Aydınlık Dünden Aydınlık Yarınlara

Aydınlık Dünden Aydınlık Yarınlara
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Biz, asırlar ve asırlar boyu hayatımızı, hemen her zaman teneffüs edegeldiğimiz bir sonsuzluk mülâhazasına bağlı yaşadık. Yapıp ettiğimiz her şey bizde, zaman üstü hisleri tetikliyor, hayallerimizi harekete geçirip bizi pırıl pırıl bir geçmiş ve mutlu bir gelecek içinde dolaştırıyor, ruhlarımıza yaşadığımız/yaşayacağımız yılları-asırları o farklı güzellikleriyle duyuruyor ve bizi engin bir temâşâ zevkine dönüşen hülyalar içinde gezdiriyordu. Yaşanan her güzellik ve onların hatırlattıkları, çağrıştırdıkları, bir gül gibi nefis kokularıyla ufkumuzu sarıyor, yumuşak bir ipek gibi başımızı okşuyor, bize âdeta fâniliğimizi unutturuyor ve gönül gözlerimize bekâ ziyası çalarak ruhlarımıza ötelerin neşvesini tattırıyordu. Öyle ki, çok defa burayı ve öteleri bir çağlayanın bu başı ve öbür ucu gibi görüyor ve hiç mi hiç bir bitiş ve tükeniş mülâhazasına takılmıyorduk.


Bir bir gelen varlıkların geldikleri gibi bir bir gidişini –kaynağı varlık ve hâdiselerin kendi kültür ortamımıza göre yorumu– gayet normal ve yumuşak buluyor, hatta bu sırlı seyahati bir vuslata bağlı telâkki ettiğimizden derin bir inşirah duyuyor ve bu yoldaki hareketleri, yer değiştirmeleri, vazifeden terhis ve hizmet zahmetinden azat olup ilâhî teveccüh ve mükâfat âlemlerine yürüme şeklinde görüyorduk.


Günümüzde de öyle görenler vardır, ama o günler ve o günün derin insanları bir başkaydı; bir başka görürlerdi onlar burayı ve öteleri, ölümü, Hakk’a yürümeyi, dünyaya veda etmeyi, öbür âleme “merhaba” demeyi. Kendilerini idrak ettikçe bir imtihan heyecanı sarardı ruhlarını, kazanıp kazanamama hesabıyla geçirirlerdi ömürlerini. Duygu ve düşünce dünyalarında hep mehâfet ve mehâbet, sinelerinde sevgi ve iştiyak, gözleri Hakk’ın rahmetinde, gönülleri recâ duygusuyla meşbû, bambaşka hislerle dolar-taşar ve bu hislerle “şeb-i arûs”a yürüyor gibi yürürlerdi bu cihanın ötesine. Onlar, çok defa korksalar da her zaman ümitli ve hep tetikteydiler; zira biliyorlardı bu hayatın muvakkat olduğunu, ömürlerinin kısalığını, görülüp duyulan, zevk edilip yaşanan şeylerin fenâ ve zevâlini, kendilerine “çık” denecek zamanın belirsizliğini. Tetikte oldukları kadar da ümitliydiler, çünkü yol belli, hedef açık ve varılacak yer de malumdu. İmanları, mânevî donanımları, apaçık ve engin vicdanları, onlara, dar tabiî yapılarının çok çok üstünde farklı şeyler fısıldıyor ve önlerine ışıklar saçıyordu.


Kendilerini, kendi sınırlı duyuş ve sezişlerinin darlığına mahkûm edip topyekün mevcudâtı, umum ilâhî âyâtı böyle dar bir perspektiften seyir bahtsızlığı yaşayan ve ömürlerini cismaniyet ve bedenin karanlık koridorlarında tüketenler sinelerini dövüp âh u efgan etsinler; iman erleri her sabah, her akşam pırıl pırıl duygularla yepyeni bir âleme yürür, her zaman ötelere açık durur, karşılaşacakları sürprizlere “eyvallah” der, belâ ve musibetleri sabır imbiklerinde tadil ederek onları dahi birer arınma kurnası gibi değerlendirir; güzelleri güzel görür, hamd ü senâlarla derinleştirir; çirkin görünen şeylerin çehrelerine vicdanın ziyasından güzellikler çalar ve bütün ömürlerini rengârenk bir atmosferde yaşamasını bilirler.


Evet, bir zamanlar biz, hayatı hep böyle duymuş, böyle yaşamış, kendimizi ötelerin renklerle tüllenen yamaçlarında tenezzühe çıkmış gibi bir şevk u tarâb içinde hissetmiş ve bu hislerle oturup kalkmıştık. Zira, haberdardık yaşadığımız hayatın başlangıcından, nihayetinden, ifade ettiği mânâ ve yarınlar adına vaad ettiklerinden. Yürüdüğümüz şehrahın gidip nereye dayandığını, evimizin yolunu bildiğimiz gibi biliyor; bazen yol telâşına ve akibet endişesine düşsek de, her şeyi O’nun rahmetinin enginliğine bağlayarak, gözlerimiz hep ilerilerde, basiretlerimiz ufuk ötesinde, düşüncelerimiz kendi iç istikametimizde yürüyorduk hep rıza hedefine doğru… Bunun dışındaki şeylere çok fazla takılmıyorduk; hâdiselerin şöyle veya böyle cereyan etmesi bizi meşgul etmiyor, iç içe binlerce hesabın uyuşarak tam bir birliğe varması veya aksine her şeyin ters gibi görünen bir çizgide akıp gitmesi hiç mi hiç hareket ritmimize dokunmuyordu. İrademizin hakkını verdiğimiz takdirde, ilâhî inayetin tecellisiyle her problemin halledilebileceğine inanıyor ve her zaman ruhumuzda itmi’nan hâsıl edebilecek bir şeyler bularak yolumuza devam ediyorduk.


O zamanlar, bizim gürül gürül bir sesimiz, herkese diyebileceğimiz bir sözümüz ve bütün insanlık için mutlaka bir şeyler ifade eden bir duruşumuz vardı. Birbirimize karşı her zaman şefkat ve merhametle bakar, etrafımızı muhabbetle kucaklardık. Bu itibarla da, az da olsa, ara sıra zuhur eden şeytanî şerareleri vicdan atmosferimizde kırar, yumuşatır, bir çeşit ışığa çevirir ve sahiplerine iade ederdik. Zaten büyük ölçüde toplum olarak hep huzur içindeydik ve mutluluk solukluyorduk. Zevk ve lezzetlerimiz mütemâdi, keder ve inkisarlarımız ise muvakkattı. Bir kere inlesek, on kez sevinçle gürler; bir defa kırılıp dökülsek bilmem ne kadar şevk ü tarâb yaşardık. Beşiklerde ninnilerle uyuyan yavrular gibi kedersiz bir atmosferimiz, dupduru emellerimiz ve pırıl pırıl hülyalarımız vardı. Hüzünler, tasalar, üzerimizden gelip geçen ve muvakkaten gölge eden bulutlar gibiydi ve hiçbiri kalıcı değildi; gelmeleriyle gitmeleri bir olurdu ve ardından da her taraf yeniden ziya ile dolardı.. o günler ne günlerdi ve o günlerde biz kendimizdik…


Gün geldi –bu meş’um dönemin başlangıcı birkaç asır öteye dayanır– millet ruhuna bir güve musallat oldu. Kemirdi onu sağından-solundan ve delik-deşik etti ruh ve mânâ köklerini. Büyük ölçüde yaralı, hatta bazı yanları çürümeye yüz tutmuş bu bünyenin ayakta durması ve kendi olarak kalması çok zor görünüyordu. Muhalif rüzgârlar sürekli onu sallıyor, sarsıyor, dalını-budağını kırıyor, sağında-solunda çatlamalar meydana getiriyor ve onu hiçbir şey yapamaz hâle düşürüyordu. Artık o, milletlere yön verme, dünya hâdiselerini belirleme mevzuunda tamamen dışlanmıştı; hem de dünyanın öyle âdil, müstakim ve hakperest bir güce ihtiyaç duyduğu bir zamanda.. evet artık onun idare etme ve sözünü dinletme büyüsü bütün bütün bozulmuştu. Durduğu yerin çok gerilerine çekilmiş, dünkü kapıkullarının seviyesine inmişti; sesini duyuramıyor, dediklerini dinletemiyor ve sürekli irtifa kaybediyordu; irtifa kaybediyor ve bu iradî, gayr-i iradî sürüklenişe bir türlü “dur” diyemiyordu. Mütemâdiyen bir meçhule doğru kayıyor, kaydıkça başkalaşıyor ve onunla beraber dün din kardeşi, tebaa, reâya deyip bağrına bastığı, sıyanet ettiği toplumlarda da korkunç bir değişim, değişimle beraber bir düşmanlaşma vetiresi yaşanıyordu.


Koskoca bir coğrafyada örfler, âdetler, gelenekler künde künde üstüne devriliyor; iç içe birbirini tamamlayan dinî, millî usuller, asırlar ve asırlar boyu insanlığın örnek kabul ettiği nizamlar, intizamlar, milyonlarca insanın müşterek kanaatlerinin aks-i sadası sayılan kültürler, sanatlar ve millet ruhu, tarih şuuru gibi değerlerin hemen hepsinin içinden ruhları sökülüp alınıyor ve her şey birer kadavraya döndürülüyordu. Değişik ad ve unvanlarla öylesine bir başkalaşma humması yaşanıyordu ki, yerli ve bizden olan her şey kapı dışarı ediliyor ve onların yerlerine başkalarının kapı dışarı ettiği levsiyat dolduruluyordu. Bu acele ve hızlı değişimle kısa zamanda, hususiyle elit sınıf arasında o kadar çok kimse başkalaşmıştı ki, olup biten şeyler karşısında şaşkına dönen yığınlar “Galiba bundan sonra töre bu!” deyip millî çehreleriyle oynuyor, fanteziden fanteziye koşuyor ve sürekli kendilerinden uzaklaşıyorlardı.


Aslında bütün bunlar, muhteşem bir medeniyetin ölüm ihtilâçları, köklü bir milletin kendini inkâr etmesi, kabuk değiştirmesi ve ruhunun atlasını bir zamanlar ruhsuzluk dediği derme-çatma bir kısım telakkilerle becayiş etmesinden başka bir şey değildi; değildi ve altın çağlarımızda millî ruh mızrabıyla sinelerimizden yükselen seslerin-solukların, yüksek insanî duyguların ve cihanları idare etme mefkûresinin bir şablonculuğa feda edilmesi demekti.


Şimdilerde, gözlerimiz, hâlâ millî ruh kökünün sağlamlık ve canlılığında; ümitlerimiz, Rahmeti Sonsuz’un bütün bütün yüzümüze kapanmadığına inandığımız kapı aralığında; sinelerimiz O’nun ekstra inayetlerine müteveccih; yüzlerce seneden beri çürüyen birer ceset görünümü arz etsek de, yepyeni bir “ba’sü ba’del mevt”le derlenip toparlanacağımıza da inancımız tam. Aslında bu ümit ve imanla, şayet beklememiz bir esas ise, biz üç yüz sene, dört yüz sene bile bekleyebiliriz. Beklentilerimizi bilen Rahmeti Sonsuz bize yeni inkisarlar yaşatmasın!..