Hatalara Hayat Hakkı Tanımama

Hatalara Hayat Hakkı Tanımama
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Cenab-ı Hak bizleri hizmette daim kılsın. Şu hayat
yolunun neresinde bariyerler açılıp “haydi yolun dışına”
denilecek belli değil. Bir-iki dakika içinde, “sizi
dışarıya alıyoruz” diyebilirler. İnsan O’na giderken,
kalbi O’nunla irtibat içinde, hizmet düşüncesiyle
dopdolu olmalı ve hayırlı bir işle meşgulken gitmeli.
Evet, hayatın bazı anları nuranî geçmemiş, kirli dakikalar
da yaşanmış olabilir; fakat daha önce de ifade ettiğimiz
gibi sonuç, akibet ve netice çok önemlidir. Hani bazen,
şimdilerde de çok konuşulan pişmanlık yasasını değerlendiriyorlar;
zindanlık bir insan, “pişman oldum, iyi bir insan
olmaya azm ü cezm ü kast eyledim” deyince onu pişmanlık
yasasına tabi kılıyorlar. Ahiretle alakalı mevzularda
da böyle bir pişmanlık affa vesile olabilir; fakat
insan elinden geldiği kadar hayatında kirli bir sayfa
bulunmamasına dikkat etmelidir. Bunu umumi manada
kullanıyorum, ne zihnî, ne ruhî ve ne de hissî bir
kirlenmeye fırsat vermemelidir. Ferdin hayatında,
yaşama hakkı en az olan şeyler hatalar ve günahlar
olmalıdır. Kul, tabiatı gereği bazen sürçse ve düşse
de hemen kalkıp doğrulmasını bilmeli, sürçme ve düşme
sürelerini en aza indirmelidir. Kul kayıyorsa, bir
inhiraf yaşıyorsa o mevzuda yapılması gerekli olan
şey, hemen Allah’a yönelme, tevbe- inabe- evbe kulvarına
girmedir. Kendisini affedebilecek bir Rabbi olduğunu
bilme, “yine düştüm, yine sütü devirdim, bir daha
yaramazlık yaptım; ama pişmanım ve hacalet içindeyim”
deme, içine düşülen kötü durumdan hemen uzaklaşmaya
çalışma çok önemlidir.

Bu meseleyi çok tekrar etmemi garipsemeyin. Kendi
akıbetim hakkında olduğu gibi, kardeşlerimin akıbeti
hakkında da korkuyor, ürperiyor ve en hayatî mesele
olan ebedî saadeti yakalama mevzuunda birbirimizi
teyakkuza davet etmenin gereğine inanıyorum. –Hafizanallah–
hiç kimsenin, mesela, birine bağırıp çağırırken, kin
duyarken, kalben biraz kirlenmişken ölüme yürümesini
arzu etmiyorum.

Belki Allah’ın hususi bir iltifatı vardır, O’nun
yolunda başkalarından farklı gayret gösterenlere.
Bunu da Üstad, Kuran talebelerinin imanla kabre girecekleri
şeklinde bişaretlendiriyor. Diyor ki, herkes birbiri
hakkında duacı olduğundan dua külliyet kesbediyor..
Kur’an dairesindekiler sadece tek bir şahıs olarak
dua etmiyor, milyonlar ağızlar şeklinde duaya duruyorlar.
İhvanena, ehavatina…(kardeşlerimiz, bacılarımız..)
deyince ne seviyede olursa olsun, işin tam altına
girmişlerin yanında, Kur’an hizmetinin kenarından
köşesinden, bir ucundan tutmuş, “sadece duayla bile
olsa benim de payım bulunsun” diyen her insan o sözün
içine girer. Bir ikinci mesele de, asrın Kur’an tefsirinin
verdiği ders-i marifetle iman-ı billah, insanın latifelerine
öyle siniyor ve işliyor ki, -inşaallah- o eserlerle
meşgul olanlara şeytanın eli ulaşamaz. Fakat o noktada
mıyız, orada duruyor muyuz, duruşumuzun hakkını verebiliyor
muyuz? İşte bunlar endişe verici şeyler. Bu iş samimiyet
ister, vefa ister, sadakat ister ve ihlas.. illa ihlas
ister.

Hastalıklı halinde insan bunları daha derinden hissediyor..
hissetmeli de aslında. Paniğe, ölüm endişesine kapılacağına,
-nasıl olsa yolculuk bir vak’a ve önü alınmıyor-,
o daracık hayat koridorunu veya hendeğini atlarken
o atlama işini çok iyi değerlendirmeli. Bütün benliği
ile Allah’a bağlanmalı ve böylece öbür tarafta temiz
bir yere düşmeli.

Ey Hâlık-ı Kerîmim ve ey Rabb-i Rahîmim!

Hani Onyedinci Lema’nın onikinci notasında Üstad
Hazretleri şöyle diyor: “Ey Hâlık-ı Kerîmim ve ey
Rabb-i Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlukun ve masnûun
ve abdin, hem âsî, hem aciz, hem gafil, hem cahil,
hem alîl, hem zelil, hem müsi’, hem musin, hem şakî,
hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk
sene sonra nedâmet edip Senin dergahına avdet etmek
istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah
ve hatîatını itiraf ediyor.” (Bunları söylerken kendisi
bir çocuk masumiyetiyle ağlıyor ve devam ediyordu.)
Bilindiği üzere Peygamberler masum ve masundur; hem
onlar günah işlemezler, hem de günah ve hatalara karşı
Allah onları muhafaza eder. Bediuzzaman gibi insanlara
gelince, onlar masum değilse de masundurlar, yani
günahsız olmasalar bile Cenab-ı Hakk’ın siyaneti altındadırlar
ve Allah onlara günah işletmez. Üstad yukarıdaki sözleri
söylerken ne yapıyordu sanki! –Haşa ve kella– O’nun
bu sözleri söylemesindeki saik günahları değildi.
O şekilde düşünmek su-i zan olur. Hayır O, vazifesi
ve misyonu gereği kendi gönlünce yapması gerekli olduğu
gibi hizmet edemediğini düşünüyor; yapıp ettiklerini
az görüyor, iyi bir kul olamadığı korku ve endişesiyle
iki büklüm bir vaziyette –kendine göre– halinin ıslahı
için niyaz ediyordu.

İşte keşke bizim gönlümüzü de her an bu duygular
kaplasa ve o sözler bizim vird-i zebanımız olsa, kendimiz
hesabına söylesek onları. Kendi vicdanımızı söyletsek.
“İşte kabrime girdim kefenime sarıldım. Teşyîciler
beni bırakıp gittiler. Senin afv u rahmetini intizar
ediyorum.” deyip her an herkesin başına gelebilecek
olan ölümü yaşıyor gibi olsak ve şöyle devam etsek:
“Eğer kemal-i rahmetinle beni de kabul edersen, mağfiret
edip rahmet edersen, zaten o Senin şanındandır. Çünkü
Erhamurrâhiminsin. Eğer kabul etmezsen; Senin kapından
başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Sen’den
başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin. Sen’den başka
hak Mâbud yoktur ki, ona iltica edilsin!…” Evet,
günah ve hataların ötesinde Cenab-ı Hakk’ın rahmeti
var, O dilerse çok küçük şeylerden dolayı da affeder.
Hem Üstad’ın, hem İmam Gazalî’nin ve hem de Muhasibî’nin
dediği gibi hayattayken insan korkuyla tir tir titremeli;
ama çaresiz kaldığı ölüm anında ümide ve recaya sarılmalı
ve “Ya Rab, benim hiç sermayem yok; sadece “Lâ ilâhe
illallah, Muhammedun Rasulullah”la Sana geliyorum”
demeli. Sekerat-ı mevtte recaya sığınmalı ve “Artık
elimden bir şey gelmez; fakat Senin rahmetin melceimdir,
rahmeten lilalemin olan Habîbin de şefaatçim.” duygusunda
olmalı. Ne var ki, o zorlu dakikalarda bu hali yakalayabilmek
her şeyi yerli yerine koymaya ve temiz olup temiz
kalmaya bağlıdır.

İnsan, iyilik yapma, iyi bir kul olma, her işi ihlasa
bağlama hususunda katiyen kanaatkar olmamalı.. kulluk
hususunda hırsla, ölesiye daha iyiyi, daha güzeli
talep etmeli. Başka türlü davranmak dûn himmetlik
olur. Hele kendini Kur’an talebesi kabul edenler veli
olup uçsalar dahi, “Bu işte bir bit yeniği vardır,
ben ihlasımı bir daha gözden geçirmeliyim, kalbimi
derinlemesine yoklamalıyım. Kontrol etmeliyim kendimi,
O’nunla alakalı olan mülahazaların dışında başka mülahaza
var mı gönlümde, başka bir şey düşünüyor muyum?” demeli.
Sadece O’nun rızasını aramalı.

Cenab-ı Hak, bizi bir şekilde belli bir yere kadar
çekmiş; kalbimize iman nuru koymuş ve bize başkalarının
imanı hususunda hizmet etme imkanları lutfetmiş. Bu
ilk lutuf, ilk mevhibe, ilk varid; bunun nemalandırılıp
bir sermaye gibi değerlendirilmesi lazımdır. İradelerimiz
sadece birer şart-ı âdî.. bir yere getiren, lutfeden
O. “Kendi aklımla buldum, bu başarılar benden” sözü
firavunların ifadesi. “Estağfirullah Ya Rabbî, Sen
verdin, sen ihsan ettin. Tutmasaydın biz burada duramazdık,
bakmasaydın, görülüp gözetilen olamazdık. Tut bizi
Allahım, tut ki edemeyiz Sensiz” yakarışı imanlı gönüllerin
sesi.

Üzerindeki lütufları, elde ettiği başarıları kendi
kabiliyeti, istidadı ve becerilerine bağlayanlar manen
terakki edemezler. İşleri Allah’a verince Cenab-ı
Hakk ruhta bir inkişaf yaratır. Zannediyorum, herkes
kendi hayatı açısından meseleyi değerlendirse bir
tarafa çekilmiş, çağrılmış, hatta bir hayır yoluna
zorla sürüklenmiş olduğunu görür. Bizden çok daha
zeki, aklı herşeye eren insanlar vardır ki, Kur’an
dairesinin dışında kalmıştır. Çok samimi talebe olduğumuzu
söyleyemeyiz. Bir Bediüzzaman Hazretleri gibi kendimizi
yürekten bu işe verdiğimizi, hiç sönmeyen bir heyecanla,
bütün mülahazaları kafamızdan atarak milletimize hizmet
ettiğimizi söyleyemeyiz. Fakat böyle işin kenarından
köşesinden tutuyorsak, uhrevî yanı itibariyle bu bile
Cenab-ı Hakk’ın büyük bir lütfudur. Yoksa bütün bütün
zayi olup gideriz. Kabiliyetimiz değil, istidadımız
değil, O’nun lütfu sadece. Erzurumluların bir lafı
vardır: “Suya aşağıya doğru atacaksın, yukarıya doğru
arayacaksın, bulursan da başına vuracaksın.” Biz de,
nimetleri kendimizden bilme duygularını suya aşağı
doğru atmalı, yukarı doğru aramalı, kazara bulacak
olursak başına vurup o tür duyguları boğmalı ve herşeyi
Allah’tan bilmeliyiz.

 

İyi değerlendiremediğimiz mazimizi ve elimizden kaçırdığımız
güzellikleri ancak hâlisane ve çok hızlı bir gayretle
telafi edebiliriz. Gayret önemlidir ama “Hâlisane”
olması hiç ihmal edilmemelidir.

Dini anlatma ve irşad heyecanı, yitirdiğimiz en önemli
kıymettir. Dinî mevzuları öğrenme ve onu anlatma üslubu
zamanla halledilebilir ama ya başkalarına faydalı
olma heyecanı yoksa!..

Hayat Çekirdeği

Evet, insana bahşedilen hayat bir çekirdek, bir tohum
mesabesindedir. Bir tane tohum veriliyor ve deniliyor
ki “Çok dikkatli kullan bunu, ondan meyve de alabilirsin,
onu çürütebilirsin de. Dünyevî-uhrevî hayatın bu tohumun
çok iyi değerlendirilmesine, nemalandırılmasına bağlı.”
Kendisine verilen bu tohumun suyuna dikkat eden, toprakta
onun için kuvve-i imbatiye arayan, güneşe temasını
hesaba katan, ve hatta kuşların gelip gagalamasına
karşı dahi çareler arayan sonunda cennet meyvesi yiyecektir.
O tohum için gerekli bakım görümü yapmayanın elinde
de olsa olsa cehennem zakkumu kalacaktır.

Hastane, insanları seyredip kendimce dersler çıkarmama
da vesile oldu. Onların da inancı vardır, istavroz
çıkaranlar gördüm; fakat çoğunlukla çehreler kara
kara, sönük, renk atmış ve matlaşmış bir vaziyetteydi.
Bunun arkasında hayat sevgisi, uzun yaşama isteği,
kendini hiç ölmeyecekmiş gibi zannetme hissi ve altmışına-yetmişine
ulaşan yaşı “acaba seksen-doksan yapabilir miyim”
telaşı seziliyordu. Oysa insan ehl-i iman olunca,
“Ne yapalım yani, üç adım sonra çık diyeceklerine
şimdi “çık” diyorlar, ne farkeder.” diyor. Ahirete
inanmanız ve ölümü daha başından mukadder kabul etmeniz
bütün o türden sıkıntı ve endişelerinize çare oluyor.
Allah Ondan ebeden razı olsun, Üstad ne güzel söylemiş
“İman hem nurdur, hem kuvvettir.” Bu söz artık bizim
tabiatımız olmuş, slogan değil. İmanın gücü içimize
girmiş, bir trafik memuru gibi duygularımızı yönlendiriyor..
duygularımızın trafik memuru. Ne büyük bir nimete
mazhar olmuşuz bu küfür ve dalalet asrında!..

Bu nimet bir şükür ister. Hakkım olsa, onlar da istiskal
etmeseler ve ben de doğru ifade edebilsem, arkadaşlarımdan,
kardeşlerimden imanın güzelliklerini başkalarına da
duyurma heyecanını canlandırmalarını isterdim. Yani
otursun kalksınlar, çevrelerinde dîn-i mübîn-i İslama
bağlı ve onu neşretme adına bir heyecan.. sönmeyen
bir heyecan uyarsınlar. Ve bunun dışındaki herşeyi
fuzulî ve gereksiz görsünler ve göstersinler. Bizim
kaybettiğimiz şey İslami aşk ve heyecandır. Yıkılışımızın
arkasında o vardır. Yanlış anlaşılmasın, İslamî heyecan
herhangi bir şeyi protesto etmek için bağırıp çağırma,
yakıp yıkma, kin ve nefret besleme değildir. İslamî
heyecan, hiç yorulmadan, hiç duraklama yaşamadan sürekli
gönlünün ilhamlarını başka sinelere boşaltma; ye’se,
ümitsizliğe düşmeme; Allah’ın yarattığı her kulu muhterem
sayarak kim ve nerede olursa olsun tek kişi kalmışsa
bile atını mahmuzlayıp ona da iman meşalesi götürme..
götürüp çağı, konjonktürü ve muhatapları gözeterek
uygun bir üslupla herkesin iman nuruyla aydınlanması
için gayret göstermedir.