Gazeteciler ve Yazarlar da Edepli Olmalı

Gazeteciler ve Yazarlar da Edepli Olmalı
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: “Kur’an atmosferinde edep, Hak’tan halka uzanan çizgide seviye, vazife, misyon ve konum keyfiyetine göre kuşatıcı bir durum arzeder. Onun buyrukları ve irşatları çerçevesinde her mü’min bir edep insanıdır.” buyuruyorsunuz. “Edebin kuşatıcılığı” ne demektir; birer “edep insanı” olabilmemiz için dikkat etmemiz gereken hususlar nelerdir?


Cevap: Edep; hâl, tavır ve davranış güzelliği demektir. İnsanlara iyi muamelede bulunma mânâsını da ihtiva eden edep, aslında, Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine tabi olmak ve O’nun örnek hayatına göre bir çizgi takip etmektir.


İnsanların seviye, vazife, misyon ve konum keyfiyetlerine göre onların edep anlayışları ve davranışları da farklı farklı olur. Allah’a karşı edep, her an O’nu görüyor veya O’nun tarafından görülüyor olma mülahazasıyla hareket etmek, sürekli O’nun hoşnutluğu peşinde bulunmak, sevme ve saygı duyma hislerini O’na yöneltmek demektir ve herkes böyle bir edeple mükelleftir. Fakat, bu edep de izafîdir; sıradan bir insanınkiyle bir peygamberin edebi arasında çok fark vardır. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah karşısındaki edebi tarife gelmeyecek kadar derindir ama O’nun Hazreti Cebrâil’in edebiyle alakalı söyledikleri, “Cevâhir kadrini ancak cevher-füruşân olan bilir.” hakikatine tam bir misaldir. Efendimiz der ki; “Mi’rac gecesi belli bir noktada, Cebrâil aleyhisselamı eskimiş bir elbisenin perişaniyetinde gördüm. O noktaya vardığında adeta ayaklarının bağı çözülmüş; eskimiş bir elbise gibi yığılıp kalmıştı. Allah korkusu onu bu hale getirmişti. O zaman bir meleğin Cenab-ı Hakk’ı nasıl bildiğini anladım.” İşte, Cibril-i Emin’in o hâli bir melek haşyeti ve Cenab-ı Hakk’a karşı derin bir saygının neticesidir.


Demek ki, Allah’a karşı edep bile bir manada herkesin kendi idrak ve ihsas ufkuna göre değişmektedir. Mesnevî’de anlatılan bir menkıbe bu idrak ve ihsas farkına güzel bir misaldir: Musa (aleyhisselam) bir gün bir çobana rastlar. Çoban, “Ey kerem sahibi Allah’ım, neredesin ki sana kul olayım; çarığını dikeyim, elbiseni yıkayayım.. Yüce Rabbim sana süt ikram edeyim. Bütün keçilerim sana kurban olsun.” deyip durmaktadır. Hazreti Musa, “Kiminle konuşuyorsun?” deyince, çoban “Yeri göğü yaratan Rabbimle konuşuyorum.” der. Allah’a bu şekilde hitap etmenin doğru olmadığını öğrenen çoban sözlerinden dolayı çok pişman olur ve mahcubiyet içinde çeker gider. Biraz sonra Hazreti Musa’ya, “Kulumuzu bizden ayırdın. Biz söze ve dile bakmayız, gönüle ve hâle bakarız.” diye vahiy gelir. Evet, onun hali, bir çobanın kendi felsefesine göre Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluk sergilemesini, edep ve saygısını ifade etmektedir. Siz onun halini kitaplarda hiçbir yere koyamazsınız. Hiçbir kitap onun Cenab-ı Hakk’a hitaben söylediklerini ve O’nun hakkındaki mülahazalarını bünyesinde kabul etmez. İhtimal bizim edep telakkimiz de, peygamberlerin edep anlayışıyla kıyaslanınca o çobanınkine benziyordur. Zaten, biz de onlara kıyasla o çoban gibiyiz; dolayısıyla, o mazur görüldüğü ve kendi idrak seviyesine göre değerlendirildiği gibi, biz de onca hatalarımıza rağmen mazur görülebiliriz.


Peygamberâne Edep


Peygamberler, ibadet ü taatlerinde ve diğer muamelelerinde hep edepli olmasını bilmiş, Allah’a karşı olabildiğince saygılı davranmışlardır. Geçenlerde bir makalede arz etmeye çalıştığım gibi, mesela, Hazret-i İbrahim, hastalıklarını verenin kim olduğunu bildiği halde, “Allah beni hasta eder, sonra da şifâyâb kılar” dememiş; “Hastalığımda O’dur bana şifa veren.” (Şuara, 26/80) demiştir. Neden acaba? Çünkü, zahirî yüzü itibarıyla hastalığın bir çirkinliği var. Çirkin bir fiili Allah’a isnâd etmek o seviyedeki bir kalbin ve o dereceki idrak sahibinin edebine münâfîdir. Dolayısıyla, Hazreti İbrahim, olumsuz gibi görülen bir şeyi Allah’a isnad etmemiş; hastalığı kendine, şifayı da Cenab-ı Hakk’a bağlamıştır.


Denilir ki; Harun Reşid’in annesinin adı Hayruzan’dı. Hayruzan, çölde bulunan dikenli bir bitkinin adıdır. Bir şair, Halife’nin huzurunda onun ailesini meth ü senâ ederken, Hayruzan ismini hiç kullanmayıp Harun Reşid’in annesini başka kelimelerle yâd edince iltifat gömüştü. Edîb orada edepli davranmış; “dikenli çöl bitkisinin oğlu” şeklindeki bir tedaiyi hasıl edebilecek olan ismi kat’iyen kullanmamıştı. Peygamberlerin her hal, tavır ve sözlerinde de bu incelik vardır. Tek bir isimle, bir sıfatla ya da bir isnadla bile olsa eksik, kusur veya çirkinlik çağrıştıracak ifadelerden uzak durmak onların edep anlayışlarının gereğidir.


Hazreti Musa, kanun, kural ve kıstas tanımayan ve ne yapacağı belli olmayan tiranlardan, onların işlerini kolaylaştırmamak için kaçmış; Mısır’dan uzaklaşarak Eyke’ye ulaşmış; genel kabule göre, Hazreti Şuayb’ın (ya da herhangi bir salih kulun) kızlarına su çekme ve hayvanları sulamada yardımcı olmuş; sonra da bir gölgeliğe sığınarak, “Rabbim! Lutfedeceğin her nimete muhtacım.” (Kasas, 28/24) demiştir. Aslında onun durumu, sözlerinin kendi haline mutabık olması için, “Allahım, çok acıktım; canım dudağıma geldi. Ayakta duracak takatim, gidecek yerim ve sırtımı dayayacağım kimsem kalmadı. Yedir, içir, karnımı doyur ve bana bir sığınak lutfet.” demesini gerektiriyordu. Fakat, o böyle bir tasrihi edebe münâfî görüyor; pek çok ihtiyacı bulunan bir insan edasıyla sadece halini Allah’a arz etmekle yetiniyordu.


Biz de edepli olmaya dikkat ederiz; Rabbimize karşı mülahazalarımızı seslendirirken en uygun üslubu yakalamaya çalışırız; fakat, peygamber edebi bambaşkadır. Hatırlarsınız; bir dönemde “Yâ Kâdıya’l-hâcât ıkdi havâicenâ küllehâ; yâ Dâfia’l-beliyyât ve’dfa’ anne’l-belâya küllehâ – Ey ihtiyaç ve hacetleri gideren Rabbimiz, bizim bütün ihtiyaçlarımızı gider; ey belaları def’ u ref’ eden Sultanımız, başımıza gelmesi muhtemel bütün belaları def’ eyle.” şeklinde dua ediyordum. Bu duanın aslında, “küllehâ” kaydı yoktur; fakat, bütün hacetlerimizi kastetmek için ben “küllehâ” da diyordum. Daha sonra, bu kelimeyi söyleme hususunda şüpheye düştüm. Çünkü, Peygamber Efendimiz böyle bir dua yaparken, “Senin hoşnut olacağın hâcetlerimi yerine getir.” diyor. İşte “Senin hoşnut olacağın” kaydı bir edep ifadesidir. Meseleyi O’nun rızasına bağlama ve “Razı olduğun hususlarda ihtiyaçlarımı gider” deme Allah’a karşı saygının gereğidir. Biz, bu mülahazaya düşüne düşüne varırız ama Peygamberler, hususiyle de İnsanlığın İftihar Tablosu fetânet-i âzam sahibi olduklarından, düşünüp taşınmadan ne diyeceklerini bilir ve hep edep çerçevesinde kalırlar.


Allah’a karşı edepten sonra peygamberlere ve hususiyle de Peygamber Efendimiz’e (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) karşı edep gelir. Rasûl-ü Ekrem’e karşı edep, O’na itaatin Hakk’a itaat sayıldığının bilinmesi ve O’nun Allah’la münasebetleri örnek alınarak her konuda hedeflediği hususların takip edilmesi demektir. Çünkü, Sünnet-i Seniyye bütünüyle edeptir; Cenâb-ı Hak, edebin bütün güzelliklerini Habibinde cem’ etmiştir. O da, Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle, “Vahşî, âdetlerine mutaassıb ve inatçı insanları, kötü ahlak ve çirkin adetlerinden uzaklaştırıp ahlâk-ı hasene ile techiz ederek bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eylemiştir.”


Kur’an’ın Mucizesi Bir Cemaat


Allah Rasûlü, edep ve saygının unutulduğu bir zaman diliminde, vahşi insanlar arasında, hatta bazı kabileler itibarıyla, kız çocuklarının diri diri kuma gömüldüğü bir coğrafyada neş’et etmiştir. O günkü insanların konuşma tarzlarına bakarsanız onların edep anlayışına dair bazı ipuçları yakalayabilirsiniz. O devirde, evlat babasına sadece ismiyle ya da künyesiyle hitap ediyordu; “Ömer” diyor, “Ebu Bekir” diyor; annesini “Ümmü Seleme” diye çağırıyordu. Öyle ki, bir bedevî Allah Rasûlü’ne ard arda sorular soruyor; sonra da pazarlık eder gibi, “Seni hak olarak gönderen Allah’a yemin olsun ki, bundan ne fazla ne de eksik yaparım.” diyordu. Zülhuveysira adında birisi, o esnada mal taksiminde bulunan Resûl-ü Ekrem’e (aleyhisselam) gelip küstahça, “Ya Muhammed, adaletli ol!.” diyebiliyordu. Bu söz bizden birine söylenmiş olsaydı, ne yapardık acaba? Oysa biz, adaletsizlik etmiş de olabiliriz. Fakat, dünyaya adalet getirmeye memur edilmiş bir Peygamber o saygısızlığa maruz kalıyordu. Ne var ki, Şefkat Peygamberi, bu kabalıkların hepsini sineye çekiyor; her defasında, bir başka kaba insanın tavrıyla onuru rencide olsa da her şeye katlanıyordu. Neden? Çünkü, bir insana ebedi saadeti kazandırma çok önemlidir; O da ümmetinin kurtuluşu için her cefaya razı oluyordu.


İşte böyle insanların oluşturduğu bir toplumdan Sahabe Efendilerimiz gibi “Kur’an’ın mucizesi bir cemaat” çıkmıştır. Çünkü, Kur’an onları adım adım güzel ahlaka ulaştırmış ve “Ey iman edenler: Söz ve hareketlerinizde ileri gidip de Allah’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin. Onunla, kendi aranızda yüksek sesle konuştuğunuz gibi konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan bütün emekleriniz hiçe iniverir.” (Hucurât, 49/1-2) mealindeki ayetler gibi ilahi emirlerle herkesi edepli olmaya çağırmıştır.


İlk ayette yer alan “Allah Rasûlü’nün önüne geçmeyin” ifadesi, bir soru sorulduğunda, bir meselenin izahı ya da bir problemin çözülmesi istendiğinde, O varken siz söze karışmayın.. Allah Teâlâ, kendi murad-ı sübhanîsini O’nunla bildirmiştir; O’nun mesajına uyma, Allah’a uyma demektir; dolayısıyla, O mesajını ortaya koyduğu zaman, siz öne geçip farklı fikir beyan etmeyin, Peygamber’e akıl vermeye kalkmayın.. bunların yanısıra yolda giderken bir izin ya da ihtiyaç olmaksızın O’nun önünde yürümeyin ve sofrada ondan önce yemeğe başlamayın.. gibi manaları ihtiva etmektedir. Demek ki, Peygambere karşı edep, dolayısıyla Allah’a karşı edeptir. Çünkü, O bize Allah’ı tanıtarak, ilahî mesajını bildirerek ve O’nun razı olacağı şeyleri öğreterek yolumuzu aydınlatan ve ebedî saadet yolunu açan Zât’tır.


İkinci ayette, “Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin.” denmektedir. Bu ayet nazil olduğunda, Sâbit ibnu Kays ibni Şemmas (radiyallahu anh) evine kapanmış, “Ben Cehennemliklerdenim.” diyerek ağlamaya durmuştu. Peygamber Efendimiz, onun komşusu olan Sa’d b. Muaz’a, “Sabit ne halde, rahatsız mı?” deyince; o da gidip arkadaşının halini sormuştu. Sabit b. Kays, “Bu âyet indirilince çok korktum; ben sizin en gür seslinizim, demek ki ben Cehennemliklerdenim.” cevabını vermişti. Hazreti Sa’d durumu Peygamberimize anlatınca, Rasûlullah, “Hayır o, Cennetliklerdendir.” buyurmuş, Sabit hazretlerini yanına çağırarak ona “Sen hayır ile yaşayacak, hayır ile öleceksin.” müjdesini vermişti. Sabit b. Kays hazretlerinin sesi çok tizdi; konuştuğu zaman mikrofon kullanıyormuş gibi olurdu. Peygamber Efendimiz onun bu halinin tabiî ve yaratılıştan olduğunu anlatarak onu teselli etmiş; ayette kastedilen kimselerin, Peygamber huzurunda duruşun âdâbına riayet etmeyen, kaba kaba konuşan ve sesini yükseltip bağıran insanlar olduğunu belirtmişti.


Kur’an-ı Kerim tezgahında terbiye gören Sahabe efendilerimiz, zamanla tam bir saygı topluluğu durumunu ihraz etmiş ve halleriyle örnek olabilecek duruma gelmişlerdi. Artık, Allah Rasûlü’nün huzurunda hiçkimse sesini yükseltmiyor, herkes pesten konuşuyor ve çok edepli davranıyordu. Onlardan hiçkimse söz kendisine verilmeden konuşmuyor; birisi konuşacağı zaman da önce sesini akort ediyor, ne diyeceğini önceden belirliyor, az kelimeyle çok mana ifade etmeye çalışıyor ve asla gereksiz konulara girmiyordu. Onlar, Peygamber Efendimiz’e yapılan bir saygısızlığın, taşkınlık sayılıp bütün iyi işleri iptal edeceğini biliyor; O’nun yanında ulu-orta konuşmanın ve bağırıp çağırmanın bütün amelleri alıp götüreceğine inanıyor ve hepsi Sabit ibnu Kays ibni Şemmas gibi saygıyı muhafaza edememe endişesi taşıyorlardı. Ve bir gün geliyordu ki, O’nun huzurunda ne konuşma, ne yakışıksız bir tavır sergileme, ne ses yükseltme ve ne de itiraz sayılabilecek bir fikir beyan etme görülüyordu. “Biz, Efendimiz’in huzurundayken başımızda kuş varmış gibi duruyor, tek kelime kaçırmamaya gayret ediyorduk.” diyen Sahabe Efendilerimiz, artık Söz Sultanı’nın huzurunda, konuşmak şöyle dursun, hareket etmekten bile kaçınıyor, O’nun dudaklarından dökülen söz incilerinin bir tanesini bile zayi etmemeye ve O’nun her sözünü tam anlamaya çalışıyorlardı.


Edep ya Hû!..


Kur’an’ın edep çağrısı bizim için de geçerlidir. Rabbimiz’e, Peygamber Efendimiz’e, anne-babamıza, alimlere, Hak dostlarına, Hak yolunda olan idarecilere, bütün vatandaşlara ve hatta bir manada bütün insanlığa karşı saygı ve edep çerçevesinde hareket etmemiz müslüman olmamızın gereğidir. Enbiyâ-ı izamın, Ashab-ı kiramın ve Selef-i salihinin hayatları bizim için birer edep tablosudur. Bizim de saygı duymamız ve karşılarında edep sınırlarını asla aşmamamız gereken muallimlerimiz, mürşidlerimiz ve rehberlerimiz ya da şöyle böyle kendisine çok borçlu olduğumuz insanlar vardır. Onlara karşı edep de, nezdi uluhiyette sevap getirici ve Allah’ın rızasını kazandırıcı vesilelerdendir. Hele bu edebimiz Allah’tan ötürü ise, yani, mahlukâtı Allah’tan ötürü sevdiğimiz gibi insanlara karşı da Allah’tan ötürü edepli davranıyorsak, o zaman gerçekten kazanma yolunda yürüyoruz demektir.


Son cümle bana, Übeyy b. Ka’b ile İbn Abbas (Allah ikisinden de razı olsun) arasında geçen bir hâdiseyi hatırlattı. Bir gün Hazreti Übeyy ata binerken Hazreti İbn Abbas onun atının üzengisini tutar. Übeyy bin Ka’b onun bu davranışı karşısında, “Sen ne yapıyorsun! Sen ki Peygamberin amcasının oğlusun…” deyince; İbn Abbas, “Biz büyüklerimize hürmet etmekle emr olunduk.” der. Bu defa Hazreti Übeyy, İbn Abbas’ın elini tutup öper; “Biz de, ehl-i beyte karşı böyle davranmakla emredildik.” karşılığını verir. Onlar, bu halleriyle birer edep abidesi olduklarını ortaya koydukları gibi saygılarının Allah ve Peygamber sevgisinden kaynaklandığını da göstermişlerdir.


Her meselede olduğu gibi, edebi de tabiatın bir derinliği haline getirmek gerekir. İnsan işleye işleye, düşüne düşüne, üzerinde dura dura edebi tabiat haline getirebilir. Dolayısıyla birine karşı edepli davranırken riyakârlık yapmamış ve sadece karakterini sergilemiş olur. Böylece, riyadan, süm’adan ve başkalarına kendini satmaktan uzak kalır. Ayrıca, tabiî olmayan şeylerde her zaman inkıtâlar meydana gelebilir; sun’î davranışlar zamanla insana bâr olmaya başlar ve iradeyi zorlar. İnsan, irade gücünü her meselede ortaya koyamayabilir, her an iradenin hakkını veremeyebilir. Fakat, bir şey tabiat haline getirilirse, onun rüzgarı da arkaya alınır ve o işe inkıtasız devam edilir.


Bizim terbiye sistemimizde edep herkesin tabiatının bir yanı olmuştu. Biz birbirimize hitap ederken “efendim” derdik; hatta en küçük kardeşlerimize bile “efendi” diye seslenirdik. Öyle ki, annem ve babam, belki çocukken beni ismimle çağırmışlardı ama belli bir yaştan sonra bana asla sadece adımla hitap etmemişlerdi. Bir anne-baba, oğlu paşa da olsa, yine “Ahmet ‎ gel, Mehmet kalk” diyebilir. Fakat, annem bana hep “Hacı Efendi” derdi. Kardeşlerim de ‎ birbirlerine “Efendi” diye seslenir ve hep saygı ifade eden bir üslupla konuşurlardı.


Bizim dünyamızda, herkes muhatabını “zat-ı âliniz” sözüyle taltif ederdi; bir teklifte bulunacaksa “lutfedin” derdi. Bir büyük karşısında, tek kişi söz konusu ise, “bendeniz” ve “halâyıkınız”; birkaç kişiden bahsedilecekse “bendegân” ve “köleleriniz” denmeden söze girilmezdi. O gün herkes, dediği, ettiği ve ortaya koyduğu her şeyde gayet içten ve ince bir tavır sergiler, hep edeple oturur-kalkardı. Bu nezaket, o toplumda tabiat ve ahlak haline gelmişti. Bu nazik ifade ve üslup düşünülmeden ortaya konurdu ve milli terbiyemizin gereğiydi. Bu üslupta bir zorlanma, bir inkıta ve bir riya olmazdı.


Bugün de insanlığın o terbiye sistemine, o edebe ve o nezakete ihtiyacı var. “ Bîedeb mahrum bâşed ez lûtf-i Rab – Edepten mahrum olan Allah’ın lütfundan da mahrum olur.” kaidesine mâsadak olmuş beşer öyle bir edebe muhtaç. Alabildiğine kabalaşmış, olabildiğine hoyratlaşmış, -çok afedersiniz- “lan, hişt, hey, moruk…” demekten utanmayan yırtık ağızlara edep öğretme, onları güzel konuşma usulü ve uygun hitap üslubuyla tanıştırma çok önemlidir. Bazıları sayın, bey, efendi gibi ifadelerin samimiyeti bozduğunu düşünürler. Şahsen ben bu düşünceye katılmıyorum; bu bir üslup meselesidir ve bizim güzel üslubumuz her zaman korunmalıdır.


Eskiden tekye ve medreselerin kapısında “Edep ya Hû” yazılıydı. Bu söz, “Ey insan edebe dikkat et!” demekti. Daha kapıdan girerken karşılaşılan böyle bir ikaz o dergahların töresiydi. Ona benzer şekilde, hemen her yerde, her durumda ve her konumda insanlara edep telkin edilirdi. O edep, Kur’an’ın insanda görmek istediği bir özellikti. Hazreti Mevlânâ’nın, “Efendi bil ki, Allah kelâmı olan Kur’ân âyet âyet edepdir. Akıldan sordum: ‘İman nedir?’ Akıl kalb kulağına ‘iman edepdir’ dedi.” sözleriyle nazara verdiği hal, tavır ve söz güzelliğiydi.


Başkaları üzerinde müessir olan unsur da süslü sözler değil, insanî tavırlardır. Süslü–püslü sözlerin insanlara uzun süreli tesir ettiği çok görülmemiştir. Sadece söz tesirli olsaydı, dünya çapında en büyük edipler kitleler üzerinde müessir olur ve kalıcı tesirler icra ederlerdi. Herbiri birer sistem kurar ve öyle edebiyat ekolleri oluştururlardı ki, insanlar onlardan hiç ayrılmazlardı. Puşkinizm, Dostoyevskizm, Tolstoyizm, Balzakizm, Sartrizm gibi akımlar olurdu ve insanlar onların arkalarından giderlerdi. Fakat, bazı yanlarıyla onları takdir eden ve yazdıklarını beğenen bazı insanlar vardır ama genelde onları birer kudve (rehber, önder) kabul edip arkalarında giden ve arkalarından gitmekle kurtuluşa ereceğine inanan insan neredeyse hiç yoktur. Dolayısıyla, müessir olanlar, sözlerinden daha çok hal, tavır, davranış ve edepleriyle tesirli olmuşlardır.


Soru: Efendim, otururken ayak ayak üstüne atma, ellerle oynayıp durma gibi alışkanlıklar edebe aykırı mıdır?


Cevap: Bugün çok yaygın olan bazı tavır ve hareketler vardır ki, dinde bunlar mezmum sayılmış, sevimli bulunmamış ve yerilmiştir. Hatta, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bunlardan bazılarını zikrederek, ellerini kalçaya koyma ve kolları arkaya atıp elleri sırtta birleştirme gibi hareketleri kibir alameti saymıştır. Bir bacağı diğeri üzerine atmak, bir ayağı öbürünün üstüne koymak da bir kibir işareti olarak kabul edilmiştir. Ayak ayak üstüne atarak oturmak, bizim geleneğimizde ve terbiye sistemimizde hiç yoktur. Başkalarının yanında yatmak, uzun oturmak, ayaklarını uzatmak, bacak bacak üstüne atmak bizim kültürümüze uygun olmadığı gibi birine karşı yüzdeki ekşime, bakıştaki sertlik, lüzumsuz el kol hareketleri yapmak ve dudak bükmek de bizim edep anlayışımıza çok terstir. Bir mü’min bu tür davranışlarla asla başkalarını hafife almamalı ve o manaya gelebilecek her hareketten sakınmalıdır. Bazıları, biraz dinlenmek için ayak ayak üstüne atıyor olabilirler ama Hak dostları gece yatarken bile öyle yapmamaya çalışırlar. Bazen unutarak bir ayaklarını diğeri üzerine azıcık koyacak olsalar, hemen toparlanır, “Estağfirullah Ya Rabbi, Sen görüyorken benim böyle yapmam ayıptır.” der ve kendilerine çekidüzen verirler. Fakat, o tür hareketler, bazı insanlarda tabiat haline gelmişse, onlar da bir büyük tarafından ikaz edilmeli; doğrudan söylemek onları rencide edecekse, umumun içinde ve umuma hitap edilerek dolaylı yoldan onların da nasiplenmesi sağlanmalı.


Ne var ki, bu hususun da istisnaları olabilir. Mesela, bazen bizim devlet büyüklerimizin başka ülkelerin temsilcileriyle görüşürken bacak bacak üzerine attıklarını ve rahat oturduklarını görüyoruz. O şekilde oturmayı kaba bulsam ve tek başımayken dahi öyle oturmasam bile, ne zaman o tabloyu görsem çok hoşuma gider. Zira, mütekebbire karşı gösterilmesi gereken tavır kibir tavrıdır. Onların gurur ve kibir ifade eden hareketleri karşısında bizimkiler de ezilmemeli, bilâkis onlardan da rahat olmalıdırlar. Hem tabiatında tevazu bulunan bir insanın bir mütekebbire karşı o şekilde davranması iradîdir ve genel karakterini yaralayıcı bir durum değildir. Zannediyorum, muhatapları saygılı davransa bizimkiler de tabiatlarının gerçek rengini ortaya koyacak ve yüksek bir edeple mukabele edeceklerdir.


Hâsılı, biz nasıl bir edebin çocuklarıysak, nasıl bir edep ortamında ve nasıl bir edep kültürüyle neş’et etmişsek onu canlandırmalı ve ona göre yaşamalıyız. Bizim kendimize ait kültür kaynaklarımız vardır. O kaynaklara bağlı olarak gelişip olgunlaşmış olan edep anlayışımız da Allah’ı hoşnut edecek, Peygamberimiz’i sevindirecek ve insanlar arasında da rahatsızlığa sebebiyet vermeyecek şekilde düz çizgili bir kültürdür ve saf bir edep telakkisidir. Biz, bir edep toplumunun ve sağlam bir kültürün çocuklarıyız. Öyleyse, tavır ve davranışlarımız bu özümüzü yansıtacak keyfiyette olmalıdır.


Soru: Bediüzzaman Hazretlerinin “Edipler edepli olmalı” sözünü nasıl anlamalıyız?


Cevap: Bediüzzaman Hazretleri taşrayı İstanbul’a, İstanbul’u da Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa sürükleyen, şahsî garazları ve intikam fikrini uyandıran, böylece haysiyet kırıcı bir neşriyatla İslam ahlâkını sarsan bazı gazetecilere hitaben “Ey gazeteciler! Edipler edepli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı.” demiştir.


Aslında, edebiyatın kökü edeptir ve o, bir yönüyle edebin nesebi sahih evladıdır. Bundan dolayı edebiyatla meşgul olan bir insanın duygu, düşünce, söz ve tavırda edep kurallarına uygun davranması gerekir. Onların sözleri, milletin genel hissiyatını seslendirmeli; yazıp konuşurken bağlı kaldıkları ilkeleri de vicdanlarındaki diyanet hissi ve halis niyet belirlemelidir.


Ne var ki, Üstad’ın Lemeat’ta ifade ettiği gibi, edepten mahrum gazeteci ve yazarlar, “Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.” der ama onu öyle bir tasvir ederler ki, okuyucunun zihnini bulandırır, iştahını kabartır, heva ve hevesini canlandırır; neticede akıl ve hissi söz dinlemez bir hale getirirler. İşte böyle bir edebiyat –bağışlayın– edepsizliğin ta kendisidir. Bâtılı tasvir ederek sâfi zihinleri bulandırmak, edebiyat adı altında edepsizlik yapmak demektir.


Söz ve yazıyı bir insanın gıybeti hesabına kullanma, ister nesir isterse de nazımla başkalarını hicvetme de bu kategoride düşünülebilir. Düşünce ve fikir hürriyeti diyerek şahsî hürriyeti seslendirirken başkalarının saygı duyduğu hakikatlere karşı saygısızlık yapmak da katmerli bir edepsizliktir.


Bildiğiniz gibi, rasyonalizm, realizm, sürrealizm, romantizm gibi farklı farklı edebiyat ekolleri vardır. Bunlar asıl itibarıyla felsefi cereyanlar olup zamanla birer edebiyat ekolü şeklinde seslendirilegelmiştir. Bunların kimisi sadece akıla, bazısı aklın hiçbir denetlemesini kabul etmemek ve hiçbir töre, ahlak ve estetik anlayışının tesirinde kalmamak kaydıyla insan benliğinin kendi yorumuna, bir kısmı da aşka ve romantik konulara bağlanmıştır. Ne var ki, bu akımların büyük çoğunluğu edebiyat adına işlenen cinayetlerin vesilesi olagelmiştir. Çünkü, edebiyatın aslı edeptir; bunlarda ise, öze karşı bir muhalefet, kökü tahrip ve asılla dal arasındaki bağı koparma vardır.


Mesela, edepten mahrum bir edebiyat, dostların bulunmayışından ve sahipsizlikten kaynaklanan gamlı bir hüzün verir. Çünkü, onun talebesi, alemi bir vahşetzâr olarak görür; insanı, sahipsiz ve kimsesiz bir şekilde yabanîler içinde kalmış gösterir, geride hiçbir ümit ışığı bırakmaz. İslam ahlakıyla donanmış bir gazeteci veya yazarın ifadeleri de bir nevi hüzün verebilir. Fakat, onun hüznü yetimâne değildir, âşıkanedir; dostsuzluktan değil, bir süreliğine dostlardan ayrılmış olmaktan kaynaklanır.


Hâsılı, edipler, bütün söz söyleme yeteneklerini ve sanat kabiliyetlerini her zaman hakkın, iyinin ve güzelin emrine vermeli; temiz kalbleri bâtıl tasvirlerle yaralamamalı, insanların saf düşüncelerini çirkin hayallerle kirletmemeli ve nefsanîlikleri resmederek onları cismâniyetin köleleri hâline getirmemelidirler. Bediüzzaman hazretleri de, “Edipler edepli olmalı” derken bu hususlara dikkat çekmekte, gazeteci ve yazarların, Kur’ân’ın teklif ettiği edep çizgisinde davranmaları gerektiğini vurgulamakta ve kaynağı itibarıyla insanî yanımızın önemli bir derinliği sayılan beyana karşı saygılı olmamızı tavsiye etmektedir.