Ödül, Ceza ve İstiğna

Ödül, Ceza ve İstiğna

Soru: Fikir işçilerinin ve bilhassa öğrencilerin gayretlerini ve başarılarını ödüllendirmede hangi esaslar göz önünde bulundurulmalıdır? Bazen olumsuzlukların ve eksikliklerin üzerinde daha çok duruluyor; dolayısıyla zaman zaman takdir ve teşvik ihmal edilebiliyor. Ödüllendirme ve cezalandırmada denge nasıl kurulmalıdır?



-Tergîb (teşvik etme, isteklendirme) ve terhîb (sakındırma, uzaklaştırma), tebşîr (müjdeleme, imrendirme) ve tenzîr (uyarma, ikaz etme), ödüllendirme ve cezalandırma Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde ehemmiyetle üzerinde durulan bir terbiye usûlüdür. (00.52)


-Fiilî ceza verme işi devlete aittir; şahısların herhangi bir suç karşısında elle müdahaleye kalkışmaları doğru değildir. Fertler, bir kötülük gördüklerinde -mümkünse- onu dille gidermeye çalışmalı, en azından ona karşı kalbî tepki duymalıdırlar. (04.38)


-Adanmış ruhların cezalandırması “mükafattan mahrum bırakma” şeklinde olmalıdır. (05.30)


-Onlar, mevcut ekonomik şartları da mutlaka nazar-ı itibara alarak ve imkanlarını çok iyi hesaplayarak daha çok insanı ödüllendirmek suretiyle teşvik sahasını geniş tutmaya çalışmalıdırlar. (05.54)


-Ödüllendirmenin devamlılığını sağlamak için onu altından kalkılabilecek esaslara bağlamak ve götürülebilir olmasına bakmak şarttır. (08.30)


-İmkanlar dahilinde daha çok insanı mükafatlandırmak ve ödül olarak çeşitli alternatifler sunmak da lazımdır. Mesela, bir bilim olimpiyatında sadece ilk üç dereceyi tutanlar değil, belki en az ilk onda gelenler ödüllendirilmeli ve mesele orada da bırakılmayıp bir seyahatten uzun süreli bir bursa ve hatta yabancı bir ülkede master ve doktora yaptırmaya kadar değişik mükafatlar ortaya konulmalı; böylece istidatlı insanlar sahiden imrendirilmelidir. (10.08)



Soru: Mükafat denilince sadece maddî bir ödül mü akla gelmeli; yoksa, tatlı bir söz ya da sıcak bir tebessüm de mükafat sayılır mı?



-Günümüzün iyice maddileşmiş dünyasında manevi mükafatla yetinecek ve “Bana Seni gerek Seni!..” diyecek insan sayısı çok azdır. (13.40)


-Her sadaka bir sadâkat nişanesidir; tebessüm de bir sadakadır. (14.14)



Soru: Cezayı sadece “mükafattan mahrum etme” şeklinde sınırlandırmanızın sebebini lutfeder misiniz?



-Mesleğimizin temel felsefesi itibarıyla, bizim cezalandırmaya selahiyetimiz yoktur. (15.33)


-İman dairesinin güzelliklerinden hiç kimseyi mahrum etmemek için insanları uzaklaştırmama hususunda çok dikkatli davranılmalı; dolayısıyla da kimsenin damarına dokunmamak için cezalandırma da mükafatlandırmama şeklinde yorumlanmalıdır. (15.47)


Soru: Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “kalbleri ısındırılacak olanlar”a ve ümmetinden bazı kimselere bol bol ganimet dağıtırken, yakın dostlarına ve aile fertlerine sürekli ahireti işaret ediyor; çocuklarının ve torunlarının, kamuya ait imkanları şahısları için kullanmamaları, mesela sadaka hurmalarından yememeleri konusunda azami hassasiyet gösteriyor. Bu hususu nasıl değerlendiriyorsunuz?



-İnsanlığın İftihar Tablosu, hiçbir zaman “yakınlarını kayırıyor” denilebilecek bir davranışta bulunmamış ve bu konuda da ümmetine örnek olmuştur. (18.30)


-Bir gün Hazreti Aişe, “Yâ Rasûlallah, bu gece rahatsız mıydınız; çok ızdırap çektiniz?” deyince, Allah Rasûlü’nün cevabı şöyle olmuştu: “Yatağımın kenarında bir hurma buldum ve onu ağzıma koydum. Fakat sonra aklıma geldi ki, bizim evde sadaka ve zekat hurmaları da bulunuyor. Ya bu hurma, onlardan ise! İşte sabaha kadar bunu düşündüm, bunun ızdırabıyla sağa sola dönüp durdum. Bir türlü gözüme uyku girmedi.” (19.00)


-Mü’minler umuma ait meselelerde çok hassas olmalı; milletin malını tasarruf hususunda çok cimri davranmalıdırlar. (19.48)


-Adanmış ruhlarda aranan ahlak… (20.00)


-Habib-i Neccar, arkasında yürünecek rehberlerin en önemli iki vasfını nazara verirken onların hizmetlerine mukabil hiçbir ücret/menfaat beklemediklerini ve önce kendilerinin dosdoğru yolda yürüdüklerini belirtir. Doğrusu, bu iki sıfatı üzerinde taşımayan kimselerin başkalarına hidayet yolunu göstermeleri hiç mümkün değildir. (22.30)


-Herkese mükafat verirken sadâkat erlerini unutmama ve adanmışları da görüp gözetme gerekebilir; fakat, onları “bedelli bir müslümanlığa” alıştırmamaya ve ahiretlerini tehlikeye atmamaya da dikkat edilmelidir. (28.03)


-Huneyn’de elde edilen ganimetleri Allah Rasûlü, daha ziyade gönüllerini İslâm’a ısındırmak istediği insanlara dağıtmış ve bazı şahıslara hususiyet arz edecek şekilde paylar vermişti. Ancak bu taksim, Ensar’dan bilhassa bazı gençleri biraz rahatsız etmişti. Hatta bazıları, “Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, halbuki en fazla payı da onlar alıyor!” demişlerdi. Bunu söyleyenler birkaç genç de olsa, eğer bu fitne durdurulamazsa, önü alınamaz bir yangın haline gelebilir ve o yangın bazılarını ebedî ateşe sürükleyebilirdi. Çünkü Allah Rasûlü’ne karşı yapılacak bir itiraz, insanı dinden, imandan edebilir ve ebedî hasarete uğratabilirdi. Bundan dolayı, Efendimiz hemen Ensar’ın toplanmasını ve aralarına başka kimsenin de alınmamasını emretti. İşte orada kendisinin nasıl bir nimet olduğunu hatırlattı: “Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi? Siz fakr u zarûret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Siz, birbirinizle düşman değil miydiniz; Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?” Bütün bu sorular karşısında da Ensar topluca “Evet, minnet Allah’a ve Rasûlü’nedir!” demiş ve hele “Herkes evine, deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Rasûlullah’la dönmek istemez misiniz?” hitabını duyunca hepsi gözyaşına boğulmuşlardı. Böylece o fitnenin önü alınmıştı. (28.38)