Sıra Bize de Gelecek!..

Sıra Bize de Gelecek!..
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

SORU: Bazı sofilerin râbıta-ı mevt düşüncesi ile Hazreti Bediüzzaman’ın râbıta-ı mevt anlayışı arasında nasıl bir fark vardır? Dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında aldanmama vesilelerinden biri olan ölümü ve ötesini tefekkür etme konusunda hangi hususlara dikkat edilmelidir?


CEVAP: İslâm’ın koruyucu zırhı hükmünde olan ve dinin ayakta durabilmesi için insanlar arasında daima canlı tutulması gereken “müeyyidât” dediğimiz esaslar vardır. Bu esasların birincisi, “emr-i bi’lma’ruf nehy-i ani’lmünker”dir; yani, sürekli iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymaktır. Başka bir ifade ile, emr-i bi’lma’ruf nehy-i ani’lmünker, Kur’an ve sünnete uygun düşen söz, amel ve davranışları öğütlemek; haram ve günahlardan, Allah’ın razı olmadığı ifade, fiil ve tavırlardan da sakındırmaktır.


Müeyyidâtın çok önemli diğer bir yanını da “rekâik” teşkil eder. İmanı kuvvetlendiren, güzel ahlâka teşvik eden, kalbde Allah sevgisini ve rikkati arttıran, gönlü yumuşatan ve gözün yaşarmasına vesile olan, öldükten sonra dirilme, insanın Cenâb-ı Hak’la münasebeti ve zühd mülahazasıyla ilgili konulara “rekâik” denir.


Selef-i salihîn efendilerimiz rekâikle meşgul olmayı hayatlarının bir parçası haline getirmiş; “Kitab’uz-Zühd ve’r-Rekâik” adlı eserler yazmış; hadis mecmualarında ya da diğer kitaplarında “rikâk” başlığı altında ölüm ve ötesiyle alâkalı mevzulara, Peygamber Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem), Ashâb-ı kirâmın ve Tâbiîn’in ibâdet, zühd, tevekkül, tevazu ve kanâata dâir söz ve tavsiyelerine yer vermişlerdir. İnsanın ölüm meleğiyle karşılaştığı andaki durumu, can verme sırasındaki hali, defnedilmesi, kabir azabı, berzah hayatı, mahşer, hesap, mizan, sırat, Cennet ve Cehennem gibi safhalar üzerinde uzun uzun durmuşlardır. Bununla beraber, rekâik arasında en fazla râbıta-ı mevt konusuna değinmiş ve ahiret için azık edinmenin lüzumuna dikkat çekmişlerdir.


Râbıta-ı Mevt


Râbıta; iki şey arasındaki bağ, bağlılık, irtibat, alâka ve münâsebet manalarına gelmektedir. Mevt ise, ölüm demektir. Öyleyse, “râbıta-i mevt” tabiri, ölümü sürekli hatırda tutmayı, bir ayağı öbür aleme atmışçasına ötelerle irtibat halinde bulunmayı, bu dünyanın bir misafirhane olduğunu düşünerek ebedî saadeti kazanma gayretiyle yaşamayı ve tûl-i emelden kurtularak büyük bir alâka ile ahiretin yamaçlarına yönelmeyi ifade etmektedir.


Kur’an-ı Kerim hemen her münasebetle ölümü ve ölüm ötesini hatırlatmakta; “Her nefis ölümü tadıcıdır” (Âl-i İmrân, 3/185); “Senden önce hiçbir insana dünyada ebedî hayat nasip etmedik. Sanki sen ölsen, onlar ebedî mi kalacaklar! Hayır, her nefis bilerek veya bilmeyerek ölümü tadıp-durmaktadır. Biz, sizi bazen şerle, bazen de hayırla imtihan ederiz. Sonunda Bizim huzurumuza getirilirsiniz.” (Enbiyâ, 21/34); “Yeryüzünde bulunan her varlık fânîdir” (Rahmân, 55/26). “Hiç şüphe yok ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra da büyük duruşmanın olacağı kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda birbirinizle dâvalaşacaksınız.” (Zümer Sûresi, 39/30) gibi ayet-i kerimelerle dünyanın geçiciliğini, büyük bir mahkemenin insanları beklediğini ve ahiret hayatının ebedî oluşunu vurgulamaktadır.


Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) da “Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini hatırlayın. Ahiret hayatını isteyen dünya hayatının süsünü terk eder” buyurmuş; “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok anın.” diyerek râbıta-ı mevt tavsiyesinde bulunmuştur.


Hak dostları, Cenâb-ı Hakk’a vasıl olmak ve dünyanın mânevî tehlikelerinden kurtularak ebedî saadeti temin etmek için, bir taraftan çilelerle ve riyazetlerle nefs-i emmârenin öldürülmesine çalışmışlar; diğer taraftan da, bu dünyada fâni birer misafir olduklarını düşünerek ahiret azığı edinmeye gayret göstermişlerdir. Her zaman insanlara ölüm hakikatini hatırlatmış ve sürekli râbıta-ı mevt dersi vermişlerdir. Öyle ki, kısa bir süreliğine de olsa onlarla oturup kalkan herkesin gönlüne ötelerin buğusu düşmüş; onları dinleyenler sık sık,


“Bindirirler cansız ata, indirirler zulmete;
Ne ana var, ne ata, örtüp pinhân ederler.
Ne kavim var, ne kardeş, ne eşin var, ne yoldaş,
Mezarına bir çift taş, diker nişan ederler.” şeklinde Yunusça sözler duymuşlardır. O atmosferde hep berzah, haşir, mahşer ve mizan manzaraları dinlemiş; bazen rahmet-i ilahiyeye iltica duygusuyla, bazen de Cehennemin önüne kollarını gerip “Burası çıkmaz sokak” diyerek ümmetine el uzatan Rasul-ü Ekrem’in şefaatine mazhar olma recasıyla soluklansalar bile, çok defa ötelerin endişe ve korkularıyla ürpermiş ve o meclise rahat rahat yürüyerek girseler de oradan ayrılırken ayaklarının titrediğini hissetmişlerdir.


Evet, bazı sofiler, râbıta-i mevti yürüdükleri yolun önemli bir rüknü kabul etmiş; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti (hiç ölmeyecekmiş gibi yaşama ve dünya hayatının sürüp gideceğine inanma kuruntusunu) o rabıta ile izale etmeye çalışmışlardır. Üstad’ın ifadesiyle, onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül etmiş; yıkanıyor ve kabre konuyor olduklarını farz etmiş; düşüne düşüne, nefs-i emmârenin o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olacağına ve uzun emellerinden bir derece vazgeçeceğine inanmış ve râbıta-ı mevti bu şekliyle uygulamışlardır. Bu türlü bir uygulamada, âkıbeti düşünmek suretiyle hayalen gelecek zamanı hâle taşımak ve istikbalde vuku bulacak hadiselerin o anda cereyan ettiğini farz etmek esastır. Ölüm düşüncesinde yoğunlaşmak ve bu sayede nefsi öleceğine ikna etmek, bunu sık sık tekrar ederek onu ölüm fikrine iyice alıştırarak tûl-i emelin önünü almak hedeflenmektedir.


Bediüzzaman’a Göre Rabıta-ı Mevt


Bediüzzaman hazretleri de, ihlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebinin, râbıta-ı mevt olduğunu belirtmiş; onu “ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmak” şeklinde tarif etmiş; riyâdan nefret ettiren ve ihlâsı kazandıran râbıta-ı mevt vesilesiyle Eski Said’in Yeni Said’e inkılap ettiğini söyleyerek başta Haşir Risalesi ve İhtiyarlar Risalesi olmak üzere eserlerinde o râbıtayı ve ölümün ehl-i iman hakkındaki nuranî, hayattar ve güzel hakikatini nazara vermiştir. Ayrıca, “Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim” diyerek başladığı Katre risalesinde şerh ettiği kelamlardan biri de “El-mevtü Hakkun – Ölüm haktır” gerçeği olmuştur.


Râbıta-ı mevti kendine yoldaş ettiğini söyleyen Bediüzzaman hazretleri, onu kısmen de olsa bir kısım sofilerden faklı anlamış ve farklı uygulamıştır. Ona göre, bu râbıta, farazî ve hayalî bir surette, âkıbeti düşünerek geleceği şimdiki zamana taşıma şeklinde yapılmamalı; belki ölüm hakikati iyi kavranarak içinde bulunulan andan fikren gelecek zamana yürümek suretinde olmalıdır. Çünkü, Sofilerin uygulamasında, “Gelecekte vukuu muhakkak olan hadiselere olmuş gibi bakılır” esprisi vardır. Dolayısıyla, onlar bir gün mutlaka öleceklerini düşünüp ilerideki o ölümü olmadan önce olmuş gibi tahayyül ederek zaman-ı hâzıra taşımaktadırlar. Ne var ki, insan bir gün öleceğine inansa bile, nefis o ölüm gününü kendisine çok uzak görebilir. İnsan, hayalen geleceği hâzır zamana taşıyıp kendi ölümünü düşünse de, nefis daha ilk fırsatta “Kim bilir daha kaç sene yaşayacağım” diyerek gaflete düşebilir. Hastalar risalesinde de dendiği gibi, gençlik ve sıhhat gaflet verir, dünyayı hoş gösterir ve âhireti unutturur. Bundan dolayı, hayalî ve farazî bir suretteki râbıta-ı mevt, geçici olarak nazarları ahirete çevirse de öteler mülahazasını sürekli canlı tutamaz; çünkü, gençlik, sıhhat, imkanların genişliği ve içtimaî hayata karışma gibi sebeplerle o hayal çabucak delinir ve kalıcı bir tesir icra edemez.


Evet, Bediüzzaman hazretlerinin râbıta-ı mevt anlayışında, “hakikat noktasında zaman-ı hâzırdan istikbale fikren gitmek” esastır. Hazreti Üstad, çok samimi bir kalbin en içli sesi ve hasbî bir gönlün muhasebe terennümü olan 12. Nota’da da, bu anlayışına dair ipuçları verir. Aslında, ölüm, dilini susturduğunda, diline bedel kitabıyla niyaz etmeyi dileyerek ve kabulünü rahmet-i İlâhiyeden reca ederek bir yakarış şeklinde yazdığı o bölümde, kalbinin tazarru ve münâcâtını dile getirdiği aynı anda râbıta-ı mevt adına bir üslup da gösterir. Başkalarının “Bir gün ben de öleceğim, tabuta konacağım, dostlara veda edeceğim” diyerek hayal ettikleri ve düşüne düşüne o an vaki olmuş gibi duymaya çalıştıkları ölümü fikren geleceğe giderek tadar ve bunu “Kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, Senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kâliyle bağırarak derim: El-aman, el-aman! Ya Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden kurtar!” sözleriyle ifade eder. Çünkü o, “Küllü âtin karîb – Her gelecek yakındır” sırrıyla ölümün geleceğini kendi varlığı kadar gerçek ve yakın olarak görmekte, içinde bulunduğu zamandan sıyrılıp fikren istikbalde yaşayarak kendi ölümünü müşahede etmektedir. O, ölümü hayal ve farz etmeye ihtiyaç duymayacak kadar kat’i ve yakın bilmekte ve bunu “Kat’î bir yakîn ile anladım ki, bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünya hâliktir (yok olmaya mahkumdur) gider ve fânidir ölür. Ve bilmüşahede, içindeki mevcudat dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur.” şeklinde seslendirerek râbıta-ı mevti bir yakîn (sağlam, sarsılmayan, şüphe ve tereddüt bulunmayan îtikâd) meselesi olarak yorumlar. Bu zaviyeden, İhlas Risalesi’nde, râbıta-ı mevtten hemen sonra iman-ı tahkikîyi ve marifet-i Sânii’yi nazara vermesi çok manidardır.


Üstad’a göre, râbıta-ı mevtte hayale ve farz etmeye ihtiyaç yoktur; çünkü, haddizatında insan hakikat noktasında her an ölümü tatmakta ve ölümlere şahit olmaktadır. O, her çeşit mahlûkatta bir nevi kıyametin ve bir çeşit haşrin tekrarla vukua gelmekte olduğunu ve bunun büyük kıyametin vukuuna ve geleceğine işaret ettiğini söyler ve şöyle bir misal verir: Bir haftalık zamanı gösteren bir saate bakarsanız; o saatte saniyeleri, dakikaları, saatleri, günleri sayan ibreleri ve milleri görürsünüz. Dikkat ederseniz, saniyeleri sayan ibre, dakikaları sayan ibrenin hareketini ihbar etmektedir. Dakikaları sayan ibre, saatleri sayan ibrenin hareketini bildirmektedir. Saatleri sayan ibre de, günleri gösteren ibrenin hareketini husule getirmekte ve göstermektedir. İşte, birincinin hareketinin tamam olması, ikincisinin de hareketinin tamam olacağına ve ikincinin tamam-ı hareket etmesi, üçüncünün de itmam-ı hareket edeceğine işarettir. Şayet, bu saati insan ömrüne tatbik edersek; ayları, seneleri ve eceli gösteren ibreler olduğunu da düşünürüz. Biz herbirimiz bir manada kendi ömür ibremizin üzerinde oturmaktayız. Öyleyse, her saniye, her dakika, her saat, her gün, her hafta, her ay ve her yıl bitiminde o zaman dilimlerine ait ibreler “tık” dediğinde bizim ömür ibremizin de “tık” demesi muhtemeldir. O an için ecelimizin “tık” sesini duymasak da alttaki ibrelerin hareketi her an biraz daha sona yaklaştığımızı göstermekte ve hakikat noktasında ölüm her saniye hükmünü icra etmektedir. Her “tık” sesi birinin ömür ibresinin sona ulaştığını haber verdiği gibi, aynı zamanda sıranın bize geldiğini de ihbar etmektedir. Söz gelmişken, Gönenli Mehmet Efendi’nin biraz da esprili şu mısralarını hatırlatmakta fayda var:‎


“Saatin zinciri bitince eylemez tık tık;‎
Vakt-i merhûnu gelince ruha derler çık çık!‎
Hakk’a kulluk eyle zira ,‎
Ahirette dinlemezler hınk mınk…‎”


Ölüm Ansızın Gelir


Bediüzzaman hazretleri bu mülahazayı 23. Söz’de farklı bir üslupla seslendirir. Kendi ifadesiyle, bir vâkıa-i hayaliyede –siz hüsn-ü zannınızla o seyahati bir keşif olarak da değerlendirebilirsiniz– trenle bir tünelin içinde gitmektedir. Tünel ne zaman bitecek diye başını çıkarıp ileriye bakınca, tünel kapısı yerine pek çok delik görür. O uzun trenden, insanların birer birer o deliklere atıldıklarına şahit olur. Kendisi için ayrılan ve iki tarafında iki mezar taşı dikilmiş bulunan bir deliğe daha rastlar. Dikkat ve merakla bakınca, o mezar taşında, büyük harflerle “Said” ismi yazılmış olduğunu fark eder. Bu seyahatini tabir eden Üstad hazretleri, o yolculuğun, âlem-i ervâhtan, rahm-ı mâderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ve ebedü’l-âbâd tarafına uzanan bir yolculuk olduğunu; o trenin zamanı, her bir vagonun bir yılı ve o tünelin ise dünya hayatını temsil ettiğini söyler.


Demek ki, biz de hayat treninde yol alıyoruz. Tren istasyona varmadan bizim de bir çukura atılma ihtimalimiz var. Bizim için de bir durak belirlenmiş ve biz hızla o durağa doğru ilerliyoruz. Bize ne zaman “Sıra sende” deneceğini de bilmiyoruz. Buna rağmen çoğumuz ölümün bir gün gelip çatacağından habersiz yaşıyoruz. Münebbihat’ın başındaki nasihat de bu hakikati ifade etmektedir:


“Ya men bidünyâhu’ş-tegal / Kad garrahu tûlu’l-emel
Evelem yezel fî gafletin / Hattâ denâ minhu’l-ecel
El-mevtu ye’ti bağteten / Ve’l-kabru sundûku’l-amel.
Isbir alâ ehvâlihâ / Lâ mevte illâ bi’l-ecel.”


“Ey dünya meşgaleleriyle oyalanan zavallı! Upuzun bir ömür ümidiyle hep aldandın. Yetmez mi artık bunca gaflet ve umursamazlığın. Bak, yaklaştı ötelere yolculuk zamanın; unutma ölüm çıkıp gelir bir gün ansızın. Seni bekliyor kabir, o ki amel sandığın. Öyleyse, kov dünya endişelerini ve sabra sığın; ecelin dolup da yolculuk anın gelene dek hâlâ var bir fırsatın.” Evet, “El-mevtu ye’tî bağteten–Ölüm ansızın çıkıp gelir.” Ve herkes o yolculuğa ne hazırlamışsa kabrini onunla donatır. Bazıları çeyiz sandığı elinde şeb-i arusa gidiyor gibi ona doğru yol alır. Kimisi de elleri boş bir müflis gibi kabre varır ve onu hatalarının, kötülüklerinin ve günahlarının sandığı olarak bulur.


Evet, Hazreti Üstad’ın râbıta-i mevt anlayışına göre; insan hayâle ve farazî düşüncelere hiç lüzum kalmadan, bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. O nazarla kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse dünyanın ölümünü de müşahede eder. “Her nefis ölümü tadıcıdır.” (Âl-i İmrân, 3/185) mealindeki ayet münasebetiyle bu hakikate değinen Hazreti Bediüzzaman, “Nev-i insanî bir nefistir, dirilmek üzere ölecek. Küre-i Arz dahi bir nefistir, bâki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya (hayatı) dahi bir nefistir, âhiret suretine girmek için o da ölecek!” der.


Kabir Ziyareti ve  Katı Kalbler


Diğer taraftan, kabristanı ziyaret etmek ve oraya bir ibret mahalli olarak bakmak râbıta-ı mevt düşüncesi açısından bizim için faydalı olabilir. Ne var ki, günümüzde hayat tutkusu ve günlük meşgaleler insanları öylesine kuşatmıştır ki, mezarlardan ibret alan kimselere rastlamak pek zordur. Şahsen, kabristana çok gittim, sayısını bilemeyeceğim kadar cenaze teşyiine iştirak ettim; fakat, maalesef, kabirde sergüzeşt-i hayatını düşünerek, yarınki hesaplarıyla hayatının seyri arasında bir irtibat kurarak, bugünden yarına bakarak, orada bayılasıya ağlayan bir insan gördüğümü hatırlamıyorum. Hazreti Osman, mezarlığa uğradığı zaman nefes alamayacak hale gelinceye kadar hıçkıra hıçkıra ağlarmış. Vefat edenlerin aile fertlerini ve akrabasını ağlarken görmüşümdür; fakat, orada ahiret mülahazasıyla Hazreti Osman gibi bayılacak kadar ağlayan bir mü’min gördüğümü söyleyemem. Demek ki, üzerimizde kalın bir gaflet perdesi var; o perde o esnada bizim de devrilebileceğimizi ve bir çukur da bizim için kazılabileceğini içimizde derince duymamıza mani oluyor. Bundan dolayı, hayatın kadr u kıymetinin bilinmesi, bu dünyanın ölümlü olduğunun vicdanda duyulması ve insanların kabre doğru yol aldıklarının daha açık görülmesi açısından hastahanelerin daha tesirli olduğunu düşünüyorum. Kanaatimce, herkes zaman zaman bir hastahaneye gitmeli, hasta ziyaretinde bulunmalı, imkanı varsa onlara yardım etmeli; bu arada elinde idrar torbasıyla dolaşanların ya da arada bir dolaşma imkanı da bulamayarak hep bir makinaya bağlı kalan insanların haline ibret nazarıyla bakmalı; inleyen insanları dinlemeli, onların inlemelerinde ve ahiret endişelerinde ölümü duymaya çalışmalı.. ve bu sayede kendi içinde de o râbıta-ı mevt mülahazasını geliştirmeli.


Bu arada, sorunuzda yer alan, dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında aldanmama meselesini sadece râbıta-ı mevte bağlamamalı. Evet, râbıta-ı mevt mevzuu Rekâik’te birinci fasıldır; fakat, onun ötesi de vardır. Ölümle beraber hatırlanan ve onunla beraber inanılması gerekli olan esaslar mevcuttur. Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle, ehl-i iman için ölüm, rahmet kapısıdır, vazife-i hayat külfetinden bir terhistir; öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbap ve akrabaya kavuşmak için bir vesile ve ebedî saadete girmeye bir vasıtadır. O, ehl-i dalâlet için ise zulümat-ı ebediye kuyusudur. Bundan dolayı, ölüm ve ötesi bütün enginliğiyle anlatılmalı, ölümden sonra başlayan hayatın ebedi saadete dönüşmesi için -fırsat varken- her mesele getirilip ölüme dayandırılmalı ve insanlar ona hazırlıklı hale getirilmeli; hatta ahiret semereleri nazara verilerek herkesin gönlünde ötelere karşı bir iştiyak ve vuslat arzusu hasıl edilmeli. Sohbetler hep bu türlü mülahazalar etrafında cereyan etmeli ve herkes “Ölümlüyüz; biz de öleceğiz; bu akşam son akşamımız, bu gece son gecemiz olabilir” mülahazalarıyla nefes alıp vermeli.


Günah Deryasına Batmamak İçin


Fakat, unutulmamalıdır ki, sadece ölümü nazara vererek “Arkadaşlar dünyaya meyletmeyelim, dünyanın câzibedar güzellikleri bizi aldatmasın; başımız dönmesin.” demek insanları dünyevîliklerden uzaklaştırmaya yetmez. Bir münasebetle arz ettiğim gibi, Kur’an-ı Kerim insanın letâifinden hiçbirini ihmal etmeden hepsine birden seslenir. Çünkü Kur’an, insanı küllî bir nazarla ele alır; kuşatıcı bakışıyla onun bütün duygularına birden hitap eder. Aklı doyururken kalbe de muhtaç olduğu gıdayı verir. Onu bedeniyle değerlendirirken, ruhunu da gözardı etmez. Aynen öyle de, insan bütün iman erkânını birden benimserse, iman esaslarının hepsini hazmederse, ancak o zaman dünyevî hiçbir güzellik onun bakışını bulandıramaz.


Yine Hazreti Üstad’ın sık sık vurguladığı üzere, ulûhiyet, risalet ve ahiret gibi iman esasları arasında hakikatte telâzum vardır. Yani, bunlardan birisinin vücut ve sübutu, ötekisinin de vücut ve sübutunu gerektirir. Birisine iman, ötekisine de imanı icab ettirir. Dolayısıyla, sadece ölüm üzerinde durur ama uluhiyet mülahazasını nazara vermezseniz; esmâ-yı ilâhiye ile müsemmâ ve sıfât-ı Sübhâniye ile mevsuf Zât-ı Ecell-i Âlâ’yı kendine has mahiyet-ü nefsi’l-emriyesiyle bilme, bildirme ve marifete erme gayretinde olmazsanız, ölümü de sağlam bir temele bina edemezsiniz. Nihayet ölüm de, aklî, hissî ve vahye bağlı yanlarıyla O’nun esmâ-yı ilâhiyesine ve sıfât-ı sübhâniyesine dayanmaktadır. Kaldı ki, O’nu bilmede bizim ışık kaynaklarımız sayılan bütün isimler ve sıfatlar Zat-ı uluhiyeti tam olarak kavramaya yeterli değildir. İnsan, esmâ-yı hüsnânın gölgesinde ancak yine O’nun dileyip murad ettiği kadar Zât-ı Sübhânî hakkında bilgi ve mârifet sahibi olabilir.


Bundan dolayı, râbıta-ı mevtle beraber, çok sağlam bir uluhiyet mülahazası üzerinde de durulmalı, muhavere mevzuları sürekli sohbet-i Cânan etrafında örgülenmelidir. Allah’ın insanın kalbine bakmadığı bir an yoktur. Cenab-ı Allah bütün insanların kalblerine her an nazar etmektedir. O bütün varlığı her şeyiyle muhittir. Hiçbir mahluk, O’nun sıfatlarının ihatası dışında kalmaz. O her şeyden haberdar olduğu gibi, bizi ve amellerimizi de görmektedir. İşte, gönülleri bu mülahazalarla doldurmazsanız, ölüme, haşre, mahşere, hesaba, mizana, Cennete ve Cehenneme iman meselesini de sağlam bir zemine oturtamazsınız. Aynı hususu, peygamberlere, kitaplara ve meleklere iman gibi imanın diğer rükünleri için de düşünebilirsiniz. Yani, rabıtâ-ı mevtin ve öldükten sonra dirilmeye imanın getireceği faydaları temin edebilmek için erkân-ı imaniyenin bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Ölüm ve ölüm ötesini hatırdan çıkarmama böyle küllî ve tahkikî bir imana bağlıdır. Zaten, Bediüzzaman hazretleri de, hakiki ihlasa ulaşmak ve onu muhafaza etmek için râbıta-ı mevtle beraber iman-ı tahkikînin hasıl ettiği kalb huzuru ve marifet-i Sâni’den kaynaklanan nurlar sayesinde Cenab-ı Hak’la münasebet içinde bulunmak gerektiği üzerinde durur.


İşte, ancak diğer iman esaslarıyla takviye edilmiş bir râbıta-ı mevt ve ahiret düşüncesi sayesinde dünyevî arzuların önünü kesmek mümkün olabilir. Meseleyi bu bütünlüğüyle ele almayanlar, içine girdikleri bataklıkta boğulabilirler. Geleceğin dünyası onların başını döndürebilir. Dolayısıyla, dünyevî güzellikler ve maddî imkanlar karşısında başımızın dönmemesi ve bakışlarımızın bulanmaması için Cenâb-ı Hakk’a çok güçlü bir intisabla bağlanmalıyız. O’nunla münasebetimiz çok kavî olmalı, her şeyde O’nu görmeli, O’nu duymalı, hep O’nunla oturup kalkmalı ve hiçbir an O’nsuz olmadığımızı düşünmeliyiz. Farkına varmadığımız bir şekilde sürekli deşarjlar yaşadığımızı hatırdan çıkarmamalı; çarşı-pazarda, vazife yaptığımız okulda, cadde ve sokakta, hatta kendi evimizde metafizik gerilim açısından kırılmalara maruz kaldığımızı göz önünde bulundurmalı; muamelelerimizde haram-helal mevzuuna gereken hassasiyeti gösteremediğimizden ve bazen de yediğimiz, içtiğimiz, konuştuğumuz şeylere dikkat etmediğimizden dolayı kalbimizi, midemizi, ağzımızı ve gözümüzü kirlettiğimiz endişesiyle iki büklüm olmalı ve bütün bu menfîlikleri izale etmek için hemen her fırsatta bir hayırhahın sözlerine kulak vermeli ya da bulunduğumuz yerleri hayırhahlar meclisi haline çevirmeli ve bizi marifet şualarıyla aydınlatacak konular etrafında sohbet etmeliyiz. Dünyaya ait bazı işleri müzakere ederken bile, öncelikle ilim ve irfanımızı artıracak, içimizde ihsan şuurunu canlı tutacak meseleler hakkında konuşmalı; diğerlerini birer istidrâdî mevzu haline getirmeli ve esrâr-ı uluhiyet paketine sarılı dolaylı konular olarak değerlendirmeliyiz. Bu şekilde davranıp sürekli Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ederek manevî yanımızı güçlendirirsek, bazı evliyânın denizde batmadan yürüdükleri gibi, Allah’ın izni ve inayetiyle, biz de zamanımızın günah deryalarına batmadan ahirete yürüyebiliriz.