Cuma Hutbesi: Gönül Dili, Hal Şivesi

Cuma Hutbesi: Gönül Dili, Hal Şivesi
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Share

Paylaş

Beyan bir anahtarsa, o anahtarla açılan ışıktan dünyanın adı gönüldür. Her sözün kıymeti onun gönül ile irtibatı ölçüsündedir. Bence dil ve dudakla ifade edilen şeyler sadece gönül beyanının bir gölgesinden ibarettir. Ne var ki, Hak kelâmının bir izdüşümü sayılan gönül dilini de ancak ona açık duranlar ve ondan yükselen nefesleri duyanlar anlarlar. Mantık, muhâkeme, üslup, meânî kurallarına riayet söz cevherinin önemli unsurlarıdır.. evet, beyanın birer rengi, deseni, şivesi kabul edilen hakikat, mecaz, teşbih, istiâre, kinaye… gibi esaslar söze derinlik katan mühim hususlardandır. Her biri ayrı bir süsleme ve sözü sevdirme sanatı sayılan “muhassinât-ı lâfzıye”den cinas, seci’, iktibas… gibi hususların ve “muhassinât-ı mâneviye”den tevriye, tıbak, mukabele, hüsn-ü ta’lîl… türünden unsurların ifadeleri renklendirip bediî bir derinliğe ulaştırdığı da muhakkak. Ne var ki, temelde beyanı beyan yapan, onun gönül diliyle irtibatı ve iç ihsasların sesi-soluğu olmasıdır.

Lâfızlar mânâların kalıpları olmaları itibarıyla, bir yere kadar meânî, beyan, bedî’ –şimdilerde bu tabirlere biraz yabancı olabiliriz– kural, kaide ve disiplinlerinin de önemli oldukları söylenebilir; ancak, beyanda aranan gerçek zenginlik ve enginliğin kalb ve ruhun derinliklerinden fışkırıp ortaya çıkmasıyla “mebsuten mütenasip” olduğu da bir gerçektir. İmandan kaynaklanan bir heyecanla mızrap yemiş bamteli gibi inleyen gönüllerdir ki, dinleyenler üzerinde mütemâdî tesir icra eder ve bir aşk u alâkaya vesile olurlar.

Aksine, vicdan mekanizmasına mâl edilememiş, gönül diliyle seslendirilememiş ve hal şivesiyle renklendirilememiş bütün söz ve beyanlar ne kadar yaldızlı olsalar da yine de ruhlar üzerinde mütemâdî tesir icra edemezler. İnsanın iç dünyası her zaman mamur, mabetler gibi pırıl pırıl, arş-ı rahmete açık ve hep O’nunla münasebet heyecanı içinde bulunmalıdır ki, onun dillendirdiği mânâ ve mazmunların çevredeki akisleri de derin ve mütemâdî olsun; gönül gözleri kapalı, ruhu bedenî ve cismanî ihtirasların baskısı altında bulunan birinin başkasına edip eyleyeceği fazla bir şey de yoktur. Hayatlarının her faslında O’nu görüyor gibi davranan, O’nun tarafından görülüyor olma mülâhazasıyla oturup kalkan, Kur’ân ifadesiyle, nerede bulunursa bulunsun, O’nun hâzır ve nâzır olduğunu soluklayan ve görüldüğünde Allah’ı hatırlatan dırahşan çehrelerdir ki, her zaman inandıkları kadar inandırıcı olmuş; hakikatleri ve “Hakikatü’l-Hakaik”ı hissettikleri kadar çevrelerine de duyurabilmiş ve hep sinelerde yankılanan bir ses ve soluk olagelmişlerdir.

Kendi özünden habersiz, mahiyetindeki derinliklere karşı bîgâne, Hak’la münasebetlerinde gerilerin gerisinde birisi oturup kalkıp bülbüller gibi şakısa, dil döküp çevresine destanvârî şeyler sunsa da kat’iyen hiçbir gönle giremez, hiçbir kimse üzerinde müessir olamaz; çok güzel konuşabilir, konuşmalarıyla teveccüh ve iltifat da toplayabilir, ama muhatapları üzerinde kalıcı bir tesir uyaramaz ve kat’iyen onları Hakk’a yönlendiremez; Allah, kendisine yönlendirmenin şifreli anahtarını gönül diline ve hal şivesine armağan etmiştir. Bugüne kadar ruh ve gönülden yükselmeyen ve insan ledünniyatına ulaşamayan kuru bilgiler, söz ebelikleri, heva ve hevesleri şahlandıran dil ve akıl oyunlarıyla bir şeyler yaptıklarını sananlar kendilerini avutmuş, başkalarını da aldatmışlardır ama kat’iyen sinelerde sürekli yankılanan bir ses ve soluk olma bahtiyarlığına erememişlerdir. Ses-soluk, dil-dudak, kalem ve parmak iç ihsasların emrinde olmalıdır ki, söz gerçek değerine ulaşabilsin.

Gönül erleri her zaman söze gerçek değerini kazandırma peşindedirler. Onlar ağlarını gerer, sürekli iç ihsaslarını ve gönüllerinden fışkıran mazmunları avlamaya çalışır, vicdan mekanizmasından vize almayan mülâhazalara kapalı durur, kalblerinden nebeân etmeyen sesler-sözler bülbül nağmeleri gibi dahi olsa onları içlerinin farklı bir derinliğinde unutulmaya terk eder ve o kabîl mülâhazalar karşısında sürekli sessizlik murakabesi yaşarlar. Gönüllerinden fışkırdığına emin bulundukları ve hak mülâhazasına bağlı dillendirdikleri mefhumlar aklın zahirî nazarında zehir bile olsa, onları gönül dilinden yükselmeyen, hal şivesiyle renklenmeyen kevserlere tercih ederler; tercih ederler, zira onlar nefsanî ve cismanî huzur peşinde değillerdir; mülâhaza dünyalarına bağlı yürüdükleri yolda bin türlü mahrumiyet ve mağduriyet söz konusu olsa da, onlar hep gönül ibrelerinin gösterdiği istikamete müteveccihtirler ve gerektiğinde bütün bütün kendilerini unutmaya, hatta “ömür billâh” yâd edilmemeye hazırdırlar. Ne nâm u nişan ne şöhret ü şân ne de servet ü sâmân peşindedirler. Edip eylediklerine karşı sürekli vefasızlık görseler veya hep mahrumiyetlere maruz bırakılsalar da ne alınır, ne gönül koyar ne de kimseyi vefasızlıkla suçlarlar. Böyle davranmayı inançlarının gereği, yürüdükleri yolun da hususiyeti sayar; karşılaştıkları olumsuzluklara bir “eyvallah” çeker ve yol almaya bakarlar bu peygamberler şehrahında.

Tarih boyu bütün Kur’ân talebeleri hep böyle düşünmüş ve bu güzergâhta yürümüşlerdir. Dün ve bugün o nurânî şehrahın yolcuları o yolun Sonsuz Rehber’inin takipçileri olmaya and içmiş, hep sevgi soluklamış, başkalarına karşı aşk u alâka mırıldanmış, herkesi kardeşlik hisleriyle kucaklamış, Bediüzzaman ifadesiyle, kâinata “mehd-i uhuvvet”[1] nazarıyla bakmış, konuşurken gönül dilleriyle konuşmuş, konuştuklarını hal şivesiyle renklendirmiş ve fânileri Bâkî’den ayıran noktaya ulaşmış, his ve heyecanlarıyla hep bir farklılık resmi çizmişlerdir.

Bunlardır ki, çevrelerindeki en küçük işaretlerde bütün varlığın ruh ve mânâsını duyar; duyduklarını çehrelerindeki imalarla, gözlerindeki mânâlarla şekillendirir; var olmadaki derin sırları ledünnî bir sezişle sezer ve kalbin tepelerine sağanak sağanak boşalan mânâları birer “mâide-i semâviye” gibi karşılaştıkları herkese tattırmaya çalışırlar.. dolaşırlar vadi vadi, inançlarında filizlenen güzellikleri sunacak sineler ararlar.. ve buldukları her müstaid ruhla âdeta bir bayram yaşarlar. Duygularında gayet masum, en büyük başarılar karşısında bile iddiasız, her türlü beklentiye karşı kapalı; ama pürneşe ve püriştiyaktırlar.

Gece-gündüz hep bir sır peşindedirler.. sırlarını paylaşma onların en büyük emelidir. Gönüllerinde duyduklarıyla gönüllerde heyecan uyarmaya çalışırlar.. âşina sinelere duygudan-düşünceden, sesten-sözden matbaa mürekkebi görmemiş güftesiz besteler sunarlar. Soluk soluğadırlar yaptıkları işin heyecanıyla; ne yeis ne de keder, ne tereddüt ne de inkisar; yudumlarlar amel ve aksiyonlarının zevkini ve lezzetini edip eyledikleri işin içinde ve aramazlar başka bir ücret aradıkları gibi ruh bilmez ve gönül bilmezlerin. Sunarlar gönüllerinde mayaladıkları ruhu, mânâyı ve o zevkine doyulmaz mârifet ve muhabbeti. Ön yargılı değilse, kimse kurtulamaz bu büyülü seslerin birer inşirah çağlayanı gibi gönül yamaçlarında çağlamasının tesirinden; kimse kurtulamaz sinelere çarpıp insan benliğinde yankılanan bu ledünnîliğin cazibesinden…

Gökler ötesi ifadelerin akisleri sayılan bu tesirli gönül beyanlarına karşı hiç kimse alâkasız kalamaz. Biz hemen tesirini görmesek de gönülden fışkıran, hâlle farklı bir şiveye ulaşan bu beyan âbideleri bugün olmasa da yarın mutlaka ona açık kalbler üzerinde tesirlerini gösterecek, vicdan sistemlerini bütün derinlikleriyle tesir altına alacak.. ve bir gün şuuraltı müktesebât hâline gelmiş bu vâridât, çok küçük bir tedâîyle de olsa ortaya çıkarak en alâkasız ruhlara bile kendi boyasını çalacaktır.

Evet, bugün ne gönül diliyle söylenen sözler ne de hâl şivesiyle seslendirilen beyanlar kat’iyen zayi olmamaktadır. Şimdilik zihinler onları birer disket gibi kaydediyor, şuur değerlendiriyor, mantık ve muhâkeme besleyip büyütüyor ve yeni kalıplara, yeni şekillere ifrağ ediyor, sonra da onları bir “vakt-i merhûn”a emanet ediyor. Mevsimi gelince belki de kalbin o sihirli beyanları, hâlin ruhlar üzerindeki o silinmez izleri ne duyulmadık şeyler ne görülmedik güzellikler ifade edeceklerdir..!

[1]   Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye s.79 (Hubab).

***

Not: Bu hafta mescidimizde okunan Cuma Hutbesi, Muhterem Hocamızın Yağmur Dergisi Ekim 2005 sayısı için kaleme aldığı makaledir.