Doğruluk, Sadâkat ve İş Hayatının Sâdıkları

Doğruluk, Sadâkat ve İş Hayatının Sâdıkları

* Peygamberler (alâ seyyidina ve aleyhimüsselam), özellikle sıdk, emanet, tebliğ, fetânet ve ismet-iffet gibi çok mümtaz vasıflarla muttasıftırlar. Peygamber yolunda yürüyenlerin de bu üstün ahlâkı esas edinmesi ve bu güzel vasıfları temsil etmesi lazımdır. (00:25)

* Peygamberliğe ait vasıflardan biri de, her türlü ayıptan münezzehiyettir. Peygamberler masum, iffetli, sâdık, emin ve firaset sahibi insanlar oldukları gibi, her türlü ayıptan da münezzehtirler. Onların hastalıkları bile geçici bir imtihandır, kalıcı değildir. Onlar, kendi toplumları ve çevreleri tarafından asla tiksinti duyulmayan, görenlere Allah’ı hatırlatan, herkese emniyet vaad eden ve hallerine imrenilen insanlardır. Hazreti Câbir der ki: “Bir gün mescidde oturuyorduk. Ayın tam ondördüydü. Tepemizde kamer, ışıl ışıl parlıyordu. O sırada Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) mescide girdi. Bir aya, bir de O’na baktım; kasem ederim ki, Allah Rasûlü’nün yüzü aydan daha parlaktı.” (00:42)

* Sıdk dendiğinde daha çok doğru söz ve hakikate muvafık beyan akla gelmektedir. Fakat aslında sıdk; doğru sözün yanında doğru davranışı da ihtiva eden, her türlü uydurma beyan ve tavırdan arınmış olmayı da çağrıştıran ve insanın iç-dış, gizli-açık her halini aynı çizgide götürmesi, hilâf-ı vâki her şeye kapanıp, hayatını doğruluğa göre planlaması manalarına gelen daha şümullü bir tabirdir. Nur Müellifi, “Müseylime’yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedü’l-Emin Aleyhissalâtü Vesselâmı âlâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.” der. (02:54)

* Sıdk ve sadâkatte zirveyi tutan; hayal, tasavvur, duygu, düşünce, hatta mimiklerine kadar bütün hal ve tavırları itibarıyla doğruluğa kilitlenmiş olan hak erleri “sıddîk” ünvanıyla anılmaktadır. Özü sözü bir, her haline güvenilir bu kahramanlar, çok samimi, pek hâlis ve olabildiğine sâdık insanlardır. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sıddîklar üstü sıddîktır. O’nun getirdiği her şeyi tasdikte kemale erişen, kendisine sunulan mesajlara -aksine ihtimal vermeyecek şekilde- iman eden ve i’lâ-yı kelimetullahı hayatının gâyesi bilen Hazreti Ebu Bekir (radiyallahu anh) sıddîk-i ekberdir. Sıddîklar sıddîkının mualla zevcesi ve Sıddîk-ı ekberin kızı Hazreti Aişe-i Sıddîka annemiz de sıdk ve sadâkatiyle maruftur. (05:20)

* “İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh / Doğruların yardımcısıdır Hazreti Allah!” (09:19)

* Adanmış ruhların en önemli yanlarından biri de sadâkattir. Sadâkat; söz ve tavırlarla beraber duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde de doğru olma, hak ve hakikate yürekten bağlı kalma, dostlarına karşı hep vefa hisleriyle dolu bulunma, şartlar ne olursa olsun hainlik ve döneklik yapmama, gönül verdiği kapıdan asla ayrılmama ve riya, tasannu, maddî-manevî çıkar hesabı gibi kötülüklerden arınarak hâlis bir niyetle Allah yoluna bağlanma manalarının hepsini ifade eden muallâ bir kelimedir. Söz ve davranışlarında doğruluğu tabiatının bir parçası haline getirip, insanlarla olan muamelelerinde hep dürüst davranan; günlük konuşmalarından mizahlarına, dost meclislerindeki muhaverelerinden tebliğ adına yaptığı konuşmalarına, ticaret sahasındaki uygulamalarından iş hayatındaki muamelelerine kadar bütün söz ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan ve dostluğun gerektirdiği vefayı hep muhafaza eden, sözünün eri ve güven timsali insanlara “sâdık” denir.

* Doğru olmayan bir mesele, İstanbul’un fethi gibi büyük bir iş bile olsa, ayağın ucuyla itilmeli ve “lazım değil” denmeli. (11:50)

* Kendini mefkûresine adamış insanlara diyorum bunları, başkaları beni alakadar etmez. Kabul ederlerse, kardeşlerime diyorum, dostlarıma diyorum.. günde beş vakit namazda -yemin ederim- “Kardeş, dost, taraftar, muhib, sempatizan.. Allahım ihya eyle onları!..” diye duam çerçevesi içine aldığım insanlara diyorum: Gaye-i hayallerini ikâme etmeye kendisini adamış insanlar, kendileriyle yüzleştiklerinde, şayet işin içinde bir bit yeniği varsa.. İstanbul’un fethi, Belgrad’ın fethi, yeraltından yolların yapılması, denizaşırı yerlere ulaşılması, olmaz şeylerin olması, göklere helezonların kurulması.. Merih’lerde, Utarid’lerde, Zuhal’lerde sarayların yapılması.. bütün bunlara muvaffak olsalar; sonra bir de dönüp nöronlarını adeta böyle teşrih masası üzerine yatırarak teker teker onları cımbızla yoklatsalar, mikroskopla baksalar.. şayet onlardan birisine bulaşmış böyle bir benlik varsa, bir takdir hissi varsa, yaptıkları bütün bu güzel şeyleri ayaklarının tersiyle itecek kadar o mevzuda sadâkat içinde olmalı ve Allah’a bağlılıklarını ortaya koymalıdırlar. Başkalarının başka şekilde bir kısım ruhsatları değerlendirmeleri ve kendilerine göre bir kısım fetvalar icad etmeleri, kendini hak ve hakikati ikâme etmeye adamış insanları aldatmamalıdır. Bunlar insî ve cinnî şeytanların tesvilâtıdır ve onlara karşı sur içinde sur oluşturulmalıdır. (14:45)

* Birilerini aldatırsak, esasen farkına varmadan dinimizin sinesinde bir yara açmış oluruz. Bir yerde yatırım yapıyoruz, iş adamıyız, birileriyle anlaşma yapıyoruz, birilerine hak ve hakikati anlatıyoruz; birileri bizi bir yere koymuş bir şey zannediyorlar.. biz şahsî hayatımız itibarıyla sadâkati/doğruluğu deldiğimiz takdirde hiç farkına varmadan karşı tarafın düşüncesinde, anlayışında, bakışında, dinde bir delik açmış oluruz; “Bu din de delik!.. Bunda da boşluklar var.” derler. Bu açıdan da bir hukuk-u âmme gibidir. Dine kendini adamış insanlar, öyle bir istikamet içinde yaşamalıdırlar ki, Ebu Zerr el-Ğıfarî gibi bir yerde kefensiz, gömleksiz ölmelidirler. Kefensiz, gömleksiz ölmeye hazır bulunmadır asıl mesele. (17:19)

* Allah size yüz kırk küsur ülkeye ulaşma imkanı vermiş. Bu imkanla, Allah’ın emrettiği gibi dosdoğru olursanız, sözde, tavırda, davranışta, konuşmada, telkin ettiğiniz şeylerin arkasında olmakta ve yaptığınız şeylerde istikameti korumada başkalarını imrendirirsiniz, kendinizi ütopya yaşanan bir dünyadan gelmiş gibi gösterirsiniz ve “Keşke biz de bu dünyaya akabilsek!” dedirtirsiniz. Fakat, -hafizanallah- bir tarafta bir boşluk, hakkaniyetsizlik, kezib olursa, milletin bakışı da ona göre olur; “Demek ki bunların din adına dayandıkları temel sistemlerde böyle boşluklar var.” der ve dinden nefret ederler. Kimsenin hakkı yoktur insanları dinden nefret ettirmeye. Bizim vazifemiz; Allah’ı, Peygamber’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’an’ı ve dini sevdirmektir, bu da sizin bu mevzudaki istikametinize vabestedir. Aksi takdirde, Devr-i Risalet Penahi’den bu güne kadar gelen hakiki mü’minler, Allah’ın huzurunda, bu türlü insanlardan davacı olurlar; “Biz bu emaneti bizden sonrakilere arızasız, kusursuz, delik deşik etmeden verdik, ama onlar onu kalbur gibi delik deşik ettiler, her gayr-ı meşruyu meşru saydılar, insanları dinden kaçırdılar, davacıyız Allah’ım” derler. (19:28)

* Dünyaya ait zevkler, sefalar, imkanlar, meşru dairede değilse, Allah’ın çizdiği çizgi içinde değilse, hesabını verebileceğimiz durumda değilse, bütün dünya bütün hezafiriyle yerin dibine batsın, bizi de batırsın.. ama meşru dairede ise, Allah size o istikamette şehbal açma lütfunu ihsan buyursun. (21:52)

* Sadakat ya hu!.. Evet, tekrar edelim: “Mü’mine sadakat yaraşır görse de ikrah / Doğruların yardımcısıdır Hazreti Allah.” Doğru olmayana vâh vâh!.. Hususiyle öbür tarafta… (22:20)

* Yavuz Bülent Bakiler beyefendi, Türkçe Olimpiyatları münasebetiyle demişti ki: “Osmanlı Devleti, dünya muvazenesinde muvazene unsuru olan büyük bir devletti. Bütün devletlere sözünü geçirecek bir konumu vardı. Fakat o dönemde bile bu ölçüde bir açılım olmamıştı.” Bu açıdan mesele hafife alınmamalı. Bununla beraber, işin bir ikram-ı ilahiden ve istihdamdan ibaret olduğu da nazardan dûr edilmemeli. (23:18)

* Thomas Michell’e en çok tesir eden hadise, Güneydoğu’da ateşin karşısında çalışan bir demirci ustasının onca ter dökmesinin ve gayretinin sebebi sorulunca “Falan ülkede baktığım bir okul var; çalışmak zorundayım!” demesi olmuş. (24:56)

* Bozyaka’nın üst katında yapılan bir himmet toplantısında bir şeyler anlattım; herkes de bir şeyler taahhüt etti. Utanıyordum da.. kendime istemiyorum.. alan başkası, yazan başkası, hesap eden başkası.. ama yine de utanıyordum. Tabiatımda istemeye karşı bir utanma var ama hizmetin hatırına o dilenciliğe de “eyvallah!” Odama çekilmiştim ki askeriyeden emekli olmuş bir insan kapımın tokmağına dokundu; elinde şangır şangır anahtarlar, “Orada herkes himmet etti, benim verecek bir şeyim yoktu, evimin anahtarlarını veriyorum!” dedi. Bu ruh oluşmuştu. Bu öyle bir histir ki, Allah’a inanmayınca olmaz bu mesele. Dünyanın 150 ülkesinde Anadolu insanı kendi değerleriyle ve kendi kültürüyle varsa, esasen bu anlayış sonucunda olmuştur. (27:00)

* Ne yaparsak yapalım.. hatib hutbede konuşurken doğru konuşmalı, vaiz kürsüde konuşurken doğru konuşmalı, imam namaz kıldırırken doğru kıldırmalı, oruç tutan doğru oruç tutmalı.. tüccar, yatırımcı, sanayici, değişik işlerle meşgul olan insanlar da orada bulundukları birim itibarıyla, yer itibarıyla meselenin müsait olduğu ölçüde (belvâ-yı âmmdan istisna adına diyorum bunu: müsait olduğu ölçüde) sadakatten kat’iyen ayrılmamalılar. Allah onlara lutfeder, verdiklerinin on katını verir. Bir taraftan da sistemlerini, çağın gereklerine göre çok iyi işletmeliler; harama girmeden, akıllarını kullanmalılar; himmetleri tek başına bir yerde bir işe yaramıyorsa, himmet inzimamıyla, büyük projelere talip olmalılar. Bâkir Afrika’ya girmeliler, bir manada bâkir Brezilya’ya, Arjantin’e girmeli, yatırımlar yapmalılar. Bir taraftan, Türkiye zenginleşmeli; bir diğer taraftan da oralarda olan eğitim ve irşad hizmetlerine de arka çıkmalılar. Yani yaptıkları bir şeyle çok şey yapmalılar Allah’ın izni inayetiyle. (30:44)

* Hizmete kendini adamış insanlar da o arkadaşların teveccüh, güven ve itimadlarının sarsılmaması için dünyaya girdikleri gibi “Varım ol Dost’a verdim hânümânım kalmadı / Cümlesinden el yudum pes dü cihanım kalmadı.” (Ahmedî) diyecek kadar o mevzuda hasbî, diğergâm, hiçbir şeysiz olmalıdırlar. Hizmete kendini vakfedenlerin bankada bir şeyleri olmamalı; arsa ticaretinde olmamalılar; “Benim de bir yerde müsait bir evim olmalı!” falan düşünmemeliler. “Benim vazifem hizmettir, benim yeryüzünde bir dikili taşım olmamalı!” Aksi takdirde, güvenen insanları aldatmış ve onların itimadını sarsmış olurum. İtimad kırılınca da dünyanın dört bir yanına el uzatan o fedâkar insanlar tereddüt yaşarlar, “Acaba bunlar kendileri için mi bir şeyler yapıyor?” derler. Elli defa bizim hesaplarımızı, çıkınlarımızı, kredi alanlarımızı yoklasalar, hep “züğürt” diyebilmeliler. (32:25)

* Orta Asya’ya açılan iş adamlarının -çoğunun- genç eğitimciler kadar başarılı olamayışlarının sebebini açıklama sadedinde “hocalar hocası” Prof. Dr. Sabahattin Zâim’in ‘90’lı yıllarda yaptığı tahlil şöyle olmuştu: “Türkiye’de okul sistemimiz oturmuştu; öğretmenler, rehber talebelerimiz vardı. Bir de Türkiye’de sistemin felsefesi kabul edilmişti. Onun için biz sistemi buradan alıp öbür tarafta kurduk, başarılı olundu. Ama Türkiye’nin içinde, yatırım, sanayi, ticaret alanında henüz biz kendi düşüncemize göre sistemimizi kuramamıştık. Dolayısıyla o portatif şeyin bir parçasını alıp dünyanın değişik yerlerinde aynıyla uygulama imkanı bulamamıştık.” (35:13)

* Tuskon’daki arkadaşlar -Allah sa’ylerini meşkur etsin, birlerini bin etsin- o sistemi belli ölçüde Türkiye’de oturttukları gibi.. inşaallah bir gün tamamıyla oturur, en şiddetli ekonomik krizler karşısında bile sarsılmayacak kadar çok sağlam statiklerle, blokajlarla meseleyi Türkiye’nin içinde öyle oturturlarsa, o sistemi aynıyla bütün dünyada da uygularlar Allah’ın izniyle. Belli ölçüde yapılıyor bu şu anda. Çok ciddi bir teveccüh var, itimat var. Arkadaşların anlattıklarına göre; devlet başkanları ya da o ülkenin ticaretiyle, sanayisiyle meşgul olan bakanları “Biz bu projeyi sizinle realize etmek istiyoruz!” diyorlar. İnşaallah öyledir. Allah bizi kardeşlerimizle, kardeşlerimizi de bizimle utandırmasın. İnşaallah utandırmayacaklar, hep öyle gidecek, hep güven vadedecekler. Mesele belli ölçüde oturmuştur. Fakat bütün dünyada kabul edilen adeta bir marka haline gelmek zaman alır. Hatta sadece kendileri değil, başkalarını da yanlarına alarak, bazı projeleri refik kurumlarla beraber realize ederler. Sonra dünyada adeta bir marka haline gelir ve herkese “Bir iş yapılacaksa, ancak bu insanlarla yapılır!” dedirtirler. Bu da zamana vabestedir. (38:00)

* Hasılı; Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: “Necat (felah, fevz, başarı) doğruluktadır.” Doğruluğumuzla kendimizi ifade ettiğimiz zaman, Allah’ın izni inayetiyle, doğrulara bütün dünyanın kapıları ardına kadar açılacaktır kendi kendine.. top gülleleriyle değil, mancınıklarla değil.. bizzat sizin kapının tokmağına dokunmanızla, o tık tık sesi işitenler, “Buyurun sizi bekliyorduk!” diyecekler Allah’ın izni inayetiyle… (44:15)