Yitirilen Yürek

Yitirilen Yürek
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Bazan hayatınızın gayesi edindiğiniz,
hayat programınızı ona göre ayarladığınız
meselelerle alakalı ciddi denebilecek ölçülerde
problemlerle karşı karşıya kalıyor
ve hemen gerekli tavrı alıyorsunuz. Ama bazan
oluyor ki sizin o problemlere bakış açınız
ve duruşunuzla en yakın çevrenizdeki insanların
bakışı ve duruşu arasında seradan
süreyyaya kadar fark oluyor. Siz geceyi gündüze katıp
o problemlere çözüm ararken etrafınızda hiç
beyin sancısı yaşamayan, sen ağlarken
gülebilen insanları görüyor; görüyor ve kahroluyorsunuz.
"Neden böyle yaparlar, neden böyle düşünürler?"
diye kendi kendinizi yiyip bitiriyorsunuz.

Aslında hepimiz imtihan oluyoruz. Duyarlılığımız
ile de duyarsızlığımız ile
de. Asıl beni bu düşüncelere iten problemlere
gelince onlar, kaderin hükmünü icra ettiği yolda
ya çözüme kavuşuyor ya da çözümsüzlüğe mahkum
oluyor. Evet, her şey O’nun elinde: Zaman O’nun
elinde, mekan O’nun elinde ve hüküm sadece O’na ait.
Olan ve olmayan her şey O’nun meşietinin eseri.
Sebeplere gelince hiç ehemmiyeti yok denecek kadar bir
role sahipler.

Evet, bazan öyle hadiselerle karşılaşıyorum
ki "Kolum kopsaydı da bunu duymasaydım!"
"Allah benim canımı alsaydı da bunu
görmeseydim!" diyorum. Belki bazılarınıza
garip gelir ama ben bunu derken çok rahatım. Çünkü 
benim dünyada bulunuş gayem bu. Dert edindiğim
şeylerde bir tıkanıklık olduktan
sonra ben yaşamışım-yaşamamışım,
yatmışım-kalkmışım, sıhhatliymişim-hastaymışım
hiç umrumda değil. Zira ne kadar küçük olursa olsun
tıkanıklıkları yakın veya uzak
gelecekte bozgunlara sebebiyet verebilecek şeyler
olarak görüyorum ben.

Bozgun

Bozgun deyip geçmeyin. Bir milletin kaderini değiştirir
bozgunlar. Mesela Viyana önlerinde yaşadığımız
bozgun. Kaç defa kendi kendime söylenmişimdir;
"Keşke! Viyana’da Osmanlı’ya bozgunu
yaşatan askerlerin hepsi Merzifonlu ile beraber
kollarını-kanatlarını verselerdi,
lime lime doğransalardı da Türk milletini
bozgun ile tanıştırmasalardı; ona
bozguna uğrama nedir duyurmasalardı o askerler."
Çünkü o vakte kadar bu millet bozgun nedir bilmiyordu.
Çanakkale’dekiler gibi davranmalıydılar: "Mermim
yok, topum yok ama süngüm var, tüfeğimin dipçiği
var ya!" demeliydiler. Zira böyle kader-denk noktalarında
"Ya devlet başa, ya kuzgun leşe"
felsefesi ile hareket edilir. Ama ne Merzifonlu ne de
askerler bu feraseti gösteremediler.

Bence, günümüzde karşı karşıya
kaldığımız problemlere küçük veya
büyük, bugün veya yarın bu türlü bozgunlara öncülük
edecek şeyler olarak bakmalı ve ona göre tavır
almalı. Onların çözümü uğrunda her şeyi
göze alacak bir yüreğe sahip olmalı. Yoksa
bana göre o yüreği taşımamalı. Zira
o yürek değil, bir et parçasından ibarettir.

Bana diyebilirsiniz burada; "Bu türlü oldukça
sert sayılabilecek şekilde insanları
sorgulamaya hakkın var mı?" İtiraf
edeyim ki bu sorunun cevabını bilmiyorum.
Ama ben kendi ölçümü ortaya koyuyor, o ölçümle yaşamaya
gayret ediyor ve onu sizinle paylaşmak istiyorum.
Daha önce söylediğim gibi dert edindiğim şeylerin
ötesinde başka türlü düşüncelere yer vermeyen
bir inancım, kanaatim ve felsefem var. Bu felsefe
benim benliğime hakim ve tabir caizse benliğimi
o yönlendiriyor. Beynimdeki nöronlar, kalbim, hislerim..
hepsi de onun emrinde. Gözümde başka bir sevda
yok yani.

Bir misal vereyim; benim babama, anneme ne kadar büyük
saygım olduğunu herkes bilir. Mevizeler hariç
babamın yanında konuştuğum cümleler
sayılıdır. Doğru veya yanlış
ama yetiştiğim muhitteki babaya saygının
gereği olarak yaptım ben bunu. Babamın
da annemin de gölgelerine ayağımı basmamışımdır. 
Fakat dert edindiğim meselelere ait bir tıkanıklık
karşısında annemin-babamın şahsi
dertleri ve üzüntüleri bana çok küçük gelir.

Ne Yapmalı?

Bu açıdan varlık gayesi olarak belirlediğiniz
şeyleri duyma, hissetme çok önemlidir. Vatanım,
milletim, devletim, dinim ve insanlık adına
bir şey yapabiliyorsam, dünyada yaşamamın
bir anlamı vardır, yoksa "abes yaşıyorum"
demeli, diyebilmeli insan. İşte bu felsefeye
sahip olduğum için belki bu türlü sorgulamalar
içine giriyorum.

 "Her şey O’nun elinde. Sebeplere gelince
hiç ehemmiyeti yok denecek kadar bir role sahipler."
dedim yukarıda. Bu doğru, ama bu demek değildir
ki sebeplere hiç riayet etmeyelim, atasözünde ifade
edildiği gibi; “Saldım çayıra, mevlam
kayıra!” felsefesi ile hareket edelim. Elbette
hayır. Çünkü insanlar akıllarının
erdiği, güçlerinin yettiği kadarıyla
sebeplere riayet etmekle mükelleftirler. Bir başka
ifade ile; ne kadarına akılları eriyor
ve ne kadarına güçleri yetiyorsa o kadarını
kullanmakla mükelleftirler. Aklının erdiği,
gücünün yettiği sahada sebepleri kullanmamışsa
insan sorumlu olur.

Ama burada ben bir açmazla karşı karşıyayım:
Acaba insanlar problemlerin çözümü için hakikaten güçlerinin
yettiği, akıllarının erdiği
bütün sebepleri kullandılar mı? Eğer
kullanmadılarsa iki vebali var bunun. Bir; Allah’ın
sebepleri vaz’ ediş hikmetine aykırı
hareket ediyorlar. İki, akidemiz açısından
sebeplere riyayet etmeme cebriliktir ki bunun dalalet
olduğunda şüphe yok. Bundan dolayı "Şunu
da yapabilirdik, bunu da yapabilirdik" dendiğinde
sebeplere tam anlamıyla riayet etmediğimiz
kanaati hasıl oluyor bende. Şahsi, küçük meselelerimize
kafalarımızı zorladığımız,
onlara çareler aradığımız kadar, 
bu meselelere çare bulmak için beyin sancısı
yaşamadığımız ortaya çıkıyor.
Halbuki burada hiçbir şeyi fevt etmemek, arkada
"keşke" diyecek bir boşluk bırakmamak
lazım.

Hasılı, şu soruyu sormalı herkes
kendine: Nerede ve nasıl bir problem olursa olsun,
onu çözüme kavuşturmak için adeta burnumdan kan
gelircesine bütün gayretimi ortaya koydum mu? Bu içtihat
mahallinde vazifemi yaptım mı? Malum "içtihad"
insanın takatını sonuna kadar kullanması
demektir. "İçtihad" kelimesi "cühd"
kökünden gelir. Anlamı itibariyle "cühd"
ise "cehd" gibi sadece maddi gücü kullanmayı
değil malik olduğu his, duygu, düşünce
gibi insanın manevi cephesinde bulunan her şeyi
içine alır.

Bu fasılda zikredilebilecek üçüncü husus duadır.
Bir müslümanın en güçlü, en vurucu özelliği
Allah’a olan teveccühü, tazarruu ve niyazıdır. 
Rabbisi karşısında kusurlarını
idrak etmesi, nefsini sorgulaması ve kendini istiğfara
salmasıdır. Kur’an; "Mâ esâbeke min musîbetin
febimâ kesebet eydîkum ve ya’fû an kesîr." buyuruyor.
Yani; “Başınıza gelen herhangi bir
musibet, kendi ellerinizin yaptığı işler
yüzündendir. Allah işlediklerinizin bir çoğunu
affeder.”
(Şura, 30) Demek başımıza
musibet televvünlü ne gelirse gelsin bu bizim kendi
elimizle yaptığımız şeylerden
dolayıdır. Burada en önemli nokta insanın
kendini problemlerin kaynağı görmesidir. Çünkü
bir insan; "Bu problem benim kusurumdan kaynaklandı."
demiyor, hadiselere bu perspektiften bakmıyor,
bakamıyorsa Allah’a tazarru ve niyazda bulunmaz.
Onun için bir yerde falso olduğunda oradakiler
bu falsoyu kendi günahlarına bağlayacak kadar
basiretli davranmalılar; davranmalılar ve
hemen ellerindeki en önemli koza yani duaya, tazarruya,
niyaza koşmalılar.

Evet, yapılan işlerin ahenkli gidebilmesi,
meyelân-ı hayrın (hayırlara meyil) sürekli
güçlendirilmesi için her işin başında,
ortasında, sonunda Cenab-ı Hakk’a tazarru
ve niyazda bulunmak şarttır. Belki bu çerçevede
hayatının yarısı münacaatla geçmelidir. 
Mevcud çıkmazlar, açmazlar, problemler karşısında
"Benim yüzümden oldu" deyip sabahlara kadar
başını secdeye koyup tevbe ve istiğfar
etmek icab eder. Bir gün yetmezse ertesi gün bir daha,
ertesi gün bir daha…

Bütün bunlar hiç yapılmıyor mu? Yapılmıyor
dersem suizan etmiş olurum. Ama yapılıyor
demeye de cesaret edemiyorum; edemiyorum çünkü inandırıcı
bir tablo göremiyorum. Genel tavırlar yapılıyor
hissini uyarmıyor üzerimde. Aslında bunu daha
geniş açıdan ele aldığımda
alem-i İslam için de aynı şeyi düşünüyorum
ben.

Gördüğünüz gibi benim derdim, açmazlarım,
problemlerim, en yakınımdan İslam alemine
uzanan çizgide yakın ve uzak çevrem karşısındaki
mülahazalarım, düşüncelerim, endişelerim
bunlar. Suizanna girmemeye çalışarak meselenin
içinden sıyrılmaya çalışıyorum.
Ye’se kapılmıyorum. Etrafıma hep ümid
neşideleri, ümid kasideleri söylüyorum. Fakat beri
taraftan da bu düşünce ve endişelerden kendimi
alamıyorum.

Yeis Yok

Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun,

Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne
olursun!

Akif böyle söylemiş, ben de aynı şeyleri 
söylesem rencide olur musunuz:

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yus olanın ruhunu, vicdanını bağlar.

……….

Ey dipdiri meyyit! "İki el bir baş
içindir"

Davransana… Eller de senin, baş da senindir!

……….

Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki süreksiz?

Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?

Hasılı; "Benim yüzümden oldu"
diyecek yürekli insanlar istiyor. Kaf dağının
arkasında Ankâ kuşuna bir şey olmuş;
"benim yüzümden oldu" diyecek. Oysa ki ne
Kaf dağı var, ne de Ankâ. Bu, müslümanların
yitirdiği yürektir.