Posts Tagged ‘herkul nağme’
353. Nağme: Allah Rasûlü’nün İzzeti ve Dokunulan Onurumuz
Sevgili dostlar,
Allah’a sonsuz hamd ü sena olsun ki, uzun sayılabilecek bir aradan sonra yeniden Nağme ve Bamteli sohbetlerine devam etme imkânı bulduk. Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi birkaç saat önce iki aydır ara vermiş bulunduğu hasbihallerine başladı. Allah nasip ederse, ilk Bamteli’ni hemen yayına hazırlayıp 3 Eylül Salı günü neşredeceğiz.
Kıymetli Hocamız dün ikindi namazını müteakip de dar dairede bir hasbihalde bulunmuştu. Bugün çekim yapamamış olsaydık bile dünkü o sohbeti fasıladan sonraki ilk nağme olarak paylaşmaya karar vermiştik. Elhamdulillah böylelikle bugün nağme yarın da Bamteli yayınlamış olacağız.
Yeniden “Vira Bismillah” derken arz etmeyi düşündüğümüz bazı hususlar vardı. Fakat, şimdilik onları tehir etmek ve sizi bir an önce çok önemli bir “nağme” ile buluşturmak istiyoruz.
Dualarınız istirhamıyla…
Bugünkü Sohbette Çekilmiş Bir Fotoğraf:

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi Sohbet Ederken
350. Nağme: İlâhî Ahlakın Bir Buudu ve Bir Cânî Dokuz Masum
Kıymetli arkadaşlar,
Birkaç gün önceki bir sohbette muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye şu soruyu yönelttik:
لِيُكَفِّرَ اللَّهُ عَنْهُمْ أَسْوَأَ الَّذِي عَمِلُوا وَيَجْزِيَهُمْ أَجْرَهُمْ بِأَحْسَنِ الَّذِي كَانُوا يَعْمَلُونَ
ayetinde muhsinlere mükafat olarak anlatılan ilâhî muamelenin Allah ahlakı açısından işaret ettiği hususlar nelerdir? Bu ayet zaviyesinden düşünülürse, insanları değerlendirirken kötülüklerini ve iyiliklerini ne ölçüde nazar-ı itibara almalıyız?
Sorumuza esas teşkil eden ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak mealen şöyle buyuruyor: “Böylece Allah, onların geçmişte yaptıkları en kötü hareketleri bile örtecek (affedecek) ve yaptıklarının en güzeline denk olarak ecirlerini (mükâfatlarını) verecektir.” (Zümer, 39/35)
Muhterem Hocamız bu ayet-i kerimede kullarının en küçük iyiliklerini bile zayi etmeyen, onların güzel bir niyetle ortaya koydukları zerre kadar bir hayrı dahi karşılıksız bırakmayan, birleri binlerle mükafatlandırıp herkesi küçük bir vesile ile bağışlayabilen Rahmeti Sonsuz’un merhametine işaret bulunduğunu anlattı.
Evet, Allah (celle celâlühû), bazılarını tevbeleri sebebiyle affeder; bazı kullarını bir hataya düşmüşlerse bile hemen bir iyilik yaparak tekrar çizgilerini bulma cehdi göstermelerinden dolayı bağışlar. Bazen gönülden yapılan bir duayı, bazen vicdandan yükselen bir pişmanlık âhını, bazen samimiyetle dökülen birkaç damla gözyaşını, bazen az bir sadakayı, bazen pek küçük bir hayrı ve bazen de çok emek gerektirmese bile hâlis bir niyetle ortaya konan hasenâtı mağfirete ermeye, Cennet’e girmeye, Cemalullah’ı görmeye ve Rıdvan’a erişmeye vesile kılar.
Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibâret de olsa hiçbir iyiliği hor görme!” buyurmuştur. Buhari ve Müslim gibi en muteber kaynaklarda da bu hususu te’yit eden hadis-i şerifler mevcuttur. Mesela, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüt’t-tehâyâ) kendini fuhşa salmış ve benliğini bohemce yaşamaya kaptırmış bir kadının kurtuluşunu anlatırken buyurur ki: “Bir gün çok susamıştı. Dili damağı birbirine yapışmış bir vaziyetteyken bir kuyuya rastladı. Kuyuya inip kana kana içti ve susuzluğunu giderdi. Yukarı çıkınca kuyunun kenarında zor güç nefes alan, susuzluktan dili sarkmış, toprağı yalayan bir köpek gördü. “Bu da benim gibi çok susamış!” deyip tekrar kuyuya indi, çarığını su ile doldurup onu dişleri arasında tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah Teâlâ bu davranışından dolayı onun günahlarını affetti.” Bu itibarla da, hiçbir iyilik hor görülmemeli ve küçümsenmemelidir. Bazen, küçük gibi görülen bir iyilik, rahmeti coşturacak bir düğmeye dokunma ya da diğer hayır ve hasenâtın kâfiyesini koyma gibi olmaktadır.
Allah (tebâreke ve teâlâ), Kur’an-ı Kerim’de, “Zerre ağırlığınca hayır yapan onun mükafatını alır, zerre kadar şer işleyen de onun cezasını görür.” (Zilzâl, 99/7-8) buyurarak, en küçük bir hayr veya şerrin Hak nezdinde kaybolmayacağını ve mutlaka karşılık bulacağını beyan etmiştir.
İşte bu hakikatleri hatırlatarak, başkalarının en küçük iyliklerini bile zayi etmemek, onlardaki güzel hasletlere yoğunlaşıp kötülüklerini görmemeye çalışmak ve insanları güzel yönlerine göre değerlendirmek gerektiğini; bunun da ilâhî ahlakın bir buudu olarak görülebileceğini belirten Hocaefendi, “Kendi kusurlarımızın en küçüğünü dahi dağ cesametinde, başkalarının ise en küçük iyiliklerini yine dağ casemetinde görmek lazımdır.” dedi.
Muhterem Hocamız şu latif ölçüye dikkatleri çekti: Bediüzzaman Hazretleri, bir gemi misali verir: Bir gemide dokuz masum, bir cani bulunsa, o cani sebebiyle o gemi batırılamaz. Hatta o gemide dokuz cani, bir masum bulunsa dahi, o tek masumun hakkı için o gemi batırılamaz. Batırılsa zulmedilmiş olur. İşte mümin ferd bir gemi gibidir. Onda bir çok vasıf ve sıfat bulunmaktadır. Bir mümindeki bir veya birkaç kötü vasıf ve sıfat dolayısıyla o mümin bütünüyle silinip atılamaz, her vasıf ve sıfatını içine alacak şekilde bir üslupla itham edilip suçlanamaz. Onun kötü sıfatlarına kızılsa da şahsına kin, nefret ve buğz duyulamaz/duyulmaması gerekir.
Muhterem Hocamızın -bazı noktalarına işarette bulunduğumuz- cevabını 18:15 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde sunuyoruz.
Muhabbetle…
349. Nağme: Adanmış Ruhların Farklılığı
Değerli dostlar,
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin birkaç gün önce yaptığı bu sohbeti 20 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.
Bu güzel hasbihalin muhtevasını az da olsa yansıtması için kıymetli Hocamızın sözlerinden seçtiğimiz bazı cümleleri aşağıya kaydederek dualarınıza vesile olmasını diliyoruz:
*Adınız orada burada anılıyorsa, çok farklı çevrelerden üzerinize zift püskürtülebilir ve onca olumsuz hadise karşısında insan ye’se düşecek hale gelebilir. Fakat, etrafınızı zift, toz, duman sarsa bile onu şöyle böyle yararak içerisinde, ilerisinde ya da daha ötesinde bazı güzellikleri görmeye çalışmak ve asla ümitsizliğe düşmemek lazım.
*Adanmışlık, başka mülahazalara bütün bütün panjurları kapamayı ve sadece adandığı işe konsantre olmayı gerektirir.
*Mülahazalarımız şu sözlerde güzel ifade ediliyor: “Ne dünyadan safa bulduk, ne ehlinden recâmız var / Ne dergâh-ı Huda’dan maada bir ilticamız var.” (Nef’î)
*Adanmışlık, görenlerin “deli” diyeceği ölçüde bir farklılığı gerektirmektedir. Şu kadar var ki, adanmışların farklılığının en önemli bir derinliği de farklılıklarının farkında olmamaları ve hiçbir zaman başkalarına yukarıdan bakmamalarıdır.
*Adanmış ruhlar, ölesiye civanmertlikler göstermeli ama bütün hizmetlerinde sırf Hakk’ın hoşnutluğunu hedeflemeli, muvaffakiyetleri kendisinden bilmemeli, kimseden takdir bile beklememeli ve her zaman Hazreti Ali’nin ifadesiyle “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturuna riâyetle hayat sürmelidirler.
*Adanmış ruhlar, vefat ettiklerinde kalabalık bir cemaat tarafından teşyi edilmeyi dahi beklemezler; adı bile unutulacak şeklide silinip gitmeyi dilerler. Unutmayan birisi varsa, başkalarının hatırlamasına gerek var mı? Allah nisyandan münezzehtir. Rasûlullah’a duyuruyorsa, o nisyandan münezzehtir. Böyle önemli, sâdık iki kaynak tarafından hep biliniyorsanız, hep yüzünüze bakılıyorsa, başkaları tarafından anılmanın ne anlamı olur ki? Niye anlamsız şeylere takılacaksın, anlamlı şey varken?!. Neden anlamlı şeye konsantre olmuyorsun!..
*Engin muhasebe şuuruna sahip kutlulardan biri de, hiç şüphesiz kadınlık âleminin baş tacı Hazreti Âişe Validemiz’dir (radıyallâhu anhâ). Bu büyük kadın, bir gün Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında hıçkıra hıçkıra ağlar. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine niye ağladığını sorduğunda da “Cehennem’i hatırladım da onun için ağladım! Acaba, kıyamet günü ailenizi hatırlar mısınız?” der. Onun bu sorusuna karşılık, o sevgi ve şefkat insanı Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu cevabı verir: (Yâ Âişe!) Üç yerde kimse kimseyi hatırlayamaz: 1) Mizan esnasında, tartının ağır mı hafif mi geldiğini öğreninceye kadar. 2) Amel defterlerinin tevzî edildiği zaman, defterin sağdan mı soldan mı yoksa arkadan mı geleceğini göreceği âna kadar. 3) Sırat’ı geçme esnasında ve geçinceye kadar.
*Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعاً فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez. Hepiniz dönüp dolaşıp Allah’ın huzurunda toplanacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir bildirecek, karşılığını verecektir.” (Mâide sûresi, 5/105)
348. Nağme: Allah’a Kullukta Derinleşme ve Temsil
Değerli dostlar,
Değişik vesilelerle, günümüzde problemlerin üstesinden gelebilmek için kullukta daha bir derin olmak gerektiğini dile getiren muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye
“Kullukta derin olmaktan maksat nedir; tavsiye edilen derinleşme neleri gerektirir?”
sualini tevcih ettik.
Dört gün öncesine ait olan bu sohbette aldığımız cevabı 12:48 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.
Hürmetle…
347. Nağme: Müşfik Peygamber’in Ümmeti de Şefkatli Olmalı!..
Kıymetli arkadaşlar,
Son videolarda muhterem Hocaefendi’nin iki bileğinde de sargı olduğunu görüyorsunuz. Hocamız uzun zamandır bileklerinde ağrı ve sancı hissediyordu. Her iki bilekte tendon kılıfı sıkışması olduğu teşhis edildi. İki gün önce hastaneye gitmeye ihtiyaç bırakmadan uzman iki doktor küçük bir müdahalede bulundular. Elhamdulillah, tedavi süreci istendiği gibi devam ediyor. Merak/endişe edilecek bir hal söz konusu olmamakla birlikte her türlü rahatsızlığa karşı şifa dualarınızı diliyoruz.
Günün sohbetine gelince; bu nağmede muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin en son çay faslında anlattıklarını 19:53 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde paylaşacağız.
Aziz Hocamız, bugün insanlığın her şeyden ziyade şefkate muhtaç olduğunu belirterek iman ile şefkat münasebeti üzerinde durdu. İlahî Beyan’da raûf ve rahim olarak tavsif edilen Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) şefkatini; O’nun, insanları ebedî hüsrandan kurtarmak için adeta kendisini yiyip bitirdiğini anlattı. Şefkat Peygamberi’nin ızdıraplarını ve “Final Gecesi” olarak adlandırdığı mübarek zamanı hatırlattı. Şöyle ki:
Müşfik Nebî, bir gece hangi işarete ve endişeye binaen, kim bilir nasıl sarsılmıştı ki, o ana kadar günler geceler boyunca tekrar edip durduğu, Hazreti İbrahim’in duası olan, “Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların çoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, o da Senin merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen Gafûrsun, Rahîmsin.” (İbrahim, 14/36) mealindeki ayet ile; Hazreti İsa’nın duası olan, “Ya Rabbî! Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!” (Mâide, 5/118) mealindeki ayeti yine sabaha kadar tekrar tekrar okumuş, ellerini kaldırıp “Allah’ım! Ümmetimi (mağfiret et), ümmetimi (mağfiret et!)” diye yalvarmış ve ağlamıştı. Bunun üzerine Allah Teâla, “Ey Cebrail! Muhammed’e git ve O’na de ki: Biz seni ümmetin hususunda razı edeceğiz ve asla kederlendirmeyeceğiz.” buyurmuştu. İşte o gece, nice zamandır devam etmekte olan dert, ızdırap, dua ve gözyaşı gecelerinin finali gibiydi, bir manada “final gecesi”ydi.
İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhi ekmelüttehaya) şefkat ufkuna dair misaller veren Hocaefendi, Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) saçı-sakalı ağarmış fakat hak ve hakikati bulamamış bir ihtiyar karşısında hıçkıra hıçkıra ağladığını nazara vererek meseleyi tafsil etti.
Başka mesleklerde yürüyenleri -cı, -cu diyerek itmenin ve onlardan uzak durmanın da şefkat esasına uygun düşmediğini, hele mü’minlere hiç yakışmadığını vurgulayan Hocamız, her zaman ilk adımı atan olmak gerektiğini, muhatapların da mutlaka birkaç adımla mukabele edeceklerini, hatta onlardan bunu beklemeden aradaki bütün mesafeleri kendi adımlarımızla aşmanın, onlara doğru koşmanın daha güzel olacağını ifade etti.
Kıymetli Hocamız hasbihalini, günümüzde insanlığa verilecek en büyük armağanın şefkat ruhuyla hareket edip gelmeyene bile gitmek suretiyle herkese gönül kapılarını açmak olacağını dile getirerek noktaladı.
Hürmetle…
346. Nağme: Allah’ı Hakkıyla Takdir Edemedik!..
Kıymetli arkadaşlar,
Dün akşam muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye,
وَمَا قَدَرُوا اللَّهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَالْأَرْضُ جَمِيعاً قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّمَاوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ
“Fakat onlar, Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler, O’na lâyık tazimi göstermediler. Halbuki bütün bir dünya kıyamet günü O’nun tasarruf kabzasında, gökler âlemi de O’nun kudretiyle dürülmüştür. Böyle bir azamet ve hâkimiyet sahibi Allah, onların uydurdukları ortaklardan yücedir, münezzehtir.” (Zümer, 39/67) ayet-i kerimesini bir kere daha sorduk.
Aslında bu ilahi beyan ile alakalı bazı açıklamaları ders notları şeklinde “Minberi Titreten Ayet, Sûr ve Kıyâmet” başlıklı 343. Nağme’de paylaşmıştık. Fakat, ayetin sonunda müşriklere işaret edildiği için bazı kimselerin meseleyi sadece iman etmeyenler üzerinden ele aldıklarını düşünerek -tabiri câizse- ilahi sitem/serzeniş de denebilecek bu ifadelerin mü’minler tarafından nasıl anlaşılması lazım geldiğini öğrenmek istedik.
11:01 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde muhterem Hocamızın cevabını ve yeni çektiğimiz bir fotoğrafını arz ediyoruz.
Hürmetle..
***
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi Sohbet Ederken:
345. Nağme: Ağlanası Âyetler
Değerli dostlar,
Önceki nağmelerin birinde, Rasûl-ü Ekrem (sallâllahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in talim buyurduğu üzere, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin her zamanı, mekanı ve hali dua için ayrı bir fırsat olarak değerlendirdiğini ifade etmiştik. Evet, Hocamız zaman, mekan ya da hal değişikliği olduğunda mutlaka bunlardan her birini bir zarf olarak kullanıyor; içlerine en samimi niyazları yerleştirip Allah’a ısmarlıyor.
Aziz Hocamız, her gün Tefsir ve Fıkıh derslerimize de dua ile başlamamızı istiyor; bizzat talim buyurduğu lafızlarla Cenâb-ı Hakk’a taleplerimizi seslendirirken kendisi de ellerini açıp niyazımıza “amin” diyor.
Bugünkü nağmemizde derse başlarken okuduğumuz dualardan birini daha mealiyle beraber paylaşacağız.
Bir gün önce Elmalılı Hamdi Yazır hazretlerinin eserindeki Zümer Sûresi’yle alakalı açıklamaları tamamladıktan sonra dün sabahki derste de bu sure-i celilenin müzakeresini bitirdik. Dersin 15 dakikalık kısmını ses kaydı halinde arz ediyoruz.
Muhabbetle…
Derse Başlama Duasını Word Dosyası Olarak İndirebilirsiniz.
Derse Başlama Duasını PDF Dosyası Olarak İndirebilirsiniz.
***
Derse Başlama Duası
اَلْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالمِينَ
وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ علَى سَيِّدِنَا وَنَبِيِّنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ.
اَللَّهُمَّ الْعِلْمَ وَالْاِيمَانَ الْكَامِلَ وَالْعُبُودِيَّةَ الْكَامِلَةَ التَّامَّةَ وَالْإخَلَاصَ الْاَتَمَّ وَالْيَقِينَ التَّامَّ وَالتَّوَكُّلَ التَّامَّ وَالْمَعْرِفَةَ التَّامَّةَ وَالْمَحَبَّةَ التَّامَّةَ وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَالْاِشْتِيَاقَ اِلَى لِقَائِكَ وَالْعِفَّةَ وَالعِصْمَةَ وَالْفَطَانَةَ وَالحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ وَالْحَافِظَةَ الدَّائِمَةَ وَالذَّاكِرَةَ الدَّائِمَةَ وَالصِّحَّةَ الدَّائِمَةَ الْكَامِلَةَ وَالْعَافِيَةَ الدَّائِمَةَ الْكَامِلَةَ وَالْقَلْبَ السَّلِيمَ.
اَللَّهُمَّ اَسْرَارَ الْاِيمَانِ وَالْاِسْلَامِ وَالْاِحْسَانِ.
اَللَّهُمَّ ثَبِّتْنَا عَلَى الْحَقِّ وَالْعَدَالَةِ وَالْاِسْتِقَامَةِ وَالْعِفَّةِ وَالْعِصْمَةِ وَالْفَطَانَةِ وَالْاِذْعَانِ. وَثَبِّتْنَا عَلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى.
اَللَّهُمَّ الْاِخْلَاصَ فِي كُلِّ اَمْرِنَا وَفِي كُلِّ شَأْنِنَا وَرِضَاكَ.
اَللَّهُمَّ اَسْرَارَ الْحَقَائِقِ وَحَقِيقَةَ الْحَقَائِقِ.
اَللَّهُمَّ بَسْطَ الزَّمَانِ وَبَسْطَ الْاِمْكَانِ.
اَللَّهُمَّ اَقْرِرْ اَعْيُنَنَا بِانْتِشَارِ الْاِسْلَامِ فِي كُلِّ اَنْحَاءِ الْعَالَمِ.
اَللَّهُمَّ فَقِّهْنَا فِي الدِّينِ اَللَّهُمَّ فَقِّهْنَا فِي الْقُرْآنِ اَللَّهُمَّ فَقِّهْنَا فِي الْاَحَادِيثِ النَّبَوِيَّةِ.
اَللَّهُمَّ افْتَحْ عَلَيْنَا حِكْمَتَكَ وَانْشُرْ عَلَيْنَا رَحْمَتَكَ.
اَللَّهُمَّ حَوْلًا وَقُوَّةً مِنْ حَوْلِكَ وَقُوَّتِكَ فِي كُلِّ اَمْرِنَا وَفِي كُلِّ شَأْنِنَا مِنَ الْخَيْرِ يَا ذَا الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِ.
وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَعَلَى اِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلَى عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ رِضْوَانُ اللهِ تَعَالَى عَلَيْهِمْ اَجْمَعِينَ.
***
Allah’a sığınırım lanetlenmiş ve kovulmuş şeytanın şerrinden…
Allah’ın adıyla başlarım mâsivâya hiçbir tesir gücü vermeden.. O ki Rahman, dünyada herkese/her şeye merhamet eden.. ve Rahim, ahirette rahmetini mü’minlere tahsis eyleyen.
Bütün sena, şükür ve övgüler Kendisine layık bulunan Âlemlerin Rabbi’ne hamd olsun.
Peygamberimiz ve seyyidimiz Hazreti Muhammed’e, O’nun nezihlerden nezih tertemiz ailesinin, eşlerinin ve ashabının hepsine salât u selam olsun.
Allah’ım ilim, kâmil iman, eksiksiz kusursuz kulluk, zirvede bir ihlas, şeksiz şüphesiz bilginin ötesinde engin bir yakîn, teslimden tefvize uzanan çizgide derinlerden derin bir tevekkül, gökçek yüzlü kullarına bahşeylediğin üzere kıvamında bir marifet, Zâtına karşı hakiki muhabbet, Sana kavuşma iştiyakı, iffet, ismet, fetânet, hikmet, her meselede maksadı eksiksiz, belâgatli ve düzgün bir şekilde anlatabilme kabiliyeti, ilahi hıfzınla korunuyor olma ihsanı, sürekli Senin zikrinle canlı kalma nimeti, maddi manevi hastalıklardan uzak olma devleti ve kalb-i selim niyaz ediyoruz.
Allahım iman, İslam ve ihsan sırlarını, bu eşsiz hazinelerin kapılarını bize de açmanı diliyoruz.
Allahım bizi hak, adalet, istikamet, iffet, ismet, fetânet ve iz’an üzere sabit eyle. Allahım bizi değersiz işlerin peşinde sürüklenmekten muhafaza buyur, gönüllerimizi hoşnutluğunu kazanmamıza vesile olacak tavır ve davranışlara yönlendir; sevdiğin ve razı olduğun hallere ve amellere bizi muvaffak kıl; kalblerimizi ve ayaklarımızı sırat-ı müstakime perçinle.
Allahım her işimizde ve her halimizde ihlaslı olmayı ve başka değil sadece Senin rızana ulaşmayı diliyoruz, lütfeyle.
Allahım, hakikatlerin sırlarına bizi vâkıf kıl; ruhlarımızı sır, hafî ve ahfâ ufkuna yücelterek latifelerimizi En Yüce Hakikat olan varlığının esrarına uyandır.
Allahım, bizi bekleyen işler, dünyevî imkânlarla ve sınırlı zamanla olacak türden değil; ne olur, zamanı ve imkânları bizim için genişlet.
Allahım, İslam’ın cihanın her yanına yayılmasını lütfederek gözlerimizi aydınlat.
Allahım, bizi dinde fakîh kıl; dini meseleleri anlaşılması lazım geldiği gibi anlayanlardan eyle. Akıl, kalb ve latifelerimizi telakkiye açık hale getir; bizi Kur’an ilimlerinde ve Efendimiz’in mübarek sözlerinde de anlayışlı, yüksek idrakli kıl.
Allahım, hikmet ve rahmet hazinelerinin kapılarını aç; bizi hikmet ve rahmet şualarınla kuşat ve hep onların gölgesinde yaşat.
Allahım, hayır olan her türlü halimizde ve her çeşit işimizde bize Kendi gücünden güç ve Kendi kuvvetinden kuvvet ver.. ey celal ve ikram sahibi Rabbimiz!..
Allahım, Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’e, O’nun nebi ve mürsel kardeşlerine ve hepsinin nezih, pak ailelerine, eşlerine, ashâbına, diğer salih kullarına -ki Senin rıza ve Rıdvan’ının hepsinin üzerine olmasını dileriz- salât ve selam eyle.. Âmin.
344. Nağme: “Keşke” Dememek İçin
Değerli arkadaşlar,
Bugün bazı İnternet sayfalarında, Gezi Parkı’ndan hareketle yapılan eylemlerin bir benzerinin muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ikamet ettiği adreste yapılacağına ve kendisinin de protesto edileceğine dair haberler yayınlandı. Bunun üzerine endişe ve merakla karışık pek çok e-mail ve mesaj aldık.
Efendim, hiç merak buyurmayınız. Şimdiye kadar muhterem Hocaefendi’nin huzuruna, başka bir maksatla gelinmeyeceği için, hep sohbet dinlemek ve ilim meclisinden istifade etmek isteyen insanlar geldiler; biz de teşrif edenlere geleneksel misafirperverliğimizin gereği olarak ikramlarda bulunduk. Hazreti Mevlâna’nın yolunda yürüyoruz; dolayısıyla kapımız ve bağrımız herkese açıktır. Elhamdulillah, çay türü ikramlarımız da her zaman mevcuttur.
Hakaret etmemek şartıyla düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğü bizim de her zaman desteklediğimiz bir haktır. Kanunların çizdiği çerçevede ve gerekiyorsa resmi yetkililerden izinle herkes bu hakkı kullanabilir. Meseleyi kin ve nefret söylemine, kavga ve şiddet zeminine çekebilecek kimselerin muhatabı ise emniyet güçleridir. Bulunduğumuz kasaba da asayiş ve huzuru ile meşhur, emniyet güçlerinin hukuksuzluğa asla taviz vermediği bir yerdir.
Dolayısıyla, endişe ve merak edecek bir durum asla söz konusu değildir.
***
Günün nağmesine gelince; birkaç gün önce yapılan, 22:48 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde paylaşacağımız bu sohbette muhterem Hocamız şu hususları anlatıyor:
*Sonunda ne dünya ne de ukba itibarıyla “keşke” demeyecek şekilde yaşamak lazım. Dünya ve ukbâyı “keşke” nedametleriyle kirletmemek için basiretli, dikkatli ve temkinli yaşamak, O’nun yolunda yürüyüp O’na ulaşma gayreti içinde bulunmak, kendi konumunu bilip gereklerinin şuurunda olmak ve O’nun hakkı bizim de vazifemiz olan şeyleri değerlendirmede kusur yapmamak lazım.
*Cehennem’e gidenler dünyadaki çirkin söz, tavır ve fiillerine karşılık gelen cezaları çehrelerinden tanıyacaklar. Bütün zâlimler, işledikleri zulümlerin birer nüve olmaktan çıkıp azabın değişik parçalarını oluşturmak üzere önlerine döküldüğünü müşahede edecekler: “Bu alev falan küfür sözümün meyvesi.. bu hicran filan müşrikçe davranışımın yansıması.. bu nedâmet şu zalimce tavrımın izdüşümü!..” diyecekler.. diyecek ve
يَا لَيْتَنِي كُنْتُ تُرَاباً
“Ah ne olurdu, keşke toprak olaydım!” (Nebe, 78/40) çığlıklarıyla inleyecekler.
*Furkan Sûresi’nde mahşer gününe ait bir tablo anlatılırken zâlimlerin Peygamberin yolunda yürümediklerinden dolayı çok pişman olacakları, nedametle ellerini ısıracakları ve “Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur’ân’dan) beni o uzaklaştırdı.” diye yanıp yakılacakları ifade buyuruluyor. Ötelerin bu boş temennilerini ve faydasız keşkelerini de ima eden ayet-i kerimede şöyle deniyor:
وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلَى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلاً يَا وَيْلَتَى لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَاناً خَلِيلاً لَقَدْ أَضَلَّنِي عَنِ الذِّكْرِ بَعْدَ إِذْ جَاءَنِي وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْإِنْسَانِ خَذُولاً
“O gün zalim, parmaklarını ısırır der ki: Eyvah! Keşke o Peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur’ândan) beni o uzaklaştırdı. Zaten şeytan, insanı işte böyle uçuruma sürükleyip sonra da yüzüstü, yalnız bırakır.” (Furkan Sûresi, 25/27-29)
*Kâfirler için hazırlanan zincirlerin, bukağıların ve çılgın alevlerin herkesi dehşete düşüreceği; kapkara, ekşi ve asık bir suratla bekleyen münkirlerin pek çoğunun âdeta bel kemiklerinin kırılacağı; dünyada kulluk vazifesini yerine getirmeyenlere “Haydi yalanladığınız şeye doğru yürüyün! Yürüyün, gölgesi olmayan ve alevden korumayan üç buudlu (katmerli) Cehennem karanlığına!” denileceği ve müflislerin yüzükoyun sürüm sürüm ateşe sürükleneceği bir gün gelecek ve bütün insanlar önlerinde yalnızca yapıp ettiklerini bulacaklar. Herkesin hesap defteri kendi önüne konulduğunda, mücrimler defterdeki kayıtlardan korkacak, dehşete kapılacak ve “Eyvah bize! Bu deftere de ne oluyor? Ne küçük koymuş ne büyük, yazılmadık şey bırakmamış!” (Kehf, 18/49) diye yakınacaklar. Hele bir de hesap defterlerini sol taraflarından alınca artık tarif edilemez bir hicran, hasret, nedamet, inilti ve feryad u figan koparıverecekler:
وَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِشِمَالِهِ فَيَقُولُ يَا لَيْتَنِي لَمْ أُوتَ كِتَابِيهْ وَلَمْ أَدْرِ مَا حِسَابِيهْ يَا لَيْتَهَا كَانَتِ الْقَاضِيَةَ مَا أَغْنَى عَنِّي مَالِيهْ هَلَكَ عَنِّي سُلْطَانِيهْ
“Eyvah! Keşke verilmez olaydı bu defterim! Keşke hesabımı bilmez olaydım! N’olurdu, ölüm her şeyi bitirmiş olaydı! Servetim, malım bana fayda etmedi! Bütün gücüm, iktidarım yok olup gitti!” (Hakka, 69/25-29) sözleriyle ağıtlar yakacaklar.
*“Keşke”ler çok ve çeşitlidir. Bazıları da ötede “Keşke Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali (radiyallahu anhüm ecmaîn) gibi yaşasaydım; keşke elimin altındaki imkanları değerlendirme ve zühtten ayrılmama hususlarında onların çizgisini takip edebilseydim!” diye inleyeceklerdir.
*“Keşke” dememek için insan şu sözlerin hakikatine uygun bir ömür sürmelidir: “Yâdında mı doğduğun günler / Sen ağlardın gülerdi hep âlem / Öyle bir ömür geçir ki, olsun / Mevtin sana hande, halka mâtem.”
*Bu hizmete gönül vermiş adanmışlar, “keşke”ye kapalı yaşamalıdırlar. “Keşke” onların bugünlerine, yarınlarına girmemeli, hele ahiretlerine hiç girmemeli.
*Bize ne zaman “Sıra sende” deneceğini bilmiyoruz. Buna rağmen çoğumuz ölümün bir gün gelip çatacağından habersiz yaşıyoruz. Münebbihât’ın başındaki şu nasihat bu hakikati ifade etmektedir:
يَا مَنْ بِدُنْيَاهُ اشْتَغَلْ قَدْ غَرَّهُ طُولُ اْلأَمَلْ
أَوَلَمْ يَزَلْ فِي غَفْلَةٍ حَتَّى دَنَا مِنْهُ اْلأَجَلْ
اَلْمَوْتُ يَأْتِي بَغْتَةً وَالْقَبْرُ صُنْدُوقُ الْعَمَلْ
اِصْبِرْ عَلَى أَهْوَالِهَا لاَ مَوْتَ إِلاَّ بِاْلأَجَلْ
“Ey dünya meşgaleleriyle oyalanan zavallı! Upuzun bir ömür ümidiyle hep aldandın. Yetmez mi artık bunca gaflet ve umursamazlığın. Bak, yaklaştı ötelere yolculuk zamanın; unutma ölüm çıkıp gelir bir gün ansızın. Seni bekliyor kabir, o ki amel sandığın. Öyleyse, kov dünya endişelerini ve sabra sığın; ecelin dolup da yolculuk anın gelene dek hâlâ var bir fırsatın.”
*Hazreti Pir, bizim hesabımıza şöyle diyor: “Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.”
*Hazreti Üstad, bir başka yerde de ruhunun talebini dile getirir:
“Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem.Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim; gayr istemem.İsterim, fakat bir Yâr-ı Bâki isterim.Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim.Hiç ender hiçim; fakat bu mevcudatı birden isterim.”342. Nağme: Büyüklük Ölçüsünde Tevazu ve Hep Talebe Kalmak
Can dostlar,
Bu sohbette, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye sorduğumuz şu sualin cevabını bulacaksınız:
“Tevazu makalesinde, ‘Allah’a karşı yer ve konumunu belirlemiş olanlar, dinî hayatlarında da, halkla münasebetlerinde de, hususî murakabelerinde de hep muvazene içindedirler.’ deniliyor. Burada nazara verilen muvazene nasıl anlaşılmalıdır?”
Hakk’ın büyüklük ve sonsuzluğu karşısında, sıfır-sonsuz nisbetlerine göre insanın kendi yerini belirleyip, bu düşünce ve bu tesbiti benliğine tam mâl etmesi gerektiğini anlatan muhterem Hocamız, Allah’a kul olduğunun şuurunda bulunan insanların, O’ndan başka hiç kimseye kulluk yapmayacaklarını ve hiçbir güç karşısında boyun eğmeyeceklerini ifade etti. Bununla beraber, Hakk’a kulluğun manasını anlamış olgun insanların, halkla münasebetlerinde de mütevâzi, mahviyet içinde ve dengeli olacaklarını belirtti.
Hak karşısındaki konumunu belirleyebilmiş insanların dine karşı da tevâzu ve mahviyet içinde olacaklarını; onun ne menkûlüyle ne de mâkûlüyle hiçbir çelişki yaşamayacaklarını dile getiren Hocaefendi, öyle bahtiyarların, Rasûlullah tarafından tebliğ edilen, bilhassa temsil edildiği bilinen hiçbir meseleye, akla, kıyasa, zevke, siyasete -aslında, dinin ruhunda müstakim akla, sahih kıyasa, selim zevke, şer’î siyasete aykırı hiçbir mevzu yoktur- muhalif görseler bile karşı çıkmayacaklarını; taabbüdi meselelerde emre itaatteki inceliği kavramış olarak hareket edeceklerini vurguladı.
Mütevazi insanların, Abdullah bin Ömer hazretleri gibi, fevkalade bir dirayet ve kiyaset sahibi olmanın yanı başında dinin emirlerine uyma mevzuunda da “Bu adamın aklı hiçbir şeye ermiyor!” dedirtecek kadar safiyane davrandıklarını anlatan Hocamız, bu konuyu açıklama sadedinde Hac’da şeytan taşlama esnasındaki mülahazalarını seslendirdi.
Hak karşısındaki konumunu belirleyemeyen bir insanın zamanla “hadim” ve “talebe” olduğunu unutup hakim ve mürşid tavrına girebileceğini; böyle bir haddi aşmışlığın da insanı felakete sürükleyeceğini önemle ifade eden Hocaefendi, Hazreti Üstad’ın talebesi Albay Hulusi, Ahmet Feyzi, Tahiri Mutlu ağabeylerimizi “fevkalade büyüklükle beraber fevkalade tevazuu şahsında cemetmiş” insanlara misal olarak anlattı.
Türkçe Olimpiyatları boyunca kendi adı anıldığında hemen istiğfara yöneldiğini belirten Hocamız, yapılan güzel işlerde kendi payının da bulunduğuna dair mülahazalar uzaktan göründüğü zaman bile Allah’tan mağfiret dilediğini ve günde belki beş yüz kere istiğfar ettiğini, dahası her defasında bir kere estağfirullah demeyi de yeterli görmeyip “Bin bin, bir milyon estağfirullah ya Rabbi!” dediğini anlattı.
Hocaefendi sohbetin son kısmında “Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirecek ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, atâsı, ihsanı çok bol olandır ve her şeyi en iyi şekilde yegane bilendir.” (Mâide Sûresi, 5/54) ayetini hatırlatarak, çok temkinli yaşamamız gerektiğine dikkat çekti.
“Ey Ümmet-i Muhammed! Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyiliği yayar, kötülüğü önlersiniz, çünkü Allah’a imanınız tamdır.” (Âl-i İmran, 3/110) mealindeki ayet-i kerimeyi hatırlatan kıymetli Hocamız, başkalarına iyiliği emredip onları kötülükten sakındırma manasına gelen “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker” vazifesinin her Müslüman’ın yapması gereken bir mükellefiyet olduğunu; bu itibarla da sürekli sohbet-i Canan peşinde bulunarak birbirimize tevazu ve mahviyet hayırhahı olmamız lazım geldiğini vurguladı.
Özetlediğimiz konuların geniş açıklamasını ihtiva eden günün nağmesini 16:26 dakikalık sesli ve görüntülü dosyalar halinde arz ediyoruz.
Muhabbetle…
340. Nağme: Şeytanî Bir Mırıltı: “Ben kendime yeterim!”
Kıymetli arkadaşlar,
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin geçtiğimiz gün bir namaz akabinde yaptığı sohbeti 16:37 dakikalık ses kaydı olarak arz ediyoruz. Hocamız bu hasbihalde şu konular üzerinde duruyor:
*Allah’ın rızasını tahsil yolunda, hizmet adına ne yaparsak yapalım onu az görmeli, gayretlerimizi yetersiz bulmalı ve hep “Benim yerimde bir başkası bulunsaydı, bu işin çehresi daha farklı olurdu; aklı başında bir insan benim yapamadığımı yapar ve bu işten yüz tane semere çıkarırdı.” mülahazasıyla dolu olmalıyız.
*Allah Teala bir mefkure insanını nereye koymuşsa, o mutlaka konumunun hakkını vermeye çalışır; bir kuyu dibi ya da bir dağın başı hiç fark etmez; dava adamı, içinde bulunduğu şartları en iyi şekilde değerlendirip “Şimdi bundan sonra ne gelir acaba?” sorusunu sorar kendine, sonra “Şu da yapılabilir.. şu da yapılabilir.. şu da yapılabilir!” deyip işe koyulur. En olumsuz şartlar altında bile tıpkı Havarîlerin, Ashâb-ı Kirâm’ın yaptığı gibi ölesiye bir civanmertlik sergiler ve vazifelerini yapar.
*Yapacağımız işlerde istişare çok ışık tutucu bir projektördür. Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) “İstişare eden kayıp yaşamaz, hüsrana uğramaz!” buyuruyor.
*Her şeyi irade, meşîet, kudret ve ilim açısından Cenâb-ı Hakk’a verme ve aklen, kalben, ruhen, hissen, fikren her yönüyle tam tevhide ulaşma neticesinde “sübhaneke” diye zikretme meleklerin şiârıdır. Çünkü onlar bütün bu hakikatleri şeksiz, şüphesiz görmekte ve sürekli tesbîhle bu müşahedelerini dillendirmektedirler. Nitekim, Cenâb-ı Hak, Hazreti Adem’i yaratacağı zaman, melekler, istifsar (işin aslını sorup öğrenme, meselenin açıklanmasını isteme) niyetiyle “Yeryüzünde kan dökecek ve fesat çıkaracak bir mahlûk mu yaratacaksın?” (Bakara, 2/30) diye bir suâl tevcih etmişlerdi. İşin aslını ve Hakk’ın hikmetini öğrenince ise,
سُبْحَانَكَ لَاعِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
“Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin” (Bakara, 2/32) demiş ve yine tesbîhlerini seslendirmişlerdi.
*Şeytan, meleklerin başvurduğu istifsara (işin aslını sorup öğrenmeye) ve istişareye hiç yanaşmadı. Zira, o “Ben bilirim” düşüncesine kilitliydi. Kendi içtihadına güvenerek secdeden yüz çevirdi ve kibrine yenilip ebedi hüsran yoluna girdi.
*“Ben kendime yeterim!” sözleri şeytanın mırıltılarıdır. Karun gibi şeytanın kölesi olmuş kimseler de hep aynı iddiayı mırıldanıp durmuş ve kendilerini helake sürüklemişlerdir.
*Allah bizi başkalarının bilgisine muhtaç olacağımız şekilde yaratmıştır.
*Bir insanla istişare etmek ona saygı göstermenin bir emaresi olduğu gibi onun güç, kuvvet ve hissiyatını yanına almanın da vesilesidir.
*Kur’ân-ı Kerîm’de istişâre, iki âyette sarâhaten ele alınır; işâreten şûrâya temas eden âyât-ı Kur’âniye ise pek çoktur. Te’vilsiz, yorumsuz açıktan açığa şûrâ ile alâkalı bu iki âyetten biri, “Bu iş hususunda onlarla istişârede bulun!” (Âl-i İmrân, 3/159), diğeri de “Onların işleri kendi aralarında meşveret iledir.” (Şûra, 42/38) mealindeki fermân-ı Sübhânîdir. Bu konuda, “Meşverette bulunan pişman olmaz. İstişâre eden zarar görmez.” beyanı gibi, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’den sâdır olmuş pek çok güzel söz ve tavsiye de vardır.
*Ne büyük nimetlere mazhar olduğumuzu ve nasıl bir emanet taşıdığımızı anlayabilmek için bir geriye dönüp bakmak, bir günümüzü nazar-ı itibara almak ve bir de beş on sene içinde Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği ihsanları birer referans sayarak on sene sonrasına nazar etmek lazım. Bugüne kadar olan ilahi lütuflar yarınkilerin en inandırıcı referansıdır. Bu lütufların kadrini bilmek, onları hamd ü sena ile taçlandırmak ve yedi veren, yetmiş veren başaklar haline getirmeye çalışmak lazım.
339. Nağme: Berâat Gecesi Duası
Kıymetli dostlar,
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, bir iki saat evvel namazı müteakiben yaptığı hasbihalde Berâat Gecesi ile sözlerine başladı. Bu mübarek zaman dilimiyle alakalı hadis-i şeriflere işaretlerde bulundu:
Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz buyurur ki:
“Allah Tealâ, Şaban ayının onbeşinci (Berâat) gecesinde -rahmetiyle- dünya semasına tenezzül buyurur, orada tecelli eder ve Kelb Kabîlesi’nin koyunlarının tüyleri sayısından daha çok sayıda günahkârı affeder.”
Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehaya vetteslimat) bir başka hadis-i şerifte şöyle buyurur:
“Şaban’ın ortasındaki (Berâat kandili) geceyi ibadetle ihya ediniz, gündüzünde de oruç tutunuz. Allah Tealâ o akşam güneşin batmasıyla dünya semasında tecelli eder ve fecir doğana kadar, ‘Yok mu Benden af isteyen, onu affedeyim! Yok mu Benden rızık isteyen, ona rızık vereyim! Yok mu bir musibete uğrayan, ona afiyet vereyim! Yok mu şöyle, yok mu böyle!’ der.”
Peygamber Efendimiz’in Şaban ayına ve özellikle bu ayın içindeki Beraat gecesine ayrı bir önem vererek onu ihya ettiğine dair bir kısım rivayetleri göz önüne alan bazı âlimlerin bu geceyi namaz kılarak, Kur’ân okuyarak ve dua ederek geçirmenin çok büyük sevaba vesile olacağını söylediklerini hatırlatan muhterem Hocaefendi, bu geceye has bir ibadet olmamakla beraber kimi kaynaklarda Salâtü’l-Hayr/Hayır Namazı denilen yüz rekatlık bir namazdan bahsedildiğini ve kazaya kalmış onca namazlar da düşünülünce nafile ya da kaza kabilinden böyle bir namaz kılınabileceğini belirtti.
Bu umumî af ve rahmet gecesinde tevbe, istiğfar ve duaların kabul edileceğine değinen Hocamız, bilhassa külliyet kesbeden duanın kabule karin olacağını, aynı taleple çarpan yüreklerin sayısı arttıkça o niyazın Hak katında kabul olma ihtimalinin de artacağını ifade etti. Bu mübarek gecede ülkemiz, ümmet-i Muhammed (aleyhissalatü vesselam) ve bütün insanlık için dua etmek gerektiğini vurguladı.
Değerli arkadaşlar,
Bediüzzaman Hazretleri bu gecenin değeri ve değerlendirilmesi ile alâkalı şöyle buyurmaktadır: “Beraat Gecesi, bütün senenin kutsî bir çekirdeği ve insanlığın kaderinin programı olması açısından, Kadir gecesi gibi mukaddestir. Kadir gecesinde her bir amelin, okunan Kur’an’ın her bir harfinin sevabı otuz bin olduğu gibi, Beraat gecesinde de yirmi bine kadar çıkar. Bu geceler, elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için elden geldiği kadar Kur’ân’la, istiğfar ve salavatla meşgul olmak büyük bir kârdır.”
Evet, “Berâat Gecesi” olarak bilinen bu mübarek zaman dilimi, Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, içinde beşerin kader programı nevinden bir İlâhî icraat yapıldığı için Kadir gecesi kudsiyetindedir ve bütün senenin bir çekirdeği hükmündedir. Bu gece, mahlukatın bir sene içindeki rızıklarına, zengin veya fakir, aziz veya zelil olacaklarına, yaşayıp yaşamayacaklarına, ecellerine ve hacıların sayılarına dair hükümlerin verildiği hadislerde beyan edilmektedir.
Hak dostları, bu mübarek geceyi ihya etmek için ciddi gayret göstermişler; hatta ehlullahtan pek çokları Berâat’i bir yeniden doğum fırsatı olarak görmüşler; istiğfar, tevbe ve inabeleriyle kalbî ruhî hayatın yepyeni iklimlerine ilk adımı bu gece atmışlardır. Bunu yaparken de Berâat’in hususiyetlerini nazar-ı itibara alarak, ilhamını hadis-i şeriflerden alan çok içli yakarışlarla dergah-ı ilahinin kapısını çalmışlardır.
İşte bu nağmede Hocamızın yukarıdaki değerlendirmelerini aktarmakla beraber, dualarınıza vesile olacağı ümidiyle, Gümüşhanevî Ahmed Ziyaüddin Efendi’nin “Mecmuatü’l-Ahzâb” adlı üç cildlik eserinden istifade ederek hazırladığımız Beraat Gecesi duasını ve kırık dökük de olsa tercümesini bahsettiğimiz içli yakarışlara misal sadedinde nakletmek istiyoruz.
Bu vesileyle Beraat Kandilinizi gönülden tebrik ediyor; başta ülkemizin insanları olmak üzere bütün ümmet-i Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselam) her türlü musibetten kurtulup selamete çıkması, maddî manevî sıkıntılardan sıyrılıp inşiraha kavuşması, şerirlerin oyunlarının bozulması, özellikle de inananlar arasında vifak, ittifak ve uhuvvet ruhunun canlanması ve kalblerimizin, akıllarımızın, fikirlerimizin, fiillerimizin fitneye, fesada bütün bütün kapalı olacak şekilde ıslahı talebiyle yapılacak dualara iştiraklerinizi diliyoruz.
Muhabbetle…
Berâat Gecesi Duasını yazı olarak indirmek için tıklayınız.
Berâat Gecesi Duasını PDF olarak indirmek için tıklayınız.
***
Berâat Gecesi Duası
اَللهُ أَكْبَرُ كَبِيرًا وَالْحَمْدُ للهِ كَثِيرًا فَسُبْحَانَ اللهِ بُكْرَةً وَأَصِيلاً.
اَلْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ. وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ وَنَبِيِّنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ
اَللّٰهُمَّ إِنْ كُنْتَ كَتَبْتَ اسْمِي فِي دِيوَانِ السُّعَدَاءِ فَأَثْبِتْهُ، وَإِنْ كُنْتَ كَتَبْتَ اسْمِي فِي دِيوَانِ الْأَشْقِيَاءِ فَامْحُهُ، فَإِنَّكَ قُلْتَ ﴿يَمْحُو اللّٰهُ مَا يَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ﴾
أَعُوذُ بِعَفْوِكَ مِنْ عِقَابِكَ، وَأَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ، وَأَعُوذُ بِكَ مِنْكَ، جَلَّ وَجْهُكَ، لاَ أُحْصِي ثَنَاءً عَلَيْكَ أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ
اَللّٰهُمَّ يَا ذَا الْمَنِّ وَلاَ يُمَنُّ عَلَيْكَ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَالْإِكْرَامِ، يَا ذَا الطَّوْلِ وَالْإِنْعَامِ، لاَ إِلٰهَ إلاَّ أَنْتَ، يَا ظَهِيرَ الرَّاجِينَ، وَيَا جَارَ الْمُسْتَجِيرِينَ، وَيَا صَرِيخَ الْمُسْتَصْرِخِينَ، وَيَا أَمَانَ الْخَائِفِينَ، ويَا دَلِيلَ الْمُتَحَيِّرِينَ، وَيَا غِيَاثَ الْمُسْتَغِيثِينَ، وَيَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
اَللّٰهُمَّ إِنْ كُنْتَ كَتَبْتَنِي فِي أُمِّ الْكِتَابِ عِنْدَكَ شَقِيّاً فَامْحُ عَنِّي اسْمَ الشَّقَاوَةِ، وَإِنْ كُنْتَ كَتَبْتَنِي عِنْدَكَ سَعِيدًا غَنِيّاً فَأَثْبِتْهُ، وَإِنْ كُنْتَ كَتَبْتَنِي فِي أُمِّ الْكِتَابِ عِنْدَكَ مَحْرُومًا مُقَتَّراً عَلَيَّ رِزْقِي فَامْحُ عَنِّي حِرْمَانِي وَتَقْتِيرَ رِزْقِي وَاكْتُبْنِي عِنْدَكَ غَنِيّاً مُوَفَّقًا لِلْخَيْرِ، مُوَسَّعاً عَلَيَّ رِزْقِي، فَإِنَّكَ قُلْتَ فِي أُمِّ الْكِتَابِ ﴿يَمْحُوا اللّٰهُ مَا يَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ﴾
إِلٰهِي بِالتَّجَلِّي الْأَعْظَمِ فِي لَيْلَةِ النِّصْفِ مِنْ شَعْبَانَ الْمُكَرَّمِ الَّتِي ﴿فِيهَا يُفْرَقُ كُلُّ أَمْرٍ حَكِيمٍ﴾ وَيُبْرَمُ، اِكْشِفْ عَنِّي مِنَ الْبَلاَءِ مَا أَعْلَمُ وَمَا لاَ أَعْلَمْ، وَاغْفِرْ لِي مَا أَنْتَ بِهِ أَعْلَمُ، إِنَّكَ أَنْتَ الْأَعَزُّ الْأَكْرَمُ
اَللَّهُمَّ اجْمَعْ شَمْلَنَا أُمَّةَ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، لاَسِيَّمَا شَمْلَ إِخْوَانِي وَأَخَوَاتِي وَأَصْدِقَائِي وَأَحْبَابِي وَأَحِبَّائِي فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَفِي كُلِّ نَوَاحِ الْحَيَاةِ
اَللَّهُمَّ اجْمَعْ شَمْلَنَا، وَأَلِّفْ بَيْنَنَا، وَأَيِّدْنَا بِرُوحٍ مِنْ عِنْدِكَ
اَللَّهُمَّ وَفِّقْنَا إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ
Büyük Sensin Allahım. Her türlü hamd ü senâ Yüceler Yücesi Senin hakkındır ve sabah-akşam tesbîh ile anılmaya layık yalnız Sensin. Âlemlerin Rabbi Yüce Allahım, Sana sonsuz hamd ve şükür, Kâinatın Medar-ı Fahri Efendimize, âline ve ashabına da nihayetsiz salât ü selam ederek Sana el açıyorum.
Allahım, şayet benim ismimi da bahtiyar kullarının adlarını kaydettiğin Saidler Divanı’na yazmış isen, o yazıyı orada sabit eyle. Şayet, talihsiz zavallı kulların adlarının yazıldığı Şakîler Defteri’ne benim ismim de yazılmışsa, bahtına düştüm, kurban olayım, ismimi o bahtsızların arasından silip salih kullar zümresine dahil eyle. Çünkü Sen Kitab-ı Kerim’inde şöyle buyurdun: “Allah dilediğini siler, iptal eder, dilediğini de sabit bırakır. Bütün kitapların aslı O’nun indindedir.” (Ra’d 19/39)
Ya Rabbi, ikâbından affına sığınırım, gazabından rızana sığınırım, Senden Sana sığınırım. Sen izzet ve celal sahibisin. Zatını sena ettiğin gibi Seni sena etmekten, ululuğuna yaraşır beyanlarla Sana kulluğumu sunmaktan ve Sana azametine yakışır sözlerle içimi dökmekten acizim.
Ey bolca veren, fakat verdikleri ile minnet etmeyen ve başkalarından bir iyiliğe muhtaç olmayan, asla minnet altına girmeyen Allahım! Ey celal ve ikram sahibi! Ey kudret ve nimet sahibi! Hiçbir ilah yok, ancak Sen varsın! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, kemal sıfatlar ile de tavsif ederim. Ey ümit edenlerin yanıltmaz yardımcısı/dayanağı! Ey sığınmak isteyenlerin yegane barınağı! Ey çığlık çığlığa feryad edenlerin biricik teselli kaynağı! Ey korkanların güvencesi, yolunu şaşırmışların delili, medet isteyenlerin yardımcısı ve ey merhametlilerin en merhametlisi!..
Allahım! Eğer ismimi Levh-i Mahv ve İsbat’ta şakîler (talihsizler, kötüler) defterine yazmış idiysen, ne olur, onu oradan silmeni bir kere daha istiyorum, benden kötülük ismini gidermeni diliyorum. Eğer ismimi saidler (mutlular, iyiler) divanına yazmış idiysen, onu da orada sabit kılmanı dileniyorum. Eğer ismimi katındaki Levh-i Mahv ve İsbat’ta mahrum bırakılan ve rızkı dar kılınan diye yazdın ise, onu sil ve rızkımı çoğalt, beni zengin/başkalarından müstağni yaz, hayra muvaffak kıl, rızkımı genişlet, artır. (Sen istersen bunları yaparsın). Çünkü beyanının şefaatine sığınarak tekrar ikrar ediyorum ki Sen Kitab-ı Kerim’inde şöyle buyurdun: “Allah dilediğini siler, iptal eder, dilediğini de sabit bırakır. Bütün kitapların aslı O’nun indindedir.” (Ra’d 19/39)
İlahî! Mükerrem Şaban ayının ortasında, “her türlü hikmetli işin belirlenip yazıldığı ve onaylandığı” şu Beraat gecesindeki büyük tecellin yüzüsuyu hürmetine, benim bildiğim veya bilmediğim bütün belâları üzerimden kaldır, def et! (Hata kabilinden olup) sadece Senin bildiğin şeyleri bana bağışla, beni affeyle. Zira yegane aziz ve yegane kerim Sensin!..
Ümmet-i Muhammed’e dirlik ver! Fikrimizin, ruhumuzun, havl ve kuvvetimizin dağınıklığını Sana şikayet ediyor ve bizi bu durumdan kurtaracak yegane tasarruf sahibinin Sen olduğuna inanıyorum. Bizi bu durumdan kurtar Allah’ım! Özellikle de gerek cihanın dört bir yanında, gerekse hayatın her ünitesinde, insanlarla Senin arandaki engelleri kaldırmaya kendini adayan, sa’ylerine terettüb edecek semere itibariyle, Rıza ve rıdvânından başka hiç bir şey hedeflemeyen kardeşlerimin, bacılarımın, erkeğiyle kadınıyla dostlarım ve gönüldaşlarımın dağınıklığını gidermeni, yaralarını sarmanı, enis ve celîsleri olmanı, onları her türlü kem göz ve kötü niyetlilerin şerrinden muhafaza buyurmanı, onları kendi gözlerinde mahiyetlerinden daha küçük, ancak temsil ettikleri misyon itibariyle büyük mü büyük göstermeni diliyor ve dileniyorum.
Ey her şeye gücü yeten Kâdir Rabbimiz! Bizi kesret dağdağasında boğulmaktan kurtaracak ve vahdet tecellileriyle dirliğimizi sağlayacak yegâne güç sahibi Sensin. Sırlı alem olan kalblerin anahtarı Senin elindedir. Dilediğin gibi kalbleri evirip çevirme kudretine sahipsin. N’olur, kalblerimizi te’lif buyur! Biliyoruz ki, yeryüzünde ne var ne yok, hepsini bu uğurda sarf etsek de iki gönlü te’lif etmeye muvaffak olamayız. İnsanı yaratan Sen.. Gönüllerin Efendisi de Sensin. Gönül aynamızı duru eyle ve gönüllerimizi te’lif buyur. Ta birbirimize karşı tevahhuş hissetmeyelim.. birbirimizin enis u celisi olalım.. birbirimizin ayıbını araştırmayalım.. kınayanın kınamasından müteessir olmayalım, övenin övgüsünü üzerimize almayalım. Ey iyilik ve ikramda bulunan Kerîm Rabbimiz! Bizleri katından bir güçle te’yid buyur..
Ey kullarının dualarına icabet eden Mucîb Allah’ım! Bizleri, sevdiğin ve râzı olduğun işlere muttali kıl, onları bize sevdir, onları hayata taşımaya ve başkalarına duyurmaya bizleri muvaffak eyle!
Niyazımızın sonunda, dualarımızın kabul edilmesine en büyük vesile olarak gördüğümüz Efendiler Efendisi’ne, âl ve ashabına salat ü selam eylemeni dergâh-ı uluhiyetinden diliyoruz ya Rab!
337. Nağme: İstişare.. Mutlaka İstişare; Fakat, Kiminle?!.
Sevgili Dostlar,
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, bir namaz sonrası “Çekinme âkıl isen itiraf-ı noksandan / Emin olan delidir aklının kemalinden!” (M. Naci) beytini ve “Akla mağrur olma Eflâtun-ı vakt olsan dahi / Bir edib-i kâmil gördükde tıfl-ı mekteb ol!.” (Nef’î) ikazını hatırlatarak söze başladı. Yapılan pek çok hatanın temelinde insanın her şeyi bildiğini zannetmesi, kendi kendisine yeteceği mülahazası ve başkalarının fikirlerine müracaat etmeme inhirafı bulunduğunu vurguladı.
İstişarenin Peygamber yolunun çok önemli bir özelliği olduğunu belirten Hocamız, dâhilerin bile çok yanlışlıklar yapabileceklerini ama vasat akıllı da olsa başkalarının akıllarından istifade eden insanların yanlış yapmayacaklarını ya da çok az hataya düşeceklerini ifade etti: Sabah akşam göklerle münasebet içinde bulunan Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) istişareye hiç ihtiyacı olmadığı halde hemen her meseleyi ashabıyla meşveret ettiğine ve ümmetine meseleleri ortak akılla değerlendirerek hizmetleri umuma mal etme ahlakını öğrettiğine dikkat çekti.
Muhterem Hocaefendi, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hemen her meseleyi Ashab-ı Kiram ile görüşmesine ve onların akıllarının, kalblerinin itminan içinde olması için gayret göstermesine misal olarak Huneyn ganimetlerinin taksimi esnasındaki bir hadiseyi anlattı:
Huneyn’de elde edilen ganimetleri Allah Rasûlü, daha ziyade gönüllerini İslâm’a ısındırmak istediği insanlara dağıtmış ve bazı şahıslara hususiyet arz edecek şekilde paylar vermişti. Ancak bu taksim, Ensar’dan bilhassa bazı gençleri biraz rahatsız etmişti. Hatta bazıları; “Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, halbuki en fazla payı da onlar alıyor!” demişlerdi. Bunu söyleyenler sadece birkaç genç de olsa, eğer bu fitne durdurulamazsa, önü alınamaz bir yangın haline gelebilir ve o yangın bazılarını ebedî ateşe sürükleyebilirdi. Çünkü Allah Rasûlü’ne karşı yapılacak bir itiraz, insanı dinden, imandan edebilir ve ebedî hasarete uğratabilir. Bunun üzerine, Efendimiz hemen Ensar’ın toplanmasını ve aralarına başka kimsenin de alınmamasını emretti. Onlara şöyle buyurdu: “Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi? Siz fakr u zarûret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Siz, birbirinizle düşman değil miydiniz; Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?” Bütün bu sorular karşısında Ensar topluca “Evet, minnet Allah’a ve Rasûlü’ne!..” demiş ve hele “Herkes evine, deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Rasûlullah’la dönmek istemez misiniz?” hitabını duyunca hepsi gözyaşına boğulmuşlardı.
Kıymetli Hocamız, Âl-i İmran Suresi’nin 159. ayet-i kerimesi üzerinde durdu; bu ilahi beyanın manasını, emirlerini ve nazil olduğu sıradaki şartları açıkladı:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
“İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın (ki Sen hiç öyle olmazsın) insanlar Senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi, yalnız Allah’a tevekkül et. Allah muhakkak ki Kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i İmran, 3/159)
Evet, Uhud Muharebesini müteakiben nazil olduğu nakledilen bu âyet, istişarenin ne derece önemli olduğunu göstermektedir. Şöyle ki: Düşman saldırısı karşısında Hazreti Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) savaş stratejisi konusunda ashabını toplayıp istişare etmişti. Şahsî fikrine göre, şehir dışına çıkmak yerine Medine’de kalarak savunma harbi yapılmalıydı. Şehrin dışına çıkıp meydan muharebesi yapma taraftarları fazla olunca onların fikrine uyup Uhud’a çıktı. Savaş neticesinde bunun iyi sonuç vermediği anlaşıldı. Buna rağmen mücahedenin hemen akabinde gelen bu âyet istişareyi emrediyor. Demek ki meşverette büyük bir hayır ve bereket vardır.
Hocaefendi, istişare yapmanın önemli olduğu kadar istişarenin kiminle/kimlerle yapılacağı meselesinin de büyük ehemmiyet taşıdığını dile getirdi; “Size yağ çekenlerle istişare etmeyeceksiniz. Bir yönüyle bir kısım çıkar bağlarıyla size bağlanmış insanlarla istişare etmeyeceksiniz. Onlar ‘Âlem seninle gurur duyuyor’ derler. Sizden bir kısım beklentileri bulunan insanlarla istişare ederseniz, ‘Eşin yok, menendin yok, kakül-ü gülberlerine acem mülkü fedadır!’ diyenlerle istişare ederseniz, yanıltırlar sizi. Çünkü onlar dar ufukludurlar. Sadece bu günü görürler; belki bir de çocuklarının hayatlarının sonuna kadarki zaman dilimini görürler. Böylesine dar düşünceli kimselerle engin ufuk isteyen meseleler çözülemez. Başka bir derdi olmayan, oturup kalkıp mefkurenizi ikame etme istikametinde sancı çeken ve bir çıkar bir menfaat beklemeyen insanlarla istişare edeceksiniz. Size de dokunsa başkalarına da dokunsa düşüncelerini objektif olarak, makul ve uygun bir üslupla ortaya koyacak insanlarla istişare edeceksiniz.” dedi.
Aziz Hocamız, sohbetin son bölümünde, güzel düşünce ve güzel niyetin çok önemli olduğuna ama mefkure insanları için bunların tek başına kafi gelemeyeceğine değinerek şöyle buyurdu: “Hüsn-ü niyet çok güzledir; fakat, o mantık, muhakeme ve meşveret sütunları üzerinde oluşturulmuşsa kıymet kazanır. Yoksa, hüsn-ü niyet zatında değerli bir şey olduğu halde, bu sütunlara dayandarılmadığı için yıkılır. Evet, hüsn-ü niyet mutlaka meşveret, sağlam mantık, sağlam muhakeme, realiteleri doğru görme ve kendini, çevreyi, karşıdakileri doğru okuma gibi sütunlar üzerine oturtulmalıdır ki, duvarlar merkezkaç ile kaçıvermesin ve o hüsn-ü niyet kubbesi de çökmesin.”
İstanbul’un Fethi’nden önce bir aralık Ayasofya’nın kubbesinin çökme tehlikesi geçirdiğini, Osmanlı’dan yardım istendiğini ve Mimar Hayrettin’in kubbeyi tamir ederken sütunları ve duvarları güçlendirme çalışması sırasında minare ayakları da hazırladığını ve sultanın huzuruna varıp “Hünkarım, minarelerin kaidelerini ben yaptım, İstanbul’u fethedip minarelerini koymak da size kaldı!.” dediğini nakleden Hocaefendi, sözlerini şu ifadelerden sonra noktaladı: “Anlıyor musunuz? Bugün yapacağınız şeyle yarım asır sonra ne olur, hesap etmeniz lazım. Günübirlikçilik, sizin problemlerinizi çözmeye yetmez. Evet, günübirlikçilikle milletimizin problemleri çözülemez; aklı yüz sene ötesine erecek insanlar çözer o problemleri.”
20 dakikalık bu güzel hasbihali ses dosyası olarak sunuyoruz.
Muhabbetle…
336. Nağme: Tahrip, Tamir ve Garipler
Değerli arkadaşlar,
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, bir sohbetinde “Bahtı yüksek, değer ifade eden nesiller, çok defa günümüzdeki gibi çöküşlerden sonra olmuştur. Bu açıdan, bir yönüyle bir risk nesli gibi görünebilirsiniz; fakat bunu ganimete de çevirebilirsiniz.” demişti. Birkaç gün önceki bir sohbette, kıymetli Hocamızdan bu sözü şerh etmesi istirhamında bulunduk.
Hocaefendi, kalbî, ruhî ve manevî hayat açısından riskli dönemlerde yaşayan insanların, eda ettikleri vazife sayesinde, büyük bahtiyarlıklara erebileceklerini belirterek Ashab-ı Kiram’ı (radiyallahu anhüm ecmaîn) misal olarak anlattı. Sahabe efendilerimizin hem adeta Asr-ı Saadet için hususi seçilmiş insanlar denebilecek kadar istidatlı olduklarını; hem de onların hepsinin birer insibağ kahramanı olarak Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) maddî-manevî boyasıyla boyandıklarını; ayrıca cahiliye karanlıkları arasında, yıkılmış insanlık abidesini yeniden ikâme ettiklerini vurgulayan Hocamız, bu yönleriyle Ashab-ı Kiram’ın daha sonraki hiçbir büyükle kıyaslanamayacak bir fazilete mazhar kılındıklarını vurguladı.
Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz’in
بَدَأَ اْلإِسْلاَمُ غَرِيبًا وَسَيَعُودُ غَرِيبًا كَمَا بَدَأَ، فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ اَلَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَ النَّاسُ
“İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi) ve bir gün başladığı gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşayacaktır. Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun!” (Müslim, İman/232; Tirmizî, İman/13) buyurduğunu hatırlatan Hocaefendi, hadis-i şerifte müjdelenen gariplerin özelliklerine değindi.
Hazreti Üstad’ın, “Asırlardan beri, rehnedar olan bir kalenin tamiriyle mükellefiz.” sözüne atıfta bulunan Hocamız asırlardan beri, bin bir saldırı ile rehnedar olmuş bir bünyenin, hemen bir muâlece ile iyi edilemeyeceğini, tamir ve ıslah için daha köklü ve daha çaplı bir hareket gerektiğini dile getirdi. İçinde yaşadığımız çağın manevî hayatımız adına ciddi riskler taşımasına mukabil çok önemli bahtiyarlıklara da vesile olabileceğini bir kere daha ifade eden Hocaefendi, sözlerini Mecelle’ye de girmiş bir kaide ile noktaladı: “Bi hasebi’l-mağrem el-mağnem.” (Elde edilen ganimet, altına girilen risk ölçüsünde artar veya azalır.)
9 dakikalık ses ve görüntü dosyalarından oluşan günün nağmesini dualarınıza vesile olması istirhamıyla arz ediyoruz.
335. Nağme: Yavuz Sultan Selim Köprüsü ve Alevî-Sünnî Kardeşliği
Kıymetli Arkadaşlar,
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi evvelki gün Üçüncü Boğaz Köprüsü’ne Yavuz Sultan Selim adı verilmesiyle ilgili düşüncelerini ve Alevî-Sünnî kardeşliği ile alakalı beklentilerini dile getirdi.
Bazen bir mürşidin tavsiye ettiği şu ya da bu duayı okuyup okumama mevzuunda bile üslup hatalarının usûlü alıp götürdüğüne değinen Hocamız, “Meşrebinize, mizacınıza, mezakınıza ait meseleleri siz zevk duya duya yapabilirsiniz; fakat onları tamim ettiğiniz zaman hiç farkına varmadan mesleğinize, meşrebinize karşı bir antipati oluşturmuş olursunuz.” diyerek detaya ait meselelerin katiyen usûlün yerine konulmaması gerektiğini belirtti.
Muhterem Hocaefendi, bir köprüye Yavuz Sultan Selim adının konmasının da detay sayılabilecek bir mevzu olduğunu ifade etti. “O işi öyle öne süren, öyle ilan eden ve öyle kabullenenlerin o mevzuda falana filana rağmen bir mülahazaya binaen o işi yaptıklarına ihtimal vermek doğru değil, garaz olur. Hiç zannetmiyorum ben!..” diyen Hocaefendi, Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, “Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, dinimiz bir; bir, bir, bir… Bine kadar bir” diyerek sıralamaya kalktığımızda görüleceği üzere, bizim aramızda Allah, Peygamber ve Kur’an ile irtibat açısından pek çok köprü olduğunu; ayrıca Yesevî, Mevlana ve Yunus Emre gibi ortak değerlerimizin hasıl ettiği köprülerimizin de bulunduğunu hatırlatarak, boğazın bir tarafından diğer tarafına geçişi sağlamaya matuf bir köprü yapılıp ona Yavuz Sultan Selim adı konulunca ya da böyle detaya ait bir mesele usulmüş/temel meseleymiş gibi dile dolanınca bütün o köprülerin görmezlikten gelinmiş olabileceğine dikkat çekti.
Muhterem Hocaefendi özellikle ve önemle şu konu üzerinde durdu:
“Bir de günümüzde kurulmaya çalışılan köprüler var: ‘Cami cemevi beraber, aynı parkta oturup kalkalım; geçmişe ait problemleri yeniden hortlatarak yeni düşmanlık sebepleri oluşturmayalım.’ (mülahazasıyla kurulmuş köprüler.) Çok iyi kaynaşmaya vesile olabilecek böyle köprüler kurulmuşken meseleyi sadece bir ada, bir unvana bağlı bir köprüyle yıkmayalım. Evet, tek bir köprüyle bir sürü köprüyü yıkmayalım. Bu açıdan da ister Muharrem ister Ramazan ayında bir araya gelerek beraber iftar etme, oruç açma; sema ile semahı bir arada beraber görme; Alevisi Sünnîsi hep beraber bir çanağa kaşık çalma ortamı oluşturulmuşken, bir köprüye, bir detaya bağlı olarak usûlü yıkmayalım.”
Bir kere daha “O işi öyle teklif eden, ortaya atan insanların olumsuz bir mülahaza taşıdıklarına hiç ihtimal vermiyorum.” kaydını seslendiren kıymetli Hocamız, her fikrin sorgulanabileceğini ve bazı kimselerin farklı isimler de ileri sürebileceklerini, fakat kim ne yaparsa yapsın ve ne derse desin, herkesin kardeşliğimizi yaralamamaya dikkat etmesi lazım geldiğini vurguladı.
“Onca köprüler kurulmuşken, bir Yavuz Sultan Selim Köprüsü’ne takılarak kardeşlerimizin ‘Biz yemeği boykot ediyoruz’ demeleri doğru değil. Onlar oraya gitmeli. O köprüye o adı koyan insanlar da oraya gelmeli aynı zamanda. Yok öyle, bizim ayrımız gayrımız yok!.” diyen Hocaefendi, herkesin birbirinin hissiyatına saygılı olması gerektiğini, birbirini tanımayan insanların soğuk durabileceklerini, onun için de bazı ortak noktalarda bir araya gelmek lazım geldiğini; mesela bazı yerlerde cami cemevi yan yana yapılıp park ve gezme alanlarının müşterek kullanılabileceğini ifade etti.
“Yaklaşırsan, yaklaşırlar; şirin görürsen, şirin görürler; kabul edersen, kabul görürsün. Senin âlemden beklediğini âlemin de senden beklediğini asla aklından çıkarmamalısın!.” diyen muhterem Hocamız, herkesi kucaklama anlayışıyla ortaya konan Türkçe Olimpiyatları ile ilgili faaliyetleri Peygamber Efendimiz’in ve başka büyüklerin manen teşrif buyurduğuna dair rüya ve yakazaları anlatan pek çok mektup geldiğini ve o teveccühün ardındaki hakikati vurguladı ve ekledi:
“Usûlü detaya feda etmeyelim Allah aşkına!”
İnsanın kendi adına hep azimetleri takip etmesi ve mükemmel kulluk peşinde gitmesi gerektiğine ama başkalarından aynı hassasiyeti beklemenin yanlış olacağına dikkat çeken Hocamız, namazdan misal vererek şu hususu dillendirdi: İnsan farklı duaları uzun uzun tekrar etme, rükû ve secdeyi kıyama denk götürme işini yalnız başına namaz kıldığı zaman yapmalıdır. İmam’ın cemaati bıktıracak ya da ihtiyaç sahiplerini zor durumda bırakacak şekilde namazı uzatması doğru değildir. Nitekim Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), imam olduğunda namazı uzunca kıldıran Muaz b. Cebel hazretlerini ikaz etmiştir.
Bu çok önemli sohbeti 15:03 dakikalık ses kaydı olarak arz ediyoruz.
Muhabbetle…
334. Nağme: Cicada, Secde, Türkçe Olimpiyatları ve Ümit
Sevgili dostlar,
“Cicada Korosunun Zikrini Dinliyoruz!..” başlıklı “326. Nağme”de on yedi sene yer altında bekledikten sonra nihayet toprağın üstüne çıkıp ağaçların en yüksek dalları başta olmak üzere her yana yayılan ve koro halinde şakıyıp çevreyi adeta velveleye veren “Cicada” (“Sikeyda” şeklinde okunuyor) isimli Ağustosböceğigiller’den bir hayvancıktan bahsetmiştik.
Şu dönemde Pennsylvania’nın her yanı Cicada’ların zikriyle ve bazen de insanın içine ürperti salan iniltileriyle uğulduyor. Evet, her tarafta zikir halkaları oluşturulmuş gibi; dağ tepe her mekanı zikir sadaları çınlatıyor. Hele bazen Cicada’lar cezbeye gelmiş zâkirler gibi öyle çığlık atıyorlar ki ürpermemek ve ilahi sanata aynalık yapan bu kuşçukların neler haykırdıklarını merak etmemek mümkün değil.
Ders yaptığımız salonun pencereleri kapalı bile olsa Cicada’lar yanı başımızdaymışçasına ses veriyor ve sürekli dikkatleri kendilerine çekiyorlar. Bugünkü derste muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bir kere daha onlardan bahis açtı ve ibret alınacak birkaç özelliklerine değindi.
Ders esnasında her arkadaşımız takip ettiği ve mesul olduğu kitabın ismini ve müellifini söyleyerek sözlerine başlıyor. Arkadaşlarımızdan biri İmam Suyûtî hazretlerinin “ed-Durru’l-Mensûr” adlı eserinden bazı nükteleri sunacağı sırada muhterem Hocamız kitap isimlerine dikkat çekti; Kur’an karşısında insanın kendi düşüncelerini nereye koyması gerektiğine dair latif ölçüler seslendirdi.
Daha sonra, bir aralık Türkçe Olimpiyatları’ndan söz açıldı. Muhterem Hocaefendi tenkit edilebilecek bir iki hususla ilgili genel bir esası dile getirdi.
Ders boyunca zaman zaman yitirdiğimiz değerler hakkında konuşulunca söz dönüp dolaşıp namaza ve secdeye geldi. Kıymetli Hocamız rüku ve secdede tekrar ettiğimiz tesbihlerle alakalı hoş bir nükteyi ifade edip kamil manada bir kulluk arayışında olmakla beraber insanların ümidini kırmamak ve hiç kimseyi ye’se sürüklememek gerektiğini vurguladı.
Bugünkü Tefsir ve Fıkıh derslerinden seçtiğimiz 10:25 dakikalık bir bölümü ses kaydı olarak arz ediyoruz.
Hürmetle..
290. Nağme: Gül Günlerinin Bedeli
Kıymetli Arkadaşlar,
Geçtiğimiz hafta mescidimizde, Cuma hutbesi olarak, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 1997 senesinde yazdığı “Kaosun Ötesindeki Dünya” başlıklı makale okunmuştu. Baştan sona insanı derin düşüncelere sevk eden makale/hutbe şu cümlelerle sona ermişti:
“Kim bilir bize bu koskoca mirası bırakanlar, ne kadar ağlayıp inlediler? Bugün evirip-çevirip istifâde ettiğimiz değerleri elde etmek için ne cenderelerden geçti ve ne ölümlerle yaka paça oldular? Şimdilerde har vurup harman savurduğumuz millî ve dinî değerlerimiz, kim bilir onlara neye mâl oldu? Rahmeti Sonsuz’dan niyaz ederiz ki, gerçek bedeli dünyalarla ölçülemeyecek kadar büyük olan o ulu günlerin hakikî fiyatlarını bizden talep etmesin!..”
Aziz Hocamıza bu ifadeleri hangi hissiyâtla yazdığını ve “o ulu günlerin hakikî fiyatları” sözünden neler anlaşılması lazım geldiğini sorduk. Aldığımız cevabı 17:54 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde sunuyoruz.
Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…
289. Nağme: Izdırap
*Milletçe kaybettiğimiz değerlerden biri de haşyettir; haşyet hissimizi yitirdik.
*Izdırap ile ızdırar (çaresizlik, sebeplerin bütün bütün tükenmesi) ikizdir.
*Topyekün mü’minlerin ve âlem-i İslam’ın başındaki belaların bir muzdar vicdanıyla algılanacağı ve inananların ızdırapla iki büklüm çare arayacağı âna kadar inananların yeryüzünde huzurun mimarı olmaları imkansızdır.
*Mü’minler, kendi şahsî ve ailevî hayatlarıyla alakalı musibetler karşısındaki duyarlılıklarını, bütün inananları ilgilendiren mevzularda da ortaya koymazlarsa; kendileri ızdırar halindeyken hissettikleri çaresizlikle “Rabbim!..” dedikleri gibi, müslümanların umumunu alakadar eden meselelerde de “Allahım, bahtına düştüm!” diyerek inlemezlerse, en azından bir davaya gönül vermiş kimseler böyle yapmazlarsa, Allah inananları yeryüzünün denge unsuru ve dünyanın huzur kaynağı kılmaz. İçtimaî problemler toplumun umumunun ızdırar haliyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmesiyle çözülebilir.
*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, insanları ebedî hüsrandan kurtarma davasına o kadar gönülden bağlanmıştı ki, Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu konudaki ızdıraplarını, “Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’an’a) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin” (Kehf, 18/6) ve “Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin” (Şuara, 26/3) ifadeleriyle dile getirmektedir. Allah Rasûlü’nün zaman zaman Hira Sultanlığı’nda kutsal halvete çekilmesi de o derin ızdırapları sebebiyledir.
*Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Hira Sultanlığı’ndaki ibadete bağlı yalnızlığı “kutsal halvet” şeklinde yorumlanmış ve hadislerde “tehannüs” unvanıyla yad edilmiştir. Evet, Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) kendisine peygamberlik verilmezden önce de ibadet ediyordu; fakat ne şekilde ibadet ettiğine dair bir rivayet yoktur. İhtimal, Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi, Hazreti İbrahim (aleyhisselam)’ın bakiye-i diniyesi ile amel ediyordu.
*Kadınların sultanı olan Hazreti Hatice annemiz, Peygamber Efendimiz’in ızdıraplarını paylaşmış; sonra da o meselenin göklerdeki sultanlığa denk bir sultanlığa ulaştığını göremeden âhirete yürümüştür ki bu da onun hasbîliğinin ayrı bir derinliğidir.
*Geçmişlerimiz de ızdırap ve ızdırarı derinden yaşamışlardır. Osmanlılar “Attan inmeyesüz!” düşüncesiyle cepheden cepheye koşmuşlar; Murad Hüdavendigar, Fatih Sultan Mehmet, Kanunî Sultan Süleyman gibi padişahlar hep birer ızdırap kahramanı olmuşlardır.
*Bazıları “Bu kadar ızdırap ve gözyaşı da niye?” diyebilirler. Merhum Yaşar Hoca kürsüde hıçkıra hıçkıra ağlayınca onun ızdıraplarını anlayamayan birisi “Bu adam niye pis pis ağlıyor?” demişti. Onun gibilere denecek şey şudur: Acaba sen niye öyle pis pis sükût içinde duruyorsun; utanmıyor musun? Kalbinde zerre kadar ızdırap olsa, “neredeydik, nereye düştük?” mülahazasının ızdırabı olsa, o çaresizliğin vicdanda yaşanan ızdırarı olsa, sen de öyle yapacaksın.. en azından ona ses katacaksın!..
*Kendime dertli diyemem ama dertsiz dersem yalan söylemiş olurum.
Kıymetli arkadaşlar,
Kaydettiğimiz bu cümleler muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin günün nağmesi olarak paylaşacağımız sohbetinin satırbaşları. 19:25 dakikalık hasbihali ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.
Muhabbetle..
288. Nağme: Hayırlı Vâris mi, Zavallı Mirasyedi mi?
Sevgili Dostlar,
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, bir münasebetle manevî emanetlerden bahsedince,
“Maddî mirasların sorumsuz yiyicileri olabiliyor; aynı mirasyedilik manevî miraslar için de söz konusu mudur? Mirasyedi olmamanın esasları nelerdir?”
diye sorduk. Aldığımız cevapta kıymetli Hocamız şu hususlara değiniyor:
*Müsbet yanları itibarıyla mevcut şartların oluşumunda Bediüzzaman Hazretleri, Esat Efendi Hazretleri, Süleyman Efendi Hazretleri gibi Hak dostlarının ve hatta idari sahada fikir ve gayretleriyle senelerdir çalışıp duran insanların büyük payları vardır.
*Dünyanın yüz elli ülkesinde açtığınız okullarda Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) başta olmak üzere Ashâb-ı Kirâm ve evliya-yı izâm efendilerimizin hakkı vardır.
*Kur’an, geçmişlerimize dua etmemizi tavsiye buyurarak bizde onları hayırla yâd etme duygusunu uyarır. Bu cümleden olarak bir ayet-i kerimede şöyle denilir: “Onlardan sonra gelenler (başta muhacirler olarak, kıyamete kadar gelecek mü’minler), ‘Ey kerim Rabbimiz! Bizi ve bizden önceki mü’min kardeşlerimizi affeyle! İçimizde mü’minlere karşı hiçbir kin ve gıll u gış bırakma! Duamızı kabul buyur ya Rabbenâ, çünkü Sen raufsun, rahîmsin!’ derler.” (Haşr, 59/10) Bu ayette öğretilen dua sizden başlar Ashâb-ı Kirâm ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e kadar herkese varıp ulaşır.
*Bir dönemde Hakk’a teveccühler isimsiz müsemma şeklindeydi. Nakşî, Halidî, Kadirî, Şazilî, Bekrî, Cerrahî diye isimler bilinmiyordu. Fakat onların yaptıkları şeylerin hepsi vardı. Her yerde gürül gürül Allah anılıyordu. O, her sinede muallâ yerini koruyordu. Gönüller adeta O’nun tecelligâhı idi. Bir dönem geldi kalb ve ruh hayatına isim katan insanlar oldu ve zamanla meşrepler o insanların adlarıyla anılmaya başlandı. O halis insanlar sayesinde, müsemma kapı ardında kalmadı. O müsemma vicdanlarda derinlemesine duyuldu ve isim müsemma birliği oldu. Onlar bir derken, biri bin etmesini biliyorlardı. Onların dilinden çıkan bir “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber” kelimeleri binlere tekabül ediyor, gönüller itminana eriyordu. O dönemde isim müsemma at başı gidiyordu. Ne var ki bir gün de geldi, (istisnaları vardır) bazıları itibarıyla “müsemmasız isim” devri başladı. El elden üzüldü yar elden gitti, o menhelü’l-azbi’l-mevrud da kurumaya durdu. Öz ve ruh gitti, mesele artık nesep/veraset yoluna girdi. İşte, mesele sadece isimlere emanet götürülürse, o zaman da bir mirasyedilik söz konusu olur. Zavallı bir mirasyedi olmaktan kurtulup hayırlı bir vâris olarak yaşamak isim ile müsemmayı beraber götürmeye ve hatta isimsiz müsemma şeklinde ömür sürmeye bağlıdır.
Bu güzel sohbeti 09:21 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.
287. Nağme: Hakk’ın Makbullerine Ağlamak Düşmüş!..
Kıymetli arkadaşlar,
Muhterem Hocamız sohbete başlarken çok hüzünlüydü; önce ızdırap ve ızdırar münasebetinden bahsetti; dünyanın, İslam coğrafyasının ve ülkemizin problemlerine değinip adeta iki büklüm oldu.
Bir bayram sabahı aziz Hocamız gurbet hicranını yudum yudum tadarken şöyle demişti:
“Ne zaman yalnızlığım ve gurbetim aklıma gelse, Barla dağları çeker beni kendine. Orada bir garip görürüm hayâlen. Yalnız bir adamın silueti belirir zihnimde. Garibâne dağlarda, ağaçların hüzünlü hışırtıları arasında, tek başına, sessiz, kimsesiz iki-üç ay dolaşan, yirmi günde bir, sadece bir-iki misafirden başkasını göremeyen, ara sıra hasbihal ettiği dağcılara bile bazen haftalarca hasret kalan dava adamının sesleri uğuldar kulağımda:
‘Yâ Rab, garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvânem, alîlem, âcizem, ihtiyarem,
Bî-ihtiyarem, el-aman-gûyem, afv-cûyem, meded-hâhem, zidergâhet İlâhî!’
İşte bu ses, bu yanık nağme bütün yalnızlıklarımı unutturur bana ve kendi nefsime döner, ‘Ey Fetih, sen garip değilsin; seninle ağlayıp seninle gülen bu kardeşlerin varken sen gurbette sayılmazsın. Eğer garip görmek istiyorsan Barla dağlarındaki şu yalnız adama bak!’ derim.”
Hocaefendi, dert ve ızdırapla inleyince bir kere daha Barla Muğteribi’ni hatırlatıp “ümit için bir çıkış” arama telaşıyla, Eşref Edip’in Hazreti Üstad ile röportaj yaparken, “Yüz binlerce imanlı talebeleriniz size âtî için ümit ve tesellî vermiyor mu?” diye sorduğunu hatırlattık; aslında bir manada biz de Hocamıza aynı soruyu sorduk.
İşte 8 dakikalık bugünün nağmesinde muhterem Hocaefendi’nin mezkur soru üzerine söylediklerini, hususiyle şu konuları bulacaksınız:
*Hazreti Pir, Eşref Edip’e şöyle diyor: “Evet, büsbütün ümitsiz değilim. (…) Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!”
*Ketencizâde hazretleri, “Yansam da ocak gibi gayra eylemem izhar / Yakma beni ateşlere ey çarh-ı cefakâr!” diyor. Ben onu biraz değiştiriyor ve diyorum ki “Yakma beni nar-ı ağyâre ey çarh-ı cefakâr!” Senin ateşine yanayım cayır cayır ama başka sevdaların ateşiyle yanmayayım.
*Hazreti Pir gibi büyükler ızdırap ve çile ile kıvrım kıvrım yaşamışlar ama asla şikayet etmemişler. Hazreti Üstad şunları söylüyor:
“Madem ki, nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara hakkımı helâl ettim. Âdil kadere de derim ki: Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstehak idim.”
“Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. (…) Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”
*Necip Fazıl, “Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya / Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..” demiş. Sakarya milleti temsil ediyor; zira, bir dönemde elimizde sadece o kalmış!..
*“Ârifin gönlün Hudâ gam-gîn eder, şâd eylemez / Bende-i makbûlünü mevlâsı âzâd eylemez.” (Nâbî)
*“Cahil geziyor zevrak-ı ikbal-i safada / Arif yüzüyor merkez-i girdab-ı belada.” (Ziya Paşa)
286. Nağme: Gece Uzun Olsa da Güneş Doğacak, Işık Gelip Karanlığı Boğacak!..
Muhterem Fethullah Gülen Hoacefendi, en son çay faslına, hiciv edebiyatının temsilcilerinden olan Şair Eşref’in şu sözleriyle başladı:
“Cihâna geldiğim günden beri pek çok cefâ gördüm,Ezildim bâr-ı gam altında, bin türlü ezâ gördüm.Değil bigânelerden, âşinâlardan belâ gördüm,Vücudum âlem-i sıhhatte bir bîmâra dönmüştür.”Daha sonra kıymetli Hocamız, günün nağmesi olarak paylaşacağımız bu 18:20 dakikalık sohbetinde şu mevzular üzerinde durdu:
*Olumsuz şeylerin resmedilmesi, yitirdiğimiz değerlerin mahrumiyetini yaşadığımızı ve kuyu dibinde bulunduğumuzu anlatma açısından önemlidir. Evet, kayıplarımızı gösterme adına yaraya neşter vurulmalıdır ama neşter saplanıp öylece bırakılmamalıdır.
*İnsanlardaki ümit ve reca duygusu sürekli tetiklenmeli; kayaların sırtında bile bir kısım rüşeymlerin meydana gelebileceği mülahazası uyarılmalıdır.
*Bir taraftan realiteler gösterilmeli, diğer yandan ümit duygusu coşturulmalı. Merhum Mehmet Akif, bir taraftan,
“Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile; Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok nafile! Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir, Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!” der, mevcut şartları ortaya koyar. Diğer taraftan da şu sözlerle ye’se kapılmamak gerektiğini ifade edip ümit salıklar: “Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun. Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun! Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar; Me’yûs olan rûhunu, vicdânını bağlar …‘İş bitti… Sebâtın sonu yoktur!’ deme, yılma. Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.”*Şair Eşref’in şu sözü de bir yönüyle yeis diğer bir yönüyle de recanın sesi soluğu gibidir:
“Bozulmuştur düzelmez gelse de Mehdî; Bu mülkün emr-i ıslahı Cenâb-ı Hakk’a kalmıştır.”*Yeryüzünün umumî bunalımlarına inzimam eden içteki krizler, Sultan 3. Mustafa’yı ızdırapla inlemeye mecbur etmiş:
“Yıkılıpdur bu cihan sanma ki bizde düzele,Devleti çarh-ı denî verdi kamu müptezele,Şimdi ebvâb-ı saadette gezen hep hezele,İşimiz kaldı heman merhamet-i lemyezele!..”(Bütün cihan yıkılırken, bizim ülkemizin düzeleceğini mi zannediyorsun? Ne yazık ki, talihsizlikler çarkı, ülkenin kaderini haysiyetsizlerin ellerine düşürdü. Baksana, milletin bel bağladığı ve hak aradığı dairelerin kapılarında bile şaklabanlar gezmekte. Hal böyle olunca, kalmış kurtuluş ümidimiz sadece Rahmeti Sonsuz’un merhametine!..)
*Mehmet Akif’in
“Virânelerin yasçısı baykuşlara döndüm,Gördüm de hazânında bu cennet gibi yurdu.Gül devrini bilseydim onun bülbülü olurdum;Yâ Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?”sözleri bir açıdan önemli bir hasret ve hicranı ifade ediyor. Fakat, bulunduğumuz dönemleri birer gül devrine çevirme vazifesiyle karşı karşıya bulunduğumuz da unutulmamalı!..
*İşini Allah’a havale eden ve O’nu vekil edinen, her türlü zorluğun üstesinden gelebilir: Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَىٰ بِاللَّهِ وَكِيلًا
“Sadece Allah’a dayanıp güven! Vekil olarak Allah yeter.” (Ahzâb, 33/3)
*Kavminin kendisinden yüz çevirmesi karşısında Seyyidinâ Hazreti İbrahim ve ona inananlar Allah’a dayanmışlardı. Onlar öncelikle,
إِنَّا بُرَآَءُ مِنْكُمْ وَمِمَّا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ
“Sizden ve Allah’ı bırakıp tapageldiğiniz şeylerden biz fersah fersah uzağız.” (Mümtehine Sûresi, 60/4) diyerek, kâfirlere karşı dimdik bir duruş sergilemiş ve âdeta bütün tehditlere meydan okumuşlardı. Aynı zamanda onlar, bu ifadeleriyle, Allah’tan başka tapılan şeylerin bir kıymet-i harbiyelerinin olmadığını, kendilerine atfedilen değeri hak etmediklerini ve herhangi bir teveccühe de asla layık olmadıklarını ilan etmişlerdi. Daha sonra ise nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin tecellisini talep suretiyle şöyle demişlerdi:
رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِلَّذِينَ كَفَرُوا وَاغْفِرْ لَنَا رَبَّنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
“Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh-u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız. Ey Ulu Rabbimiz, bizi kâfirlerin imtihanına (baskı, zulüm ve işkencelerine) mâruz bırakma, affet bizi; şüphesiz Sen Azîz ve Hakîm’sin.” (Mümtehine Sûresi, 60/4-5)
* İslam’ın gurbetini ve ümmetin garipliğini vicdanında duyan muzdarip şair Mehmet Akif, “Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi”nde şu yanık nağmeleriyle Cenâb-ı Hakk’ın dergahına yönelmiş; karanlığı göstermekle beraber bir ışık kaynağına da dikkat çekmiştir:
“Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed,
Aylar bize hep Muharrem oldu!
Akşam ne güneşli bir geceydi…
Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu!
Âlem bugün üç yüz elli milyon
Mazlûma yaman bir âlem oldu:
Çiğnendi harîm-i pâki şer’in;
Nâmûsa yabancı mahrem oldu!
Beyninde öten çanın sesinden
Binlerce minâre ebkem oldu
Allah için, ey Nebiyy-i ma’sum,
İslâm’ı bırakma böyle bîkes,
Ümmeti bırakma böyle mazlum.”
*Kırık Muzrap’tan bir dörtlük:
Nasıl olsa bir gün güneş doğacak;Çevreye yeniden nûrlar yağacak;Dağ-dere, ova-oba bucak bucak,Işık gelip karanlığı boğacak…*Bize düşen vazife; her şeyden önce kendimize bakıp kendimizi düzeltmeye çalışmamızdır. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعاً فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez. Hepiniz dönüp dolaşıp Allah’ın huzurunda toplanacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir bildirecek, karşılığını verecektir.” (Mâide sûresi, 5/105)
285. Nağme: Değer Yetimliği, Üslup Hatası ve Dil Yarası
Kıymetli arkadaşlar,
Daha iki üç saat önceki sohbetinde muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi şu hususları anlattı:
*Hayatın her devresi kendi hususiyetlerine göre çok iyi değerlendirilmelidir. Ne var ki, bugün yuva, sokak, mektep ve mabedin bu konuda fertlere gereken rehberliği yapabildiği söylenemez.
*Günümüzde insanları çok kınamamak, gurbetlerine ve yalnızlıklarına bakıp onlara acımak lazım. Değer anneden, değer babadan mahrum edildikleri için yetimliklerine bakıp acımak lazım. Biz topyekün değerler mahrumu, değerler yetimi bir toplum haline getirilmişiz.. şefkat etmek lazım.
*Bugün diller mızrak gibi kullanılıyor. Öyle ki, her yanda söz düelloları, sanki herkes herkesle kavgalı.
*Dil yarası kılıç yarasından daha acıdır. Nitekim, bir Arap atasözünde “Cerâhâtü’s-sinan lehe’t-tiyam / Lâ yeltâmü mâ ceraha’l-lisan” yani “Kılıç yarası geçer ama dil yarası geçmez!” denilmiştir.
*Gönüllere girmenin sırlı anahtarı tatlı söz ve mülayim tavırdır.
*Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa ve Hazreti Harun’a hitaben, “Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alıp düşünür, öğüt dinler yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâ Hâ, 20/44) buyurarak her şeyden önce peygamberâne bir üslubu nazara vermiş; muhatap, Firavun gibi kalb ve kafası imana kapalı bir insan bile olsa, yine de hak ve hakikati “kavl-i leyyin” ile anlatmak gerektiğine işaret etmiştir.
*Gâfir de denilen Mü’min Sûresi’nde Hazreti Mûsâ’nın tebliğine iman edip imanını uzun süre gizlemiş olan üst düzey devlet yetkilisi (bazı rivayetlerde genelkurmay başkanı) olan mümin anlatılmaktadır. Bu zat, “Sizler Mûsâ’nın dürüst olduğunu tesbit etmekle beraber yalancılıkla itham ediyorsunuz. Bu iki zıt vasıf bir arada bulunamaz. Şu halde insanlara bile yalan söylemeyen bir kimse, Allah’ın elçisi olmadığı halde hiç Allah adına yalan uydurur mu? ‘O, beni size elçi olarak gönderip şöyle şöyle dedi’ diyerek en müthiş, en tehlikeli yalanı söyler mi?” diyerek Hazreti Mûsâ’yı savunmuştu. Demek ki Hazreti Mûsâ o güzel üslubuyla Firavun’un en yakınındaki insanlara bile tesir etmişti.
*Bir yerde meseleleri müzakere edecekseniz, aklınızın salim olduğu bir anda not tutmalısınız ve o meclise hazırlıklı gitmelisiniz ki orada irticalinin esnekliğine maruz kalmayasınız ve hislerinizin güdümüne takılmayasınız.
*Bari Müslümanlar arasında böyle olmasaydı ama maalesef her şey kıran kırana gidiyor.
18:17 dakikalık bu sohbeti sabahki derste çektiğimiz fotoğraflarla beraber arz ediyoruz.
Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi ders arasında, ezberlediği sûreyi kendisine okumak isteyen küçük misafirimiz Selim Çalış kardeşimizi dinledi:
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi ders arasında, ezberlediği sûreyi kendisine okumak isteyen küçük misafirimiz Halime Okur kardeşimizi dinledi.
Mustafa Fehmi Okur kardeşimiz de muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin duasını almaya gelmişti; muradına erdi:
284. Nağme: Nefsini Bilen Rabbini Bilir!..
*İnsan, benliğine takıldığı ölçüde şeytana yakın, Allah’tan da uzaktır. “Ben” diyene Allah’a giden yolda kapılar hiçbir zaman açılmaz.
*Gösteriş meftunu insanlar düşünce ve beyanlarındaki boşluğu gürültüyle doldurmaya çalışırlar. Hâlbuki yalan ve gösteriş gürültülüdür; hakikat ve samimiyet sessizdir. Yıldırımlar gök gürültüsünden evvel hedeflerine varırlar; ses duyulduğunda onlar çoktan varacakları yere ulaşmışlardır.
*İnsanın kendine âit hususiyetleri tanıması ve nefsini keşfetmesi, vâhid-i kıyasî olarak, Zât-ı Uluhiyyeti tanıma adına oldukça önemlidir. Nitekim hadîs diye rivayet edilen bir sözde “Nefsini bilen, Rabbini de bilir” denilmiştir.
*Kudsî hadis olarak rivayet edilen bir mübarek söz şöyledir:
“Ey insanoğlu, nefsini bilen Beni bilir; Beni bilen Beni arar; Beni arayan mutlaka Beni bulur ve Beni bulan bütün arzularına ve dahasına nâil olur; nâil olur ve Benden başkasını Bana tercih etmez. Ey insanoğlu, mütevazi ol ki, Beni bilesin.. açlığa alış ki, Beni göresin.. ibadetinde hâlis ol ki Bana eresin.”
Kıymetli arkadaşlar,
Bugünkü nağmede muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yukarıda işaret ettiğimiz konuları anlattığı en son çay fasıllarından birini paylaşıyoruz. 10:49 dakikalık bu hasbihali ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.
Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…
283. Nağme: İnsan Kazanmak, Dostları Korumak ve Düşen Kardeşe El Uzatmak
Sevgili arkadaşlar,
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, günün sohbeti olarak paylaşacağımız 18:52 dakikalık çok yeni hasbihalinde şu hususları anlatıyor:
*Hikmetin Lisan-ı Fasihi (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz, “Din nasihattir.” buyurmuştur. Nasihat; hayırhahlık demektir; bir kimseye doğru yolu göstermek, yapması ve yapmaması gereken şeylere dikkatini çekmek ve onun hakkında hep hayır dileğinde bulunmak manalarına gelmektedir. Nasihat, insanları Allah’a, Rasûl-ü Ekrem’e ve Din-i Mübîn’e yönlendirmektir; onları, dünya ve ahiret hayatları hesabına faydalarına olacak işlere sevketmektir.
*Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz “Senin elinle bir kişinin hidayete ermesi, yeryüzünde bulunan ve güneşin üzerine doğduğu her şeyden, -başka bir rivayette- vadi dolusu koyun ve develerden daha hayırlıdır.”buyurarak, hidayete vesileliğin ne derece ehemmiyetli olduğunu anlatmıştır.
*Hazreti İmam Gazalî, İhyâ’sında bazı mevzuları mühlikât (helak eden, felakete sürükleyen hususlar) ve münciyât (kurtaran, felaha götüren ameller) başlıkları altında serdediyor. Mühlikât olarak sayılan çeşit çeşit zaaflardan birisine takılarak kayma tehlikesiyle karşı karşıya kalan insanların önünde setler oluşturmak ve onların kayıp gitmelerine mani olmak da çok önemli bir vazifedir.
*Üstad Hazretleri Ondördüncü Nota, Üçüncü Remiz’de insan mâhiyetine konan mânevî cihâzât ve latîfelerin farklılığından; bazılarının dünyayı yutsa doymayacağından, bazılarının ise bir zerreyi dahi kendinde barındıramayacağından bahsediyor. Bazı latîfelerin, tüy kadar bir ağırlığa, yani gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamayacağını ifade ediyor ve “Mâdem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a, bir işaret ve bir öpmekle batma!” diyor.
*Diğer taraftan, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibâret de olsa hiçbir iyiliği hor görme!” buyurmuştur. Evet, Allah’ın rızası gözetilerek yapılan en küçük iş dahi dergah-ı ilahîde çok kıymetlidir. Bir zerre ihlaslı amel, Cenâb-ı Hak nezdinde tonlarla ifade edilemeyecek bir ağırlığa ve değere ulaşır. Öyleyse, hiçbir iyilik küçük görülmemelidir. Hangi amelin ötede nasıl bir kıymete ulaşacağı burada bilinemediğine göre, insan her güzel işe kıymet vermeli ve önüne çıkan her hayırlı fırsatı öteler hesabına değerlendirme gayreti içinde olmalıdır.
*Rehber-i Ekmel (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz buyururlar ki: “Benim misalimle sizin misaliniz, şu temsile benzer: Bir adam ateş yakar. Alevler etrafı aydınlatınca pervaneler (gece kelebekleri) ve aydınlığı seven bir kısım hayvancıklar bu ateşe kendilerini atmaya başlarlar. Adamcağız onları kurtarmaya çalışır; fakat hayvanlar galebe çalarak çoklukla ateşe atılırlar. Ben (tıpkı o adam gibi) ateşe düşmemeniz için eteklerinizden çekiyorum, ancak siz ateşe ateşe koşuyorsunuz.”
*Hasılı, Peygamber mesleğinin gereği; evvela, insanlara hidayet yollarını gösterip onları kazanmak; sâniyen, sürekli hayırhahlık yapıp zaaflarına yenilmemeleri için onları desteklemek, kayıp gitmelerine mani olmak; salisen, şayet kaymışlarsa, o zaman da katiyen “Oh oldu!..” dememek, gerekirse bir itfaiyeci gibi alevlerin içine atlamak ve kardeşlik mülahazasıyla düşeni kurtarmaya çalışmak, en azından onun yeniden doğrulması için dua dua Allah’a yalvarmaktır.
282. Nağme: Hazreti Ahmed Muhammed Mahmud (s.a.v.) ve Hammâdun Ümmeti
Kıymetli arkadaşlar,
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, “…Ve Gaybın Son Habercisi” başlıklı makalesinde şöyle diyor:
“O, taayyün-ü evvel’den Ahmed unvanıyla insanlık ufkunun muhaciri; Mekke’den Muhammed namıyla Medine şehrinin misafiri; berzahtan Mahmud namıyla livâü’l-hamdin mihmandarı ve bütün esmâ-yı şerifesiyle Cennet ve Cemalullah’ın perdedarı, ruhânî âlemlerin feyz kaynağı ve cismâniyet âleminin de asıl cevheriydi.”
Bu paragrafta,
*Taayyün-ü evvel’den Ahmed unvanıyla insanlık ufkunun muhaciri
*Mekke’den Muhammed namıyla Medine şehrinin misafiri
*Berzahtan Mahmud namıyla livâü’l-hamdin mihmandarı
*Bütün esmâ-yı şerifesiyle Cennet ve Cemalullah’ın perdedarı
denilerek Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’in farklı isimlerinin farklı âlem ve mevkıflere baktığı ifade ediliyor.
İşte, yine Kutlu Doğum Haftası’nı vesile yaparak muhterem Hocaefendi’ye bu paragrafı, o isimleri ve ilgili halleri sorduk.
Aziz Hocamız sorumuza cevap verirken özetle şu hususlar üzerinde durdu:
Efendimiz’in mübarek üç ismi olan “Ahmed”, “Muhammed” ve “Mahmud” kelimeleri “hamd” kökünden gelmektedir. Bilindiği gibi ilk iki isim Kur’ân’da zikredilirken, “Mahmud” kelimesi Efendimiz’in ismi olarak Kur’ân’da yer almaz.
Ahmed ism-i şerifi, taayyün-ü evvel hakikatiyle irtibatlıdır. Çünkü O; varlığın özü, usâresi, kâinatın mebdei, hilkat ağacının çekirdeğidir. Evet, “Allah’ın en evvel var ettiği, benim nurumdur.” beyan-ı nebevîsinin de işaret buyurduğu gibi O’nun taayyünü bütün varlığın ilki ve öncüsüdür. İlm-i ilâhide ilk icmali belirlenen, ortaya çıkan hakikat O’nun nurudur. İşte ziyası vücudundan evvel dillere destan olan Efendiler Efendisi’nin dünyayı teşriflerinden önceki unvanı Ahmed’dir (aleyhissalâtü vesselâmü milelardi vessemâ) ve bu hakikat de hakikat-ı Ahmediye’dir. Bu sebeple O, Kur’ân’da da geçtiği üzere, Hazreti İsa (aleyhisselam) tarafından, “Ahmed” ismiyle müjdelenmiştir.
Muhammed nam-ı celili, yerde gökte herkesin kendisine saygı duyduğu, medh u senada bulunduğu zat mânâsında, Rasûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliği, mesaj ve misyonuyla alâkalı ismidir. Başka bir ifadeyle Allah Rasûlü’nün (aleyhissalâtü vesselam) “Muhammed” ismiyle insanlık âlemine nüzulüdür ki, bu bizim adımıza şereflerin en büyüğü, O’nun adına bir tenezzüldür.
Mahmud unvan-ı kerimi ise, yerde-gökte övülüp methedilen, sena edilen zât demektir. Bu azim unvan, Peygamber Efendimiz’in ismi olarak Kur’ân’da yer almasa da, ezan sonrası okuduğumuz duada geçtiği üzere Sünnet-i Sahiha’yla sâbit bir ism-i mübarektir. Makam-ı Mahmud, mutlak mânâda İnsanlığın İftihar Tablosu’na has, hamîdiyet ve mahmûdiyetin bir araya getirildiği ulvî bir makamdır. Şöyle ki O (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cenâb-ı Hakk’a karşı yerine getirdiği hamdiyle hâmid, gökte ve yerde övülüp medhedilmesiyle de mahmuddur. Evet O, hamd u şükürle kullukta bulunmuş, kulluk yaptıkça Cenâb-ı Hak tarafından övülmüş, övüldükçe mütemadiyen kulluk yapmış, Allah O’nu medih, O da Allah’a hamd etmiş ve neticede övülme ve övgüye mazhar olma makamına ulaşmıştır.
Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) bir hadis-i şeriflerinde, ahirette kendisine Livau’l-hamd’in verileceğini ifade etmiştir. Livau’l-hamd’e; hamd bayrağı, hamd sancağı denilebileceği gibi, hamd alemi de denilebilir. Çünkü alem, bir alamet ve emâre demektir ki, bayrak ve sancaktan daha öte bir mânâ ifade eder.
Dünyada Hazreti Ahmed ü Mahmud u Muhammed’in (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) rehberliğinde olan ümmet-i Muhammed, hayatlarını hamdle geçirdiklerinden dolayı, ahirette de Livau’l-hamd’le şerefyâb olacaklardır. Çünkü insan hangi yolda yürürse, varacağı istikamet de ona göre bir yer olacaktır. Bundan dolayı hep hamd etrafında dönüp duran, hamd güzergâhında yürüyen, sürekli hamd gören, hamd konuşan, hamd soluklayan, hamdle oturup kalkan kimselerin varacakları yer de Livau’l-hamd’dir.
Ayrıca, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), nazarları hamd makamına çevirerek ümmetine, “hammâdûn”dan (durmadan, sürekli hamd edenler) olmayı hedef göstermiştir. “Hammâd” kipi mübalağa sigasıdır. Yani şuur ve derinliğine inmeden, ara sıra “hamd”i hatırlayan ve sadece lafzî olarak “elhamdülillah” deyip geçen kimseler için bu siga kullanılmaz. Hammâdûn ümmeti öyle hamde kilitlenmiş insanlardır ki, Efendimiz’in (aleyhissalatü vesselam) dualarında da geçtiği üzere onlar yatıp kalkarken hep “elhamdülillah” der, oturur kalkar Allah’a hamd eder, hamdle nefes alır verir ve ömürlerini derin bir şuur ve idrak içinde hamd atkısı üzerinde örgülerler. Neticede, yaşadıkları gibi ölür, öldükleri gibi haşrolur ve ötede de Makam-ı Mahmud Sahibi’nin (aleyhissalatü vesselam) vesayetinde, Hamd Sancağı’nın gölgesinde toplanırlar.
İşte 19:03 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde sunacağımız bugünkü nağmemizde muhterem Hocamız hülasa ettiğimiz hakikatleri anlatıyor.
Dualarınıza vesile olması istirhamıyla arz ediyoruz.
281. Nağme: En Önemli Mesele ve Sohbetlerin Yörüngesi
Kıymetli arkadaşlar,
Bugünün hasbihalinde muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, “Sözün yörüngesine oturması sohbet-i Cânân’la olur.” diyerek, değişik vesilelerle yaptığımız hemen her toplantıda, sohbette, beraberlikte gündemimizin ilk maddesini Rabbimizle münasebetlerimizin teşkil etmesi lazım geldiğini anlatıyor. Muhterem Hocamız özellikle şu hususlar üzerinde duruyor:
Dünyanın sosyal ve ekonomik problemlerini çözme gibi bir hâdise için bile bir araya gelmiş bulunsak, öncelikli meselemiz “sohbet-i Cânan” olmalı. Evet, böyle bir hedefe doğru yürürken bile, “Acaba Allah’la münasebetimiz olması gereken seviyede mi? O mevzuda ulaşmamız gereken derinliğe ulaşabildik mi? O’nu görüyor gibi bir hâlimiz var mı? Hiç olmazsa görülüyor olma mülâhazasıyla tir tir titriyor muyuz?” gibi mülâhazaları esas almalı, diğer vazife ve sorumluluklarımızı ise o esasa göre bir sıraya koymalıyız.
Dünyaya çeki düzen verme gibi bir hâdise dahi, bizim Allah’la, Efendimiz’le, Kur’ân’la münasebetimiz yanında tâli derecede bir öneme sahipse, günümüzdeki siyasî ve aktüel mevzuların, hele hele magazinvârî meselelerin bizim için ne mânâ ifade ettiği/etmesi gerektiği açıktır. Bu açıdan hangi meseleye, nerede, ne ölçüde yer vereceğimizi ta başta çok iyi belirlememiz gerekiyor. Bu sebeple oturup kalktığımız her yerde Hazreti Mevlâna’nın ifadesiyle hep “sohbet-i Cânan” demeli, evvela Allah’a imanımızı bir kere daha yenilemeli, ilâhî mârifet ve muhabbetle bir kez daha dolma yollarını araştırmalıyız. Bardağın taşacak derecede dolmasına “lebriz” denir. İşte gönül bardağı dolup taşacak şekilde o meseleyi köpürtmeli, mârifet ve muhabbetle dolup dolup boşalmalı, daha sonra diğer konulara geçmeliyiz.
Evet, bir araya geldiğimizde asıl maksat ve hedefimiz, iman ve imanda derinleşme mevzuları olmalı; bu istikamette gerekli cehd ve gayreti ortaya konduktan sonra, “Hazır bir araya gelmişken şurada şöyle bir mevzuu daha vardı, bu arada onu da görüşüp karara bağlayalım.” demeliyiz; neyi, nereye koymamız gerekiyorsa ona göre davranmalı ve programlarımızı bu eksen etrafında örgülemeliyiz.
Üç paragrafla özetlemeye çalıştığımız 14:25 dakikalık bu hasbihalde “En Önemli Mesele ve Sohbetlerin Yörüngesi” konusuyla alakalı daha pek çok önemli esas ve açıklama bulacaksınız.
Hürmetle..
280. Nağme: Hadiseler Karşısında Peygamber Efendimiz ve “Kutsal Teessür”
Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve mü’minler karşısında teker teker tutunamayacaklarını anlayan kavim ve kabileler, Hicret’in 5. senesinde bir araya gelip tek vücut olmaya ve bu defa bütün güçlerini bir merkezde toplayıp Medine’ye öyle hücum etmeye karar vermişlerdi.
Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz, durumdan haberdar olunca, ashabını toplamış, harp tekniği hakkında onlarla istişare etmiş, değişik teklifler arasında Hz. Selman-ı Farisî’nin fikri Peygamber Efendimiz’in düşüncesine muvafık gelince düşmanın taarruz etmesinin muhtemel olduğu yerlere hendekler kazılmasına ve böylece müdafaa harbi yapılmasına karar verilmişti.
Rehber-i Ekmel Efendimiz, yanındaki 3000 insanla beraber hendek kazmaya başlamıştı. Kişi başına bir arşın hendek kazılacaktı. Onları, onar onar gruplara ayırmış ve böylece yine meseleye bir yarış havası vermişti. Derinlik, atıyla oraya düşen bir insanın, bir daha çıkamayacağı şekilde ayarlanacaktı. Genişlik ise, en mahir süvarinin dahi geçemeyeceği ölçüde planlanmıştı. Böylece şehre girişi mümkün kılan çok uzun bir alan hendeklerle çevrilecekti.
Hendek kazılırken İnsanlığın İftihar Tablosu Efendimiz de ashabıyla beraber çalışıyor; hatta onların kuvve-i mâneviyelerini takviye için
اَللّٰهُمَّ لاَ عَيْشَ إِلاَّ عَيْشُ اْلآخِرَةِ فَاغْفِرْ لِلْأَنْصَارِ وَالْمُهَاجِرَةِ
“Allahım, ahiret hayatından başka hayat yok. Sen ensar ve muhacirîne mağfiret eyle.” duasını tekrar tekrar seslendiriyor ve sahabe O’nun bu sözleriyle coşuyor:
اَللّٰهُمَّ لَوْلاَ أَنْتَ مَا اهْتَدَيْنَا وَلاَ تَصَدَّقْـنَا وَلاَ صَلَّيْنَا
فَأَنْزِلَنْ سَكِينَةً عَلَيْنَا وَثَبِّتِ اْلأَقْدَامَ إِنْ لاَقَيْنَا
“Allahım, Sen nasip etmeseydin biz hidayete eremezdik, namaz kılamaz, zekât veremezdik. Sen üzerimize sekîneni indir ve düşmanla karşılaşırsak bizim ayaklarımızı kaydırma.” diyerek mukabele ediyorlardı.
Bir aralık büyükçe bir kaya çıkmıştı karşılarına; Ashab-ı Kiram’dan güçlü kuvvetli insanlar bile o kayayı parçalayamamışlardı. Onlar, en küçük dertlerini dahi Allah Rasûlü’ne söylerlerdi; bu büyük kayayı da O’na haber verdiler. İnsanlığın İftihar Tablosu, manivelası elinde geldi ve onunla taşı parçalamaya başladı. O, manivelasını indirdikçe taştan kıvılcımlar fışkırıyor.. ve sanki aynı esnada Allah Rasûlü’nde de vahiy ve ilham kıvılcımları çakıyordu. Her vuruşta bir müjde veriyordu: “Bana şu anda Bizans’ın anahtarları verildi. İran’ın anahtarlarının bana verildiğini müşâhede ediyorum… Bana Yemen’in anahtarları verildi; şu anda bulunduğum yerden San’â’nın kapılarını görüyorum.”
Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz, asla parçalanmaz gibi görülen büyük devletlerin fethini müjdelediği o esnada karşısındaki 24.000 kişilik tam donanımlı düşman ordusuna karşı sadece 3.000 Müslümanla müdafaa harbine hazırlanıyordu. Fakat, dünyevi ölçüler açısından insanı dehşete düşürmesi beklenen o anki şartlar Peygamber Efendimiz’i tesiri altına alamadığı gibi, mü’minlerin de ancak imanlarını artırıyordu.
Bir ay kadar süren muhasarada şartlar, hep kâfirlerin aleyhine işlemişti. Kış bastırmak üzereydi. Mekke insanı, Medine’nin kışına dayanamazdı. Zaten kış için de hiçbir hazırlıkları yoktu. Günlerden beri esip duran rüzgâr, rüzgâr olmaktan çıkmış, çadırları söküp götürecek şiddette bir kasırga hâlini almıştı. Zaten 24.000 insana bakmak da çok zordu. Müşriklerin daha fazla dayanmaları mümkün değildi. Nitekim bir müddet sonra Ebû Süfyan, istemeye istemeye ric’at emri vermişti. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, muharebenin sonunda “Artık bundan böyle, biz onların üzerine gideceğiz, onlar gelemeyecekler.” buyurmuştu.
Kıymetli arkadaşlar,
İçinde bulunduğumuz Kutlu Doğum haftası münasebetiyle son günlerde muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye hep İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehaya vetteslimât) Efendimiz’e dair meseleleri soruyoruz. Bu defa da kıymetli Hocamıza “Peygamber Efendimiz hadiselerden bizim etkilendiğimiz şekilde etkilenmemiş, aksine o her zaman hadiselere yön vermiştir.” tesbitini, bu cümlenin nasıl okunması gerektiğini sorduk.
Muhterem Hocaefendi, öncelikle şu hususu hatırlattı:
Mahbûb-u Âlem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, insanları ebedî hüsrandan kurtarma davasına o kadar gönülden bağlanmıştı ki, Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu konudaki ızdıraplarını, “Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’an’a) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin” (Kehf, 18/6) ve “Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin” (Şuara, 26/3) ifadeleriyle dile getirmektedir. Aslında, bu ilahî hitaplar, Allah Rasûlü’nün duyarlılığını, insanlığın kurtuluşu hakkındaki hassasiyetini, O’ndaki ölesiye yaşatma arzusunu ve kurtarma cehdini nazara vermektedir. Bu itibarla, mezkûr ayet-i kerimeleri Peygamber Efendimiz’in heyecanlarını ta’dil eden ve O’nu îkaz için inen birer ilahî kelam şeklinde anlamak eksik, hatta yanlış olur. Evet,bu beyanlarda ta’dil ve tembih söz konusu olduğu kadar, ciddi bir takdir ve iltifat da vardır.
Bu önemli hakikati nazara vererek Peygamber Efendimiz’in bu şekildeki etkilenmelerine “kutsal teessür” denebileceğini belirten kıymetli Hocamız, daha sonra yukarıda özetlediğimiz Hendek Mücahedesi’ne işaret etti. Allah Rasûlü’nün öyle müthiş bir hadise ve çok olumsuz şartlar karşısında bile asla tereddüte düşmediğini ve yaptığı hamlelerle yine hadiselere yön verdiğini anlattı.
“Kutsal teessür” dediği etkilenmeye Hazreti Bediüzzaman’ın hayatından ve onun “müsbet hareket” düsturundan da misal veren Hocaefendi meseleyi günümüze getirerek adanmış ruhların hareket çizgisinin nasıl olması lazım geldiğini ifade etti.
19:42 dakikalık sohbeti ses ve görüntü dosyaları halinde arz ediyoruz.
Hürmetle…
279. Nağme: Efendiler Efendisi’ne Salât u Selâm
Sevgili dostlar,
Bugün tefsir dersinde Ahzab Sûresi’ni tamamladık. Müzakeresini yaptığımız ayetler arasında
إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَآمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيماً
“Allah ve O’nun melekleri Peygamber’e hep salât ederler. Ey mü’minler, siz de Ona salât (ve dua) edin ve samimiyetle selam verin.” (Ahzab, 33/56) ilahî beyanı da vardı. Bu ayetin tam da Kutlu Doğum haftası olarak değerlendirilen günlerin başına denk düşmesi çok güzel bir tevafuk oldu. Bu vesileyle bir kere daha salât ü selam üzerinde durduk; muhterem Hocamızın mezkûr ayetle alakalı yorumlarını dinledik.
16:30 dakikalık bölümünü paylaşacağımız bu nağmede özellikle şu mevzular üzerinde duruluyor:
Bildiğiniz gibi, “salât”, tebrik, dua, istiğfar, rahmet gibi anlamlara gelmektedir. Salât kelimesinin çoğulu “salavât” gelir. Zikrettiğimiz âyet-i kerimeye göre, Peygamberimize salât ve selam getirerek, en azından “Allâhümme salli alâ Muhammed – Allâhım rahmet ve bereketin Efendimiz Hazreti Muhammed’in üzerine olsun!” diyerek hürmet arz etmek her Müslüman’ın yapması gerekli olan bir görevdir.
Bir hadis-i şerifte anlatılır ki: Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir keresinde minbere çıkıyordu. Merdivenden yukarı çıkarken birinci basamakta “amin!” dedi. İkinci basamakta yine “amin!” dedi. Üçüncü basamakta bir kere daha “amin!” dedi. Hutbeden sonra, sahabe efendilerimiz “Bu sefer Sen’den daha önce duymadığımız bir şeyi duyduk yâ Rasûlallah! Eskiden böyle yapmıyordunuz, şimdi minbere çıkarken üç defa “amin” dediniz. Bunun hikmeti nedir?” diye sordular. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: “Cebrâil aleyhisselam geldi ve ‘Anne-babasının ihtiyarlığında onların yanında olmuş ama anne-baba hakkını gözetmemiş, onlara iyi bakarak mağfireti yakalama gibi bir fırsatı değerlendirememiş kimseye yazıklar olsun, burnu yere sürtülsün onun!’ dedi, ben de ‘amin!’ dedim. Cebrâil, ‘Yâ Rasûlallah, bir yerde adın anıldığı halde, Sana salât ü selâm getirmeyen de rahmetten uzak olsun, burnu yere sürtülsün!’ dedi, ben de ‘amin’ dedim. Ve son basamakta Cebrâil, ‘Ramazana yetişmiş, Ramazanı idrak etmiş olduğu halde Allah’ın mağfiretini kazanamamış, afv ü mağfiret bulamamış kimseye de yazıklar olsun, rahmetten uzak olsun o!’ dedi, ben de ‘amin’ dedim.” Bu hadiste geçen “rağime enfuhû” ifadesi bir idyumdur, dilin kendi yapısına has bir deyimdir ve Türkçe’de onu net ve tam olarak karşılayacak bir kelime yoktur. Belki, “burnu yere sürtülsün (sürtüldü), canı çıkası, kahrolası” gibi manalara gelmektedir.
Bununla beraber, Sâdık u Masdûk Efendimiz’in ismi her işitildiğinde veya anıldığında salât getirilip getirilmeyeceği hususunda; bazı âlimler, “Bir yerde, Hazreti Peygamber’in adı ne kadar anılırsa anılsın bir defa salât edilmesi yeterlidir” derken, âlimlerin çoğunluğu, “Efendimiz’in adı her anıldığında salât u selam getirilmesi gereklidir” demiştir. Bazıları, insanın, ömründe bir kere salât u selam getirmesinin vâcib olduğunu söylerken, İmam Şâfi gibi kimseler de nâm-ı celil-i Muhammedî (aleyhissalatü vesselam) ne zaman anılırsa anılsın hemen salât u selamla O’na senâda bulunmak gerektiği kanaatindedirler. Nitekim, hadis ilmiyle uğraşanlar, Hazreti Peygamberimizin hadislerini rivayet ederken, Onun adı ne kadar çok anılırsa anılsın, her anılışında, “sallallahu aleyhi ve sellem” diyerek hürmet ve vefalarını ifade etmişlerdir.
Hâsılı, salavâtın mânâsı rahmettir. Allah Teala, Efendimiz’e bizzat salât etmiş, meleklerinin de Peygamberimize salât ve selâm ettiklerini bildirmiş ve bize de onu bir vazife olarak tahmil buyurmuştur. Bizim salâtımız, Üstadın ifadesiyle, “Ya Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin.” manasına bir duadır. Bununla beraber salât u selamın ayrı bir hususiyeti daha vardır. Salât u selam makbul bir duadır; yapılan diğer duaların başında ve sonunda salât u selam okununca, iki makbul dua arasında istenilen şeyler de makbul olur. Onun için hem duanın başında, hem de sonunda salât u selam okumak lazımdır.
Allahümme salli ve sellim ala seyyidinâ Muhammedin ve ala âlihî ve ashâbihî ecmaîne biadedi ilmike ve ma’lûmâtike (Allahım, Efendimiz Hazreti Muhammed’e, O’nun aile fertlerine ve ashabına ilmin ve malûmâtın adedince salât ve selam eyle.)
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bugünkü derste bir kelimenin farklı manaları için lügate bakarken:
Bamteli’nde Bu Hafta (15-21 Nisan 2013)
Kıymetli arkadaşlar,
Şu anda “Kutlu Doğum ve İnsan Onuru” başlıklı bu haftanın Bamteli’ni hazırlamaya çalışıyoruz. Bütününü yayınlayıncaya kadar bir özet videoyu nazarlarınıza arz ediyoruz.
Bir fikir vermesi için paylaşacağımız bu tanıtım videosundan 5-6 saat sonra da -inşaallah- hem bu sohbetin tamamını hem de Kırık Testi de dahil diğer dosyalarımızı hazırlamış ve sunmuş olacağız.
Dualarınız istirhamıyla…
278. Nağme: Her Şey Sen’den, Sen Ganîsin!..
Kıymetli dostlar,
Günün nağmesi olarak 16:05 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz edeceğimiz yeni çay faslında muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi şu hususları anlatıyor:
*Her şeyi irade, meşîet, kudret ve ilim açısından Cenâb-ı Hakk’a verme ve aklen, kalben, ruhen, hissen, fikren her yönüyle tam tevhide ulaşma neticesinde “Sübbûh” deme ve “sübhaneke” diye zikretme meleklerin şiârıdır. Çünkü onlar bütün bu hakikatleri şeksiz, şüphesiz görmekte ve sürekli tesbîhle bu müşahedelerini dillendirmektedirler. “Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin” (Bakara, 2/32) sözü bu tesbîhlerinin ayrı bir terennümü ve ifadesidir.
*Hazreti Musa (ala nebiyyina ve aleyhisselam), Firavun’un karşısına çıkacağı zaman “Ya Rabbî, genişlet göğsümü, kolaylaştır işimi, çözüver şu dilimin bağını. Ta ki anlasınlar sözümü!” (Tâhâ, 20/25-28) demiştir. Bu dilek, onun talep mevkiinde bulunduğunu ve o kapıya yoldaki bir insan edasıyla teveccüh ettiğini göstermektedir. Hazreti Musa’da bir istek halinde ortaya çıkan bu husus, Peygamber Efendimiz’e Allah’ın bir lütfu olarak, “Biz senin kalbine inşirah vermedik mi?” (İnşirah, 94/1) âyetiyle mevhibe ve minnet ufkunda tecelli etmiştir. Diğer bir ifadeyle, Hazreti Musa’nın Rabbinden istediği inşirah-ı sadr, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e bir nimet olarak verilmiş ve böylece O’nun şükran duyguları coşturulmuştur.
*Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz her noktada doygunluğa erişmiş bir insan olmasına rağmen, Cenâb-ı Hak, mazhariyetlerini yeterli görmemesi için O’na,
فَتَعَالَى اللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْآنِ مِنْ قَبْلِ أَنْ يُقْضَى إِلَيْكَ وَحْيُهُ وَقُلْ رَبِّ زِدْنِي عِلْمًا
“Gerçek hükümdar Allah, yücedir. Sana O’nun vahyi tamamlanmazdan önce Kur’an’ı (okumakta) acele etme ve ‘Rabbim, benim ilmimi artır’ de.” (Tâhâ, 20/114) buyuruyor. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz de her sabah ve akşam şöyle dua ediyor:
اَللَّهُمَّ زِدْنِي عِلْمًا وَلاَ تُزِغْ قَلْبِي بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنِي وَهَبْ لِي مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً، إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ
“Allahım, ilmimi artır ve bana hidayet verdikten sonra kalbimi kaydırma; katından bana rahmet lütfet; şüphesiz ki Sen, çok lütufkârsın!”
*İlim ve marifete hiç doymamalı. İlim kadehinden içtikçe “Ey sâkî aşkın oduna yandıkça yandım, bir su ver / Parmağım aşkın balına bandıkça bandım, bir su ver!” (Gedâî) ya da
أَلاَ يَا أَيُّهَا السَّاقِي أَدِرْ كَأْسًا وَنَاوِلْهَا
“Ey sâkî! Hele kâseni başımızın üzerinde döndür de bir kadeh şarap daha sun.” (Hâfız) demeli.
*“Biz gücümüz, kuvvetimiz, ilmimiz ve tecrübemizle bu işleri başarıyoruz” düşüncesi Kârunca bir düşüncedir. “Ben kendi ilmimle ve kendi iktidarımla kazandım” iddiası ancak Kârun’un ve onun torunlarının telaffuz ettikleri müşrikçe bir kuruntudur. Din ve millet yolunda hizmete gönül vermiş insanlar, Kârun gibi düşünüp Kârunca konuşacaklarına, gurur ve enaniyeti bırakmalı; aczinin, fakrının ve ihtiyaçlarının farkında olan kullar gibi tazarru ve duâ lisanıyla Cenâb-ı Hakk’a yönelmelidirler.
*Seyyidinâ Hz. İbrahim ve ona inananlar Allah’a tevekküllerini şöyle dile getirmişlerdir:
رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِلَّذِينَ كَفَرُوا وَاغْفِرْ لَنَا رَبَّنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
“Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh-u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız. Ey Ulu Rabbimiz, bizi kâfirlerin imtihanına (baskı, zulüm ve işkencelerine) mâruz bırakma, affet bizi; Şüphesiz Sen Azîz ve Hakîm’sin.” (Mümtehine Sûresi, 60/4-5)
*Üstad hazretleri, “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.” buyurmuştur. Sofilerin yaklaşımına göre, bu yolun sonunda “tefviz” ve “sika” karargahları vardır. Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde genişçe üzerinde durulduğu gibi, Allah’a güven ve itimat ile başlayıp, kalben her türlü beşerî güç ve kuvvetten teberri etme kuşağında sürdürülen ve neticede her şeyi Kudreti Sonsuz’a havale edip vicdânen tam bir itmi’nana ulaşma ile sona eren rûhanî yolculuğun başlangıcına “tevekkül”, az ötesine “teslim”, iki adım ilerisine “tefviz” ve son durağına da “sika” denilegelmiştir. Her şeyi bütün bütün Allah’a havale edip, yine her şeyi O’ndan bekleme makamı sayılan “tefviz”in hulâsası, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin “Tefviznâme”sinde şöyle seslendirilmektedir:
“Hak şerleri hayreyler / Sen sanma ki gayreyler / Ârif ânı seyr eyler /
Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.
Sen Hakk’a tevekkül ol / Tefviz et ve rahat bul / Sabreyle ve râzı ol /
Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.”
*Alvarlı Efe Hazretleri, sürekli “Allah bizi insan eyleye!..” diye dua ederdi. Aklınıza “İnsan değil miyiz ki?” sorusu gelebilir; fakat, potansiyel insan olma başkadır, kişinin bütün istidat ve kabiliyetleriyle Allah’a kurbet kesbedip insan-ı kâmil ufkuna ulaşması daha başkadır.
277. Nağme: Ne “Mazi” Ne de “İstikbal” Masal, Onlarla Derinlik Kazanır “Hal”
Kıymetli arkadaşlar,
Öteden beri hemen herkes, içinde bulunduğu zamandan şikâyet etmiş ve daha iyi günlerin özlemiyle inlemiş durmuştur. Cismaniyet ve bedenî hazları itibariyle kendini bohemliğe salmış, “Bir geçmiş gün için beyhude feryad etme / Bir gelecek günü boşuna yad etme / Geçmiş gelecek masal hep / Eğlenmene bak, ömrünü berbad etme” diyen bir kısım bön kimseler istisna edilecek olursa, çoğu kimse ya geçmişe vurgun veya geleceğe tutkundur. Umumiyet itibariyle genç ve serâzât gönüller daha ziyade hülyâlarında kurdukları bir gelecekte, yaşını-başını almış dünün olgun insanları da hep geçmişte yaşarlar.
Aslında geçmişin ayrı bir manası, geleceğin ayrı bir kıymeti, hâlin de ayrı bir değer ve ifâdesi vardır. Zamanı, en kıymetli dilimi itibariyle hayallerimizde kurduğumuz geleceğin sırça saraylarında veya geçmişin semâvileşen parlak sahifeleri arasında aradığımız sürece, onun, mutlaka değerlendirilmesi gerekli olan altın dilimini görmezlikten gelmiş; düne ve yarına göz yumup, sadece bugünle bütünleşip, bugünle teselli olduğumuz zaman da çok önemli iki hayatî kaynağı kaybetmiş oluruz.
Geçmiş, hem bugünümüze hem de yarınlarımıza kaynak olabilecek bereketli bir menba, bugün ise, geleceğin fide ve fidanlarını yetiştiren mübârek bir meşcerelik ve milli bir sermaye iken, mâziyi romantik duygu ve düşüncelere açılmış bir arşiv gibi görüp değerlendirmek, bugünü de serâzâd gönüllerin şehrâyin zamanı sayıp hezeyanlar içinde geçirmek, kazanma kuşağında kaybetmekten başka bir şey değildir.
Kendisine, “Sen hep maziden bahsediyorsun; sürekli Osmanlı çeşmelerini, camilerini dile getiriyorsun; sen bir harâbîsin, harâbâtîsin.” diyenlere karşı Yahya Kemal, “Ne harâbîyim ne harâbâtîyim / Kökü mazide olan âtîyim.” diye cevap vermiştir. Evet, parlak bir gelecek için dünü bilip ondan ibret almak ve bugünü de tam değerlendirmek iktiza etmektedir.
Dünü bugünle, bugünü de yarınla bir arada mütâlaa edebilen ruh insanlarının varlık ve hâdiselere bakışları çok farklıdır. Onların canlı ve sımsıcak dünyâlarında, her şey bir başka lezzet, bir başka halâvetle doğar ve zaman üstü bir çizgide cereyan eder. Geçmiş zaman, bin bir modeliyle geleceğin rengârenk kostümlerini hazırlar. Gelecek, ihya edilmeyi bekleyen bir arâzi gibi, yüksek mefkûre ve hülyâ derinliğinde hâdiselere bağrını açar bekler. İçinde bulunduğumuz zaman ise, bir mekik gibi bu iki kutup arasında gelir-gider ve kendi dilimini örer.
Bu arada, insan maruz kaldığı bir kısım mazeretler ve aşamayacağı bazı engellerden dolayı istediklerini tam yapamayabilir ve arzu ettiği işi eksiksiz olarak gerçekleştiremeyebilir. Şayet başlangıçtaki niyet halis ise, ameldeki boşlukları da işte o temiz niyetler doldurur. Nitekim, yatsı namazını eda edip sabah namazına kalkma niyetiyle yatan bir insanın uykudaki nefeslerinin bile zikir/sadaka olacağını Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz bildirmektedir. Ayrıca, ortalama yetmiş senelik bir ömürle ebedî hayatın kazanılması da yine niyetin boşlukları doldurmasıyla mümkün olmaktadır.
Bu cümleden olarak, günümüzde, dünyanın değişik yerlerinde, hayatın değişik birimlerinde vazife yapan öyle insanlar vardır ki, bunlar, tepeden tırnağa pür heyecandırlar. Onlar, her gün heyecanla oturup heyecanla kalkmakta, kendilerine düşen vazifeyi yerine getirmeye her an âmâdebulunmaktadırlar. İşte böylelerinin niyetleri, azim, gayret ve kararlılıkları öbür tarafta öyle sürprizler şeklinde karşılarına çıkar ki, çokları Allah’ın onlara lütfettiği nimetler karşısında imrenmekten kendilerini alamazlar. Bu itibarla da niyet ve himmetler her zaman âli tutulmalı; elden gelen gayretler ortaya konulmalı ve sonra muhtemel boşlukların niyetlerle doldurulacağı konusunda ilahî rahmete itimad edilmelidir.
İşte, 16:44 dakikalık bugünkü “nağme”de muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, (kendi ifadeleriyle) özetlemeye çalıştığımız konuyu misalleri ve detaylarıyla anlatıyor.
Muhabbetle…
276. Nağme: Şeytan Çağı ve İftirak Tuzağı
Sevgili dostlar,
Hadis-i şeriflerde, “şeytan çağı” şeklinde tercüme edebileceğimiz “karnü’ş-şeytan” tabiri geçmektedir. “Karn” çağ, asır, yüz yıl demek olduğu gibi, boynuz ve kuvvet manalarına da gelmektedir.
Nitekim İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehaya), bir hadis-i şeriflerinde: “Güneş doğarken de batarken de namaz kılmayın. Çünkü güneş şeytanın iki boynuzu arasından doğar, iki boynuzu arasından batar.” buyururken “karnü’ş-şeytan” kelimesini kullanmıştır ki hadisçilere göre burada karn ile kastedilen “şeytanın iki boynuzu, başının iki tarafı”dır. Bu hadiste, şeytanın güneşin doğduğu yer hizasında dikildiğine ve böylece güneşe tapanların güneş için yaptıkları secdenin adeta şeytan için yapılmış olduğuna işaret edilmektedir.
Karn kelimesinin çağ manasına kullanıldığı hadisler arasında da şöyle bir rivayet mevcuttur: Bir gün Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) şu şekilde dua etmiştir: “Allah’ım! Şam’ı ve Yemen’i mübarek kıl!” Orada bulunanlardan biri “Ey Allah’ın Rasûlü! Necid’i de…” deyince Sâdık u Masduk Efendimiz yine “Allah’ım! Şam’ı ve Yemen’i mübarek kıl!” duasını tekrar etmiştir. O şahıs bir kere daha “Ey Allah’ın Rasûlü! Necid’i de…” deyince, Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) “Orada (Necid) depremler ve fitneler görülecektir. Ve karnü’ş-şeytan oradan ortaya çıkacaktır!” diye cevap vermiştir.
İşte bugün paylaşacağımız yeni çay faslında muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetlediğimiz hadis-i şeriflere dikkat çekerek sözlerine başladı. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) ile yeni bir bahara giren dünyadan çok rahatsız olan şeytanın daha Saadet Asrı’nda olanca gücü ile hücuma geçtiğini; sonraki devirlerde de Müslümanlar ne zaman birlik ve beraberlik içinde dünyaya yön verecek hale gelmişlerse, yine İblis’in o asrı bir şeytan çağı haline getirebilmek için bütün avenesiyle mücadele ettiğini anlattı. Tarih boyunca “şeytan çağı” olmaya namzet devirlerden misaller verdi.
Muhterem Hocaefendi son dönemde belli sahalarda belini doğrultmaya başlayan Müslümanların bugün de şeytanın büyük saldırılarına maruz kaldığını, mevcut ihtilaf ve iftirakların, haset ve yanlış yorumlanan tenafüslerin arkasında şeytanın tasallutu bulunduğunu ifade etti.
19:16 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde arz edeceğimiz bu hasbihalde kıymetli Hocamız bir nevi “uhuvvet çağrısı”nda bulunarak, kim ne yaparsa yapsın, aklı başında müminlerin şeytanın oyununa gelmemeleri ve kardeşliği muhafaza etmek için her türlü fedakarlığa katlanmaları gerektiğini vurguladı.
Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…
275. Nağme: Ortak Akıl ve İmam-ı Azam Hazretlerinin Hakperestliği
Kıymetli arkadaşlar,
15:49 dakikalık bugünkü sohbette muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, insanın kendi ilmine güvenmemesi, mutlaka ortak akla müracaat etmesi ve düşüncelerini her zaman başkalarına test ettirmesi gerektiğini anlatarak “düşünce redaksiyonu” dediği hususa dikkat çekti.
Müzakere ve istişare mevzuunu İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’nin hayatından misal vererek açıklayan muhterem Hocamız şu hususu vurguladı:
İmam-ı Azam hazretleri tek bir meseleyi çözmek için belki birkaç gün talebeleriyle münazara ve müzakerede bulunuyordu. Çoğu zaman böyle bir münazara ve müzakereden sonra talebeleri, Ebu Hanife Hazretleri’nin söylediği görüşe kanaat edip “Bu mesele sizin buyurduğunuz gibidir.” diyorlardı. Fakat Hazret sabaha kadar nassları yeniden gözden geçiriyor, onları bir kere daha mütalaaya alıyor, bir kere daha kendisiyle yüzleşiyor, sonra sabah kalkıyor, talebelerinin yanına geliyor ve “Akşam şu mevzuda siz bana muvafakat ettiniz. Fakat ben şu ayet ya da hadisleri nazara almadığımdan yanılmışım. Bu mesele sizin dediğiniz gibiymiş.” diyordu; diyor ve ciddi bir hakperestlik mülahazasıyla kendi görüşünden vazgeçip talebelerinin görüşünü tercih ediyordu.
Hocaefendi, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in istişare ile alakalı kararlılığını şu ifadelerle dile getirdi: Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam), Uhud Savaşı öncesi ashabı ile meşveret eder; kendi görüşü, Medine’de kalıp müdafaa harbi yapma istikametindedir. Ancak, yapılan istişare sonucu, Medine’nin dışına çıkılarak taarruz harbi yapılmasına karar verilir. Bu karar gereği Nebiler Serveri (sallallahu aleyhi ve sellem) Uhud’a gider. Bu noktada Seyyid Kutub’un şu enfes yorumu çok yerindedir: “Allah Rasûlü Uhud’a çıkarken orada 70 kişinin şehit verilmesi değil; Medine’de taş taşın üstünde kalmayacağını bilseydi, meşveretin hakkını vermek için yine çıkacaktı.”
Kıymetli Hocamız, herkesin kendi düşüncelerinde yanılmış olabileceğini kabul edip ona göre hareket etmesi, mümkünse en güven duyduğu kanaatleri hakkında bile bir bilenle istişare yapması ve insanın sorumluluk alanının genişliği ölçüsünde bu hususta daha da dikkatli olması gerektiğini belirtti.
Hürmetle arz ediyoruz.
274. Nağme: Yol Yorgunluğunun Çaresi
Değerli arkadaşlar,
Günlük “nağme”leri yayınlamaya başlamadan önce, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bir hafta boyunca yaptığı sohbetlerden ikisini seçip birini Bamteli birini de Kırık Testi olarak neşrediyor, diğer hasbihalleri ise mecburen arşive kaldırıyorduk.
Fakat, (elhamdulillah) sosyal medyaya da hayırlı katkıda bulunma düşüncesiyle günlük paylaşımlara başladığımız günden beri neredeyse hiçbir sohbeti arşive hapsetme günahı (!) işlemiyor; sesli ya da görüntülü her kaydımızı bazen aynı gün bazen de bir iki gün sonra size ulaştırıyoruz.
Bugün yine çok yeni bir çay faslını ses ve görüntü dosyaları halinde paylaşacağız. 19 dakikalık bu hasbihalde muhterem Hocamız şu hususlara değiniyor:
*Marifetle beslenmeyen bir iman, insanda tökezlemelere sebebiyet verebilir.
*İmanını marifetle bezemeyen, yol yorgunluğundan kurtulamaz. Marifetini aşk u muhabbetle derinleştiremeyen, formalitelerin ağında kıvranmaktan halâs bulamaz.
*İman, İslam ve ihsanda derinleşme, mü’minler için bir sorumluluktur. Nitekim, Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz’in ilk muhatapları olan sahabe-i kiram birbirlerine “Hele gel seninle bir saat iman edelim.” derler ve bu sözle şunları kastederlermiş: Gel, seninle şurada bir müddet oturalım, imanî değerlerimizi mütalaa edelim; kalbî ve ruhî hayatımızda bize seviye kazandıracak meseleleri tekrarlayalım; ibadet ve taat duygumuzu coşturacak, kulluk şuurumuzu artıracak mevzularla meşgul olalım; içtimaî hayatın üzerimize bulaştırdığı tozu dumanı bir silkeleyelim ve fıtrat-ı asliyemize dönelim.
*Ashâb-ı Kirâm insibağ kahramanlarıdır; onların hepsi Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in maddî-manevî boyasıyla boyanmışlardır. Aslında, her “sohbette insibağ vardır”; Allah dostlarının sözlerinden, bakışlarından, yüz hatlarından, dudak ve el hareketlerinden öyle bir ruh ve ma’nâ akışı hâsıl olur ki, onun, muhataplarına kazandırdıklarını kitaplardan okuyarak elde etmek mümkün değildir. Bir hak erinin namazda kıvrım kıvrım kıvranmasının, huzur-u ilahîde iki büklüm olmasının, kalbinin haşyetle çarpmasının ve yanaklarının gözyaşlarıyla ıslanmasının o meclise dolduracağı manevî havayı doğrudan doğruya onun atmosferine girmeden ve onunla diz dize gelmeden teneffüs edebilmek imkânsızdır. Hele bir de söz konusu zat, İnsanlığın İftihâr Tablosu Hazreti Kutbu’l-Enbiyâ (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, O’nun huzurundaki insibağ başka hiçbir yerde ve hiçbir şekilde bulunamaz.
*Kul, Allah’a yönelince, Cenâb-ı Hak da ona mukabil bir teveccühte bulunur. İlahî mevhibe ve inayetlerin kesintisiz devam etmesi, sürekli Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmeye ve O’nun da bu aralıksız yönelişe karşı merhamet teveccühleriyle mukabelede bulunmasına bağlıdır.
*Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Allahım beni kendi gözümde küçük, insanlar nazarında ise (yüklediğin misyona uygun şekilde) büyük göster!” diye dua ediyordu.
*Hazreti Ali (kerremallahu vechehû) efendimizin, el-Kulûbü’d-Dâria’da da yer alan Kaside-i Mecdiyye’sindeki şu sözleri kendisine nasıl baktığını çok güzel yansıtmaktadır:
إِلَـهِي لَئِنْ لَمْ تَعْفُ عَنْ غَيْرِ مُـحْسِنٍ
فَمَنْ لِمُسِيءٍ فِي الْـهَوَى يَتَمَتَّعُ
“Allahım, şayet Sen ihsan ehlinden başkasını affetmeyeceksen, (benim gibi) nefsinin isteklerine dalmış düşe kalka yürüyen günahkarlara kim merhamet edecek, onların yüzlerini kim güldürecek!..”
*Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde iri cüsseli, semiz bir kişi getirilir. Fakat Allah yanında onun bir sivrisineğin kanadı kadar dahi ağırlığı olmaz.”
*Marifete yürümenin önünü kesen güç, servet, dünyevî imkânlar, hâkimiyet, alkış tutkunluğu… gibi gulyabaniler vardır.
*İnsan, vicdan kültürü de diyebileceğimiz marifeti kazanacağı ana kadar yol yorgunluğundan kurtulamaz.
Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…
273. Nağme: Işık Karanlık, Bast Kabz ve Fatiha’nın Kuşatıcılığı
Değerli arkadaşlar,
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, “Fizikî dünyada ışık karanlık birbirini takip ettiği gibi insanın ruh dünyasında da ışık karanlık, bast kabz hep birbirini takip edip durur. İnsan, iradesinin hakkını verirse, ışık ve bast dönemlerini uzatıp karanlık ve kabz hallerini kısaltabilir.” diyerek gönül hayatındaki ve ruh dünyasındaki hal değişikliklerine dikkat çekti.
“Hemen her mevsimde bazen kara bulutların ufukları sardığı gibi, kimi zaman insan gönlü de kasvetli bir atmosferin tesirinde kalabilir. İnsan o sıkıntılı ve kasvetli anları elden geldiğince daraltmaya ve atlanılır kılmaya bakmalıdır.” diyen muhterem Hocamız, ışık alanının nasıl genişletilebileceğini ve karanlık sahayı büzüştürebilmenin yollarını anlattı.
Daha sonra sözü Fatiha Sûresi’ne bağlayan Hocaefendi, bu sûre-i celilenin insanın değişen hallerinin fotoğrafını ortaya koyduğunu ifade ederek, onda bir kul için söz konusu olan iyi kötü her hal ve acı tatlı her duyuş için bir uç bulunduğunu; ihtisaslarını kuvvetlendirip kendini vicdanının güdümüne veren insanların o mübarek sûreden her hale uygun bir yakarış ilhamı alabileceklerini belirtti.
Kıymetli dostlar,
Daha once bir münasebetle, “Muhterem Hocamızı ders talim ettiği esnada ilk defa görenlerin çok şaşırdığı hususlardan biri de ondaki lügate bakma ve sözlüklerle haşir neşir olma hassasiyetidir.” demiştik.
Muhterem Hocaefendi bir kere daha “İnsanlara sözlükleri sevdirmek lazım. Ne olur, kendiniz lügate bakma alışkanlığı kazanmaya çalıştığınız gibi, arkadaşlarınızı, öğrencilerinizi ve çocuklarınızı da sözlüklerle dost yapın!” deyince bu hususu da yeniden nazara vermek istedik.
Evet, Hocamız zaman zaman “Sizleri bilmiyorum; ama ben her gün sözlükten birkaç kelimeye bakarım.” diyor. Dilin doğru öğrenilmesi ve kelimelerin nüanslarıyla bellenmesi adına talebelerinin de sık sık lügate başvurma alışkanlığı kazanmalarını istiyor.
Ders sırasında el-Müncid devamlı hazır bulunuyor. Hocamız, ihtiyaç anında Lisanu’l-Arab, Tacu’l-arûs, en-Nihaye fi garibi’l-hadîs gibi kaynaklara da müracaat ediyor. Arapça bir kelimenin Türkçe karşılığını bulmak için Âsım Efendi’nin Kamus-u Okyanus’u ve Ahter-i Kebîr gibi lügatlere başvuruyor. Farsça kelimeler için daha çok Ferheng-i Farisî gibi lügatlere bakıyor. Misalli Büyük Türkçe Sözlük adlı 3 ciltlik lügati ve Ötüken Türkçe Sözlük’ü beğeniyor, sık sık bunlara müracaat ediyor. Hocaefendi, mahallî diller ve lehçelerle alâkalı sözlük çalışmalarını da çok önemli, ciddi ve takdire değer gayretler olarak görüyor; kitaplığımızdaki Derleme Sözlüğü en çok istifade edilen eserler arasında.
Hemen her gün en az üç beş kez muhterem Hocamızın lügate baktığına ve çok iyi bildiği kelimelerin bile farklı manalarına yeniden nazar ettiğine şahit oluyoruz. İşte bu nağmede yukarıda özetini verdiğimiz 18:20 dakikalık yeni hasbihalle beraber, Hocaefendi’nin sözlüklerle meşgul olduğu zamanlarda çektiğimiz iki yeni fotoğrafı arz ediyoruz.
Hürmetle…
***
Muhterem Hocaefendi “İnsanlara sözlükleri sevdirmek lazım. Ne olur, kendiniz lügate bakma alışkanlığı kazanmaya çalıştığınız gibi, arkadaşlarınızı, öğrencilerinizi ve çocuklarınızı da sözlüklerle dost yapın!” diyor ve kendisi de hemen her gün birkaç kez sözlüklere müracaat ediyor. İşte o anlara ait iki fotoğraf:
***
272. Nağme: Yanlış Tutulan Notlar ve Ruha İşlenen Kayıtlar
Sevgili dostlar,
Geçen gün Bamteli sohbeti için çekim yapmak üzere mescidde yerlerimizi alınca, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi ellerinde kalem ve defter not almak üzere hazırlanan arkadaşlarımıza bakıp “Bu makineler zaten kayıt yapıyor; ayrıca yazmaya gerek var mı acaba?” diyerek sözlerine başladı. Sonra not tutma ve hakikatleri başkalarına aktarma mevzuunda çok hassas olunması lazım geldiğini anlatıp bu meselenin problemli yanlarına dikkat çekti.
Muhterem Hocaefendi, bazen yanlış yazma ve bazen de yanlış anlamadan kaynaklanan hatalı aktarımların çok büyük problemlere sebebiyet verdiğini misal olarak dile getirdiği şu hadise ile izah etti:
“Geçenlerde bir vesileyle “Îsâr ruhunu yaymalı, herkese mal etmeliyiz; adeta îsârlaşmalıyız!” demiştim. Bildiğiniz gibi; îsâr, insanın kendi ihtiyacı olduğu halde diğer muhtaçların ihtiyaçlarını öne çıkarıp onları gidermesi, kardeşlerini kendine tercih etmesi, toplumun menfaat ve çıkarlarını şahsî çıkarlarından önce düşünmesi ve yaşama zevkleri yerine yaşatma hazlarıyla var olması demektir. Îsâr,
وَلاَ يَـجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِـمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِـهِمْ خَصَاصَةٌ
“Onlar, mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşr, 59/9) âyetiyle (Ashab-ı Kirâm’ın yüksek ahlakının bir derinliği olarak) işaret edilen fedakârlığın adıdır.
İşte nazarları böyle büyük bir fedakârlık ufkuna çevirebilmek için “Îsâr ruhunu yayalım, îsârlaşalım!” demiştim. Bir de ne göreyim, arkadaşın biri not olarak yazmış ve orada burada seslendirmiş, “Hocaefendi ‘İsa ruhunu yayalım’ dedi” demiş ve dahası bir sürü teviller yapmış kendince. Maalesef, bazen bu denli yanlış anlamalar ve aktarmalar da olabiliyor.”
Kıymetli Hocamız, bu hadiseyi de anlatarak illa not tutulacak ve başkalarına nakledilecekse, hangi hususlara dikkat edilmesi lazım geldiğini belirttikten sonra, bir de kalb ve ruha kazınması gerekli olan notların varlığından bahsetti. İnsanın ebedî hayatı kazanması için silinmeyecek şekilde kaydedilmesi lazım gelen konular üzerinde durarak, “Öteye öyle silinmez yazılarla gitmeli ki, orada vicdanınıza, ihsas ve ihtisaslarınıza baktıklarında Münkir Nekir şaşakalmalı; ‘Bu adama soru sorulmaz, dopdolu gelmiş!’ demeli.” sözleriyle mü’min için asıl ve öncelikli olan meseleyi bir kere daha hatırlattı.
Bu güzel sohbeti 19:40 dakikalık ses ve görüntü dosyaları halinde sunuyoruz.
Muhabbetle…
271. Nağme: Huzura Eren Kalbler ve Çeşit Çeşit Mürtedler
Kıymetli arkadaşlar,
13:48 dakikalık bugünkü nağmemizde muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, şu mevzuları açıklıyor:
*Kalbin beslenme kaynağı iman, onun itminana ulaşma yolu da her zaman Allah’ı anmaktır; nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
أَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
“Biliniz ki, kalbler ancak, Allah’ın zikriyle, O’nuyâd etmekle oturaklaşır, huzura erer.” (Ra’d Sûresi, 13/28) Bu sayede ruhtaki bütün acılar diner.. stresler, hafakanlar aşılır.. ve his dünyamızda da sürekli itminan meltemleri esmeye başlar; başlar, zira, her şey Allah’la başlamıştır. O öyle bir ‘Mebde-i Evvel’dir ki, zincirleme sürüp gidiyor gibi görünen bütün sebepler döner-dolaşır, nihayet O’nda sona erer. Bütün arzu, istek ve beklenti mülâhazaları gider O’nda noktalanır.
*İtminana erememiş gönüller başka arayışlar peşine düşerler; içlerindeki boşlukları doldurabilmek için çalmadık kapı bırakmazlar ama bir türlü aradıklarını bulamaz ve asla huzura eremezler.
*Kalbi itminana ermemiş şahıslarda ve içten içe yanmış, karbonlaşmış bir toplumda ne canlılık, ne sıhhat ve ne de elde ettikleri nimet ve imkânları değerlendirerek, yeni lütuflara liyakat kazanma ve yeni ufuklara doğru açılma, asla söz konusu değildir. Bilakis, fertlerdeki bu iç çözülme, önce onlarda, sonra da toplumun bütün kesimlerinde zincirleme hüsranlara yol açacaktır ki; bu da, o toplumun kendi içinde çürüyüp yok olması demektir. Bu şundandır; “Yüce Yaratıcı, bir topluma bahşettiği nimetlerini, o toplum, kalbî ve ruhî durumunu değiştirmedikçe geri alacak ve değiştirecek değildir.”(Enfal Sûresi, 8/53) O toplum, kendisine bahşedilen nimetlere mazhar olduğu andaki safvet, samimiyet, azim, kararlılık ve hasbîlik.. gibi yüce hasletlerini yitirmedikten sonra, -ilâhî âdete göre- o nimetlerin alınması ve o toplumun derbederliği asla bahis mevzuu değildir. Aksine, bir heyet-i içtimaîye kendini yücelten ve ayakta tutan bu üstün vasıfları kaybedince, orta sütun çökmüş ve toplum çatısında tamiri imkânsız yıkıntılar meydana gelmiş demektir.
*Dünden bugüne farklı farklı döneklikler olagelmiştir. Günümüzde de zevke düşkünlük, rahat yaşama arzusu ve lüks tutkusu sebebiyle yoldan dönmüş hizmet mürtedleri, amel mürtedleri ya da akide mürtedleri her zaman çıkabilir. İrtidat vak’aları, bu kabîl dinden dönüşler veya daha başka saiklerle meydana gelen tarihî tekerrürler devr-i daimi, geçmiştekilere münhasır kalmayacak; bir bir tarih sahnesinde yerlerini alanlar, ettikleriyle bir bir silinip gidecek; geriye hep O ve O’nun tutup kaldırdığı dostları kalacaktır. Şu ayet bu hakikati ifade etmektedir:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirecek ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, atâsı, ihsanı çok bol olandır ve her şeyi en iyi şekilde bilendir.” (Mâide Sûresi, 5/54)
Dualarınıza vesile olması istirhamıyla arz ediyoruz.
270. Nağme: Seçkin Kullar ve Engin Duyuşlar
Değerli arkadaşlar,
Taklit; başkasının fikir ve düşüncelerini doğruluğunu test etmeden kabullenmek, onun hal ve hareketlerini tekrarlamak, ona benzemeye çalışmak ve bir şeyin “kalp”ını yapmak demektir. Bir insanın, bir hocadan veya kitaptan okuyup öğrenmeden, anne-babasından ve çevresinden görüp işittiği şekilde inanmasına ve inandığı esasların doğruluk derecesini ve hakikatini araştırmadan onları kabul etmesine “taklîdî iman” denir.
Tahkik ise; bir şeyin doğru olup olmadığını araştırmak ve o hususta hakikate ulaşmak için çalışıp didinmek, cehd ve gayret göstermek demektir. İman esaslarının mahiyet ve hakikatini araştırıp soruşturduktan sonra yani tahkik sonucu ulaşılan imana da “tahkîkî iman” denir.
Kur’an-ı Kerim, yer yer, duygu, düşünce ve bakışlarımıza hep yeni yeni şeyler sunmakta ve bize daima yeni ve isabetli bakış açıları kazandırmaktadır. Dahası, İlâhî beyanın takriben beşte biri insanı araştırmaya, âfâkî ve enfüsî tetkîk ve tefekküre teşvik ederek “tahkîk”in önemini göstermektedir.
İşte bu nağmede muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, avamdan (sıradan insanlardan) havassa (seçkin kullara) onlardan da ehass-ı havassa (seçkinler seçkini, zirve insanlara) kadar farklı seviyelerdeki insanların çok değişik duyuşları olduğunu anlatıyor. Manevî ihsasların ve iç infiallerin sevk ediciliği, gönülden ve vicdandan kaynaklanan dürtülerin yönlendiriciliği ile dile getirilen tesbih, hamd ve tekbirlere dikkat çekiyor.
16:25 dakikalık bu güzel sohbeti hem ses hem de görüntü dosyaları şeklinde arz ediyoruz. Hürmetle…
269. Nağme: Kirli Sinelerden Taşanlar ve Kalb-i Selîme Ulaşanlar
Kıymetli arkadaşlar,
Daha 2-3 saat önce muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi güzel vatanımıza hâkim görünen atmosferin ve insanların münasebetlerinin fotoğraflarını ortaya koyan bir sohbet yaptı. Sadece yayına hazırlamak için gerekli olan zamanı kullanıp bu güzel hasbihali de hemen size ulaştırmaya çalıştık. Muhterem Hocamız 17:53 dakikalık bu nağmede şu konuları anlatıyor:
*Necâta (kurtuluşa) giden yol kalb temizliğinden geçer. Kalbi temiz olmayınca, insan çok kararlı yürüse bile zikzak çizmekten kurtulamaz.
*Kalb, eskilerin ifadesiyle “nazargâh-ı ilâhî”dir. Allah, insana insanın kalbiyle bakar. “(Allah sizin cisim ve suretlerinize değil) kalblerinize nazar eder.” fehvâsınca da, O’nun insanla muâmelesi kalbe göre cereyan eder. Zira kalb; akıl, mârifet, ilim, niyet, iman, hikmet ve kurbet gibi insan için çok hayatî hususların kalesi mesabesindedir.
*İnsan, selim bir kalbe sahip değilse, bir yere kadar müstakim görünebilir ama belli faktörler bir gün onda var olanı ortaya çıkarır.
*Günümüzdeki üslup bozukluğunun ve herkesin birbirine sataşmasının sebebi de kalblerin temiz olmamasıdır.
*İnanan insanların Allah ahlakıyla ahlaklanmaları gerektiği gibi, birbirine karşı muamelelerinde de Allah ahlakını esas almaları icap eder. Cenâb-ı Hak, kullarının eksik ve gediklerini söylerken sadece inzar değil aynı zamanda tebşir ifadeleri de kullanır; kötü âkıbetten sakındırırken mükâfat yolunu da gösterip teşvik eder. Mesela şöyle buyurur:
وَالَّذِينَ إِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً أَوْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللّهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْ وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ اللّهُ وَلَمْ يُصِرُّوا عَلَى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ
“Onlar ki çirkin bir iş yaptıklarında veya kendi nefislerine zulmettiklerinde, peşinden hemen Allah’ı anar, günahlarının affedilmesini dilerler. Zaten günahları Allah’tan başka kim affeder ki? Bir de onlar, bile bile işledikleri günahlarda ısrar etmez, o günahları sürdürmezler.” (Âl-i İmrân, 3/135)
*Mü’min severken de kızarken de ölçülü olmalı ve mülahaza dairesini her zaman açık bırakmalıdır. Nitekim, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurur:
أَحْبِبْ حَبِيبَكَ هَوْنًا مَا عَسَى أَنْ يَكُونَ بَغِيضَكَ يَوْمًا مَا
وَأَبْغِضْ بَغِيضَكَ هَوْنًا مَا عَسَى أَنْ يَكُونَ حَبِيبَكَ يَوْمًا مَا
“Muhabbetinde dengeyi gözetip sevdiğin insanı ölçülü sev; belki bir gün nefret hislerini tetikleyen bir kimse haline gelebilir. Kin ve nefret duygularını harekete geçiren kimseye karşı da öfkende dengeli ol, kim bilir o da bir gün sevgini celbeden bir insana dönüşebilir.”
*Selim ve sâlim kalb mevzuu çok mühimdir, çünkü Kur’ân-ı Kerim onu mal ve evlâdın karşısına koymuş ve “O gün ki ne mal, ne mülk, ne evlat insana fayda eder. O gün insana fayda sağlayan tek şey, (kalb-i selim) Allah’a teslim ettiği selim bir gönül olur.” (Şuarâ, 26/88-89) buyurmuştur. Bağdatlı Ruhî, bu mazmunu şu mısralarla ne hoş seslendirir: “Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler / “Yevme lâ yenfe’u”da kalb-i selîm isterler.”
*Cenâb-ı Hak, en küçük bir iyiliği karşılıksız bırakmaz. Hadisçiler arasında “Bitâka” (üzerinde bir not yazılı olan küçük kağıt ya da kart) hadîsi olarak bilinen bir nebevî ihbarda Cenâb-ı Hakk’ın merhameti şöyle nazara verilmektedir: Bir insan (kıyamet günü) getirilir. (Terazinin) bir kefesine onun amellerinin yazıldığı doksan dokuz defter konulur; her biri göz alabildiğine uzundur. Diğer taraftan üzerinde kelime-i tevhid yazılı bitâka da getirilir. O kimse sorar: Ey Rabbim, bu defterlerle birlikte bu kağıt nedir? Allah Teâlâ buyurur: Muhakkak ki sen haksızlığa uğratılmayacaksın! Sonra, o bitâka, terazinin bir kefesine konulur. Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) buyurur ki: “O kağıdın karşısında defterler çok hafif kaldı.”
*Bir başka hadis-i şerifte anlatıldığına göre; amel sandığında hayr u hasenâtının yanı sıra pek çok günahı da bulunan bir kulun hesabı görülür; mizanda sevap kefesi daha hafif gelince, azap ehlinden olduğuna dair hüküm verilir. Cezaya müstehak o kul derdest edilip perişan bir vaziyette, adeta sürüklene sürüklene mücâzat mahalline doğru götürülürken, ikide bir geriye döner ve bir sürpriz bekliyormuş gibi etrafına bakınır. Cenâb-ı Hak, meleklerine “Kuluma sorun bakalım; niçin geriye bakıp duruyor?” buyurur. (Geriye bakma meselesi bizim anlayacağımız şekilde konuşmanın gereği olarak, fizik âlemiyle alâkalıdır; yoksa, Zât-ı Ulûhiyet için mekan ve yön mevzubahis değildir.) Adamcağız der ki, “Rabbim! Hakkındaki hüsn-ü zannım böyle değildi; evet, âlem sevaplarla gelirken -maalesef- ben günah getirdim; fakat, Senin rahmetine olan inanç ve itimadımı hiçbir zaman kaybetmedim!.. Recâm oydu ki, bana da merhametinle muamele edesin ve beni de bağışlayasın!..” Bu mülahazalar ve Allah Teâlâ hakkındaki hüsn-ü zan, o insanın kurtuluşuna kapı aralar; neticede adamcağız “Kulumu Cennet’e götürün!” müjdesini duyar.
*İşte, inananlar bu ahlakla ahlaklanmalı ve en küçük bir iyiliği karşılıksız bırakmamalı, her insana sinelerinde yer vermelidirler. Mü’minler ancak böyle davrandıkları sürece, güç ve kuvvetlerini kısır çekişmelerle tüketmemiş olur, Cennet yolunda hayır uğrunda yarışır ve neticede çok başarılı işler ortaya koyabilirler.
Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…
268. Nağme: Peygamber Vârisleri ve Davanın Hâdimleri
Sevgili dostlar,
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, makale ve sohbetlerinde “dava-yı nübüvvetin vârisleri”nden bahsediyor. Onları anlatırken özellikle istiğna ruhuyla vazifeye kilitlenme ve millete yüsr (kolaylık) yolunu göstermekle beraber kendi hayatında azimetleri kollama hususlarını nazara veriyor.
Bamteli çekimi yapmak üzere mescidde yerlerimizi alınca kıymetli Hocamıza “Dava-yı nübüvvet” tabirinin manasını ve “dava-yı nübüvvetin vârisleri”nin kimler olduğunu sorduk.
Muhterem Hocamız, öncelikle nübüvvet ve risalet vazifesinin Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) ile son bulduğunu, artık peygamberliğin hiç kimse için söz konusu olmadığını; fakat, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun tebliğ ve temsil ederek mü’minlere emanet bıraktığı dine sahip çıkılması gerektiğini; “dava-yı nübüvvet” derken de Kur’an ve Sünnet ile “Efendimiz’in talim buyurduğu esaslar”ın anlaşılması lazım geldiğini ifade etti.
Hocaefendi, daha sonra bir hadîs-i şerifin şerhi sadedinde, genel manada peygamberlerin miraslarının ilim, vârislerinin ise, evvela âlimler, saniyen din-i mübine hizmet eden bütün mü’minler olduğunu vurguladı.
Evet, söz konusu olan hadiste, nebilerin, geride dinar ve dirhem değil, ilim bıraktıkları belirtilmektedir. Dinar, altın; dirhem de gümüş para demektir ve bu iki değer ölçüsü bütün dünyalıkları temsil etmektedir. Allah’ın seçkin kulları peygamberler, bu fâni dünyalıklardan ancak zaruret miktarınca almışlar ve ebedî âleme giderken de geride paylaşılacak herhangi bir maddî miras bırakmamışlardır. Onlar, tebliğ ve temsil görevini sadece Allah rızası için yaptıklarını ve risalet vazifesinin karşılığında hiçbir dünyevî ücret beklemediklerini örnek hayatlarıyla ortaya koymuşlardır. Bu muvakkat âlemden ayrılırken de arkada sadece nümune-i imtisal güzel hallerini, sünnet-i seniyyelerini ve dini disiplinleri bırakarak hasbîliklerini bir kere daha göstermiş ve dava-yı nübüvvetin vârislerine hüsn-ü misal olmuşlardır. Dolayısıyla, Nebiler Sultanı’na vâris olan ilim ve amel ehli mü’minler de, O’nun kendilerine emanet ettiği Kur’an hakikatlerine ve Sünnet’ine gönülden sahip çıkmalı, i’la-yı kelimetullahı hayatlarının gayesi bilmeli ve kendilerini o ulvî gayeye adayarak birer emin emanetçi olmalıdırlar.
Bu itibarla, Ashab-ı Kiram başta olmak üzere her devirde halis mü’minlerin peygamber vârisliğinin hakkını verdiklerini anlatan muhterem Hocamız, Hazreti Fatıma annemizin hayatından misallerle mevzuyu derinleştirdi. Daha sonra konuyu günümüzün karasevdalılarına getirerek onlardan beklenen en önemli özelliklerin neler olduğunu anlattı.
17:26 dakikalık bu hasbihali (Bamteli olması için arşivde bekletmeden) dualarınız istirhamıyla hemen arz ediyoruz.