Nağme: Kirli Sinelerden Taşanlar ve Kalb-i Selîme Ulaşanlar

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Daha 2-3 saat önce muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi güzel vatanımıza hâkim görünen atmosferin ve insanların münasebetlerinin fotoğraflarını ortaya koyan bir sohbet yaptı. Sadece yayına hazırlamak için gerekli olan zamanı kullanıp bu güzel hasbihali de hemen size ulaştırmaya çalıştık. Muhterem Hocamız 17:53 dakikalık bu nağmede şu konuları anlatıyor:

*Necâta (kurtuluşa) giden yol kalb temizliğinden geçer. Kalbi temiz olmayınca, insan çok kararlı yürüse bile zikzak çizmekten kurtulamaz.

*Kalb, eskilerin ifadesiyle “nazargâh-ı ilâhî”dir. Allah, insana insanın kalbiyle bakar. “(Allah sizin cisim ve suretlerinize değil) kalblerinize nazar eder.” fehvâsınca da, O’nun insanla muâmelesi kalbe göre cereyan eder. Zira kalb; akıl, mârifet, ilim, niyet, iman, hikmet ve kurbet gibi insan için çok ha­yatî hususların kalesi mesabesindedir.

*İnsan, selim bir kalbe sahip değilse, bir yere kadar müstakim görünebilir ama belli faktörler bir gün onda var olanı ortaya çıkarır.

*Günümüzdeki üslup bozukluğunun ve herkesin birbirine sataşmasının sebebi de kalblerin temiz olmamasıdır.

*İnanan insanların Allah ahlakıyla ahlaklanmaları gerektiği gibi, birbirine karşı muamelelerinde de Allah ahlakını esas almaları icap eder. Cenâb-ı Hak, kullarının eksik ve gediklerini söylerken sadece inzar değil aynı zamanda tebşir ifadeleri de kullanır; kötü âkıbetten sakındırırken mükâfat yolunu da gösterip teşvik eder. Mesela şöyle buyurur:

وَالَّذِينَ إِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً أَوْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللّهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْ وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ اللّهُ وَلَمْ يُصِرُّوا عَلَى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ

“Onlar ki çirkin bir iş yaptıklarında veya kendi nefislerine zulmettiklerinde, peşinden hemen Allah’ı anar, günahlarının affedilmesini dilerler. Zaten günahları Allah’tan başka kim affeder ki? Bir de onlar, bile bile işledikleri günahlarda ısrar etmez, o günahları sürdürmezler.” (Âl-i İmrân, 3/135)

*Mü’min severken de kızarken de ölçülü olmalı ve mülahaza dairesini her zaman açık bırakmalıdır. Nitekim, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurur:

أَحْبِبْ حَبِيبَكَ هَوْنًا مَا عَسَى أَنْ يَكُونَ بَغِيضَكَ يَوْمًا مَا

وَأَبْغِضْ بَغِيضَكَ هَوْنًا مَا عَسَى أَنْ يَكُونَ حَبِيبَكَ يَوْمًا مَا

“Muhabbetinde dengeyi gözetip sevdiğin insanı ölçülü sev; belki bir gün nefret hislerini tetikleyen bir kimse haline gelebilir. Kin ve nefret duygularını harekete geçiren kimseye karşı da öfkende dengeli ol, kim bilir o da bir gün sevgini celbeden bir insana dönüşebilir.”

*Selim ve sâlim kalb mevzuu çok mühimdir, çünkü Kur’ân-ı Kerim onu mal ve evlâdın karşısına koymuş ve “O gün ki ne mal, ne mülk, ne evlat insana fayda eder. O gün insana fayda sağlayan tek şey, (kalb-i selim) Allah’a teslim ettiği selim bir gönül olur.” (Şuarâ, 26/88-89) buyurmuştur. Bağdatlı Ruhî, bu mazmunu şu mısralarla ne hoş seslendirir: “Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler / “Yevme lâ yenfe’u”da kalb-i selîm isterler.”

*Cenâb-ı Hak, en küçük bir iyiliği karşılıksız bırakmaz. Hadisçiler arasında “Bitâka” (üzerinde bir not yazılı olan küçük kağıt ya da kart) hadîsi olarak bilinen bir nebevî ihbarda Cenâb-ı Hakk’ın merhameti şöyle nazara verilmektedir: Bir insan (kıyamet günü) getirilir. (Terazinin) bir kefesine onun amellerinin yazıldığı doksan dokuz defter konulur; her biri göz alabildiğine uzundur. Diğer taraftan üzerinde kelime-i tevhid yazılı bitâka da getirilir. O kimse sorar: Ey Rabbim, bu defterlerle birlikte bu kağıt nedir? Allah Teâlâ buyurur: Muhakkak ki sen haksızlığa uğratılmayacaksın! Sonra, o bitâka, terazinin bir kefesine konulur. Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) buyurur ki: “O kağıdın karşısında defterler çok hafif kaldı.”

*Bir başka hadis-i şerifte anlatıldığına göre; amel sandığında hayr u hasenâtının yanı sıra pek çok günahı da bulunan bir kulun hesabı görülür; mizanda sevap kefesi daha hafif gelince, azap ehlinden olduğuna dair hüküm verilir. Cezaya müstehak o kul derdest edilip perişan bir vaziyette, adeta sürüklene sürüklene mücâzat mahalline doğru götürülürken, ikide bir geriye döner ve bir sürpriz bekliyormuş gibi etrafına bakınır. Cenâb-ı Hak, meleklerine “Kuluma sorun bakalım; niçin geriye bakıp duruyor?” buyurur. (Geriye bakma meselesi bizim anlayacağımız şekilde konuşmanın gereği olarak, fizik âlemiyle alâkalıdır; yoksa, Zât-ı Ulûhiyet için mekan ve yön mevzubahis değildir.) Adamcağız der ki, “Rabbim! Hakkındaki hüsn-ü zannım böyle değildi; evet, âlem sevaplarla gelirken -maalesef- ben günah getirdim; fakat, Senin rahmetine olan inanç ve itimadımı hiçbir zaman kaybetmedim!.. Recâm oydu ki, bana da merhametinle muamele edesin ve beni de bağışlayasın!..” Bu mülahazalar ve Allah Teâlâ hakkındaki hüsn-ü zan, o insanın kurtuluşuna kapı aralar; neticede adamcağız “Kulumu Cennet’e götürün!” müjdesini duyar.

*İşte, inananlar bu ahlakla ahlaklanmalı ve en küçük bir iyiliği karşılıksız bırakmamalı, her insana sinelerinde yer vermelidirler. Mü’minler ancak böyle davrandıkları sürece, güç ve kuvvetlerini kısır çekişmelerle tüketmemiş olur, Cennet yolunda hayır uğrunda yarışır ve neticede çok başarılı işler ortaya koyabilirler.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

268. Nağme: Peygamber Vârisleri ve Davanın Hâdimleri

Herkul | | HERKUL NAGME

Sevgili dostlar,

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, makale ve sohbetlerinde “dava-yı nübüvvetin vârisleri”nden bahsediyor. Onları anlatırken özellikle istiğna ruhuyla vazifeye kilitlenme ve millete yüsr (kolaylık) yolunu göstermekle beraber kendi hayatında azimetleri kollama hususlarını nazara veriyor.

Bamteli çekimi yapmak üzere mescidde yerlerimizi alınca kıymetli Hocamıza “Dava-yı nübüvvet” tabirinin manasını ve “dava-yı nübüvvetin vârisleri”nin kimler olduğunu sorduk.

Muhterem Hocamız, öncelikle nübüvvet ve risalet vazifesinin Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) ile son bulduğunu, artık peygamberliğin hiç kimse için söz konusu olmadığını; fakat, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun tebliğ ve temsil ederek mü’minlere emanet bıraktığı dine sahip çıkılması gerektiğini; “dava-yı nübüvvet” derken de Kur’an ve Sünnet ile “Efendimiz’in talim buyurduğu esaslar”ın anlaşılması lazım geldiğini ifade etti.

Hocaefendi, daha sonra bir hadîs-i şerifin şerhi sadedinde, genel manada peygamberlerin miraslarının ilim, vârislerinin ise, evvela âlimler, saniyen din-i mübine hizmet eden bütün mü’minler olduğunu vurguladı.

Evet, söz konusu olan hadiste, nebilerin, geride dinar ve dirhem değil, ilim bıraktıkları belirtilmektedir. Dinar, altın; dirhem de gümüş para demektir ve bu iki değer ölçüsü bütün dünyalıkları temsil etmektedir. Allah’ın seçkin kulları peygamberler, bu fâni dünyalıklardan ancak zaruret miktarınca almışlar ve ebedî âleme giderken de geride paylaşılacak herhangi bir maddî miras bırakmamışlardır. Onlar, tebliğ ve temsil görevini sadece Allah rızası için yaptıklarını ve risalet vazifesinin karşılığında hiçbir dünyevî ücret beklemediklerini örnek hayatlarıyla ortaya koymuşlardır. Bu muvakkat âlemden ayrılırken de arkada sadece nümune-i imtisal güzel hallerini, sünnet-i seniyyelerini ve dini disiplinleri bırakarak hasbîliklerini bir kere daha göstermiş ve dava-yı nübüvvetin vârislerine hüsn-ü misal olmuşlardır. Dolayısıyla, Nebiler Sultanı’na vâris olan ilim ve amel ehli mü’minler de, O’nun kendilerine emanet ettiği Kur’an hakikatlerine ve Sünnet’ine gönülden sahip çıkmalı, i’la-yı kelimetullahı hayatlarının gayesi bilmeli ve kendilerini o ulvî gayeye adayarak birer emin emanetçi olmalıdırlar.

Bu itibarla, Ashab-ı Kiram başta olmak üzere her devirde halis mü’minlerin peygamber vârisliğinin hakkını verdiklerini anlatan muhterem Hocamız, Hazreti Fatıma annemizin hayatından misallerle mevzuyu derinleştirdi. Daha sonra konuyu günümüzün karasevdalılarına getirerek onlardan beklenen en önemli özelliklerin neler olduğunu anlattı.

17:26 dakikalık bu hasbihali (Bamteli olması için arşivde bekletmeden) dualarınız istirhamıyla hemen arz ediyoruz.

Cennet ve Cemaat

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
عَنْ عُمَرَ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ
قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
مَنْ أَرَادَ بُحْبوُحَةَ الْجَنَّةِ
 فَلْيَلْزَمِ الْجَمَاعَةَ
* * *

Sahabe efendilerimizin en önde gelenlerinden, insanlığın yüz akı,
adalet timsali Hazreti Ömer (radıyallahü anh),
İki Cihan Güneşi Peygamber Efendimiz’in (sallallahü aleyhi vesellem)
şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
“Cennetin en güzel yerini isteyen
(cennetin göbeğine taht kurmak isteyen)
kimse
cemaate sımsıkı sarılsın!”
(Tirmizi, Sünen, Fiten, 7; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/26)

Cennet ve Cemaat

Allah Teâlâ insanoğlunu beşerî ihtiyaçlarında birbirlerine bağlı yarattığı gibi, ahirete bakan meselelerde de onları birbirlerine muhtaç olarak yaratmıştır. İnsanların toptan huzur ve mutluluğa kavuşmaları için Cenab-ı Hak onlara doğru yolu gösteren peygamberler ve kitaplar  göndermiştir.
İlahi Kitapların en mükemmeli Kur’an-ı Kerim, pek çok beyanında gerek şeytanın tuzaklarına düşmememiz, oyunlarına aldanmamamız, gerekse cennete ulaştıran yolda Allah Rasülü (alehissalâtü vesselâm)’ın ardında mü’minlerle birlikte sabit-kadem olmamız için bizlere altın nasihatler vermiştir:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ

“Ey İman edenler! Allah’tan sakınıp daima takvâ dairesi içinde hareket ediniz ve her zaman sâdık kullarla beraber olunuz.” (Tevbe Suresi, 9/119)

وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدَى
 وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبِيلِ الْمُؤْمِنِينَ نُوَلِّهِ مَا تَوَلَّى وَنُصْلِهِ جَهَنَّمَ وَسَاءَتْ مَصِيرًا

“Her kim, hidâyet yolu kendisine belli olduktan sonra Allah’ın Rasülüne karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola tâbi olursa, Biz onu döndüğü yolda bırakırız ve ahirette onu cehenneme koyarız. Orası ne fena bir varış yeridir!” (Nisâ Suresi, 4/115)
İnsanlığı iki cihan mutluluğuna davet eden en son ve en yüce elçi Allah Rasülü (sallallahü aleyhi ve sellem) de pek çok hadis-i şeriflerinde cemaatin önemine vurguda bulunarak yalnız kalmanın zararlarına karşı bizleri uyarmıştır. Her biri inci tanesi bu kutlu beyanlardan bazıları şöyledir:

يَدُ اللهِ مَعَ الْجَمَاعَةِ

“Allah’ın rahmet ve inayet eli cemaat ile beraberdir.” (Tirmizî, Fiten, 7; Nesâî, Tahrim, 6)

عَلَيْكُمْ بِالْجَمَاعَةِ وَإِيَّاكُمْ وَالْفُرْقَةَ فَإِنَّ الشَّيْطَانَ مَعَ الْوَاحِدِ

“Mutlaka cemaatle beraber olun ve yalnız kalmaktan kesinlikle kaçının. Unutmayın ki şeytan, tek başına hareket edenleri boş bırakmaz.” (Tirmizî, Fiten, 9)

يَدُ اللهِ عَلَى الْجَمَاعَةِ فَاتَّبَعُوا السَّوَادَ الْأَعْظَمَ فَإِنَّهُ مَنْ شَذَّ شَذَّ فِي النَّارِ

 “Allah’ın rahmet ve inayet eli cemaatin üzerindedir. Öyleyse siz sevâd-ı azama (doğru yoldaki selîm çoğunluğa) uyun. Çünkü cemaatten ayrılıp uzak duran, kendini ateşe ayırmış olur.” (Hâkim, el-Müstedrek; Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl)
Sahih-i Buhari’de geçen bir rivayette Peygamber Efendimiz’in anlattığına göre; sırat köprüsünü geçip cennete giren salih mü’minler, köprüyü geçemeyip cehenneme düşen mü’min arkadaşları için o derece üzüleceklerdir ki dünyadaki hiç kimse herhangi bir dünyevî isteği için o kadar üzülemez. Daha sonra cennetteki bu bahtiyar mü’minler, ateşteki arkadaşlarının kurtulması için Allah Teâlâ’ya yalvarıp yakaracak, Cenab’ı Hak ta arkadaşlarını cehennemden çıkarmaları için onlara izin ve yetki verecek, nihayet onlar gidip kalbinde zerre kadar imanı olan arkadaşlarını ateşten çıkaracaklardır.  (Sahih-i Buhari, Tevhid, 24)
Cemaat şuuruyla hareket etmek, cehennemden kurtarıp cennete ulaştırmasının çok çok üstünde rıza-i ilahiye kavuşturması yönüyle pek büyük bir kıymete sahiptir. Böyle hareket eden kimseler her işlerini istişare ile yaptıkları için kararlarındaki isabet oranı artmakta ve hataları da en aza inmektedir. Nitekim bir hadiste; “İktisat eden fakir olmaz. İstişare eden de hüsrana uğramaz, pişmanlık yaşamaz.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 10/108) buyrulmuştur.
İştirak-i âmâl-i uhrevî (ahirete ait hayırlı işlerde ortaklık) düsturuyla hareket eden bu salih kulların her birine, bütün cemaatin kazandığı kadar sevap verilmesi de Allah’ın (celle celâluhû) cemaate bahşettiği ayrı bir lütuftur. İnsanın tek başına yapmaya kalktığı takdirde saatlerini, hatta yerine göre ay ve yıllarını alabilecek pek çok işte sâir insanların yardımına başvurup işlerini kolay ve hızlıca yapabilmesi gibi bir durum, cemaatle yapılan hayırlı amellerde de aynen hatta daha fazlasıyla mevcuttur.
Sahihayn’da anlatıldığına göre Allah Teâlâ, kendisini anıp zikretme amacıyla bir araya gelmiş bir topluluğun hepsini affettiğini meleklerine bildirdiğinde onlar hayretle “Aralarında onlardan olmayan, bir ihtiyacı için oraya gelmiş olan birisi var.” demişler, bunun üzerine Allah (azze ve celle) de, “Onların hepsi hayırlı bir meclisin sâkinleridir. Böyle bir toplulukla beraber olan kimse bedbaht olmaz.” buyurarak onu da affettiğini bildirmiştir. (Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim)
Allah dostlarının ifade ettiği üzere, güzel kokular satan ıtriyât çarşısına girenlerin üzerine güzel kokuların sinip, kötü kokulu bir yere gidenlere de kerih koku bulaşması gibi birlikte olduğumuz insanların da manevi ve uhrevi hayatımızda tesirleri vardır. Bu yüzden Hak aşığı insanlar hep “Allah’ım! Beni, salih kullarından ayırma. Ahirette beni onlarla birlikte haşret!” şeklinde Allah’a yalvarmışlardır. Ayrıca vifak ve ittifak, tevfik-i ilahinin ihlastan sonraki en büyük vesilesidir. Buradan hareketle duamız Hz. Süleyman’ın duası gibidir:

وَأَدْخِلْنِي بِرَحْمَتِكَ فِي عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ

(Allah’ım!) Lütfunla beni hayırlı kullarının arasına dahil eyle!” (Neml Suresi, 27/19)

اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ
وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينْ
وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ
 وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

267. Nağme: Efendimiz, Annelerimiz, Dual Hayat ve Merhum Mehmet Uslu

Herkul | | HERKUL NAGME

Kıymetli arkadaşlar,

Bu sabahki derste Secde Sûresi’yle alakalı tefsirleri tamamladık; sonra da Ahzâb Sûresi’nden ilk sekiz ayet-i kerimenin müzakeresini yaptık. 12:34 dakikalık ses kaydında müzakere esnasında dile getirilen yorumları ve muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin tamamlayıcı açıklamalarını bulacaksınız.

Muhterem Hocamız önce (Şeyh Ebu’l-Hasan eş-Şazilî hazretlerinin gördüğü rüyaya da dayandırılan) şu menkıbeyi anlatıyor:

Miraç’ta karşılaştıkları zaman, Hazreti Musa (aleyhisselam), Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e, “‘Ümmetimin âlimleri, İsrail oğullarına gelen peygamberler gibidir.’ buyuruyorsunuz. Onlardan birini bize gösterir misiniz?” der. Peygamber Efendimiz, ‘İşte şu!’ diyerek manen İmam Gazali’yi çağırır. Hazreti Musa, “Senin adın ne?” deyince, Hazreti İmam, “Muhammed bin Ahmed bin Muhammed bin Mustafa bin Adem…” der. Musa Aleyhisselam, “Ben bir şey sordum, sen on şeyle cevap verdin; oysa cevabın soruya mutabık olması gerekir.” buyurur. İmam Gazali, “Efendim, bu itiraz sizin için de geçerlidir. Allah size ‘Elindeki nedir?’ diye sorduğunda, bunun cevabı sadece ‘Bu asamdır’ şeklinde olması gerekirken, ‘O benim asamdır. Ona dayanır ve onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Ayrıca onunla daha pek çok ihtiyacımı gideririm.’ (Tâhâ, 20/18) demiştiniz. Maksadınız Allah Teâlâ ile daha fazla konuşmak değil miydi? Ben de sizin gibi ulülazm büyük bir peygamberi bulmuşken konuşmayı uzatmak için dedelerimin de isimlerini söyledim.” der. Bu cevap üzerine, Hazreti Musa, Peygamber Efendimiz’e (aleyhissalatü vesselam) “Şimdi anlaşıldı, gerçekten de senin ümmetinin âlimleri Beni İsrail’in peygamberleri gibiymiş.” buyurur. (bk. Busrevî, Ruhu’l-Beyan, Bakara, 2/143. ayetin tefsiri/ 1/249)

Kıymetli Hocamız daha sonra özellikle şu ilahî beyanlarla ilgili bazı nükteleri ve önemli esasları dile getiriyor:

وَجَعَلْنَا مِنْهُمْ أَئِمَّةً يَهْدُونَ بِأَمْرِنَا لَمَّا صَبَرُوا وَكَانُوا بِآيَاتِنَا يُوقِنُونَ

“Sabrettikleri ve âyetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten rehberler yetiştirmiştik. Onlar, bizim âyetlerimize kesin bir şekilde inanıyorlardı.” (Secde, 32/24)

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعِ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيماً حَكِيماً

“Ey şanı yüce nebi, Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmeye devam et, (Sen yapmazsın ya ümmetin de) kâfirlere ve münafıklara itaat etme(sin)! Muhakkak ki Allah her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.” (Ahzâb, 33/1)

مَا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِن قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ

 “Allah, hiçbir adamın içinde iki kalb yaratmamıştır.” (Ahzâb, 33/4)

اَلنَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ

“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır.” (Ahzâb, 33/6)

Değerli arkadaşlar,

Bildiğiniz üzere, geçtiğimiz günlerde Mehmet Uslu ağabeyimiz Hakk’a yürüdü. Dostları arasında “Müftü Efendi” olarak bilinen Mehmet ağabeyimiz için burada gıyabî cenaze namazı kıldıran muhterem Hocamız, derste de merhumu hayırla yâd etti.

O kıymetli insan için duaya vesile olması ümidiyle dersin ilgili bölümünden de bazı cümleleri ses kaydına dahil ettik.

Bu vesileyle, merhum Mehmet Uslu Ağabeyimize Mevlâ-yı Müteal’den sonsuz rahmet ve mağfiret diliyor, bütün aile fertlerine, yakınlarına ve dostlarına sabr-ı cemil niyaz ediyoruz.

Ayrıca, muhterem Hocaefendi’nın son günlerde dergi mizanpajlarıyla meşgul olduğunu haber vermiştik. Yeni Ümit ve Hira mecmualarının yapılışı esnasında çektiğimiz bir fotoğrafı da sabahki derse ait diğer iki fotoğrafla beraber sunuyoruz.

Hürmetle…

***

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, ders sırasında el-Kulûbu’d-Dâria adlı dua mecmuasında yer alan, Zeynülâbidîn Ali b. Hüseyin Hazretleri’nin “Arefe Günü Duası”ndaki yürekler yakan hamd ü sena cümlelerine dikkat çekerken:

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, ders sırasında

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Yeni Ümit ve Hira dergilerinin gelecek sayılarının mizanpajlarıyla meşgul olurken:

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Yeni Ümit ve Hira dergilerinin gelecek sayılarının mizanpajlarıyla meşgul olurken

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, ders sırasında el-Kulûbu’d-Dâria adlı dua mecmuasında yer alan, Muhammed İbn Üsâme Hazretleri’nin “Virdü’l-Hamd” başlıklı münacaatındaki hamd ü sena cümlelerine dikkat çekerken:

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, ders sırasında

266. Nağme: Sabahın Müjdecisi Karanlıklar ve Erdiğini Bilmeyen Kahramanlar

Herkul | | HERKUL NAGME

Değerli dostlar,

Bugün en son çay fasıllarından birini paylaşacağız. 17:31 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde sunacağımız bu hasbihalde muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi şu hususlara değiniyor:

*Itrî Mustafa Çelebi (Buhûrizâde) ne hoş söyler: “Sâyesi düşmez yere bir böyle nahl-i Tûr’sun / Mihr-i âlem-gîrsin baştan ayağa nursun!” Böyle sözler söyleyen ve Allah Rasûlü’ne muhabbetini ifade eden insanlar, sadece bizim tarafımızdan değil, melekler, ruhânîler ve mü’min cinler tarafından da yâd edilirler. İnsanlığın İftihar Tablosu, zaten kazanmış gitmiştir; O’nu böyle yâd edenler, o senalarıyla kendileri kazanırlar.

*Her nimet hamd ü sena ve şükürle karşılanmalıdır ki yeni nimetlere davetiye çıkarılmış olsun.

*En olumsuz hadiseler karşısında bile Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetinden hiç ümit kesmemek lazım.. hep bir kapı aralığı bırakmak lazım. Belalar ve musibetler o kapıların arkasına gelseler, girseler, sonra da üst üste sürgüler vursalar, ne yapıp yapıp yine bir aralık bulmalı ve hep Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetine bakmalı.

*İnsan hangi hadiseyle karşı karşıya kalırsa kalsın, Hazreti Adem gibi hemen doğrulmasını bilmeli, sair enbiyanın yaptığı üzere halini Allah’a arz edip boğucu mülahazalardan sıyrılmalıdır.

*Gece gündüz hep birbirini takip edegeldiği gibi bela ve safa, mağlubiyet ve mansuriyet tenavübiliği (nöbetleşmesi) de söz konusudur. Yer fiziğindeki değişimler gibi, milletler tarihinde de sürekli, dönüşüm “devr-i dâimler”i yaşanmış ve her zaman zirveler düşüşlerle noktalanmış, çukurlar da şâhikalarla nefes almıştır. Yani hadiseler hiçbir zaman aynı çizgide cereyan etmemiş, aksine geceleri gündüzler, kışları da baharlar takip edegelmiş; yer yer bazı milletler, bayramlarla-seyranlarla kucaklaşırken, bazıları da mâtemlerle, inkisarlarla kıvrım kıvrım yaşamış.. ve zaman gelmiş her şey tersine dönmüş; gülenler ağlamış, ağlayanlar da gülmüş… Bu husus, insanın şahsi hayatında da benzer şekilde cereyan etmektedir. Zaten, dünden bugüne hemen her zaman bizde, ümit daha önde, beklentiler ilâhî inâyet destekli; yeis ve inkisar ise, birkaç adım geride ve Allah’tan kopuk kalblerin isi-pası olarak bilinegelmiştir. Evet yeis her türlü kemâlâtı engelleyen bir mânia, iradeyi felç eden bir maraz ve insanı boğan bir bataklıktır.

*“Âbistan-ı sefâ u kederdir leyâl hep / Gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar…” (Geceler hep safa ve kedere gebedir. Gün doğmadan gecenin dölyatağından neler doğar.) (Rahmî)

*Her sıkıntı bir kolaylığa gebedir ama haml müddetine sabretmek gerekir. İmam Sühreverdî ne hoş söylemiştir: “Karar kararabildiğin kadar! Karar ki, karanlığın açılması en çok koyulaştığı zaman başlar.” Karanlık oldu diye onun içinde gömülüp gitmemeli; o karanlığın içinden bile sürekli ışığa yollar vurmalı.. Allah varken, niye karanlığın içinde ışık olmasın ki?!. Tabiat hâkim değil ki!.. Tabiat O’nun bir kitabıdır; O’nun tasarrufu altındadır; kapkara şeyleri siler bembeyaz şeyler yazar onlar yerine!..

*Nimetlerle küstahlaşmamalı, musibetler içinde de boğulmamalı!.. Nimetler karşısında hamd ü sena ile gürlemeli; beriki olursa da Allah’ın o mevzudaki takdirine rıza göstermeli!..

*En güzel ermişlik, erdiğinin farkında olmayanlarınkidir. Erzurumlu olup Ege’de yaşayan Kurban Dayı ve Abdülhamid Han hazretlerinin yaveri Medet Efendi öyleydiler.

*Henüz 12-13 yaşlarında iken, Abdülhamid Han hazretlerine yaverlik etmiş Medet Efendi diye bilinen bir şahısla beraber aynı binada kaldım. İttihatçılar 31 Mart hâdisesinde Abdülhamid’i tahttan indirince onu da deli diye tımarhaneye atmışlar. Tuhaf hâlleri vardı.. Alvar İmamı onun hakkında, “Bu, ermiş; fakat farkında değil.” derdi. İşte onunla kaldığımız dönemlerde her gün bana pardösüsünün cebinden portakal çıkarır verirdi. Çocukluk bu ya.. bir gün “Bu cep bu kadar portakal alır mı?” dedim ve elimi o cebe soktum; bir de ne göreyim, cebin dibi delik!..