Kabz u Bast İle Havf u Reca

Kabz u Bast İle Havf u Reca
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde ifade edildiği gibi “Havf
u reca (korku-ümit), iradî birer tavır, hak yolunun
salikleri için bir ilk menzil ve ilk nokta olmasına
karşılık, kabz u bast bir kısım iradî sebeplerin dışında
hakikat yolcusunun yolunu kesen veya onu şahlandırıp
kanatlandıran nihai sınırda sırlı bir alış-veriştir.
Havf u reca istikbale ait sevilip sevilmeyen şeylere
karşı bir endişe hissi, bir ümitlenme neşvesi ise kabz
u bast hal-i hazır itibariyle kalbe gelen değişik boy
ve renkteki dalgaların tesirinde kalbin neşeyle atması
veya kasvetle kasılması şeklinde de yorumlanabilir.
Havf u reca ile kabz u bast karıştırılabilir. Birisi
insanın beklentileri ve inancı neticesidir. Diğeri haldir
ve hemen her mertebede, her makam ve payede kulun başına
gelebilecek bir şeydir. Yolcuyu sürekli alakadar eden
bir husustur.

Kabzda Bile Kapıdan Ayrılmama

Kabz (iç darlığı) halindeki zaman dilimleri uzun ya
da kısa sürebilir. Bu bazen Allah’tan uzaklaşma ile
gelmiş bir küsuftur. Günah ile gelmişse tevbe ve istiğfar
ile süresi kısaltılabilir. Bazen çok uzun kabzlar ümitsizlik
vesilesi olur, insan bu durumlarda adeta hiç ışık görmez.
Ne kadar uzun sürse, şart-ı adi planında insan iradesi,
insanın günahları, insanın teveccühsüzlüğü onda rol
oynasa da bir gerçek vardır: “Allahu yakbidu ve yebsut
– Kabzı veren de bastı veren de Allah’tır” hakikatınca
bu Allah’ın elinde bir şeydir. Herşeye rağmen insan
vefayla, sadakatla sürekli o kapıya teveccüh etmelidir.

Bu hususta meşhur menkıbe misal verilebilir: Bir mürşid
pek çok talebe yetiştiriyor. Çevresindeki müridlerin
hepsi olgunlaşıyor, hepsinin ufku açılıyor. Kalb gözleri
açılıverince efendilerinin şekavetini (kötü halini)
de görüyorlar. Bakıyorlar ki levh-i mahfuzda veya levh-i
mahv ve isbatta o zatın sürekli şekavet kareleri var.
O zaman birer birer ondan yüz çeviriyor, terkedip gidiyorlar.
Sadık bir bendesi ise “Biz bu zat vesilesiyle erdik.”
diyor, kalıyor yanında. Hoca geride kalan o tek talebesini
çağırıyor ve “Oğul, arkadaşların niye ayrıldılar?” diye
soruyor. Vefalı talebe “Efendim, sizi şöyle şöyle gördüler.”
deyince; Hak yolcusu o adam, titrek kalbi ve yaşaran
gözleriyle “Ben hakkımdaki o yazıyı, çirkin kareleri
kırk senedir görüyorum. Ama oğul var mı başka kapı ki
ona gideyim.” diyor. İşte herşeye rağmen gönül verdiği
kapıdan ayrılmamaya kararlı zatın sadakat ve vefa ifade
eden bu sözü adeta bir düğmeye dokunuyor gibi bir kurtuluş
vesilesi oluyor. Şekavet saadete dönüşüyor. Evet, aynen
öyle de kabz, Allah’tan gelen bir imtihan gibi bilinmeli
ve iç daralmalara, kalbi tıkanıklıklara rağmen insan
yine yöneldiği kapının tokmağını çalmaya devam etmeli.

Bast’ta teyakkuz

Bazen kabzın pençesine düştüğünüzde, ne kadar gözünüz
hakikate açılsa, ne kadar ulvî alemleri müşahede etseniz
bile hiçbiri aklınızda kalmaz. Önünüzü, arkanızı hep
karanlık görebilirsiniz. Bütün güzel inşirah veren kareler
silinir gider zihninizden. Vefa ile bunu bast’a (iç
rahatlığı) ve huzura çevirmek için o eşikte beklemek
gerekir. Yine menkıbede geçen bir şey vardır: Veli bir
zat bakıyor ki bir köpek çöplükte eşeleniyor. Günlerce
aynı çöplükte eşelenip duruyor. Diyor ki “Nedir senin
bu halin. Hiçbir şey olmadığı halde sürekli burada bir
şeyler aranıyorsun?”. -Menkıbe bu ya- “Sultanım diyor,
ben bir zaman orada bir kemik bulmuştum.” İşte bu mesele.
Kemik bir kere nerede bulunmuşsa bir başka zaman da
orada bulunabilir. Gözünü kapıdan ayırmadan beklemek
lazım. İnsan sürekli böyle bir imtihan içindedir. Zaten
bu yolda olmayan, bu türlü meseleleri birbirinden tefrik
edecek kadar duyarlı olmayan, hayatın herc ü merci içinde
ömrünü geçiren insanların Allah’la bu türlü bir alış-verişi
anlaması da mümkün değildir.

Ayrıca sürekli bast tehlikeli olabilir. Hani bazen
içte inşirah (gönül ferahlığı) hasıl olur, insanın oynayası
gelir. Sebebi belli olmadan insan maiyyet hissiyle dolar
da yerinde duramaz hale gelir. Arkadaşlarda bu türlü
haller olunca ben tevbe ve istiğfar tavsiye ediyorum.
Çünkü öyle bir gaflette insan yalnızlığa düşebilir,
herşeyi kendinden bilebilir, inşirahların kaynağının
kendisi olduğunu zannedebilir. Oysa kul, başarılarında
dahi tevbe etmeli, başarılı olduğunda da günah işlemiş
gibi Allah’a yönelmeli; yönelmeli ki bu başarıları kendisinden
bilmesin ve Cenab-ı Hak onları hezimetlere çevirmesin.

Kabzdan kurtulma yollarından en evvel zikredilmesi
gereken şey ayet ve hadislerde ifade buyrulan husustur:
İşlenen günahın, kötülüğün, seyyienin hemen arkasından
bir sevabın, iyiliğin, hayrın yapılmasıdır. Çünkü yapılan
bu hayır o kötülüğü siler götürür.

Kabz u Bast ve İnsan Karakteri

İnsan karakteri ile kabz u bast arasında bir alaka
olabilir. Bazı ruhlar kabza daha yakındırlar. Bazı hassas
insanlar mazhar olduğu bast karşısında bile “Ben ne
yaptım ki böyle bir mükafat verildi” derler, bast bile
onlar için bayağı bir sıkıntı kaynağı olur. Değişik
hadiseler karşısında da derin bir duyarlılığa sahiptirler.
Daha önce bencil ruhların mülahazasına bağlayarak arzetmiştim:
Bunlar derler ki “ateş düştüğü yeri yakar.” Bu söz bencil
ruhların sözüdür. “Ateş çevresini de yakar” ifadesi
ise bir parça diğergam ruhların sözü. “Ateş nereye düşse
beni yakar.” sözüne gelince bu kamil ruhların vicdanlarının
sesidir. İşte bu derece ihsasları derin, dünyanın herhangi
bir yerinde bir hadise olduğu zaman kendine göre mana
çıkaracak bir ruh çok defa kabzın demir pençesine düşer,
ızdırap çeker. Dışta cereyan eden hadiseler onda fırtınalara
sebep olur. Hatta onun fiziki yapısına tesir eder. Bir
kısım ruhi problemlerin, bir kısım psikosomatik (ruhî
sebeplerle meydana gelen bedeni rahatsızlık) rahatsızlıklara
sebebiyet verdiği gibi, dünyanın değişik yerlerinde
cereyan eden hadiseler aynen psikosomatik hastalıklar
gibi onun bedeninde kendini hissettirir. Bacağı ağrır,
boynu ağrır, dişi ağrır vs… buna o şahıs için “dünyasomatik”
hastalık diyebiliriz. Veya cihannüma ruhların “cihansomatik
rahatsızlıkları”…

Kabz ve Bastın Sınırları

Kabz ve bast birbirlerine sınırı olan komşulardır.
Birisinin bittiği yerde diğeri başlar, birisinin başladığı
yer diğerinin bitiş noktasıdır. Kabz kısa da sürebilir,
çok uzun da olabilir. Bazen Nebi’yi (sallallahu aleyhi
ve sellem) bile nevmid edecek şekilde kabzlar yaşanabilir.
İnanmıyorlar diye o derece sıkıntıya girer ki vadi vadi
dolaşır. Nebi’nin kabzı da budur. Bazıları da vardır
ki; dünya tutuşsa onun bir tutam otu yanmaz. GÜNÜMÜZDE
DÜNYANIN NERESİNE ATEŞ DÜŞSE YANACAK DUYARLILIKTA İNSANLARA
İHTİYAÇ VAR. Bilmem nerede, hangi vadide, hangi dağın
arkasında, hangi mazlum çocuğun hali içine bir kıvılcım
gibi düşecek insanlara…

***

Teveccüh teveccühü doğurur. Bakarsan bakılırsın. Çiçeğin
güneşe bakışı gibi O’na bakmayı becerebilirsen, O’na
yönelebilirsen, O’nun tecellilerine muhatap olursun.
Burada esas olan gönülden müteveccih olabilmendir. Eğer
gönlünün sesini seslendiremiyorsan o tecellilere muhatap
olmak mümkün değildir. Gönülden müteveccih olmak, çok
samimi olmak esastır. Anlamak için pare pare olmuş ciğer
gerek; yoksa beyhûde…

***

Meşru zevklerden istifadeyi de yanlış anlamamak lazım.
Her meşrunun talibi olmak, insanı nereye götürür bilinmez.
İnsan akıbetinin kötüye gideceğinden endişe etmelidir.
Her meşru olan herkes için uygun olmayabilir. Her günahtan
küfre giden bir yol olduğu gibi, meşru zevklerden de
günaha giden yollar olabilir. Temkinli ve dikkatli olmak
lazım.

***

Hergün Allah’a ve Kitab’a hakaret edilir, Peygamber’e
gizli açık küfredilir ama bazılarının kılı bile kıpırdamaz.
Ne zaman biri onun gururuna az dokunsa, biraz onu rencide
etse, gece yarılarına kadar uykuları kaçar ve günlerce
rahatsız olur. İşte Allah’la olan münasebetimizin bir
göstergesi de bu şekildeki rahatsızlıklarımızın kaynağıdır.

***

Firdevsî gibi uzun ve yaldızlı bir destan keseceğinize
Yunus gibi gönülden bir-iki mısra ile seslenmeniz, içinizin
sesini ifade edebilmeniz benim nazarımda daha kıymetlidir.
Mü’minler için küfürden de daha tehlikeli şey, şaibe-i
şirktir (riya). Bir söz içinden, ta kalbinin derinliklerinden
gelmiyorsa söyleme, rica ederim sus. Başkaları görsün
diye, başkaları bilsin diye, içinden gelmeyen duygularla
yalancılık yapma ve yalancı durumuna düşme. Farz ibadet
dışında nafileleri yerine getirirken, birazcık görünme
duygusuna girdiğin zaman selam ver; namazı terk et,
evladır. Şirk işmam eden tavırlardan, ifadelerden şeytandan
kaçar gibi kaçmak gerekir. Çok samimi olmak lazım…

***

Ben ecdadımı dünyada hiçbir millete değişmem. Osmanlı
gibi benim bir atam var. Ne olacak batının kabileleri.
Bunu bir ırkçılık ve milliyetperverlik mülahazasıyla
söylemiyorum; insanımızın geçmişini beğenmemesi ve adeta
mazisinden utanıp ondan kopmak isteyişine binaen ifade
ediyorum. Hak ve hakikat adına Batının dilini öğrenecekseniz,
ona birsey demem. Ama bu öğrenmeyi şu olayım, bu olayım
mülahazasına bağlarsanız hata edersiniz. Batının dili
ancak gönüllere girmekte alet olarak kullanılabilir.
Bununla beraber, hak ve hakikati anlatma gayesiyle gönüllere
girmek boyumuzu aşkın bir iştir. Öyleyse daima “Biz
bu işe talip olduk, ama liyakati verecek olan Sensin.
Bu işte liyakat ufuktur, gönül enginliğidir. Onları
da bize lutfet.” demeli. Ayrıca, Türkçe’yi bir
dünya dili haline getirmek vacibdir. Evet, dilimizi
öğrenmek vacib, iyi kullanmak sünnet, inceliklerine
vakıf olmak da müstehabdır.