406. Nağme: Sabır, İştiyak ve Seçim

406. Nağme: Sabır, İştiyak ve Seçim

Sevgili dostlar,

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, 10 Ağustos 2014 Pazar günü sohbetine başlayacağı esnada karşısındaki elektronik tabloya baktı; 1000 kadar hikmetli söz ve hakikat damlasından oluşan levhalar arasından “Sabûr” ism-i şerifinin ekrana yansıdığını gördü.

Bunun üzerine muhterem Hocamız “yapılan kötülükleri hemen cezalandırmayan, af dileyip tevbe etmeleri için kullarına mühlet veren veya kötülüğe devamlarına imkân tanıyıp onları cezaya daha müstehak hale getiren, çok sabırlı manasına “Sabûr” ismi münasebetiyle sabır konusu üzerinde durdu.

Sabredilen konular itibarıyla, ibadetlere devam hususunda sebat, günahlara girmeme mevzuunda kararlılık ve musibetlere karşı tahammül gibi sabır çeşitleri olduğunu dile getirdi. Zaman isteyen ve bir vakte bağlı cereyan eden işlerde, “zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır” gerektiğini hatırlatan Hocaefendi, şöyle bir sabra daha dikkat çekti:

Sürekli öteler iştiyakıyla nefes alıp veren Hak dostlarının, vazifelerini tamamlayana kadar dünya hayatına katlanmaları ve gönüllerindeki vuslat arzusunu mesuliyet duygusuyla bastırmaları ancak seçkin kullara özel bir sabırdır. “Vuslata karşı sabır” da diyebileceğimiz mukarrabine has bu sabır çeşidi, Hak dostlarının can ü gönülden cemâl-i İlahiyi arzu etmelerine rağmen dine hizmeti kendi nefislerine tercih ederek burada kalıp vazifeye devam etmeleri, her ânı “Ne zaman Allahım, vuslat ne zaman?!.” mülahazalarıyla geçirdikleri halde O’nun takdirine rıza göstererek ölümü değil O’nun hoşnutluğunu istemeleri ve dava düşüncesiyle dünyaya bir süre daha katlanmalarıdır. Kemalâtın her şubesinde olduğu gibi bu hususta da Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) zirveyi tutmaktadır.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun vuslat iştiyakını ve mesuliyet şuurunu örnekleriyle anlatan Hocaefendi, hasbihalin sonlarına doğru Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonucuna ve bundan sonrasına değindi. Sözlerinin sonunda ne ile ve nasıl geçindiğini de açıklayan muhterem Hocamız, sohbetinde şu cümlelere de yer verdi:

“Ed-dunya cîfetun ve tavâlibuhâ kilâbun – Dünya bir pislik yığınıdır, onun etrafında eşinip duranlar da köpeklerdir.” Dünyanın dünyaya bakan yüzü budur. Diğer taraftan dünya, ahiretin bir mezrası olması itibarıyla değerlendirilmesi gerekli olan bir tarladır. Cenâb-ı Hakk’ın esmasının mecâlîsi, mezâhîri olması itibarıyla da, O’nun güzelliklerini aksettiren bir aynadır. Bu iki yönle dünyaya bakmak sevaptır. İnsanın marifet ufkunu inkişaf ettirir, insanı Allah’a götürür. Yeme, içme, yan gelip kulağı üzerine yatma, Karun gibi servet üzerine servet edinmeyi düşünme, helal-haram gözetmeden bütün fırsatları nefis ve şeytan hesabına değerlendirme; bu da dünyanın o erâcif yanıyla alâkalıdır. Bunun etrafında kuyruk sallayıp dönen insanlara da Sâhib-i Şeriat “kelblerdir” buyurmuş; lisan-ı nezihinden çıkmış bu, o da ayrı önem arz ediyor; çünkü hiç çirkin söz söylememiştir; fakat dünyanın o cîfe yanına bakınca, realiteye mutabık bir söz olsun diye böyle demiştir. Dünya bu debdebesi ve ihtişamıyla insanın karşısına çıkar, onu kendisine bağlamak ister. Fakat birileri de esas gönüllerini bağlayacakları yere zaten bağlamışlardır. İştiyakla otururlar, iştiyakla kalkarlar, hep Sohbet-i Canan derler.

Bir insana deli denmiyorsa, o imanında kemâlde değildir. “Allah Allah! Elinin tersiyle sultanlıkları itiyor. Elinin tersiyle ayağının ucuna kadar gelen imkânları itiyor. Dünya adına hiçbir şeyi değerlendirmiyor. Olsa bile yine O’nun hesabına kullanıyor; ‘Allah’ım bana verirsen, Senin nâm-ı celîlini î’lâ etmek, duyurmak, çoktan beri yitirdiğimiz, yıktığımız ruh âbidesini ikâme etmek istikametinde değerlendirmek istiyorum.’ diyor.”

Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in bir gün gülmesine meydan vermiyorlar. Siyerini tespit edenler, karakterini ve ruh resmini çizenler diyorlar ki, “Hayatında üç defa dişleri görünecek şekilde güldüğüne şahit olduk.” Onların da hepsi sizin adınıza birer hayrın, birer hayırlı mesajın ifadesidir. O, gülmüşse buna gülmüştür. Çünkü dudağının geriye gitmesine hiç fırsat vermediler. Hayatı O’na cehennem yaptılar. Fakat vazifesine öyle bağlıydı ve öyle derin bir vazife şuuru ile o işe sahip çıkmıştı ki, terhis tezkeresi kendisine gönderileceği âna kadar burada kalmaya kararlıydı.

Derdin en ağırını Cenâb-ı Allah O’na (aleyhissalatü vesselam) çektiriyordu. Marifetin en enginini -deryalar ötesi derinliğini- yine O’na tattırıyordu.

Allah size de o iştiyakı nasip eylesin!.. Siz O’nun (celle celaluhu) iştiyakıyla yanın tutuşun; ruhunuzun âbidesini ikâme etmek için hep çırpının durun; varsın dehrin hadiseleri bazen lehinizde, bazen de aleyhinizde cereyan etsin.

“Elhayru fî mahtârahullah” sözü, “Hayr, Allah Teâlâ’nın ihtiyar buyurduğu (seçtiği) husustadır!” manasına gelir; Cenâb-ı Hak kullarını neye sevk ederse etsin ve nasıl bir neticeye ulaştırırsa ulaştırsın, O’nun takdîrinin her zaman en isabetli, bereketli, faydalı, sevaplı ve akıbet itibarıyla da en hayırlı tercih olduğunu hatırlatır. Evet, Allah neyi nasıl yaratıyorsa, hayır ondadır!..

İhtimal Allah, bizi sıkıştırıyor ki, biraz daha dizlerimiz birbirine temas etsin, topuklarımız birbirine temas etsin, omuzlarımız birbirini zorlasın. O halde, namazda durduğunuz gibi “bünyan-ı mersûs” (kurşunla perçinlenmiş bina) şeklinde saf bağlamalıyız. Allah’ın bunu yaptığını düşünerek, “Elhamdulillahi alâ külli hâl, sivâ ehvâl-i ehli-l’küfri ve’d-dalâl” demeliyiz; Allah’a her takdirinden dolayı hamd u sena olsun, küfür ve dalalet ehlinin haline düşmek müstesna; Allah ona maruz bırakmasın.

Diğer taraftan, “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz!” hadisi hiç unutulmamalıdır. İlk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi adında bir zat vardır. Bu zat, ulemadan, fuzelâdandır. Diğer milletvekilleri meydanlarda nutuk atarken, Tahir Efendi, bir köşede hep susmayı tercih eder. Bir gün taraftarları ısrarla, “Efendi, sen de bir şeyler söylesen; herkesin vekili konuşuyor, herkes kendi vekiliyle iftihar ediyor, sen de bir konuşsan da bizim de göğsümüz kabarsa!..” derler. Tahir Efendi, az fakat öz konuşan bir insandır. Topluluğa şöyle hitap eder: “Şunu biliniz ki, siz “müntehib” (seçen)siniz. Ben de “müntehab”ım (seçilen). Gideceğimiz yer ise “müntehabün ileyh” (kendisi için seçim yapılmış yer, Millet Meclisi)dir. Sizin yaptığınız işe de “intihab” (seçim) denir. İntihab ise “nuhbe” kelimesinden gelir. Nuhbe, kaymak demektir. Unutmayın ki, bir şeyin altında ne varsa kaymağı da o cinsten olur; tabanında ne varsa tavanına da o vurur. Yoğurdun üstünde yoğurt kaymağı, sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur.” Ben bunu dinleyince dedim: Tahir Hoca, Senin kerametin bu; Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz!” hadis-i şerifini böylesine veciz bir darb-ı meselle ifade, hakikaten hiç olmamıştır şimdiye kadar…

Kur’ân diyor ki,

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ

“Siz kendinize bakın! Siz hidayette, doğru yolda, istikamette olduktan sonra başkaları size zarar veremez.” (Mâide, 5/105) Bunu böyle bilerek, yürüdüğünüz yolun hâlâ doğruluğuna inanıyorsanız, hareketlerinizi katlamak suretiyle doğru yolunuzda devam edin. Yürüdüğünüz yol, kendi ruh âbidenizi ikâme etme yoludur. Bir yönüyle, ütopyaya yürüme, yarım-yamalak olmaktan sıyrılma ve tamamiyete teveccüh etme yoludur. Cenâb-ı Hakk’ın rızasına götüren de tamamiyettir.

“Gevşekliğe düşmeyin; zinhar, tasalanmayın; gerçekten Allah’a inanıyorsanız, potansiyel olarak üstünsünüz!” (Âl-i İmrân, 3/139) Hakkıyla mü’min iseniz, siz potansiyel olarak a’lâsınız; Allah, bir gün o potansiyeli realize planına da döndürür. Hiç farkına varmadan kendinizi öyle bir noktada bulursunuz ki, “Oh be!..” dersiniz.

İmanını marifetle bezemeyenler, yol yorgunluğundan kurtulamazlar. Marifetini aşk u muhabbetle derinleştiremeyenler, formalitelerin ağında kıvranmaktan halâs bulamazlar.

“Bundan sonra ne olacak? Daha sonra ne olacak?” gibi sorularla meşgul olma yerine, düşünme enerjimizi, bütün aktivitelerimizi ve irade gücümüzü, omuzlarımızdaki emaneti kırmadan ve incitmeden, sonraki nesillere ulaştırma yolunda kullanmalıyız.

Çünkü bizim dünya ile alakamız yoktur. Dünya bütün debdebe, şaşaa ve hezâfiriyle karşımıza çıksa, elimizin tersiyle itecek kadar yürekli ve Allah’la irtibatımız açısından kavî olmamız lazımdır.