Kostümlerin En Güzeli

Kostümlerin En Güzeli
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Namazı daha derince duyabilme mevzuunda abdestin
rolü nedir? Hangi mülahazalarla alınan abdestin kalbe ve ruha tesir etmesi
beklenir?


Cevap: İbadetlere mânen ve ruhen hazırlanmaya
vesile olan ve onlardan azamî istifadeyi sağlayan abdest, özellikle namaz
yolunda ilk tembih ve birinci hazırlıktır. Abdest her amel ve ibadet için değil,
başta namaz olmak üzere bazı ibadetler için farz kılınmıştır. Namaz kılmak,
tilavet secdesi yapmak veya Kur’an-ı Kerim’i elle tutmak için abdestli olmak
farzdır; Kabe’yi tavaf etmek için alınan abdest vacip; ezan okumak, kâmet
getirmek ve din ilimlerini okuyup okutmak gibi maksatlarla abdest almak ise
menduptur; yani, din kat’î olarak emretmese de yapıldığında sevap kazanılan bir
ameldir. Ayrıca, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) her
zaman abdestli olmaya özen gösterdiği ve abdest almadan hiçbir iş yapmadığı
malumdur; bu itibarla da, müslümanın sürekli abdestli bulunması sünnettir.


Hadesten Tahâret


Abdest tabiri, su manasına gelen “âb” ile el demek olan “dest” kelimelerinden
teşekkül etmiş Farsça bir isimdir. Bu kelimenin Arapça’daki karşılığı ise
“vudû”dur. Güzellik ve temizlik manalarını ihtiva eden vudû kelimesi, ibâdete
niyetlenen insanın, kalbini mâsivâ düşüncesinden kurtarıp manevî duygularla
donatmasını ve el-ayak gibi azalarını yıkayıp iyice temizlemesini, böylece hem
ruh hem de beden itibarıyla arınıp güzelleşerek dergâh-ı ilahîye çıkmaya hazır
hale gelmesini ifade etmektedir.


Bildiğiniz gibi, namazın şartlarından biri de “hadesten tahâret”tir.
Hadesten tahâret, hükmî kirlilik sayılan abdestsizlik halindeki bir kimsenin
abdest alması ve guslü gerektiren bir durumdaki insanın da gusül etmesi (boy
abdesti alması) demektir. Abdest ve gusül, maddî kirleri giderme ve beden
sağlığını koruma gibi pek çok zâhirî faydayı içinde bulundursa da esas
itibarıyla “taabbüdî”dir; yani, sırf Allah emrettiği için yerine getirilen ve
bilemeyeceğimiz başka hikmetlere de mebnî olan dinî muhtevalı ve ibadet niyetine
bağlı bir temizliktir.


Allah Teâlâ, “Ey iman edenler! Namaza kalkmak istediğinizde, yüzlerinizi ve
ellerinizden dirseklerinize kadar kollarınızı yıkayın. Başınızı meshedip,
topuklarınızla birlikte ayaklarınızı da yıkayın..” (Mâide, 5/6) mealindeki
ayetle abdesti teşrî kılmıştır. Kulluğun en önemli şiarı olan namazdan önce
abdest almanın farz olduğunu bildiren bu ayetin devamında Cenâb-ı Hak, şayet
insan cünüb ise ilk fırsatta gusletmesini, yani tastamam yıkanıp boy abdesti
almasını, su bulamadığı takdirdeyse toprakla teyemmüm yapmasını emretmiş ve
ancak ondan sonra namaza durabileceğini belirtmiştir.


Amelleri Mülahazalar Derinleştirir


Evet abdest, namaz yolunda ilk ikaz ve birinci hazırlıktır. Ne var ki, onun
istenilen semereyi verebilmesi insanın mülahazalarındaki derinliğe bağlıdır.
Aslında insan, duygu ve düşüncelerindeki samimiyet ölçüsünde, yaptığı bütün
işleri derinleştirebilir ve başından geçen her hadiseye bambaşka bir mahiyet
kazandırabilir. Mesela, maruz kaldığınız bir belaya öyle ya da böyle
katlanırsınız. Fakat, o belayı mecburen tahammül etmeniz gereken, sıradan bir
musibet olarak görürseniz, o esnada çektiğiniz acıları ve yaşadığınız
sıkıntıları o yanlış telakkinizin darlığına hapsetmiş olursunuz. Şayet, o
musibetin dış yüzüne takılır kalır ve arka planına dair bazı meseleleri hiç
düşünmezseniz, hem o hadiseyi içinde bulunduğunuz zamana sıkıştırmış ve böylece
hayatınızı daraltmış, hem de bin bir ızdırabı boşu boşuna çekmiş sayılırsınız.


Oysa, daha musibetle karşı karşıya geldiğiniz ilk andan itibaren onu bir
arınma vesilesi ve sevap kazanma fırsatı olarak değerlendirmeniz de mümkündür.
Şayet, belanın ötesinde onu vereni görebilir ve kainâtta meydana gelen hiçbir
hadisenin başıboş ve manasız olmadığını düşünürseniz, içinizde rıza yörüngeli
bir sabır duygusu hasıl olur. Hemen Cenâb-ı Hakk’a teveccüh eder ve dergâh-ı
uluhiyetle irtibata geçersiniz. O’nun her şeyi duyup bildiği ve her işinde
binlerce hikmet bulunduğu mülahazasıyla “Hoştur bana Senden gelen / Ya hıl’atü
yahut kefen / Ya taze gül, yahut diken / Lûtfun da hoş, kahrın da hoş” dersiniz.
Karşı karşıya kaldığınız o bela beyninize bir balyoz gibi inse ve belinizi bükse
de, “Demek ki günah ve hatalarımdan arınmam ve ciddi bir metafizik gerilime
ulaşmam için bu sıkıntıları çekmem lazımmış; zaten benim kusurlarıma da ancak
böyle bir dert keffaret olurdu; Rabbim, Senden gelen bu musibete de razıyım;
yeter ki beni affet!” der ve mecbur olduğunuz için değil Cenâb-ı Allah’tan
geldiğine inandığınız için gönül hoşnutluğuyla sabredersiniz. Bu sayede, öyle
bir musibeti bile çok iyi değerlendirmiş ve engin mülahazalarınızla onu da
derinleştirmiş olursunuz. Hatta, bu hislerinizi açığa vurmasanız ve hiç dile
getirmeseniz de, gayet yumuşak bir tavır ortaya koymanız ve sabrınızı halinizle
ifade etmeniz bile içinizde bir huzur esintisinin hasıl olmasına zemin hazırlar
ve o çirkin yüzlü hadise bir musibet olmaktan daha ziyade bir mağfiret
vesilesine dönüşür.


Kostümlerin En Güzeli


İşte, namazı daha derince duyabilmek için de henüz abdeste teşebbüs ederken
aynı gönülden mülahazalarla dolu olmak gerekir. “Allah’ım, Senin huzuruna
dünyevîliklerden arınmış bir insan olarak çıkmam için bana abdest kurnasını
işaret ettin; bu işaret ve emrine binâen abdest alıyorum. Şayet, ‘Namaza
durmadan önce yedi defa deryaya dalman lazım’ demiş olsaydın, ben onu da
yapardım.” deyip abdesti Cenâb-ı Hakk’ın emri olan bir vazife bilmek ve onu
Allah Teâlâ’nın tayin ve tespit ettiği bir nevî ibadet kostümü şeklinde
değerlendirmek icap eder. Çünkü, abdestin ne ifade ettiğini, nasıl bir temizliğe
vesile olduğunu ve bizi misal âlemi itibariyle hangi hüviyete büründürüp nasıl
güzelleştirdiğini sadece O bilir ve O görür. Bir de, O’nun izniyle mele-i âlânın
sakinleri ve hafeze melekleri görürler. Dolayısıyla, Hazreti Rahman, “matlûp
keyfiyet şudur” deyip bize emir buyurduğu temizlenme tarzı ne ise ve bizi nasıl
görmek istiyorsa, onu o şekilde kabul edip uygulamak mü’min olmanın gereğidir.
Abdestin va’d ettiklerine ulaşabilmenin ilk şartı da, ona her şeyden önce sırf
Allah emrettiği için değer vermek ve maddî-manevî temizleyiciliğine inanıp onu
dinin belirlediği esaslar çerçevesinde ele almaktır.


Abdestin manevî kir ve lekeleri de yuyup yıkayan bir temizleyici olduğunu
vurgulayan Rasûlü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) efendimiz şöyle
buyurmuştur: “Bir mü’min abdest alırken yüzünü yıkayınca, gözüyle işlediği bütün
günahlar yanaklarından damlayan o su ile –veya suyun son damlasıyla– dökülür
gider; ellerini yıkayınca elleriyle yaptığı hataların vebali abdest suyuyla
beraber düşer kaybolur; ayaklarını yıkayınca da harama yürümek suretiyle
ayaklarının sebep olduğu bütün günahlar parmaklarının ucundan süzülen en son
damlayla akıp tükenir. Böylece, eksiksiz abdest alan bir kul, günahlarından
bütün bütün arınmış ve temizlenmiş olur.” (Müslim, Taharet 32) Demek ki,
sağdan-soldan üzerine bulaşan maddî kirleri temizleyen insan, abdest sayesinde,
manevî lekelerden de arınmış, huzur-u Kibriyâ’ya en uygun ibadet kisvesine
bürünmüş ve Hazreti Sultan’nın yüce dergahına çıkmaya tam hazırlanmış olur.


Evet, abdest adeta huzura çıkmak için giyilmesi gereken en uygun kostümdür.
Âdâbına riayet edilerek tastamam alınan bir abdest o kostümü eksiksiz, arızasız
ve en şık bir şekilde giyinmek, namaz isimli kabul salonuna girmek için hazır
hale gelmek demektir. Kim bilir, abdestin kare kare misal âlemine aksedişine
şahit olsak, mülahazaların enginliğine ya da sığlığına göre ötelere ne kadar
farklı kılık kıyafetlerin yansıdığını görürüz; belki de, bir yandan, onu ibadet
neşvesi içinde ele alan insanın abdestinin ne güzel bir kaftana dönüştüğünü,
diğer taraftan da, abdesti, ibadet maksadıyla yapılsa da sıradan bir el-ayak
yıkama gibi gören kimsenin elbisesinin yırtık pırtık bir vaziyette olduğunu
müşahede ederiz.


Kalb Huzuruyla İbadet Etmek İçin


Diğer taraftan, namaza duracak insanın önce abdest kostümünü giyinmesi
gerektiği gibi, kalbini ibadetin ruhundan uzaklaştırabilecek bütün meşgalelerden
de âzâde olması icab eder. Onun içindir ki, insanın sıkıştığı bir durumda namaza
durması çirkin görülmüştür. İnsan, evvela, atması gerekli olan şeyleri atmalı,
ibadet turnikesine sadece ibadet duygusuyla girmeli ve kendisini meşgul
edebilecek bütün menfi tesirlerden kurtularak namaza öyle durmalıdır. Zaten,
fıkıh kitaplarında bu mesele ele alınırken hüküm kalbin meşgul olup olmamasına
bağlanmış ve şayet insan tuvalete gitme ihtiyacı içinde ise onun namaza durması
mekruh sayılmıştır. Çünkü, kalb ve zihin bir işle meşgulken diğer bir işe
konsantre olamaz. Zihni bir ihtiyaca yoğunlaşan insanın ikinci bir meseleye
teksîf-i himmet etmesi çok zor, hatta imkansızdır. Dolayısıyla, böyle bir
ihtiyaçla meşgul olan kimsenin namazı şuurluca kılması, onun hakkını vermesi ve
ibadetini derince duyması mümkün değildir. Dahası, öyle bir vaziyette namaza
durmada, namaza hakaret de söz konusudur; zira o, hemen geçiştiriliverecek kadar
basit bir iş değildir. Namaz, hemen aradan çıkarılıversin diye değil, hem o anı
nurlandırsın hem de bütün hayatı aydınlatsın diye vardır. Bütün bu hususlardan
dolayıdır ki, Vehbe Züheylî gibi bazı fıkıhçılar, abdeste niyetin daha ıtrahâta
gidilirken yapılmasını uygun bulmuşlardır. Çünkü, böyle bir niyet sayesinde,
huzur-u kalble namaz kılmak için yapılan bütün ön hazırlıklar ibadet
kategorisinde değerlendirilir; abdest öncesi hazırlıklardan başlayıp namaza
durma anına kadar geçen her merhale insana sevap kazandırır.


İbadet havasına bürünme ve namaza konsantre olma açısından da abdest çok
önemlidir. Ne havanın soğukluğu ne de sıcaklığı, bir mü’minin tastamam abdest
almasına mani değildir. Şartlar nasıl olursa olsun, o bir yolunu bulur ve miraca
yükselecek bir yolcu edasıyla maddî-manevî temizliğe koyulur. Daha ellerini
suyun altına götürürken, çoktan Rabbin mehafet ve mehabeti altında bir ibadeti
eda ediyor olma havasına girer ve dünyaya ait fuzûlî sözleri terk eder. Sonra
da, her uzvunu yıkayışıyla biraz daha mesafe alır, farklı bir aydınlık idrak
eder ve daha ayrı bir canlılığa erer.. abdest esnasında okunan duâları bilir ve
zikrederse ya da onların ihtiva ettiği manaları zihninden geçirip bir de o yüce
duygularla Cenâb-ı Hakk’a yönelirse, işte o zaman bütün bütün ruhânîleşir ve
bambaşka bir metafizik gerilim içine girer.


Abdest Dualarının Öteleri İkazı


Abdest dualarını okumak, abdestin âdâbına (edeplerine) dahildir. Fıkıh
ıstılahında edep; işlenmesine sevap terettüp eden ve dînen matlup kabul edilen
ama terkine zemm taalluk etmeyen bir amel demektir. Yani, yapılması sevap olan,
fakat, yapılmaması da günah sayılmayan amele “edep” denir. Aslında, abdest
duaları, bizzat Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’den
rivayet edilen dualar değildir ama öz itibarıyla O’nun mübarek sözlerine varıp
dayanmaktadır. Bunlar, selef-i salihînin bazen ilavelerde bulunarak bazen de
biraz kısaltarak, zaman zaman daha farklı ifadelerle seslendirdikleri dualardır.
Fakat, şu muhakkaktır ki, Hak dostlarının dilinden dökülen ve onların engin
mülahazalarının seslendirilmesinden ibaret olan bu içli niyazlar, okuyan
kimseleri çok farklı iklimlere çeker götürür, gönüllerini en samimi hislerle
doldurur ve içlerini ibadet aşk u şevkiyle donatır.


Samimi bir kul, abdeste başlarken, dergâh-ı İlâhî’den kovulmuş ve sonsuz
rahmetten nasipsiz kalmış şeytandan Allah’a sığınır; her zaman olduğu gibi
abdeste de, engin rahmet sahibi ve yegâne merhametli Rahmân ü Rahîm’in adıyla
başlar. Sonra, suya temas ederken, İslam nimetinin büyüklüğünü düşünür, onu bir
ışık kaynağı ve manevî lekelerden kurtulma vesilesi kılan ve suyu da maddî
kirlerden arınmak için tertemiz bir nezafet vasıtası yapan Allah’a şükreder.
Mazmaza (ağıza su verme) anında, “Allah’ım, Kur’ân-ı Kerim’i okuma, Seni her
zaman gönülden anma, Sana layıkıyla hamd ü senâda bulunma ve en güzel şekilde
kulluk yapma hususlarında yardımını istirham ederim. Allahım, bana Rasûl-ü
Ekrem’in havzından kana kana içmek nasip eyle; öyle içeyim ki bir daha da
ebediyyen susamayayım.” der, avuç avuç Kevser yudumlayacağı bir güne erişme
ümidiyle dolar. İstinşak (buruna su verme) sırasında, daha dünyadayken ötelerin
râyihâsını duymayı diler, ahirette de Cennet’in kokusunu koklamak ve onun
nimetlerinden rızıklanmak için dua eder. Yüzünü yıkarken, “Allah’ım, dostlarının
yüzlerini ağartıp nurlandırdığın, hasımlarının çehrelerinin ise kapkara olduğu
gün yüzümü ağart, beni de nurlandır.” diyerek bir kere daha nazarlarını Cuma
yamaçlarına diker.


Ondan sonra yıkadığı ya da meshettği her uzuvla beraber ayrı bir isteğini
daha dile getirir: Hesap gününde muhasebesinin kolaylaştırılmasını, amel
defterinin sağ taraftan verilmesini, saçının ve cildinin ateşten korunmasını,
Cenâb-ı Hakk’ın arşının gölgesinden başka sığınılacak bir yer bulunmayan mahşer
gününde Arş-ı A’lâ’nın himayesine alınmayı, hayat boyunca sadece faydalı sözleri
dinleyip en güzeline uyanlardan olmayı, Cehennem ateşinden âzâde kılınmayı,
ayakların kaydığı o gün Sırat köprüsünde ayaklarının kaymamasını ve Cennet’e
yürürken yolda kalmamayı talep eder. Abdesti tamamlarken, “Allahım, sa’y ü
gayretimi bol bol ihsanlarla mükafatlandır; günahlarımı mağfur eyle, beni
bağışla; amellerimi makbul kıl, bana kârlı bir ticaret lütuf buyur ve hiç zarar
ettirme.” der; sürekli tevbe eden ve temizliği tabiatının bir yanı haline
getirip günahlarından arınan kullardan olmayı diler.. ve böylece, abdestin her
safhasında bu mülahazalara bağlı kalan bir insan adım adım tam bir
konsantrasyona yürür.


Metafizik Gerilimde Zirveye Doğru


Abdest suyuyla beraber günahlarının da döküldüğüne inanan mü’min, abdestle
kazandığı metafizik gerilimi ezân-ı Muhammedî’yi dinlerken de devam ettirir,
hatta daha da artırır.. ezanı müteakiben bir de sünnet namaz kılarak derinlik
içre derinliğe ulaşır. Madem, sünnet ve nafile namazlar “cebren linnoksan”dır;
yani, farz namazlardaki noksanları tamamlar, eksiği gediği giderir.. ve madem
Cenâb-ı Hak nafileleri edâya ekstradan bir yakınlık va’dinde bulunmuş; “Kulum
Bana, kendisine farz kıldığım ibadetlerden daha sevgili olan bir amelle
yaklaşamaz. Farzları eda eden kulum nâfilelerle Bana yaklaşmaya devam eder. Öyle
ki, nihayet Ben onu severim. Ben kulumu sevince de artık onun işiten kulağı,
gören gözü, tutan eli… olurum.” demiş.. işte o, bunları düşünerek ve sürpriz
bir yakınlık talebini haliyle seslendirerek sünnet namazı tamamlar. Böylece,
konsantrasyon adına çok önemli bir adım daha atmış, namazla bütünleşme yolunda
son mesafeyi de katetmiş ve farzı kılmaya hazır hâle gelmiş olur.


Böyle dikkatli ve hassas bir kul için, namazı bekletme hiç söz konusu
değildir, her zaman namazı bekleme esastır. O, namazdan, hatta ezandan evvel
abdestini alıp “Tam tekmil hazırım Allahım! Sen bana teveccüh buyurduğun an,
nazarlarımın Sana müteveccih olduğunu göreceksin.” duygusuyla gerilmiş olarak
“Haydi, şimdi huzuruma çıkabilirsin” komutunu bekler; bekler ve bir dizi
hazırlıktan sonra iyice heyecana gelmiş vicdanıyla adeta “Seccadem neredesin!”
der. Zaten, abdest öncesinden başlayıp ezan ve sünnet namaza kadar sürüp giden
hazırlıklar silsilesinde insan böyle bir metafizik gerilimi yakalayamamışsa, o
işte bir eksiklik var demektir. Fakat öyle olsa da, farzdan önce kâmet getiren
müezzin, insanı ibadet düşüncesinden alıkoyup mâsivâullaha çeken her şeye son
darbeyi indirir ve böylece konsantrasyonunu tamamlayan kul, en derin
mülâhazalarla “Allahü Ekber” deyip namaza durur.


Konsantrasyonu Yakalamada İradenin Rolü


Meselenin bir diğer yanı şudur: Asr-ı saadette, yüce dinimiz İslam’ın
emirleri birer semavî mâide (sofra) gibi ter ü tâze iniyordu. Sahabe
efendilerimiz her gün farklı farklı ibadetlerle tanışıyorlardı. Mesela, bir gün
namazı öğreniyor, ertesi gün ezanı duyuyorlardı. Ezan kulaklarında tın tın edip
içlerine bambaşka bir ürperti ve heyecan salınca, namazı da işte o huzurla
kılıyorlardı. O dönemin müslümanları, duyup öğrendikleri her meseleyi böyle
orjinal, çok süslü ve pek câzip buluyor; bu göz alıcı güzelliklerin cazibesine
kapılıyor ve adeta büyüleniyorlardı. Onlar, her an gökler ötesinden haber
alıyor, her gün yeni bir sürprizle karşılaşıyor ve bir nevi kesintisiz
sürprizler kuşağında yaşıyorlardı. Sürekli yeni bir sûre ya da ayet duyuyor,
dinliyor; onunla yunuyor, yıkanıyor ve böylece ulvî hislerle donanıyorlardı.
İşte, o semavî ve ilahî donanımla da Allah’ın huzuruna çıkıyorlardı.
Dolayısıyla, onlar, metafizik gerilim elde etmek, gereken konsantrasyonu
yakalamak ve ibadete hazır hale gelmek için ziyade bir cehd ve gayrete ihtiyaç
duymuyorlardı. Sürekli maiyyet solukladıkları için farkına varmasalar da gayr-i
irâdî olarak sürekli öteler düşüncesiyle ve manevî duygularla dolu
bulunuyorlardı; “Şimdi huzura varma zamanı!” dedikleri an bütün hislerini ve
latifelerini ibadet üzerine yoğunlaştırabiliyorlardı. Bundan dolayıdır ki, daha
abdeste yönelirken Hazreti Ali Efendimiz’de bet beniz kalmıyor, yüzü sapsarı
kesiliyordu. Kendisine “Yâ İmam! Bu ne hal?” diye soranlara “Daha ne olsun ki,
biraz sonra Rabbim’in huzuruna çıkacağım!” cevabını veriyordu.


Fakat bize gelince; semânın sağanak sağanak vahiy boşalttığı asr-ı saadetten
uzak bulunduğumuzdan dolayı, o konsantrasyonu ve manevî donanımı gayr-i iradî
olarak elde edemeyiz. Bu itibarla da biz, o asırla aramızda bulunan uzaklığı,
cehdimizle, gayretimizle ve iradedeki zirekliğimizle (uyanık ve kararlı
durmamızla) aşmak zorundayız. Dinin özündeki orijinalliği iradî olarak
mülahazalarımızı canlandırmamız ve tetiklememiz sayesinde duymaya çalışmalıyız.
Sahabe ve selef-i salihîn efendilerimizin yaptığı gibi en ulvî duygularla ve
engin mülahazalarla namaz kılmak istiyorsak, bu konuda da irademizin hakkını
vermek mecburiyetindeyiz. Evet, biz, her zaman temiz duygu ve düşüncelerle dolu
olmaya bakmalıyız; namaza yürürken de, abdest öncesinden başlamak suretiyle hep
bu nezih mülahazalar istikametinde yol almalıyız. Mesela, namaza durmadan önceki
son sözlerimizi mutlaka sohbet-i Cânan etrafında örgülemeliyiz; yürekleri
şahlandırmaya mâtuf, O’nunla alakalı bir mevzu hakkında konuşmalıyız. Allah
dostlarının namazla alakalı dile getirdikleri hususları düşünmeli ve böylece,
iradî olarak his ve fikirlerimizi namaza kilitlemeliyiz.


Bu zaviyeden, bizim masivâdan uzaklaşmamız ve güzelce hazırlanarak namaza
yoğunlaşmamız oldukça zor görünüyor. Fakat, unutmamak lazımdır ki, bir işte ne
kadar çok meşakkat bulunursa ve o şey ne kadar zor tahsil edilirse, onda o kadar
çok sevap vardır. Bundan dolayı, “Bikadri’l-keddi tüktesebü’l-meâlî – Meşakkat
ölçüsünde mükafat elde edilir.” sözü darb-ı mesel olmuştur. Evet, ne kadar zorlu
işlerle meşgul olursak, ne kadar aşılmaz, sarp tepelere tırmanırsak, mükafatımız
da o kadar büyük olur. Dolayısıyla, güzel hislerle dolma ve ibadetleri tam duyma
yolunda, iradî olarak zorluklarına katlanıp tastamam alacağımız bir abdestin
mükafatı da o ölçüde büyük olacaktır.


Şadırvan Başındaki Rûhânîler


Nitekim, Rasûl-ü Ekrem (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) ashab-ı kirama “Allah’ın,
hatalarınızı silip temizlemeye ve sizi derece derece yükseltmeye vesile kıldığı
şeyleri söyleyeyim mi?” dedikten sonra şunları saymıştır: (Şartların
alabildiğine ağırlaştığı ve) abdestin zorlaştığı durumlarda, zahmetine rağmen
eksiksiz abdest almak, mescidle (ev arasında gelip) gidip çok yol yürümek ve bir
namazdan sonra diğer bir namazı beklemeye koyulmak.. Peygamber Efendimiz,
bunları saydıktan sonra da şu ilavede bulunmuştur: “İşte (ribat) sınır
boylarında nöbet tutma seviyesinde kendini Hakk’la irtibatlandırma budur.”
(Müslim, Taharet 41) Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu hadis-i
şerifte abdest almayı “isbağ” kelimesiyle ifade etmiştir ki, bu kelime, abdestin
gereklerini eksiksiz ve tastamam yerine getirmek, ağıza ve buruna dolu dolu su
vermek, elleri ve ayakları iyice yıkamak demektir. Hadiste kullanılan diğer bir
ifade de “ale’l-mekârih” sözüdür; bu da, bütün zorluklarına rağmen, soğuk-sıcak
demeden suyun başına koşup tastamam abdest almak manasını ihtiva etmektedir.


Şartlar ne olursa olsun abdest alma meselesi ve arz ettiğim bu nebevî söz
bana hep Erzurum’un kışında, her yanı donmuş şadırvanın başında, buz tutmuş
kurnalardan akan sopsoğuk suyla abdest alan insanları hatırlatır. O namaz
yolcularının, insanın içine işleyen uhrevî halleri bugünkü gibi gözümün önüne
gelir. Her tavır ve davranışlarından Cenâb-ı Hakk’a tam inanmışlık dökülen ve
O’na ait gizli bir kısım fısıltılar duyulan bu samimi kulların iç çekişlerinin
su çağıltılarına karışıp Allah’a yükselişi hatıralarımda hâlâ capcanlıdır:
Bambaşka uhrevî bir edayla kollarını sıvayıp, paçalarını katlar ve muslukların
başına geçerler. O esnada hava o kadar soğuktur ki, parmaklarına değen su
dirseklerine gelene kadar neredeyse buz bağlar. Dışarının soğuğu suyun
sertliğiyle birleşince, daha ellerini yıkarken bütün hücreleriyle tir tir
titrerler. Hele bir de o titremeye iç titreme de inzimam edince ötelerle
irtibatın sesi soluğu olduğuna şeksiz şüphesiz inanacağınız bir ses yükselir
semaya: “Allâââhümmme, a’tınîîi kitâabîîi biyemîiinîiii ve hâasibnîii hisâaben
yesîirâaa – Allah’ım, hayatımın hesabını soracağın gün muhasebemi kolaylaştır ve
amel defterimi sağ tarafımdan ver!” diye inlerler. Biraz soğuk bağırtır onları;
zira, “ale’l-mekârih” sözüyle ifade edilen zorluk işte bu türlü meşakkatlerdir;
fakat, o soğuktan başka onları inleten bir sebep daha vardır ki o da
olabildiğine mahrem bir kısım hislerle ebedî mihrablarına kilitlenmeleridir.


Evet, mü’minler her şeyle imtihan oldukları gibi böyle bir mekârihle de
imtihan olduklarının farkındadırlar. Kulluk karnelerindeki bir kısım boşlukları
o konsantrasyon cehdiyle ve tamamıyla O’na yönelme gayretiyle dolduracaklarına
inançları tamdır. İşte, bu iman ve inançla abdeste de bambaşka bir kıymet verir
ve onu yedi hatta yetmiş veren bir tohum gibi değerlendirirler. Amel
defterlerine bir abdest yazdırırlar ama -bazen toprağın bağrına atılan tek
tohumdan yediyüz başak çıkması gibi- kat kat fazlasıyla mükafat görecekleri
ümidini taşırlar. Neden olmasın ki, “Zâlike fadlullahi yü’tîhi men yeşâ – Bu
Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine ihsan eder.” (Hadid, 57/21)


Cennet Kapılarının Anahtarı


Nitekim, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Âdâp ve erkânına uymak
suretiyle abdest alıp kıbleye dönerek, “Eşhedü en lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ
şerîke leh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Rasûlühû” diyen bir kul için
cennetin kapıları açılır; o, cennet kapılarının dilediğinden içeri girer.”
(Müslim, Taharet 33) buyurmuştur. Belki, böyle büyük bir mükafatı abdest alan
herkesin elde etmesi pratik itibarıyla söz konusu değildir; çünkü, her mü’minin,
namaz yolunda aynı derin mülahazalarla dolması ve abdesti kendi enginliğiyle
duyması mümkün olmayabilir. Fakat, abdest sayesinde böyle bir mükafata nâil
olmak potansiyel olarak hemen herkes için mevzubahistir ve kendilerine Cennet’in
bütün kapıları açılacak olan bu tali’lilerin abdestin hakkını veren kimseler
arasından seçileceği muhakkaktır.


Baştan bu yana arz etmeye çalıştığım hususlardan dolayıdır ki, Rasûl-ü Ekrem
(sallallâhu aleyhi ve sellem), her vakit namaz için ayrı ayrı abdest almıştır.
Hatta, Mekke fethine kadar bir abdestle iki vakit namaz kılmamıştır. Sahabe
Efendilerimiz de, kıyamet gününde ak alınlı, aydın bakışlı, eli-yüzü tertemiz ve
vicdanı göktekilerin iç âlemleri kadar nezih olmanın yolunun namaz ve namaz
öncesi amellerden geçtiğine inanmış ve hep bu inanç üzere yaşamışlardır. Mesela,
Ebû Hüreyre (radiyallahu anh) abdest alırken ellerini neredeyse omuzuna kadar,
ayaklarını da dizlerine kadar yıkamayı itiyad edinmiştir. Kendisine bunun sebebi
sorulunca da, “Ben Rasûlullah’ın, ‘Ümmetim kıyamet günü çağrıldıkları vakit,
âzâlarındaki abdest izinden dolayı nur gibi parlar halde gelirler. Öyleyse kimin
imkanı varsa nurunu artırsın.’ dediğini duydum” cevabını vermiştir. Diğer bir
rivayete göre de, Peygamber Efendimiz’in “Mü’minin zineti, abdest suyunun
ulaştığı yere kadar yükselir” buyurduğunu nakletmiştir.


Peygamber Kardeşlerinin Alnındaki Nur


Secde ve abdest uzuvlarındaki emarelerle öndekilerden de önde olma ve ötede
Peygamber Efendimiz tarafından tanınma meselesi bir başka hadis-i şerifte şöyle
bir müjdeyle anlatılmaktadır: Bir gün, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve
sellem), cennet koridoru diyebileceğimiz Baki’ kabristanına gidip orada medfun
bulunan kutlu insanları ziyaret etmiş; “Selâm size ey mü’minler diyarının
sakinleri! İnşaallah bir gün biz de size katılacağız.” buyurmuştu. Daha sonra da
“Kardeşlerimi görmeyi çok arzu ederdim.” demişti. Bunun üzerine ashab-ı kiram,
“Ya Rasûlallah, biz, Senin kardeşlerin değil miyiz?” diye sorunca, Rasûl-ü Ekrem
Efendimiz, “Siz benim ashabımsınız; kardeşlerim ise henüz gelmediler; onlar
sonra gelecekler.” cevabını vermişti. Bunun üzerine sahabe efendilerimiz
“Ümmetinden henüz gelmeyenleri ötede nasıl tanıyacaksın ya Rasûlallah?”
dediklerinde, o Şefkat Peygamberi şunları söylemişti: “Düşünsenize; bir adamın
alnı ak ve ayağı sekili atları olsa ve onlar yağız ve doru atların arasında
bulunsa, o adam kendi atlarını tanıyamaz mı? İşte benim kardeşlerim abdestten
dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak gelecekler. Ben havzın başına
onlardan önce varacak ve tanıdıklarımı tutup yanıma alacağım.” (Müslim, Taharet
39; İbni Mâce, Zühd 36) buyurmuştu.


İşte, abdest hem bu dünya hem de öteler hesabına çok büyük mükafatlar va’d
etmektedir. Fakat, onun va’d ettiklerine ulaşmak için aşılması gerekli olan bir
sarp yokuş vardır. O yokuşun geçilmesi ise insanın iradesine bağlanmıştır. Demek
ki, bu mevzuda kullara düşen vazife, ibadet konsantrasyonunu yakalama adına
irâdî bir cehd ve gayret göstermektir. Başlangıç itibarıyla zor ve ağır
gelmesine, beraberinde bir kerâhet bulunmasına ve bazen şartların çok elverişsiz
bir hal almasına rağmen dişinizi sıkıp sabretmeniz sayesinde zamanla abdestten
öyle bir lezzet alırsınız ki artık onu gözünüzün nuru sayar ve hiçbir şeye
değişmezsiniz. “Bismillah” deyip yola çıktıktan ve sabırla o sarp yokuşu
aştıktan sonra onun öyle bir tadı, öyle bir lezzeti ve öyle bir şivesi ile karşı
karşıya gelirsiniz ki, abdest ve namaz arası dokuduğunuz mekiğin hiç bitmemesini
dilersiniz. Şahsen, hata ve kusurlarımdan dolayı olsa gerek, abdesti ve namazı
derinlemesine duyduğumu söyleyemem. Fakat, bazen bunlar sayesinde içime esip
gelen ve meltem gibi bütün benliğimi saran öyle bir ruh haleti oluyor ki
tariften acizim. Benim öyle bir halet-i rûhiyeye liyakatim olduğunu hiç
zannetmiyorum; herhalde Rabbim “duyup ifade edeyim, dolayısıyla başkalarını da
şevklendireyim” diye nasip ediyor. Size kasemle teminat veririm; bazen başımı
secdeye koyduğum zaman içimden diyorum ki, “Keşke bu secde hiç bitmese, alnımı
yerden hiç kaldırmasam!” Rabbimin huzurunda yüzümü yere sürdüğüm o dakikalarda o
hal üzere altmış sene durabileceğimi düşünüyor ve bütün rûh u cânımla o ânın hiç
bitmemesini istiyorum.


Evet, abdest, kulun diğer ibadetlere mânen ve rûhen hazırlanmasına ve bu
ibadetlerden azamî verim elde etmesine yardımcı olan kıymetli bir vesiledir.
Abdest almak isteyen kimse daha hazırlığa başlarken ona niyet ederse, hem
abdestten hem de ona hazırlık için yaptığı bütün fiillerden dolayı sevap
kazanır; çünkü, bunların herbiri ibadete vesile olması cihetiyle bir çeşit
ibadet olur. Diğer taraftan, abdestin, vücuttaki kinetik enerjiyi dengeleme ve
insana streslerini yenme imkanı sağlama gibi bizim için mahfuz ve müsellem olan
daha pek çok talî faydası da vardır ama mevzunun çerçevesini aştığı için onları
başka bir fasla bırakmak herhalde daha uygun olsa gerektir.


***


Abdest
dualarını okumak ve dinlemek için tıklayın.