Kibir Marazı

Kibir Marazı

Kibir Marazı

     Kibir, şeytanı doğru yoldan saptırdığı ve şirazeden çıkardığı gibi, her devirde de şeytanın avene ve çıraklarını yoldan çıkarmaya devam ediyor. Şöyle de denebilir: Şeytan, kendisini Allah’tan uzaklaştıran bu çirkin sıfatı, kendi çıraklarını yoldan çıkarmak için kullanıyor. Onlara kendilerini büyük gösteriyor, onlar da büyüklük psikozlarına giriyorlar. İş burada da kalmıyor. Bunlar, büyüklüklerinin başkaları tarafından da kabul edilmesini arzuluyorlar. Herkesten alkış ve takdir beklentisine giriyorlar. Sürekli “sen, sen…” seslerini duymak, övülmek, pohpohlanmak istiyorlar.

     Şüphe yok ki bu bir iç marazdır, kalb hastalığıdır. Böyle bir hastalığa yakalanmış, bünyesine böyle bir virüs girmiş birinin iman dairesinde sabit kadem kalabilmesi kolay değildir. Zira kibir, dine girmenin önündeki en önemli engellerden biri olduğu gibi, dinde sabit kadem kalabilmenin önünde de aşılmaz bir engeldir. Kendini büyük gören kibir âbideleri, bazen başını alır nifak vadilerinde dolaşır, bazen de tepe taklak küfür gayyasına yuvarlanırlar. Evet, kibir hastalığına yakalanan kimseler şekil ve kalıp itibarıyla Müslüman görünebilir, Müslümanların yaptıklarını yapabilir, namaz kılıp oruç tutabilirler. Fakat çoğunlukla bunların Allah’la münasebetleri ya çok zayıftır ya da hiç yoktur. Çünkü bunlar, mahiyetlerinden habersiz birer gafil, Rabbilerini hakkıyla tanıyamayan birer cahil, Rabbileriyle aralarındaki münasebeti doğru tayin edemeyen birer aldanmıştır.

     Ucüb, fahir, gurur, kibir gibi vasıfların her biri, -İmam Gazzâlî’nin yaklaşımıyla ifade edecek olursak- “mühlikât”tandır, yani insanı helâket ve felakete sürükleyen birer virüstür. Bu tür virüslere yakalanan ve yenik düşen bir insanın camiye gelmesi, namaz kılması, oruç tutması onu kötü akıbetten kurtaramayabilir. Zira bu tür hastalıkların varlığı daha başka hastalıklar için de birer çağrı ve davetiyedir. Kendilerinde büyüklük vehmeden, başkalarına tepeden bakmayı alışkanlık hâline getiren kibir budalaları, marazdan maraza intikal eder, bir marazlar fasit dairesi içinde dolaşır dururlar. Bir kere böyle bir deryaya -daha doğrusu gayyaya- yelken açtıktan sonra artık bir daha geriye dönemez, kibirlerinin kendilerini sürüklediği fikrî, bedenî günahlardan sıyrılamazlar. Hafizanallah.

Gerçek Müslümanlık

     Tevazu, mahviyet ve hacalet; Müslümanlığın çok önemli esaslarıdır. Hususiyle iman ve Kur’ân davasına gönül vermiş adanmışların, Allah karşısındaki konumlarını bilmeleri, acziyet ve fakirliklerinin farkına varmaları ve sürekli kendilerini sıfırlayabilmeleri çok önemlidir. Onlar Allah’a karşı her tür iddiadan uzak durmalı, sürekli yüzü yerde olmalı, mahlukata karşı da tevazu kanatlarını açabildikleri kadar açmalıdırlar. Öyle ki aynanın karşısına geçip kendilerine baktıklarında veya iç yapıları itibarıyla vicdanlarında kendilerini temaşa ettiklerinde, “Olduğum kadarına da binlerce hamd ü sena olsun. Bu kadarı da olmayabilirdi. Fakat işin doğrusu, gerçek insanlığın da, ideal Müslümanlığın da çok uzağında duruyorum. Müslümanlık nerede ben nerede! Allah beni nereye koymuş ama ben nerelerde dolaşıyorum!” diyebilmelidirler. Bunu sun’i olarak dile getirmeden bahsetmiyorum, kalbleri böyle diyebilmelidir.

     Aslında bir mü’minin günde beş defa Allah karşısında el pençe divan durması, bel kırıp boyun bükmesi, yüzünü yerlere sürmesi, tevazu ve mahviyetin birer sembolüdür. İnsan bunlar vasıtasıyla Allah karşısındaki konumunu hatırlar, gurur ve kibrin kendisine yakışmadığını anlar. Çünkü büyüklük Allah’a mahsustur. Azamet ve kibriya Allah’ın sıfatlarıdır. Kudsî bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, bu konuda kim bu sıfatlara sahiplik iddiasıyla ortaya çıkar, yani Allah’a mahsus olana sahip çıkarsa, tepetaklak Cehennem’e atılır. Zira Allah karşısında kibirlenen bir insan, bir yönüyle kendini O’na ortak görüyor demektir. İşte namaz kılarken önemli olan, namazın bize hatırlattığı bütün bu manaları vicdanda duyabilmek, içimizin sesi ve fıtratımızın bir yanı hâline getirebilmektir.

     Tevazu ve mahviyeti fıtratının bir derinliği hâline getiremeyen, kendi konumunu doğru belirleyemez, muhasebe ve murakabe endeksli bir hayat yaşayamaz. Dolayısıyla hata ve kusurlarını göremez. Göremeyince de sürekli dışarıda suçlu arar durur. Kendini yerden yere vurmayan, bunu başkalarına yapar. Böyle biri, enaniyet girdabı içinde çırpınıp durur. Kusur ve kabahatlerini örtmek için türlü türlü yollara başvurur. Gerektiğinde sun’i gündemler oluşturur. Gerektiğinde atf-ı cürümlerle yeni suçlular bulur ve efkâr-ı âmmeyi onlarla meşgul eder. Kendi mesâvîleri konuşulmasın diye dikkatleri başka noktalara çeker. Ne yapıp edip irtikâp ettiği hata ve günahların içinden sıyrılmasını bilir.

Münafık Müşrikten Daha Tehlikelidir

     Bazı kimselerde kibirle birlikte bir de nifak marazı bulunur. Bunlar zaten birbirini besleyip büyüten şeylerdir. İşte en tehlikelisi de camiye geldiği, Müslümanlardan biri gibi göründüğü hâlde gerçekte dine, diyanete düşmanlık yapan insanlardır. Çünkü bunları gerçek yüzleriyle tanıyabilmek çok zordur. Aynı safta omuz omuza durduğunuz, birlikte secdeye gittiğiniz, beraber Kâbe’yi tavaf ettiğiniz bir insan hakkında suizan etmezsiniz. Dolayısıyla aldanırsınız. İşte bu yüzden dine düşmanlık yapanların en tehlikelisi bunlardır.

     Mekke’de Allah Resûlü’nün karşısına dikilen Ebu Cehiller, Utbeler, Şeybeler, İbn Ebî Muaytlar vardı. Fakat Medine’de bütün bunları unutturacak öyle birisi vardı ki belki hepsinden daha tehlikeliydi. O da münafıkların başı Abdullah İbn-i Übey İbn-i Selül’dü. O da diğer sahabeyle birlikte camiye geliyordu. Müslümanlar ne diyorsa o da aynısını diyordu. Dudaklarından dökülen kelimelerin kalbinin sesi soluğu olup olmadığını nasıl anlayacaksınız? Peygamber fetaneti lazımdı ki bu gibileri gerçek yüzleriyle tanıyabilsin. Çünkü kendilerini çok iyi kamufle ediyorlardı. Gerçekte şeytan oldukları halde kendilerini melek gibi gösteriyorlardı. Bu yüzden sahabeden bile niceleri onlara inanıyordu. Mü’minlerin aleyhine takındıkları tavırlardan ötürü biri münafıkların üzerine yürüdüğünde, “Mü’min bir kardeşimize nasıl bunu yaparsınız?” diyerek onları koruyorlardı.

     Maalesef çağımızda da hem kibir hem de nifak başını almış gidiyor. Hz. Pir bu çağa süfyaniyet çağı diyor. Onun da değişik merhaleleri vardır. Bunun ne zaman biteceğini kestirmek de mümkün değildir. Hakiki mü’minler gözlerini açacakları, hakkı bâtıldan tefrik edecekleri âna kadar süfyaniyetin değişik fasılları yaşanmaya devam edecektir. Nifak şebekesi, saf Müslümanları arkalarına alıp istedikleri yere sürükleyecek ve onlara istediklerini yaptıracaklardır. Tabii bu arada nice nesiller heder olup gidecektir.

Tevazu Kahramanları

     İşte bu sebepledir ki en çok ihtiyacını duyduğumuz insan, tevazu ve mahviyetle Hak karşısında iki büklüm duran ve kendini yerden yere vuran insandır. Kalben inanmış samimi bir mü’min, yüzüne karşı övgü makamında söylenen maşallahlara, bârekallahlara prim vermez, övülmeyi sövülme gibi görür. Ortaya koyduğu başarılar yüzüne karşı söylenince mahcup olur. Bunların asıl sahibinin Allah olduğunu bilir. İnsanlığa hizmet edecek olanlar da, nifak ve süfyaniyetle mücadele edecek olanlar da işte bu tevazu kahramanlarıdır.

***

Not: Bu yazı, 1 Şubat 2015 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.