Miras Kavgaları

Miras Kavgaları
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Günümüzde toplumumuzun önemli yaralarından birisi de miras kavgalarıdır. Miras taksimi yüzünden kardeşin kardeşe düştüğü, aile içi anlaşmazlık ve küskünlüklerin ortaya çıktığı görülüyor. Miras taksiminde mümince tavır ve davranış nasıl olmalıdır?

Cevap: İslam, insanın hem ahiret hayatı ve uhrevî çizgisini belirleyen, hem de dünyevî hayatını belli bir nizam ve düzen içinde götürmesini temin eden değerler manzumesidir. Dolayısıyla her meselede olduğu gibi, miras konusunda damümince tavır ve davranış, Allah’ın hoşnutluğunu esas alarak dinin hükümlerine riayet etmek ve din, kime ne hisse vermişse ona rıza göstermektir.

Fedakârlık ve Objektif Hüküm

İnsan bu konuda bazı fedakârlıklarda bulunabilir. Mesela imkânları bulunan, maddî durumu iyi olan bir insan, kendine düşen miras hakkını almayıp kardeşine verebilir. Fakat buna karar verecek olan şahsın kendisidir. Böyle bir fedakârlıkta bulunmadığı takdirde diğer mirasçıların yapması gereken, dinin vaz’ etmiş olduğu hükümlere göre her hak sahibinin hakkına saygı göstermektir.

Bu durumu izah adına, kalb ve ruh ufkunun soluklandığı ocaklarda “şeriat”, “tarikat” ve “hakikat” unvanlarıyla formüle edilen bir yaklaşımı burada ifade etmek istiyorum. Buna göre, “şeriatta, şu senindir, bu da benim. Tarikatta bu, hem senindir hem de benim. Hakikatte ise bu, ne senindir ne de benim.” Yani hakikatte her şey Allah’ın olup, insanların ellerindeki her şey onlarda sadece emaneten bulunur. Şimdi, bir vahidin üç yüzünü teşkil eden bu üç unsur arasında, bütün insanlar için objektif ve bağlayıcı olan, şer’-i şerifle belirlenmiş olan hükümlerdir. İslâm fıkhında, ferâiz başlığı altında hangi vârisin ne miktarda mal alacağı tafsilatıyla açıklanmıştır. Bu açıdan miras taksimi yapılırken, din-i mübin-i İslâm’ın kuralları esas alınarak herkes hakkına rıza göstermelidir.

Başta daifade edildiği gibi bu konuda bazıları fedakârlıkta bulunabilir. Mesela bana, babamdan, dedemden miras kalan bir mal gösterildiğinde ben şahsım açısından:

“Dünya geçicidir, burada kalınmaz,
Ne kadar mal olsa, murad alınmaz,
Gafil olma sakın, geri dönülmez!
Yürü dünya yürü, sonun virandır.
Meded bundan sonra ahir zamandır.”

diyerek, hisseme düşen malı elimin tersiyle itebilirim. Fakat böyle bir düşünceyi genelleştirme ve başkalarından hissesine düşen mallardan vazgeçmesini bekleme, insan tabiatıyla telif edilemeyen bir beklentidir ve böyle bir arzu ve talep insanlar arasında hoşnutsuzluklara sebebiyet verir. Bu açıdan bir kez daha ifade edelim ki, miras taksiminde objektif olan dinin emrettiği hükümlerdir.

Ahiret Korkusu Olmayan İnsanların Vuruşmaları

Günümüzde miras paylaşımıyla ilgili problemlere gelince, kanaatimce asıl mesele çağımızdaki mala, paraya karşı aşırı hırs ve düşkünlük ve yakışıklı olmasa da bir halk deyişinde ifade edilen “Rabbena hep bana” mülahazasıdır. Aslında bir insanın hem “Rabbena” demesi, hem de Rabbe muhalefetin bir ifadesi olarak “hep bana” demesi, Allah’a saygı ve hak düşüncesiyle telif edilemez. Bu, malperestlik ve dünyaperestlikten kaynaklanan bir mülahazadır. Ne yazık ki, insanlarda dinî duygu, dinî düşünce ve Allah’a hesap verme şuuru zayıfladıkça bu tür heves ve hırslar öne çıkmaya başlıyor. Diğer bir ifadeyle din ve iman noktasında zafiyet yaşanması, dünyanın ebedi zannedilmesi, tevehhüm-i ebediyetten kaynaklanan bitip tükenme bilmeyen arzu ve emellerin birbirini takip edip gitmesi ve bunların bir türlü doyma bilmemesi günümüzde bu tür problemlere sebebiyet vermektedir. Dolayısıyla bütün bu olumsuz duyguları baskı altına alabilecek bir şey varsa o da dinin bu mevzuda vaz’ ettiği hükümlere rıza gösterme ve dünyanın fani olduğuna inanmadır. Dünyanın faniliğine dair efkâr-ı millete mal olmuş pek çok söz söylenmiştir. Mesela;

“Bindirirler cansız ata, indirirler zulmete;
Ne ana var, ne ata, örtüp pinhân ederler.
Ne kavim var, ne kardeş, ne eşin var, ne yoldaş,
Mezarına bir çift taş, diker nişan ederler.”

***

“Çeşm-i ibretle nazar kıl dünya bir misafirhanedir,
Bir mukim âdem bulunmaz ne acib kâşanedir,
Bir kefendir akıbet sermayesi şâh u geda,
Bes, buna mağrur olan Mecnun değil de ya nedir?”

***

“Mala, mülke mağrur olma, deme var mı ben gibi;
Bir muhalif rüzgâr eser savurur harman gibi.” ifadeleri bunlardan birkaçıdır. 

Dünyanın hakikati bu olduğuna göre, bence mal başında kavga etmeye lüzum yoktur. Fakat insan tabiatında mala karşı aşırı düşkünlük bulunduğundan, eğer bu duygu İslamî terbiyeyle kontrol altına alınmazsa her zaman bu tür problemlerle karşılaşmak mümkündür. Nitekim bir gün Aşere-i Mübeşşere’den Ebu Ubeyde b. Cerrah (radıyallahu anh) Bahreyn’den çok miktarda mal getirdiğinde ashab-ı kirâmdan bazıları, ondan pay almak için beklerken, Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), mealen şöyle buyurmuştu: “Allah’a yemin ederim ki, ben sizin fakr u zarurete düşmenizden endişe duymuyorum. Ben asıl, sizden evvelkilerin sahip olduğu gibi geniş imkânlara sahip olmanız ve onların birbirini çekemeyip, rekâbet edip helâk olmaları gibi sizin de birbirinize haset edip helâk olmanızdan korkuyorum.” Evet, makam sevgisi, menfaat hırsı, çok mal elde etme arzusu, kıskançlık duygusu gibi zaaflar insan hayatını tehdit eden birer virüs gibidir ve bunlar insanın bedenini değil, ruhunu öldürürler. Oysaki insan kalıbıyla değil, ruhuyla insandır. İnsanın ruhu ölünce, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle o, hayvan gibi, hatta hayvandan daha aşağı bir duruma düşer.

Kendi Değerlerimizden Kopuş ve Doyma Bilmeyen Hırslar

Ne yazık ki, insanlar kendi değerlerini yitirdiklerinde kıymet-i harbiyesi olmayan bu tür şeylere dilbeste oluyor, arzuladığı bir menfaati elde etmek için ölesiye bir hırsla onun kavgasını veriyor. Eğer insanlar ciddi bir ruhî ve kalbî terbiye görmez ve onların içinde dinin emirlerine saygı duygusu geliştirilmezse toplum içindeki bu tür marazların önünün alınması mümkün değildir. Evet, kapkaççılıkların, hortumlamaların, iktidar hırslarının, tahrip etme duygusunun, milletin başına tebelleş olarak ona çeşit çeşit tagallüpler, esaretler, tahakkümler yaşatmanın arkasında hep aynı husus vardır. Bu itibarla, biz, bizi zapturapt altına alacak, doğruya yönlendirecek, birer hesap ve murakabe insanı haline getirecek dinamiklerden uzaklaşınca, yaşanan bunca sıkıntıları da tabi görmek gerekir.

Evet, dini değerler hayata hayat kılınmadığı sürece, toplumdaki bu tür problemlerin üstesinden gelmek mümkün değildir. Siz her şakînin arkasına bir tane hafiye taksanız, bu defa onlar hafiyelerle ortak olur; olur da daha organizeli, daha sistemli kolektif hırsızlıklar, kolektif hortumlamalar başlar. Bunun önüne geçmek için onların arkasına da bir adam takmanız gerekir. Ancak onu da kendilerine benzetebilirler. İşte Hazreti Pir’in ifadesiyle bütün bu sıkıntıların üstesinden gelmenin yolu, kalblere bir yasakçı koymaktır. Kalbinde Allah korkusu bulunan bir insan, yere düşerken bir başkasının ayakkabısına bassa, bu basmayla ayakkabı ne kadar yıprandıysa “Bunun hesabını Allah bana sorar” düşüncesiyle, ayakkabının sahibini bulup ona: “Elimde olmayarak senin şu ayakkabına bastım. Hakkını helal et.” der. Bu düşüncedeki bir insan yemek masasına oturduğunda da, “Acaba benim ağzıma götürüp getirdiğimbu kaşıkta bir başkasının hakkı var mıdır?” der ve hayatını hep disiplin bariyerleri arasında götürür.

Sadaka Taşları Dile Gelse…

Bu düşüncedeki insanların yaşadığı Osmanlı döneminde, toplumdaki nezahet ve ruh nezafetini görme adına, zannediyorum zekât ve sadaka taşlarına bakmak yeterli olur. Bildiğiniz üzere, birileri zekât ve sadakalarını götürüp o taşlara bırakıyor, ihtiyacı olan insanlar da, ihtiyacı kadarını oradan alıyordu. Böylece veren süm’ave riyâ tehlikesinden kurtulmuş; alan da minnet altında kalmamış oluyordu. Veren, Allah Resûlü’nün lal u güher beyanlarından biliyor ki, verilen gizli sadaka, ateşin suyu söndürdüğü gibi Rabbin gazabını söndürür. Başka bir hadis-i şerifte ise Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) arşın gölgesinde gölgelenecek yedi grup insanı sayarken bunlardan birisinin de “sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyen insan” olduğunu buyurur. Bu hadisi, “sağınıza verdiğinizi solunuzdaki kimse bilmeyecek” şeklinde anlamak da mümkündür. Yani siz bir yerde birisinin cebine sessizce bir şey bırakacaksınız ama sol tarafınızdaki insan onun farkına varmayacak. İşte sadaka taşlarına bırakılan paralar, aynı zamanda o insanların karakterlerini de aksettiriyor. Onların Allah rızasına ne kadar kilitli insanlar olduğunu gösteriyor.

Bu tarz bir infak anlayışından, aynı zamanda, toplumun genel ahlakının da oturmuş olduğu ve herkesin birer disiplin ferdi haline geldiğini anlıyoruz. Çünkü ihtiyacı olan birisi gidiyor ve sadaka taşlarından ihtiyacı kadarını alıyor. İslam’a göre kendisine zekât verilen bir insan, nisaba malik olmayacak kadar alabilir. Hatta belki daha hassas davrananlar, sadece o günlük ihtiyacını alıyor ve “yarın Allah kerim” diyorlardı. Bir başkası daha gidiyor, yine çoluk çocuğunun ihtiyacını alıyor ve gerisini bırakıyordu. İşte böyle bir mevzuda bu kadar hassas hareket eden bir insanın bir arpa çalmasına ihtimal verilemez. Şimdi Allah’a, hesaba, mahşere, cennet ve cehennem mülahazasına bağlanmış bu insanlar bence ne bekçiye, ne polise ne şuna ne de buna ihtiyaç duyarlar. Düşünün ki, Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) henüz kız çocuklarının diri diri gömüldüğü, her türlü ahlaksızlığın işlendiği, Mehmet Akif’in;

“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,
Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi,
Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin,
Salgındı bugün şarkı yıkan tefrika derdi.”

ifadeleriyle anlattığı cahiliye dönemindeki insanlardan öyle bir toplum inşa etmişti ki, o dönemde bir-iki hadise dışında hırsızlık hadisesi bilmiyoruz. İki-üç zina şayiasından başka yaşanan bir ahlaksızlığa da şahit olmuyoruz. Aynı şekilde, çok geniş bir coğrafyada, milyonlarca insanın yaşadığı Devlet-i Âliye döneminde de, bu tür yüz kızartıcı hadiselerin parmakla sayılacak ölçüde az ve sınırlı olduğunu görüyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, İslam terbiyesiyle hakiki insanlığa ermiş bu terbiye-gerdelerin kurdukları dünyada, bütün bir toplum âdeta ahiretle irtibatlı gibi yaşamış. Evet, onlar cennet yolunda yürüyor gibi yaşamış ve her adımlarını cehenneme kayarım mülahazasıyla atmışlar. İşte onların bu hassasiyeti dünyayı da yaşanır hale getirmiştir. Âdeta cennetin bir koridoru haline gelen bu dünyada, cennet zevklerini ve insanca yaşamanın hazzını duymak mümkündür. Bugün ise, özür dileyerek ifade etmek istiyorum, her sokakta kaç tane bu tür yüz kızartıcı hadisenin yaşandığı belli değil! Dolayısıyla asla unutulmamalıdır ki, bizi biz yapan değerleri yeniden bulacağımız ana kadar, doyma bilmeyen hırslar, miras kavgaları gibi kargaşa ve keşmekeşlikler devam edip gidecektir.