Dua ve İbadet İştiyakı

Dua ve İbadet İştiyakı
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Dua ve İbadet İştiyakı

Soru: Sahabe mesleği denilen yolda bulunanlar
genellikle manevî terakkîlerinden haberdar olmuyorlar.
Ancak bazıları zamanla ibadet ü taata fevkalade bir
iştiyak duyuyorlar. Adeta kendilerini ibadete, tesbihata,
evrad ü ezkara sevkeden, zorlayan bir şey oluyor. Bunun
izahı nedir?

Cevap: O hal, devamlı ibadet eden bir insanda
zamanla ibadetin fıtratın bir yanı haline gelmesinden
dolayı olabileceği gibi Cenab-ı Hakk’ın bilemediğimiz
bir sırla ibadet ü taate iştiyak (arzu) uyarması şeklinde
de olabilir. Her iki durumda da bu iştiyak Allah’ın
bir lütfudur. İbadet etmek bir lütuf; ibadete karşı
içte hissedilen arzu ve alaka da o lütfun üzerine ayrı
bir lütuftur. Cenab-ı Allah bazen bir kula bu duyguyu
lûtfeder; o da ibabetleri tabii ihtiyaçları, adetleri
gibi görür. Bu, o insanın iyi ve güzel hallerinin iştiyaka
dönüşmesi demektir. Bu iştiyakla, “ne kadar yapsam az”
der. Ne kadar ibadet yaparsa yapsın, ne kadar evrâd
u ezkârda bulunursa bulunsun “Lâ uhsî senâen aleyk,
ente kemâ esneyte alâ nefsike- Senin zatını senâ ettiğin
(övdüğün, methettiğin) ölçüde Seni senâ etmeye gücüm
yetmez.” felsefesine bağlı vazifesini eda edemediği,
iyi bir kul olamadığı gibi bir duygu içinde varsa, yani
yaptığı her şeyi azımsıyorsa bu kişi Allah’ın epey bir
lütfuna mazhar demektir. Mesela; günde bin tane salât
u selam okur da sonunda der ki: “Ya Rasülallah, Senin
kadr u kıymetine göre salat ü selam okuyamadım.” İnsan,
günde bin defa mesela Peygamber Efendimizin Mekke’nin
Fethi sırasında söylediği “Allahü ekberu kebîrâ, velhamdülillahi
kesîrâ, ve sübhanallahi bükraten ve asîla. Lâ ilâhe
illallahü vahdeh. Eazze cündeh. Ve nasara abdeh. Ve
hezeme’l ahzâbe vahdeh. Lâ şerîke leh-Allah en büyüktür;
O’na çokca hamdolsun; sabah-akşam Allah’ı noksanlıklardan
tenzih ederim. Allah’tan başka ilah yoktur, sadece O
vardır. Ordusunu aziz etti. Kuluna yardım etti. Düşmanlarını
tek başına mağlup etti. O yegane ilahtır, ortağı yoktur.”
sözlerini tekrar ediyorsa.. sonunda da “Bu olmadı. Rabbim
karşısında bununla yetinme çok küçük şey, çok ayıp oluyor.
Lâ uhsî senâen aleyk, ente kemâ esneyte alâ nefsike”
diye gönlünden söyleyebiliyorsa bu bir mazhariyettir.
Yaptığı ile iktifa eden –mü’mindir, inanıyordur, ibadet
ü taatındadır ama– bu ölçüde mazhariyete ulaşamamış
demektir. Yani günde bin rekat namaz kılsa “Hayır, katiyen
ben Rabbime karşı borcumu ödeyemedim” demek… “O’na karşı
şükran borcumu eda edemedim.” mülahazası mevhibe üstü
bir mevhibedir. Onun için mükemmelini anlatma sadedinde
–hadis olarak da rivayet edilir– “Mâ arafnâke hakka
marifetike Ya Ma’ruf- Ey bütün mahlukat tarafından bilinen
Rabbim, Seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık.”,
“Mâ abednâke hakka ibadetike Ya Ma’bud-Ey yalnızca kendisine
ibadet edilen Allahım, Sana hakkıyla kulluk edemedik.”,
“Mâ şekernâke hakka şükrike Ya Meşkur-Ey her dilde meşkur
olan Rabbim, Sana gereğince şükredemedik.”, “Ma zekernâke
hakka zikrike Ya Mezkur-Ey yerde gökte her varlık tarafından
adı anılan Allahım, şanına layık zikri yapamadık.”…
sözleri biraz vicdanın kriterlerine ve kadirşinaslığına
göre “tam eda edemedik” şuurunu anlatır.

İmanın kalbte sebat bulması çok önemli olduğu için
ben dua ederken mütemadiyen (sürekli olarak) “Allahümme
yâ Mukallibel Kulûb, sebbit kulûbenâ alâ dînik-Ey kalbleri
evirip çeviren Allahım! Kalblerimizi dininde sabitleyip
perçinle.” diyorum. Gerçi Efendimiz bunu genelde nefsi
mütekellim (birinci tekil şahıs) sigası ile demiş: “Allahümme
ya Mukallibel kulûb, sebbit kalbî ala dînike”. Bir yerde
“kulûbenâ” şekli gözüme ilişmişti ama meşhur olan ikinci
söylediğim şeklidir. Başka bir dua da “Allahümme ya
Musarrifel Kulûb, sarrif kulûbenâ ila tâatik- Ey kalbleri
evirip çeviren, kalblerimizi ibadet ü taat sevdasına
çevir!” diyorum. Buna ilaveler yapabilirsiniz: “İla
mâ tuhibbü ve terdâ. Lâsiyyema ilel ihlâs-Kalblerimizi
sevip razı olduğun işlere, hususiyle de ihlâsa yönelt.”
diyebilirsiniz. “İlel imanil kâmil vel yakînil etem-kamil
iman ve mükemmel yakîne yönelt.” diyebilirsiniz. “İlel
hilmi vel enât-yumuşak huyluluk ve düşünerek, temkinli
davranmaya yönelt.” diyebilirsiniz. Bunlar istenir Allah’tan.
Fiille de ısrar edilirse Cenab-ı Hak her şeye rağmen,
cismaniyete ve bedene rağmen ibadete aşk u iştiyak verir.
O hale gelir ki insan, santim eksik yapsa çok ızdırap
duyar ve yaptığı her şeyi az görür, küçük görür. Evet,
elinden geldiğince O’na karşı kulluğunu ifade edeceksin
ama sonunda “diyemedim” diyeceksin; “Söyleyemedim, edemedim,
yapamadım… Nerede Rabbimin sonsuz lütufları, nerede
O’na tam şükürle mukabele!..” Bize bunları söyleme,
bu istikamette istekleri ortaya koyma düşer.

Aksiyon ve Kalbî Hayat

Soru: Bazı insanlar devamlı vatana-millete
hizmette koşturuyor, ama zahiren ibadet ü taatta çok
derin görünmüyorlar. Bunun yanında maneviyata açık,
içe doğru derin dış dünyaya biraz daha kapalı insanlar
da var. Bunlardan hangisi daha makbuldür?


Cevap:
Bunların hepsi ayrı ayrı meziyetler. Hepsinin
ayrı yeri vardır ve insanın affına vesile olabilir.
Ama en iyisi ve en mükemmeli hem Rabbimizle münasebetimizde
sağlam durmak, hatta mazhariyetleri hissetmemek, yukarıda
arzedildiği gibi devamlı ibadete, evrad u ezkara iştiyaklı
olmak; hem de “Beni bunca nimetlerle perverde eden (besleyen)
Rabbimi duyurmalı, sevdirmeli değil miyim?” demek. Bu
şekilde câmî (pek çok hususiyeti üzerinde barındıran)
insan olunur. İnsan-ı kâmil de böyle tiplerden çıkar.
Çünkü insan-ı kâmil câmîdir; yani ruhî ve kalbî hayatıyla,
sırrı, hafîsi ve ahfâsıyla, letâif-i zâhiresi ve bâtınasıyla
hep aynı noktada bulunur, Allah karşısında aynı duruşa
muvaffak olur.. Tek yanlı olanlardan câmî insan ve dolayısıyla
insan-ı kâmil çıkmaz.

İkinci bir mesele de; bazı insanların fıtratı metafizik
mülahazalara açıktır; bazılarında ise irşad etme, tebliğde
bulunma, insanları Allah’a yönlendirme istikametinde
koşturma.. daha önde gelir. Bazılarının tabiatında birisi
var, diğeri yoktur. Bazılarınınkinde ise bu vardır,
öbürü yoktur. Allah isterse tabiat değişikliği de lütfeder.
Yani bir insan vardır ki, inançsızlıkla, küfür düşüncesiyle
sürekli yaka-paça olur; hep mücadele içindedir. Ama
beri tarafta kendini çok ihmal etmiştir. İbadet ü taat,
evrad u ezkar, geceleri kalkıp az bile olsa başını yere
koyma, biraz inleme.. böyle şeyler yok denecek kadar
azdır onun hayatında. Ancak Allah dilerse tabiatları
değiştirir, halden hale koyar, bu O’nun için kolaydır.
Bunun için me’surat (Efendimiz’den rivayet edilen dualar)
arasında görmediğim şu dua her zaman söylenir: “Allahümme
ya Muhavvilel ahvâl, havvil hâlenâ ilâ ahsenil hâl –
Ey varlığı halden hale sokan Allahım, mevcut halimizi
en güzel şekle çevir.”

Bize hoş bakıp hoş görmek düşer. Öyleki, vatana, millete
hizmet için “bu niye böyle?” demeden, meselelerin dedikodusunu
yapmadan canla başla koşturup duran insanlar oluyor.
Bu hal, Allah indinde çok hora geçiyor, çok değer ifade
ediyor. Bu öyle bir artı ki, onun bütün eksilerini kapatıyor,
hiç eksik bırakmıyor arkada.

Bazı müstesna zatların özel halleri mahfuz, insanın
ibadetlerinden zevk alması farklılaşabilir. Bazılarının
ibadete iştiyakındaki boşluklar, aralıklar dar olur.
Ancak çok mütekâmil insanlarda bile böyle aralıklar
yaşanabilir. Bu bizi aldatmamalıdır. Mesela, birisi
teheccüdünü hiç kaçırmaz, her gece aynı iştiyakla bu
semavî sofraya iştirak etmeyi hiç ihmal etmez, kaçırsa
kendine levmeder. Fakat her zaman aynı seviyede iştiyakını
koruyamayabilir. Zaman zaman öyle bir hale gelir ki,
artık orada ibadet isteği hiç yok gibi olur. Ancak insan
bu hususta kararlı olmalı, kendi vefasını ortaya koymalı.
Şart-ı adi planında Allah insanın iradesini çok önemli
görüyor. Ve insanın vefasına da çok değer veriyor. Onu
kendi vefası için bir sözleşme maddesi kabul ediyor;
“Evfû bi ahdî ûfi bi ahdiküm – Evvela siz sözünüzde
durun; ben de ahdimi yerine getireyim.” diyor. Bu insana
değer verme demektir. “Adımını sen at; ben onu karşılıksız
bırakmam” demektir. Yoksa bunu mükellefiyete zorlama
şeklinde anlamamak gerekli. Aynı şekilde şöyle buyruluyor:
“Fezkurûnî ezkurkum”. “Fezkurûnî-Beni anın”.. buna çok
değişik manalar vermişlerdir; “Beni ibadet ü taatla
anın, Ben de sizi lütuflarımla anayım. Beni sizin üzerinizdeki
nimetlerimle anın, Ben de yeni nimetler vermek suretiyle
sizi yâd edeyim. Siz Beni yeryüzünde mükellefiyetler
çerçevesinde anın; Ben de sizi mele-i âlânın sakinleri
arasında anayım.” Bu insan iradesine değer vermektir.
Onu, kendi icraat-ı sübhâniyesi için adeta bir esas
kabul etmektir. Bunu “Siz şu angaryanın altına girin;
Ben de sizi lütuflarımla anayım.” şeklinde anlamak –hâşâ–
Cenâb-ı Hakk’a karşı saygısızlık olur. Anne babanın
çocuğuna, “Hadi sen şu topa bir vur, seni omuzuma alacağım.”
demesi gibidir, öyle anlamak lazım.

Rabbimizle muamelenin mü’minler hakkında böylesine
yumuşak ve kul hesabına planlanmış gibi gösterilmesi
Rabb’e saygının gereğidir ve çok önemlidir. Adeta her
mesele bizim hesabımıza, bizim fayda ve çıkarımız nazar-ı
itibara alınarak planlanmış, kaderî program ona göre
ayarlanmış olduğu görülmeye çalışılmalı. Bu mevzuda
yanlış anlayışlar, çarpık düşünceler varsa mutlaka tashih
edilmeli. Yoksa Rabbimize karşı saygıda kusur edilmiş
olur. Çünkü O anneden de babadan da daha şefkatlidir.
Burada “daha şefkatli” sözünü söylüyoruz çünkü ism-i
tafdilden daha mübalağalı bir kullanım bilmiyoruz. Allah
Rasulü de öyle kullanmış: “Allahü Erham” demiş. “Allah,
annenin evladına olan şefkatinden daha şefkatli.” Bu
bizim kelimelerimizin darlığıdır, yoksa O’nun kullarına
olan şefkatini ifade edemeyiz. Zahiren kötü gibi görünen
ölümler, hastalıklar kulun muvakkat hayatında ebedi
saadeti için çok önemli sıçrama tahtalarıdır. Mesela,
baştan ayağa malülsünüz (sakat, hasta) de canınız yanacak
şekilde kolunuza bir iğne batırıyorlar, canınız yanıyor,
“of yandım” diyorsunuz. Ama neticesinde rahatsızlığınız
sona eriyor, iyileşiyorsunuz. İşte bu menfi gibi görünen
şeyleri öyle değerlendirmek lazım.

Üstad bazı kimselerin faziletlerini anlatıyor ve “şöyle
şöyle görüyordum; anladım ki onun bir hastalığı varmış,
hastalığını ketmediyor, sabrediyor ve katlanıyormuş.
Birinde de şöyle bir mükemmellik gördüm meğer annesine
babasına çok iyi bakıyormuş.” diyor.

Rabbimiz Hakkında Hüsn-ü Zan

Meseleyi Rabbimizin herşeyi bizim hesabımıza planladığını,
hep bizi kurtarmaya matuf, hep bizi bir yere celbetmeye,
cezbetmeye matuf olarak yarattığını görmek lazım. Namazı,
orucu, haccı, zekatı.. bela ve musibetler karşısında
tavır değiştirmeden sağlam bir duruşu.. ahirete gitme
isteğine rağmen O’nun emrine inkıyaden biraz daha burada
kalmaya tahammül etme zorluğunu.. hepsinin bizim lehimize
planladığını görmek ve hatta kendisine mülâkî olma (kavuşma)
hususunda bile durumumuzu bu çizgide ayarlamak lazım.
Mülakatımızın (buluşma, görüşme) daha derince olması
için “Benim burada kalmamı murat buyuruyorsan ben Sana
firaka da katlanacağım. Vuslata da “bir miktar daha
dur” diyeceğim.” deyip dünyanın boğucu atmosferini nimet
bilmek lazım. Evet, bütün bunları bizim lehimize olan
şeyler görmeli. Bu, Rabb-i Rahîm hakkında hüsn-ü zandır.
“Kulum Beni nasıl zannederse Ben öyleyim.” hadis-i şerifini
dar çerçevede anlamamalı; yani, “Beni affeden bir Rabbim
var, mağfiret eden bir Rabbim var, iyi yola sevkeden
bir Rabbim var.” bunlar hüsn-ü zandır. Fakat bir de
hayatımız adına takdir buyurulan herşeyde, her hesapta
biz esas alınmışız. Profil gibi herşey bizim üzerimize
işlenmiş ve biz nanaza verilmişiz. Sürekli bu yönüyle
Rabbimize bakmak, Rabbimiz hakkındaki hüsn-ü zannın
ifadesidir. Sizi sürgün eder, bir başkasını zindana
atar, bir başkasını başka bir imtihana tâbî kılar; hep
hüsn-ü zan etmek lazım. O gaddar (zulüm ve haksızlık
yapan) değildir. –Hâşâ– Gaddar diye bir ismi yoktur
O’nun. Hattar diye bir ismi yoktur. Kahhâr ismi bazı
şeyleri tedmir etmek (mahvetmek, perişan etmek) içindir.
Mesela, küfrün ve küfür düşüncesinin hakkından gelme
Kahhar isminin tecellisiyle olur. Yoksa genelde Allah
kullarına Rahman ve Rahîm’dir. Rahman ve Rahîm… Tesbihat
yaparken ne diyorsunuz; Ya Cemîlu ya Allah, ya Karîbu
ya âllah, Ya Mucîbu Ya Allah.. Bir yerde Ya Kahhâru
Ya Allah diyorsunuz ama hemen arkadan son isim geliyor;
gönül kapılarını açan, insanları fetheden Ya Fettâhu
Ya Allah…

Bazılarınca seyr-u sülûkun son mertebesinde de “Kahhâr”
zikrediliyor. Masivayla alakalı duygunun düşüncenin,
dünya bağlarının yok olup gitmesi adına öyle bir duada
bulunuluyor. Tabiri diğer ile; kalble Allah arasındaki
engellerin, maniaların yakılması, kavrulması, parçalanması
adına bu isim zikrediliyor. Bu ismin gölgesinde bir
fırtına esiyor ama o fırtına tohumları taşıyor, yeşermelerine
fırsat veriyor.

Evet, herşeyin bizim için yaratıldığını farkedip Rabbimiz
hakkında hüsn-ü zanlı olma çok önemlidir. O’nu çok sevmek
lazım. İnsan O’na delice aşık olsa hayatında en isabetli
işi yapmış olur. Müslümanlar hakkında ne “dallîn” denilmiş
ne de “magdûbîn”; onlar, “sıratallezine enamte aleyhim”
ehli olarak vasıflandırılmış. Bunu hem dua ve talep
olarak söylememiz istenmiş, hem de bir hedef gösterilmiş;
“Aman, sakın elden kaçırmayın. Semtine uğranılmaması
lazım gelen şeylerin semtine yaklaşmayın. “İhdinâssıratal
mustakîm sıratallezine enamte aleyhim” fırsatını da
kaçırmayın.”

Bismillâhirrahmânirrahîm ile başlıyor bizim kitabımız.
Bazı dinlerde çok sert, kıran geçiren, öfkeli bir tanrı
imajı çiziliyor. Hadiseler sadece dış görünüşleriyle
değerlendirildiğinden ya da olaylara yalnızca bir açıdan
bakıldığından dolayı yanlış yorumlamalar oluyor. Meselenin
tek bir yönüyle Allah’ın icraatını değerlendiremezsiniz
ki. Onlar neden öyle olmuş, orada adalet-i ilâhî nasıl
tecelli ediyor, murad-ı ilâhî nedir onu anlamaya çalışmak,
hepsini birden değerlendirmek lazım.

Deprem ve Rahmet-i İlâhî

En son Afyon depreminde de bu mesele beni çok tedirgin
etti. Enkazın altında perişan olmuş, kış soğuğunda dışarıda,
evsiz-barksız, korku ve telaş içindeki insanlar.. yürekler
parçalıyor. Onları görünce ben kendi dertlerimi unutuyorum,
benim hastalıklarım çok hafif kalıyor. Şimdi zelzeleden
sonra mazur duruma düşen çok insan var. Mazlum gibi
görünüyorlar. Öyle perişan, ayaklar altında, sefil…
Bu manzara –Allah muhafaza– zat-ı uluhiyete karşı farklı
mülahazaların doğmasına vesile olabilir. Aslında maruz
kalınan bu felaketler masum felâketzedelere çok şeyler
kazandırıyor. Evet, keşke deprem hiç olmasaydı, o binalar
iyi yapılsaydı, Rabbimizle münasebetimiz kavi olsaydı,
el kaldırıp dua etseydik, o bizi siyanet buyursaydı…
bunlar tamam; fakat, başa gelmiş bir şey, bağırıp çağırma,
şikayetçi olma hiçbir işe yaramaz ki artık. Aksine Rabbimizle
münasebetimizi zedeler. Bunun, aklî-mantıkî bir kısım
argümanlar değerlendirilerek mutlaka anlatılması gerektiğine
inanıyorum. İnsanlar Zat-ı uluhiyete karşı şikayeti
seslendirmeseler de içlerine böyle vesveseler gelebilir.
Hani, Hz. Bediuzzaman “İkinci Cihan Harbi’nde o masum
çoluk çocuğun ölmesi, günahsız insanların öldürülmesi
çok rikkatime dokunuyordu. Bu mesele ihtar edildi.”
diyor ve bazı hususlar zikrediyor. O tür hisler herkesin
içine gelebilir. Fakat, mesela o insanlara deseniz ki;
o gömülen masum insanlar şehittir. Onların zayi olan
malları sadakadır. Arkada kalan kimseler cephede şehit
vermiş gibi kahramanlardır. Allah indinde o dereceyle
anılırlar. El verir ki; Cenabı Hakk’a tam bir gönülle
teveccüh etsinler ve sarsılmasınlar. Bu dünya fanidir.
İnsanların ömrü ne kadar ki!. Ama inşaallah onlar ötede
ebedi saadeti yakalayacaklar.

Bu hususta devleti suçlamaya, ona buna sataşmaya da
gerek yok. Statik ve malzeme mevzuunda millet olarak
hepimiz suçluyuz. Kültür haline getirmemişiz bu mevzuyu;
binalarımız nasıl olmalı şeklinde bir kültürümüz yok
bizim. Hala ülkemizde birçok kocaman ahşap binada yangın
alarmı, tertibatı, söndürme sistemi yok. Hala soba dumanından
ölen bir sürü insan oluyor her sene. Yani falanı filanı
suçlamaya da gerek yok. Devlet de günah keçisi gibi.
Bir zelzeleyi de ona yüklemek uygun olur mu? Yerin durumunu
mu gelip düzeltecekti? Faylara yeni mecra mı bulacaktı?
Onu meskun yerlerin dışına mı kaydıracaktı? Evet, kimseyi
suçlamadan, Rabbimizin icraatına karşı şikayet hissi
de taşımadan “Bu yarayı da nasıl sararız; zor durumdaki
insanlarımıza nasıl yardımcı olabiliriz?” meselesi üzerinde
durmalıyız.

Hasılı, Cenab-ı Allah hakkında daima hüsn-ü zan edilmeli
ve O hem çok sevilmeli, hem de O’nu başkalarına sevdirmeli.
Zaten Rasul-ü Ekrem de şöyle buyurmuyor mu: “Habbibullahe
ilâ ibâdihî yuhbibkumullah- Allah’ı kullarına sevdirin
ki Allah da sizi sevsin.”