Emânet

Emânet

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde özetle şunları söyledi:

“Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez.”

*Nimetlerin en küçüğü karşısında bile Cenâb-ı Hakk’a karşı gürül gürül şükretmeli; “Küfür ve dalâletten (sapıklıktan) başka her türlü hal için Allah’a hamd olsun!” demeli.

*Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, şöyle buyurmuştur:

مَنْ لَمْ يَشْكُرِ الْقَلِيلَ لَمْ يَشْكُرِ الْكَثِيرَ وَمَنْ لَمْ يَشْكُرِ النَّاسَ لَمْ يَشْكُرِ اللّٰهَ

“Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez. İnsanlara teşekkürde bulunmayan Allah’a da şükretmez.”

*Hakiki bir mü’minin en önemli özelliklerinden birisi bela ve musibetlere karşı sabır, nimetlere de şükür ameliyesi içinde olmasıdır. Bu manayı ifade eden bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

عَجَبًا لِأَمْرِ الْمُؤْمِنِ؛ إِنَّ أَمْرَهُ كُلَّهُ خَيْرٌ، وَلَيْسَ ذٰلِكَ لِأَحَدٍ إِلَّا لِلْمُؤْمِنِ

إِنْ أَصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ، وَإِنْ أَصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ

“Mü’minin her hali şâyân-ı takdir ve güzeldir. Onun her işi hayırdır ve bu da mü’minden başkası için söz konusu değildir. Çünkü o, herhangi bir nimete mazhar olunca şükreder, bu onun için hayır olur; herhangi bir sıkıntıya maruz kaldığında da sabreder, bu da yine onun için hayır olur.”

*Meseleye bu açıdan bakınca, zannediyorum, bazen fırtınaların şiddetli seyretmesi, bazen dalgaların tsunamiye dönmesi ve bazen ağaçların yerinden söküleceği şekilde hortumların esmesi karşısında “Allah var, ne gam var!..” deriz. “O’nu bulan neyi kaybetmiş ve O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki?” demiyor mu Ataullah İskenderânî?!.

Allah, size bambaşka lütuflarda bulundu!..

*Cenâb-ı Hakk’ın size, bu heyete ekstradan çok önemli lütufları oldu. Bunları görmezlikten gelmemek lazım. Allah Teâlâ size, vefalı Anadolu insanına bugüne kadar istikamet içinde önemli hizmetler gördürdü, gördürüyor. Raşid Halifeler müstesna, şefkatleriyle, re’fetleriyle, insanî değerlere saygılarıyla, başkalarını doğru okumalarıyla, çok ciddi empatileriyle bütün dünyada hüsn-ü kabule mazhar olmuş başka bir hareket göstermek neredeyse zordur.

*Yürüdüğünüz yol peygamber yolu olduğu sürece.. yürüdüğünüz yol sahabe yolu olduğu sürece.. makama, mansıba, payeye dilbeste olmadığınız sürece.. dünyevî çıkarlar karşısında peylenmediğiniz/satılmadığınız sürece.. birilerinin vesayeti altına girmediğiniz sürece.. yaşatma duygusunu yaşamanın önünde gördüğünüz sürece.. bir manada, dünyaya bakarken gözlerinizi aşağıya doğru eğip öbür tarafa bakarken kemal-i hassasiyetle gözlerinizi yukarıya diktiğiniz sürece.. ve hep güneşe müteveccih bulunup gölgeye takılmadığınız sürece Allah’ın izin ve inayetiyle bu iş de devam eder.

*İnşaallah siz bu ihlas-ı etemmi ve ihsan-ı etemmi belli ölçüde sergilemişsinizdir, Cenâb-ı Hak da ondan dolayı sizi bu lütufla serfiraz kıldı. Düşünün ki mübarek milletimiz, ister gaye-i hayal bayrağını, ister dil bayrağını, ister kültür bayrağını, isterse de insanî değerlere saygı bayrağını yüz yetmiş küsur ülkede böyle bin dört yüz tane okulla hiçbir zaman temsil etmemiştir. Nefis cümleden ednâ, vazife cümleden a’lâ!.. Allah, termite kubbeler yaptırtıyor; O’na binlerce hamd ü sena olsun.

Zalim ne yaparsa yapsın; her şey yok olsa, “Vira Bismillah!..” der, yeniden başlarız!..

*Bir şart-ı âdî olarak vifak ve ittifakınız bu muvaffakiyetlere bir vesile teşkil etmiş olabilir. Birliğiniz, beraberliğiniz, kenetlenmeniz, bünyân-ı marsûs gibi birbirinize bağlanmanız tevfik-i ilahinin vesilesi olması açısından, Allah sağanak sağanak tevfikini başınızdan aşağıya yağdırmıştır.

*Bu açıdan gezerken, otururken, kalkarken, hiç durmadan “Elhamdülillah alâ külli hâl…” desek, yine de bu büyük nimetin şükür, hamd ve senasını yerine getirmiş olamayız.

*Duyguda, düşüncede, histe, ihsasta ve ihtisasta bu mülahazayı koruduğumuz sürece Cenâb-ı Hak kim bilir daha ne lütuflarda bulunacaktır.

*Bakmayın şimdi muhalif esen rüzgarlara.. tsunamiye dönüşen dalgalara.. zalimlerin hayhuyuna.. mazlumların iniltisine… Takılmayın bunlara!.. Allah sizinle beraberse, bunların hepsi çok yakın zamanda savrulup gidecektir hazan yemiş yapraklar gibi!..

*Hazreti Sâdık u Masdûk (aleyhi ekmelüttehâyâ) buyurur ki: “Allah zalime mehil üstüne mehil verir; fakat bir kere de onu derdest etti mi, artık iflah etmez.”

*Kaldı ki, bugün birileri her şeyi yok etseler; hizmet yuvalarını seddetme gayreti içine girenler tam tehcîre, tenkîle, ibâdeye, ta’yire, tahfîfe giderek düşündükleri şeylerde başarılı olsalar; meleklerin alkışladığı bütün hayır müesseselerini kapatsalar; Anadolu insanının samimiyet zemini ve samimiyet kuvve-i inbâtiyesinde neşv ü nema bulan bu hizmeti bütünüyle yok etseler, Allah’ın izni ve inayetiyle, bu işe gönül vermiş insanlar “Vira Bismillah!..” der, yeniden başlar ve üç beş sene sonra meseleyi aynı kerteye ulaştırırlar.

Emânet.. Allah’ın, Rasûl-ü Ekrem’in ve Selef-i Salihînin Emaneti..

*Nefsimiz, imanımız, ibadetlerimiz… her şeyimiz emanet olduğu gibi, yüce dinimiz, hizmet düşüncemiz, dünya görüşümüz ve hayat felsefemiz de bize emanettir. Bunlar, dün seleflerimizin omuzlarına konmuştu; bugün bizim üzerimizde bulunuyor; yarın da sonraki nesillere aktarılacak. Bu emanetleri deformasyon görmüş bir halde devretmek doğru değildir. Şayet, biz emanetlere sahip çıkmaz, onları gereğince korumaz ve sağlam bir şekilde haleflerimize teslim etmezsek, istikbalin sahiplerini bir ruh travmasına maruz bırakmış oluruz ki, bu hem Allah’a, Peygamber’e, davaya ihanet, hem seleflerimize karşı vefasızlık, hem de yarının insanlarına karşı büyük bir haksızlıktır. Bu itibarla da Allah’ın, Rasûlullah’ın ve seleflerimizin emaneti olarak omuzlarımızda bulunan değerleri zayi etmemek için çok hassas davranmamız icap etmektedir.

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz “Benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır!” buyuruyor. Bütün hayatı, dünya ve mâfîhâyı istihkar edecek fedakâr insanlar sayesinde namının bir gün güneşin doğup battığı her yere ulaşacağına işaret ediyor ve gayb-bîn gözüyle bunun olacağına dair bilgi veriyor. Aynı zamanda kendisine inanan aklı başında insanlara hedef gösteriyor; adeta “Ben bunu diyorum, siz de bunu gerçekleştirmeyi gâye-i hayal edinin!” diyor ve bizden Hazreti Fatih’in “ne güzel kumandan” müjdesi ve hedefi peşinde koşması gibi, oturup kalkıp hep bu gayeyi düşünmemiz gerektiğine işaret buyuruyor.

*Üzerimizde öyle bir emanet bulunuyor ki, Raşit Halifeler’den müceddidlere, müçtehitlere kadar bir hayli babayiğidin, kâmil insanın bu hizmette dahilleri vardır. Bunların hepsini saymak saatler alır; onu yüksek irfanlarınıza havale ederek, meseleyi sadece günümüze getirip arz etmek istiyorum.

Hazreti Üstad ve halis talebeleri “Niçin emanete hıyanet ettiniz?” demezler mi?!.

*Hazreti Bediüzzaman, bu emaneti sonraki nesillere sağlam ulaştırabilme yolunda çeşitli bahanelerle senelerce zulüm görmüştür. “Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” diyecek kadar acı ve ızdırap yudumlamıştır.

*Binaenaleyh, Hazreti Üstad’ın ve halis talebelerinin de bizim üzerimize yükledikleri bir emanet yükü vardır. Ötede “Biz kendi dönemimizde hıyanet etmedik buna, değişik korumalarla bunu size intikal ettirdik. Sonraki emin ellere teslim etmek size düşüyordu. Niye ihanet ettiniz? Emanete hıyanet münafıklık sıfatıdır.” diyebilirler. Bu açıdan da onların emanetine hıyanet etmeden bu meseleyi samimiyetle götürmek lazımdır.

Merhum Turgut Özal’ın Emaneti

*Rahmetlik Turgut Özal özüyle, sözüyle dört başı mamur bir müslümandı. Yakından tanıma imkânı oldu. Ve çok vefalı davrandı. Kıtmir’in ne haddine Çankaya’ya davet edilmek ama defaatle davet etti; “Ben seni arka kapıdan içeri alırım!” diyordu, öyle bakıyordu meseleye. Fakat size zarar verir diye kabul etmedim, hiçbirini kabul etmedim. Yakında birisinin öyle bir teklifini de yine onun için kabul etmedim. Şimdi biri sizinle görüşünce, ona hemen bir nam takılıyor; o da o mülahazayla mahkûm ediliyor. Onu öyle bir duruma düşürmemek için kabul etmedim.

*1980’den 86 senesine kadar dolaştım sağda solda, kaçmadım… O dönemde askerlik yapan ne kadar arkadaşımız varsa, bazıları için iki üç defa, askeri kışlaya gidip hepsini ziyaret ettim. Billboardlarda resmim vardı, ismim de yazılıydı. Umursamadım onu. Belki de arkadaşlarıma “Boş verin, bu da geçer yahu!” demek için askerî kışlaların içine girdim, onlarla görüştüm. En son Burdur’daki arkadaşı ziyaret etmiştim. Demek o zaman deşifre olmuşuz, yakın takibe almışlar. Sonra ikinci kez, Hazreti Üstad’ın “Benim vekilim!” dediği o mübarek talebesi, yakın tarihte vefat eden merhum Mustafa Sungur’un oğlu Nur Sungur’u -ki o bir dönemde Kestanepazarı’nda Kıtmir’in talebesiydi- ziyarete gittim. Tespit etmişler, derdest ettiler; silah dayadılar karnıma, içeriye götürdüler.

*O zaman rahmetlik Turgut Özal başbakandı. Evet, o da başbakandı, başkaları da başbakan; hakkı olmayanlara Allah o fırsatı vermesin!.. O gece dahiliye vekilini, hariciye vekilini, adliye vekilini hususi olarak topluyor; “Fethullah Hoca’yı falan yerde derdest etmişler, derhal salıversinler!..” diyor. Sabah bizi uyandırdılar, ifadeye çağırdılar, biraz sonra birisi geldi, dedi ki: “Yahu bu gece bütün tel hatları birbirine karıştı. Başımıza iş açacağız, bırakalım bunları, gitsinler!..” Sonra “Burdur aramıyor, bunları İzmir arıyormuş, oraya götürelim.” dediler. “Olur” dedik. İzmir’e götürdüler. Beni arayan şef, istihbarat müdürü, hepsi geldi, elimi sıktılar, “Hocam, çok geçmiş olsun!” falan dediler. “Hani siz beni arıyordunuz?” deyince, “Biz aramıyoruz sizi!” dediler. Merhum Turgut Özal ağırlığını koymuştu; bu insanca bir ağırlık koymaydı. Allah onu da Efendimiz’le beraber Firdevs ile sevindirsin.

*Sadece o değildi. Hizmet’in Asya’da yeni yayıldığı zamanlarda oraları ziyaret edeceği vakit, “Okullar adına referans olmak için hususi gidiyorum, niye arkadaşlar gelmiyorlar?” diye Kıtmir’e haber gönderdi. Ben de bir-iki arkadaştan rica ettim. Hususi gitti, Asya’da dolaştı, daire çizdi ve uğradığı her devlet reisine dedi ki “Bu işe ve bu arkadaşlara ben kefilim, bırakın açabildikleri kadar okul açsınlar!..” Dolayısıyla, bir Turgut Özal emanetidir bu. Ahirette davacı olur o. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enam ile beraber haşr u neşr olsun inşaallah.

Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’in Civanmertlikleri

*Süleyman Bey, nereye koyarsanız koyun, cumhurbaşkanı iken, belki otuz tane devlet başkanına mektup yazdı. Neden? Milletimize müyesser olmuş böyle bir hizmetin devam ve temadisi adına. Nereye koyarsanız koyunuz!.. İnsanlık damarıyla, bir yönüyle dine olan saygısı damarıyla, kendi vatanında meydana gelen fedakâr bir kısım kimselerin hizmetlerini alkışlama hesabına rahatlıkla bu mektupları yazmıştı. Onun açısından da bu mesele bir emanettir. Bir de Süleyman beyi ahirette hakkınızda davacı haline getirmeyin!.. “Ben elli tane mektup yazdım, siz niye bu işi yarı yolda bıraktınız? Yürüdüğünüz doğru yolda neden takılıp kaldınız?” der. O yaptığı iyi şeyler de inşaallah onun vesile-i saadeti olmuştur. Herkes hakkında hüsn-ü zannımız var.

*Bir garip şey daha anlatayım size: Bülent Ecevit. Yetiştiği kültür ortamı itibarıyla bahiste bulunmayacağım. Ankara’daki ve İstanbul’daki evine gittim. Ben bir kıtmirim sadece, fakat 30-40 sene cami kürsülerinde halka bir şeyler anlatmaya çalıştım; o da bunun hatırına, yemin ederim size, ceketinin düğmelerini düğmeleyerek karşıladı. Televizyona geldi, aynı saygıyla karşıladı.

*Dahasını söyleyeyim size: Amerika’da henüz beş on tane okul varken, bir arkadaşımız yanına sık sık gidip geliyordu. Bir defa uğradığında “Amerika’da on tane mi, yirmi tane mi charter school açıldı. Bu okullarda talebe yüzde otuz nispetinde seçmeli Türkçe öğreniyor.” deyince, Bülent Bey sevinçle yerinden kalkıyor, heyecanla “Amerika’da da Türk dili öğretiliyor!” diyor, memnuniyetini ifade ediyor.

*Bülent Bey zirvedeyken ben Vatikan’a gittim. O zaman büyükelçiye telefon etmiş. Büyükelçi iki-üç gün bizden ayrılmadı, rehberlik yaptı ta Papa’yla görüşmeye gideceğimiz zamana kadar. Görüşme vakti, saygıyla eğilip “Hocam, ben resmi bir devlet memuruyum, sizin ziyaretiniz resmi olmadığından müsaade buyurursanız buna iştirak edemeyeceğim!” dedi. O da bu mevzuda bir civanmertlik sergilemiş ve o okullara arka çıkmıştı. Bir yönüyle onun da sizin sırtınıza yüklediği bir emanettir.

Dikenliklerde boy atanlar gül bahçelerinden rahatsızlık duyarlar!..

*Bugüne kadar herkes, Allah’ın izni ve inayetiyle sahip çıktı; sahip çıkanlardan Allah ebeden razı olsun. Bu arada Abdullah Gül beyin bir-iki yere telefon ettiğini de şayan-ı şükran ve takdir olarak yâd etmeden geçemeyeceğim. Problemin olduğu bazı yerlere telefon etti, onu da şükranla yâd ederim.

*Ama birileri de var ki!.. Güney Afrika’da Selimiye’nin tipik bir örneği inşa ediliyor; külliye, sağlık sitesi, yurt, okul yapılıyor. O ülkeyi gezmeye gidiyor; o külliye duvarının kenarından geçiyor. Rica ediyorlar, “Bir içeriye girseniz?!.” İnadından içeriye girmiyor, hasedine yenik düşüyor. Daha sonra da o haset ona daha korkunç tahribatlar yaptırtıyor. O hasedin önü alınamayan çağlayanına bir kere yelken açtıktan sonra, günah deryasından, haset deryasından, hemz ü lemz deryasından geriye dönmeye fırsat bulamıyor.

*Kur’an-ı Kerim ferman buyuruyor:  قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “De ki: Herkes yaratılışına göre davranır, kendi karakterinin gereğini sergiler.” (İsrâ, 17/84) Biri “Yapın, açın!” der. Öbürü de üst üste “Kapatın, yıkın, önünü alın, durdurun bunları!” der, “Çünkü bunlar dünyayı sulayacaklar, toprağın kuvve-i inbâtiyesinde yeni bağlar ve bahçeler meydana getirecekler; zinhar buna fırsat vermeyin. Zira tımar ederlerse, bu hâristan (dikenlik) gülistana döner, bostana döner, bağistana döner. Benim ne gülistana, ne bostana, ne de bağistana tahammülüm yoktur, çünkü ben bir hâr (diken/lik) çocuğuyum, bana da hâristan düşer!” Sana hâristan düşsün!..