Yazarın Arşivi

Vifak ve İttifakın Temini

Herkul | | KIRIK TESTI

Edirne’de kaldığım süre içerisinde imamlığın yanı sıra Kur’ân kursunda da vazife yapmak ve talebelere Kur’ân dersi vermek istemiştim. Müftülük de beni bir Kur’ân kursunda vazifelendirdi. Birkaç kere gittim. Fakat orada talebelerin başında başka meşrepten arkadaşlar vardı. Benim oraya gelmemden ve talebelerle ilgilenmemden rahatsız oldular. Hatta gammazlamalar dahi oldu. Ben de ihtilaf çıkmaması için bir daha gitmedim.

Bazı insanlar rekabet hissine yenik düşüp kendi mesleğine duyduğu muhabbetten ötürü size düşmanlık yapabilir. Bu durumda size düşen, meseleyi büyütmemektir. Çünkü uzaklaşma ve düşmanlık karşılıklı olursa, tahribat çok daha büyük olur. Karşılıklı ters istikamette hareket etmeye başlayan vasıtalar gibi aradaki mesafe çok açılır. Fakat bir taraf olduğu yerde durmasını bilirse, aradaki mesafe diğer tarafın kat ettiği yolla sınırlı kalır.

   İki Cihanın Rahat ve Selameti İçin

Kur’ân talebelerine düşen vazife budur. Onlar her şeyi görmemelidirler. Görseler de idare etmesini bilmelidirler. Hafız-ı Şirazi’nin şu sözünü kendilerine rehber edinmelidirler:

“İki cihanın rahat ve selâmetini iki şey tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele.”

Yanlış anlaşılmasın. Biz, kalbinde iman bulunan bir insanı “düşman” olarak görmeyiz. Hatta bir mü’mine karşı “müdarat ve mümaşat”ta bulunmayı dahi ona karşı saygısızlık sayarız. Fakat birileri sizi düşman olarak görüyor, kıskançlık ve çekememezlik duygusuyla sürekli aleyhinizde faaliyet yürütüyorsa, sulh ve barış ortamını temin edebilme, birlik ve kardeşlik duygusunu koruyabilme adına yapılması gerekenler de yapılmalıdır.

Bir mü’minin, içinde rekabet hissinin ve haset duygularının oluşmasına meydana vermeme adına göstereceği gayretler ibadet sayılır. Tevfik-i ilahinin en büyük vesilesi olan vifak ve ittifakı koruma adına ortaya koyacağı her ceht ve çaba onun hasenat defterine yazılır. Bu sebeple bize düşen vazife, olumsuzlukları sineye çekebilmek ve bize yönelen eza ve cefaya katlanmasını bilmektir. Bu da kendimizi rehabilite etmeye ve nefsimizi bu tür şeylere alıştırmaya bağlıdır.

Hz. Pir’in, âlim bir zatın kendisine ve Risale-i Nur’a iliştiğini haber veren talebelerine verdiği cevap şu olmuştur: “O vaiz ve âlim zata benim tarafımdan selam söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını başım üstünde kabul ediyorum. Sizler de o zatı ve onun gibileri münakaşaya ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hatta hakkınıza tecavüz edilse bedduayla da mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse mesleğimizce mukabele edemeyiz… Bilhassa ehl-i ilim olsa, ilimden gelen enaniyeti de varsa, enaniyetlerini tahrik etmeyiniz.” (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 307)

   Karakterimizden Taviz Vermeme

Aynı alanda benzer hizmetleri yapan farklı insanlar olabilir. Ne kadar bastırırsa bastırsın bunların bir kısmının içlerinde küçük çapta da olsa rekabet ve kıskançlık duyguları belirebilir. Hele bir de kendilerini başkalarından üstün görüyorlarsa, başkalarının yaptıkları işleri hafife alabilir veya engellemeye çalışabilirler. Böyle bir durumla karşılaştığımız takdirde bize düşen, başkaları ne yaparsa yapsın, asla karakterimizden taviz vermemek ve her zaman bize yakışanı yapmaktır. İşin başında kimseyi hiss-i rekabete sevk etmeme adına olağanüstü bir hassasiyet göstermeli, her şeye rağmen birilerinin düzenimizi bozması karşısında ise dişimizi sıkıp sabretmeliyiz. İşin sonunda birileri pişmanlık duyacaksa bu onlar olmalı.

Eğer bir gün pişman olup yanımıza gelecek ve bizden helallik dileyecek olurlarsa, o gün bize düşen, civanmertçe davranmak olmalıdır. Onlar, yaptıkları yanlışları sayarak af dilemeye ve helâllik almaya çalıştıklarında çok rahatlıkla, “Ben hatırlamıyorum bunları.” diyebilmeliyiz. Onlar elli defa naseza nabeca sözler söylemiş, yakışıksız bir kısım fiiller ortaya koymuş olsalar da bence iş sizde bitmeli. Çünkü ehl-i iman insaflı olur.

Birilerinin Müslümanlara verdikleri eza ve cefalar gayretullaha dokunmuş olabilir. Şahıs haklarının yanında kamusal haklar da söz konusu olabilir. Biz, Allah’a ait haklara karışamayız. O dilerse affeder, dilerse cezalandırır. Fakat kendimize ait her türlü hakkı affedebiliriz. Bizi Cehennem’e mahkûm etmek isteyen insanları dahi affedebiliriz. Çünkü Yunus edasıyla “dövene elsiz, sövene dilsiz, gönül koyana gönülsüz” davranmak bizim şiarımız. Eğer böyle olmazsanız, hâl-i hazırda emareleri çoktan gözükmeye başlayan dahilde ve hariçte ortaya çıkabilecek çok büyük herc ü merçlerin önüne geçemezsiniz.

Biz, günah işlememekle mükellef olduğumuz gibi, başkalarının günaha girmesine sebep olmamakla da mükellefiz. Hiç kimsenin günah işlemesine ve hele Cehennem’e gitmesine sebebiyet vermeme konusunda son derece temkinli ve tedbirli olmak zorundayız. Yani bir taraftan haset, çekememezlik gibi duygulardan yılandan çıyandan kaçar gibi kaçmalı, diğer yandan da başkalarının bu tür günahlara girmemesi adına elimizden geleni yapmalıyız. Bu, mü’min açısından çok önemli bir fazilettir. Bunlar herkesin düşüneceği ve rahat anlayacağı konular olmayabilir. Fakat bunlara aklı erenlerin dikkatli olmaları gerekir.

   İnsaf, Hakkaniyet ve Civanmertlik

Mü’minler arasındaki vifak ve ittifakı korumanın veya bir kısım hazımsızlıkların önüne geçmenin önemli yollarından biri, başkalarının hayır adına yaptığı işleri görmek, ifade etmek ve alkışlamaktır. Hatta onlar tarafından alkışlandığımız durumlarda bile, “Bu alkış asıl sizin hakkınızdır.” deme civanmertliğini gösterebilmeliyiz. Farklı meşrep ve mezheplerden insanlar yanımıza gelip hizmetlerimizi methetmeye başladığında çok rahat şunu diyebilmeliyiz: “Eğer zamanında Mehmet Zahit Kotku, Esad Efendi, Süleyman Efendi, Hacı Sami Efendi, Mahmut Efendi gibi büyük zatların iman ve Kur’ân hizmeti adına ortaya koydukları devasa gayretler olmasaydı, biz bu yapılanların onda birini bile yapamazdık.”

Esasında bu sözler, insafın ve hakkaniyetin ifadesidir. Şayet biz, meseleyi bu ölçüde hassas götürebilirsek, oluşması muhtemel şiddet ve hiddetleri kırmış, kıskançlıkların önüne geçmiş oluruz. Bu konuda ortaya koyacağımız her fikir ve irade cehdi de ibadet hanemize sevap olarak yazılır. Böyle yapmayıp sürekli kendimizi nazara verir ve her başarıyı kendimize mâl edersek hem nezd-i ulûhiyette bir şey kazanamayız hem de başkalarını günaha sevk etmiş oluruz. Mü’minler arasındaki vifak ve ittifak bozulur; iftirak ve ihtilaflar ortaya çıkar. Bu defa tevfik-i ilâhî de inkıtaa uğrar.

Kendini yüce bir davaya adamış gönül erleri, hizmet adına hangi alanlarda bulunup bulunmayacaklarına karar verirken dahi vifak ve ittifakı göz önünde bulundurmak zorundadırlar. Eğer daha önce belirli alanlarda hizmet yürüten insanlar varsa ve bizim oralara girmemiz “alan ihlâli” gibi algılanacaksa bazen o alanı onlara bırakabilmeliyiz. Attığımız her adımın birilerini rahatsız edip etmeyeceğini inceden inceye hesap etmeliyiz. Nitekim bugüne kadar mümkün mertebe bu tür mülahazaları göz önünde tutmaya çalıştık. Eğer belirli işler birileri tarafından deruhte ediliyorsa, o işleri onlara bırakarak sürekli yeni hizmet alanları araştırdık.

Allah’a inanan bir insan, başkalarının yapmış oldukları hayırlı işlerden rahatsızlık duymaz, onlara haset etmez ve hele kesinlikle onları yürüdükleri yoldan alıkoymaya çalışmaz. Olsa olsa Kur’ân’ın sözünü dinleyerek onlarla “hayır yarışı”na girer. Sevap ve fazilette kardeşlerinden geri kalmamak için daha hızlı koşar. Fakat gıpta ve tenafüsle (hayırda yarış) haset sınır komşusudur. İnsan dikkat etmediği takdirde ayağı kayıp bir taraftan öbür tarafa geçebilir. Buna engel olmanın yollarından birisi, yaptıkları hizmetlerde gerekirse başkalarına destek olmaktır. Mesela arzu ettikleri başarıyı yakalayamayan kimselere rehberlik yapılabilir, yol gösterilebilir ve hatta kaliteli elemanlar verilebilir. Bu sayede işin içine nefislerin girmesinin, bir kısım olumsuz hissiyatın karışmasının da önüne geçilmiş olur.

Bütün bunlar elbette kolay uygulanabilir şeyler değildir. Bunların realize edilmesi ciddi bir fikir cehdi ve hazm-ı nefis ister. Dolayısıyla bu gibi konularda birbirimize hayırhahlık yapmalı ve birbirimizi rehabilite etmeliyiz. Bir araya geldiğimizde düşüncelerdeki arızaları gidermeli ve insanları sürekli ihlas, tevazu ve mahviyete yönlendirmeliyiz. Başkaları bu konularda farklı düşünebilir, bu bizi ilgilendirmez. Önemli olan bizim nerede durduğumuz ve ne yaptığımızdır. Biz, bir taraftan doğru yolda yürümeli ve istikameti temsil etmeli; diğer yandan da bir kısım projelerin oluşturulmasında veya realize edilmesinde başkalarının hissiyatını hesaba katmalıyız.

***

Not: Bu yazı 18 Şubat 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.

شعور العبودية

Herkul | | العربية

   سؤال: يقول الأستاذ بديع الزمان سعيد النورسي: “إن وظائف العبودية وتكاليفَها ليست مقدمةً لثوابٍ لاحق، بل هي نتيجةٌ لنعمة سالفة”[1]، فإلى أيّ نوع أشار الأستاذ النورسي بهذا القول من شعور العبودية؟

   الجواب: إننا نستخدم مصطلحات “العبادة والعبودية والعبودة”؛ تعبيرًا عن مراحل ومراتب أداء العبودية إلى الله تعالى، فالعبودة هي أداء العبادات والطاعات بأعماقها وأبعادها، مع مراعاة شروطها الظاهرية والباطنية؛ وبتعبيرٍ آخر: هي أداء العبودية على مستوى القلب والروح، وهي بذلك تعبّر عن ذروة الأمر.

ربما لا يستطيع بعضُنا الوصولَ إلى شعور العبودية من هذا النوع؛ لأن مثل هذا الشعور منوطٌ باستشعار العبادات كلية؛ فمثلًا الصلاة، قد يستطيع أيُّ مؤمنٍ أن يؤديها مراعيًا شروطَها وأركانها؛ ولكن لا يتسنّى للجميع تحقيقُ هذا الأمر مع استشعار نشوة المعراج وكأنه يحلّق في السماوات العلى؛ حيث إن ذلك مرتبط باستشعار روح الصلاة بحقٍّ من البداية إلى النهاية؛ وهذه هي العبودة.. أما العبودية فتُطلق على ما يأتي في الترتيب السابق للعبودة، والعبادة تُطلق على أعمال معينة نؤديها لله تعالى اقتضاءً لعبوديّتنا له.

وأيًّا كان الاسم عبادةً أم عبوديةً أم عبودةً؛ فلا ينبغي للإنسان أن يقنع بعبوديته لله حيث يراها كافيةً وينتظر من ورائها مقابلًا عظيمًا. أجل، قد يُحرز الإنسان في الحقيقة الشيء الكثير بعبوديته؛ ولكن ليس من الصواب أبدًا أن يقايض العبدُ ربه بما يؤدي من عبادات له تعالى، بل يجدر به أن يقيّد كلَّ الأعمال التي يؤديها باسم العبودية بشعور الحمد والشكر العميق، وهذا ما يعبّر عنه بديع الزمان سعيد النورسي بقوله: “إن وظائفَ العبودية وتكاليفها ليست مقدمةً لثوابٍ لاحق، بل هي نتيجةٌ لنعمةٍ سالفة”؛ بمعنى أن الصواب في أن نعدَّ العبودية شكرًا لله على النعم التي أنعمَها الله سلفًا، وليس عملًا سنؤجَر عليه لاحقًا.

   عدم تقييد العبادات بالأجر

ولمزيد من التوضيح نقول: إننا نحاول الإيفاء بتكاليف عبوديتنا لله تعالى من خلال صلاتنا وزكاتنا وصومنا وحجنا، وغير ذلك من الأعمال الصالحة.. ولكننا في الوقت ذاته نرغب مقابل عبوديتنا لربنا أن تُعمَّر دُنيانا، وأن نمتلك سكنًا دافئًا كركنٍ من أركان الجنة، وأن نوهب أولادًا يُحيطون بنا ويغمروننا بالحيوية والمرح، وأن تُوسَّع أرزاقُنا، وتُيسّر أمورُنا، إلا أن التشوُّفَ لمثلِ هذه الأمور مقابل العبودية يجانبه الصواب.

دع عنك أداء العبادة من أجل إحراز النعم الدنيوية، فإن مجرد الاعتقاد بأن العبادات التي نقوم بها هي مقابل نعيم الجنة، والتشوّف إلى اكتساب هذا النعيم عن طريق العبودية إنما هو مخالفٌ من ناحيةٍ ما لشعور العبودية؛ لأنه ليس بالإمكان إحراز مثل هذه النعم الأبدية بعمرٍ قصيرٍ أنفقْنا ثلثَه في النوم، وثلثَه مع الأهل والعيال، والبعضَ الآخر في الاشتغال بالأمور الدنيوية، فمحالٌ أن نقابلَ نعيمَ الجنة بما نقوم به من أعمال، ولا يظنّنَّ أحدٌ أن نعيمَ الجنةِ حقُّ مكتَسَبٌ بما يقوم به من أعمال صالحة.

فقد جاء في الأثر عَنْ جَابِرِ بْنِ عَبْدِ اللَّهِ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمَا، قَالَ: خَرَجَ عَلَيْنَا النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، فَقَالَ: “خَرَجَ مِنْ عِنْدِي خَلِيلِي جِبْرِيلُ آنِفًا، فَقَالَ: يَا مُحَمَّدُ وَالَّذِي بَعَثَكَ بِالْحَقِّ إِنَّ لِلَّهِ عَبْدًا مِنْ عَبِيدِهِ عَبَدَ اللَّهَ تَعَالَى خَمْسَمِائَةِ سَنَةٍ عَلَى رَأْسِ جَبَلٍ فِي الْبَحْرِ عَرْضُهُ وَطُولُهُ ثَلَاثُونَ ذِرَاعًا فِي ثَلَاثِينَ ذِرَاعًا وَالْبَحْرُ مُحِيطٌ بِهِ أَرْبَعَةَ آلَافِ فَرْسَخٍ مِنْ كُلِّ نَاحِيَةٍ، وَأَخْرَجَ اللَّهُ تَعَالَى لَهُ عَيْنًا عَذْبَةً بِعَرْضِ الْأُصْبَعِ تَبَضُّ بِمَاءٍ عَذْبٍ فَتَسْتَنْقِعُ فِي أَسْفَلِ الْجَبَلِ وَشَجَرَةَ رُمَّانٍ تُخْرِجُ لَهُ كُلَّ لَيْلَةٍ رُمَّانَةً فَتُغَذِّيهِ يَوْمَهُ، فَإِذَا أَمْسَى نَزَلَ فَأَصَابَ مِنَ الْوضُوءِ وَأَخَذَ تِلْكَ الرُّمَّانَةَ فَأَكَلَهَا ثُمَّ قَامَ لِصَلَاتِهِ، فَسَأَلَ رَبَّهُ عَزَّ وَجَلَّ عِنْدَ وَقْتِ الْأَجَلِ أَنْ يَقْبِضَهُ سَاجِدًا وَأَنْ لَا يَجْعَلَ لِلْأَرْضِ وَلَا لِشَيْءٍ يُفْسِدُهُ عَلَيْهِ سَبِيلًا حَتَّى بَعَثَهُ وَهُوَ سَاجِدٌ.

قَالَ: فَفَعَلَ فَنَحْنُ نَمُرُّ عَلَيْهِ إِذَا هَبَطْنَا وَإِذَا عَرَجْنَا فَنَجِدُ لَهُ فِي الْعِلْمِ أَنَّهُ يُبْعَثُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَيُوقَفُ بَيْنَ يَدَيِ اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ.

فَيَقُولُ لَهُ الرَّبُّ: أَدْخِلُوا عَبْدِي الْجَنَّةَ بِرَحْمَتِي.

فَيَقُولُ: رَبِّ بَلْ بِعَمَلِي.

فَيَقُولُ الرَّبُّ: أَدْخِلُوا عَبْدِي الْجَنَّةَ بِرَحْمَتِي.

فَيَقُولُ: يَا رَبِّ بَلْ بِعَمَلِي.

فَيَقُولُ الرَّبُّ: أَدْخِلُوا عَبْدِي الْجَنَّةَ بِرَحْمَتِي.

فَيَقُولُ: رَبِّ بَلْ بِعَمَلِي.

فَيَقُولُ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ لِلْمَلَائِكَةِ: قَايِسُوا عَبْدِي بِنِعْمَتِي عَلَيْهِ وَبِعَمَلِهِ، فَتُوجَدُ نِعْمَةُ الْبَصَرِ قَدْ أَحَاطَتْ بِعِبَادَةِ خَمْسِمِائَةِ سَنَةٍ، وَبَقِيَتْ نِعْمَةُ الْجَسَدِ فَضْلًا عَلَيْهِ، فَيَقُولُ: أَدْخِلُوا عَبْدِي النَّارَ.

قَالَ: فَيُجَرُّ إِلَى النَّارِ فَيُنَادِي: رَبِّ بِرَحْمَتِكَ أَدْخِلْنِي الْجَنَّةَ.

فَيَقُولُ: رُدُّوهُ فَيُوقَفُ بَيْنَ يَدَيْهِ، فَيَقُولُ: يَا عَبْدِي مَنْ خَلَقَكَ وَلَمْ تَكُ شَيْئًا؟

فَيَقُولُ: أَنْتَ يَا رَبِّ.

فَيَقُولُ: كَانَ ذَلِكَ مِنْ قِبَلِكَ أَوْ بِرَحْمَتِي؟

فَيَقُولُ: بَلْ بِرَحْمَتِكَ.

فَيَقُولُ: مَنْ قَوَّاكَ لِعِبَادَةِ خَمْسِمِائَةِ عَامٍ؟

فَيَقُولُ: أَنْتَ يَا رَبِّ.

فَيَقُولُ: مَنْ أَنْزَلَكَ فِي جَبَلٍ وَسَطَ اللُّجَّةِ، وَأَخْرَجَ لَكَ الْمَاءَ الْعَذْبَ مِنَ الْمَاءِ الْمَالِحِ، وَأَخْرَجَ لَكَ كُلَّ لَيْلَةٍ رُمَّانَةً وَإِنَّمَا تَخْرُجُ مَرَّةً فِي السَّنَةِ، وَسَأَلْتَنِي أَنْ أَقْبِضَكَ سَاجِدًا، فَفَعَلْتُ ذَلِكَ بِكَ؟

فَيَقُولُ: أَنْتَ يَا رَبِّ.

فَقَالَ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ: فَذَلِكَ بِرَحْمَتِي وَبِرَحْمَتِي أُدْخِلُكَ الْجَنَّةَ، أَدْخِلُوا عَبْدِي الْجَنَّةَ، فَنِعْمَ الْعَبْدُ كُنْتَ يَا عَبْدِي فَيُدْخِلُهُ اللَّهُ الْجَنَّةَ.

قَالَ جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السَّلَامُ: إِنَّمَا الْأَشْيَاءُ بِرَحْمَةِ اللَّهِ تَعَالَى يَا مُحَمَّدُ[2].

ويقوّي هذا الأثر قوله صلى الله عليه وسلم: “لَنْ يُدْخِلَ أَحَدًا عَمَلُهُ الجَنَّةَ“.

قَالُوا: وَلَا أَنْتَ يَا رَسُولَ اللَّهِ؟

قَالَ: “لَا، وَلَا أَنَا، إِلَّا أَنْ يَتَغَمَّدَنِي اللَّهُ بِفَضْلٍ وَرَحْمَةٍ[3].

والواقع أن هذه الحقيقة التي عبّر عنها الأستاذ النورسي في بداية الحديث تستند على مثل هذه الأحاديث، لذا فعلينا ألا نستهدف من العبادات والطاعات التي نقوم بها إحرازَ سعادةٍ دنيوية أو أخروية، فنحن لا نؤدي عبادتنا لله كي يرزقَنا بالأولاد أو الأموال، بل وحتى لا ينبغي أن يكون الغرضُ من وراء هذه العبادات الوصولَ إلى نعيم الجنة والفوزَ بالسعادة الأبدية، ولا يحدونا أملُ الحصولِ على جزاءٍ دنيوي أو أخروي عند أداء العبودية.

بل إنه من الوقاحة وسوء الأدب مع الله عز وجل النظرُ إلى المسألة على أنها حقٌّ مكتسب؛ لأن عدم القدرة على رؤية نِعَمِ الله وما وراءها من يد الرحمة؛ يُعتبر نوعًا من العمى واختلال النظر، ولو نظرنا إلى المسألة من حيث المنطق الرياضي فسيظهر أنه من المستحيل الفوز بالنعيم الأبدي بعبادة قليلة تؤدَّى خلال عمر قصير، فما يليق بالمؤمن هو أن يعتبر عبادته شكرًا لله تعالى على النعم التي أسبغها عليه في الماضي، أما التشوف إلى المكتسبات الدنيوية والأخروية فهو أملٌ ورجاء من رحمة الله تعالى.

  زخات النعم

وإننا إذا ما نظرنا حولنا واستغرقنا في التأمل الأنفسي والآفاقي فسنجد أن هناك كثيرًا من النعم التي أسبغها الله تعالى علينا، حتى إنه يستحيل مقابلة هذه النعم بالعبادات التي نؤديها، والقرآن الكريم يلفت الانتباه إلى هذا بقوله: ﴿وَآتَاكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللهِ لَا تُحْصُوهَا﴾ (سورة إِبْرَاهِيمَ: 14/34).

فقد خلقَنا الله ولم نكُ شيئًا، وأخرَجَنا إلى عالم الوجود، وهذا شرفٌ بحدِّ ذاته، ولو تعمَّقْتُم قليلًا بخيالكم فسترون كم أن العدم بئرٌ من الظلام، والوجودَ نعمةٌ من الرحمن، وبعد ذلك لم نُترَك في الوجود هكذا، بل أصبحنا من ذوي الحياة، ثم لم نقف عند مستوى النبات والحيوان، بل ارتقينا درجة، وصرنا بشرًا ذوي عقل وشعور، وعليه شكَّلْنا الكونَ وتدخلْنا في الأشياء بعقولنا وإراداتنا ومعارفنا التي وهبها الله لنا من علمه الإلهي المحيط، ولم يقف الأمر عند ذلك بل اختصّنا سبحانه وتعالى بفضله وأسبغ علينا نعمة الإيمان.

وإذا فكرنا في النعم المتداخلة التي أكرمنا الله بها فسنفهم بشكل أفضل مقدار الدَّينِ المعلّق في رقبتنا حمدًا وشكرًا لله سبحانه وتعالى.

وهكذا يجب أن نستشعر كلَّ هذا بعمقٍ عند أداء عبوديتنا لربنا سبحانه وتعالى، وعندما نستدير وننظر إلى الوراء نفكر في المراحل التي تخطيناها حتى وصلنا إلى الحالة التي نحن فيها، ونضع في اعتبارنا ونُصْبَ أعيننا ما حظينا به من النعم، ونؤدي وظيفة العبودية بهذا الشعور، وينبغي لنا أن نفكر في أن العبادات التي نقوم بها أو التي سنقوم بها إنما هي شكر على النعم التي وُهِبَتْ لنا سابقًا، فضلًا عن ذلك فليس بالإمكان أداء وظيفة الشكر بحق، ولكن من الضروري أن نحمل هذا الشعور على الأقل.

   استعظام العمل هو السبيل للسقوط والتردي

إن الإنسان إذا قدَر على أن يقول: “إنني مكلفٌ بأداء العبودية شكرًا لله على ما أسبغه عليَّ من نعمٍ لا تحصى، ولو استطعتُ لَصلّيتُ مائةَ ركعة كلَّ ليلة كما كان يفعل بعضُ السلف الصالح”؛ فإنه بذلك يكون قد وصل إلى أفق مهمٍّ للغاية، وعليه بعد ذلك أن يرفع أكف الضراعة إلى الله عز وجل كما كان في قصّة “الجرة المشروخة” ويقول: “اللّهم إن السلطنة تليق بالسلطان، والفقر يليق بالفقير”.. أملُنا في الله تعالى أن يتفضّل علينا بالثواب الجزيل على هذا القدر القليل من العبادة.

ولا يُقصد بكلامي هذا ألا نسأل الله الجنة ولا نستعيذ به من النار، فإننا ندعو الله دائمًا وبعد كل صلاة نسأله الجنة ونستعيذ به من النار، ونعتبر ذلك من مقتضيات عبوديتنا لله سبحانه، ونسأله تعالى ذلك اعتمادًا على لطفه ورحمته بنا.

وإن الإنسان الذي يسير على نهج النبي صلى الله عليه وسلم ويقتدي به هو الذي يسأل الله أن يدخله الجنة ويبعده عن النار، فهذا شيء كامنٌ في طبيعة الإنسان، لكن لا ينبغي له أن يجعل العبادات التي يؤديها علةً غائيةً لدخول الجنة أو النجاة من النار، ولا أن يربط العبادات بذلك؛ لأن غايتنا الأهم هي نيل رضا الله تعالى، وما عدا ذلك يتضاءل إزاءه، ولهذا فإن أسباب العبودية ترجع إلى أمر الله، والنتيجةُ التي تُرجى منها هي رضا الله، والثمرةُ التي تُجنى من ورائها هي الفوز في الآخرة، غير أنه يجب ألا يغيب عن بالنا أن هذه الثمرة تتحقق بلطف الله وفضله لا بِعَملِنا نحن.

وعندما ينظر الإنسانُ إلى المسألة على هذا النحو يتخلص من الغرور والأنانية، وينسلخ من كل سلوك مشِين كأن يدخل -حاشا لله- في مساومةٍ مع الله جل جلاله، وعندها يستصغر العبادات التي يقوم بها، ويطمح أن يصل دائمًا إلى عبودية أسمى وأعلى وأجلّ، ولو حتى أمضى لياليه كلها في العبادة، وصام نهارها، وأنفق ثروته كلها في سبيل الله؛ فلا يظنَّنَّ أبدًا في أنه أعطى عبادته حقّها، إذ إنّ استعظام العبادة سبيلٌ إلى السقوط والتردي، ويجب أن نعلم أن ما أديناه من عبادة أم عبودية أم عبودة -مهما كانت عظيمة- فهي صغيرةٌ في واقع الأمر، والله تعالى هو الذي يعظّم هذه الصغائر بفضله وكرمه ويمنّ علينا بالنعيم الأبدي، إنه عز وجل واسع الرحمة والمغفرة.

***

[1] بديع الزمان سعيد النورسي: الكلمات، الكلمة الرابعة والعشرون، ص 408.

[2] الحاكم: المستدرك على الصحيحين، 4/278.

[3] صحيح البخاري، المرضى، 19؛ صحيح مسلم، صفات المنافقين، 71-78.

السماحةُ أمانةٌ في أعناقكم

Herkul | | العربية

إن الله سبحانه وتعالى هو الذي منّ على فدائيّي الخدمة الإنسانية بالنجاح في المجهودات التي قاموا بها، وكما منّ عليهم بهذه الألطاف فإن إحساناته تعالى ستستمر إن شاء الله، وإن فدائيّي الخدمة الإنسانية سيستمرّون بأداء مهامهم النبيلة باستخلاص جوهر القيم الروحية والمعنوية ومشاركتِها مع الآخرين سواء في بلدهم الأصلي أو في بلاد مختلفة حول العالم.. وكما حدث سابقًا وفي كل عصر وزمان؛ فعلى الضفة الأخرى هناك بعض المجموعات ستستمر بالتضييق والضغط عليهم، وستقوم بمشاريع عدائية ضد الخدمة الإنسانية.

وإلى جانب عداوة الأعداء سترون غدر الأصدقاء، فمع أنهم يستقبلون معكم القبلة نفسها، ويقفون إلى جانبكم في نفس الصف متوجهين إلى الله تعالى ساجدين إليه، إلا أنهم ينكرون النجاحات التي منّ الله بها عليكم.. وسيدفعهم هذا الإنكار إلى تشويه صورتكم تحت مسميات مختلفة، وسيشنِّعون أجمل أعمالكم الإنسانية، وسيمنعونكم حتى من حقوقكم الأساسية كمواطنين.. وباختصار: سيبذلون كل ما في وسعهم لوضع أيديهم على الطريق الذي مهّدتموه، وربما ستتعرضون لِـجفاءٍ وظلم من هؤلاء الأصدقاء أكثر من الأعداء، وها نحن اليوم نرى هذا النوع من الظلم والأذى بجميع أشكاله ولذلك نشعر باضطراب يقدّ ظهورنا.

إنكم لو استطعتم قراءة طبيعة الإنسان، وفهمَ حيل النفس والشيطان، لأدركتم أن جَور الأعداء وجفاءهم، وحسد الأصدقاء وجحودهم سيظلّ مستمرًّا ومكرّرًا بأشكال وألوان مختلفة؛ إذ يصبح رموز الشيطان يومًا بعد يوم أكثر احترافيةوخداعًا في علاقة عكسية من قلة خبرتنا وسلامة طويتنا.. وبجوار الأعداء ستجدون الأصدقاء يعادونكم ويجورون عليكم، وسيظلم المؤمن أخاه المؤمن.

ولكن أيًّا ما كان الذي سيفعله الآخرون، فالواجب علينا عدم مقابلة الظلم بالظلم، ربما يوجهون لنا الصفعات واللكمات، وربما يحرموننا من حقوقنا في الحياة، ولكن أيًّا تكن الظروف فعلينا ألا نغيّر خُلقنا ونلتزم بسلوك أمثال يونس أمره، ومولانا الرومي.

أجل، عليكم أن تفتحوا صدوركم للأصدقاء والأعداء على حدّ سواء، فتعهدوا بمسامحتكم ولينكم إلى تخفيفِ شِدّتِهم وحدّتهم وغِلّهم وحقدِهم وغيظِهم وحيلهم وخداعهم، وإلى إبطالِ مفعول ذلك كله.. إنكم بسلوكياتكم وتصرّفاتكم الإيجابية ستُجهضون الحيلَ التي يقوم بها من يمكرون بكم، ويدبرون لكم السوء والمكروه.. إن أمطروا السماء فوقكم بالشهب فعليكم أن تُفَتِّتوها بالرفق واللين في المعاملة، فتحوّلوها إلى أشعّة ضوء منيرة، تبتهج تحتها النفوس وتُقام في ظِلالها الولائمُ والأفراح.

فإن عجزتم عن فعل ذلك ما كان بمقدوركم المحافظة على روح الوحدة داخل بلدكم ولا المساهمة في نشر الصلح والسلام في العالم على حدّ سواء، ومما يستدعي الأسف أنه ليس هناك سوى قلة قليلة ممن يدركون حساسية ودقة المسألة إلى هذه الدرجة، لا يُدرك المسألة، لا هؤلاء الذين يعادون الدين والتدين، ولا أولئك الذين يسيرون رافعين راية الدين.. وإنكم لو غفلتم كما غفلوا لقامت القيامة.

   إنتاج المشاريع البديلة

ولذلك فما يقوم به الآخرون من أخطاء وسيئات تجاهكم يجب ألا يحرك في نفوسكم مشاعر مواجهة الخطإ بالخطإ، ولكن على العكس من ذلك فما يمارسونه تجاهكم من سوء معاملة لا بد أن يسوقكم للقيام بإنتاج مشاريع بديلة، فمثلًا: يجب أن نفكر؛ كيف يمكننا إزالة تأثير هذا الإشعاع الضار، وكيف يمكننا تجنب هذه القنبلة الذرية؟ وكيف يمكننا صد هذه الأنظمة المتحدة ضدنا؟ فعلينا تطوير مشاريع مختلفة في هذا الشأن.

ولو أنكم لم تنتجوا مشاريع بديلة في مواجهة السلبيات الموجَّهة إليكم، وفكرتم في مواجهتها بما يماثلها لتكوّنت الدائرة الفاسدة، ولو أنكم قابلتم أخطاء الآخرين بأخطاء أخرى فحينها تكونون قد ضاعفتم الفساد ليس إلا؛ فالخطأُ الواحد سيصبح خطأين، والخطآن سيصيران أربعة، والأربعةُ ثمانية وهكذا لن تستطيعوا إيقاف الفتن الناتجة عن هذه الدائرة الفاسدة.

ومن جهة ثانية، فكما يجب على المؤمن أن يتجنب المعاصي، كذلك عليه ألا يسوق الآخرين إلى ارتكاب المعاصي، بل وحتى عليه أن يَحُول ويمنع دون ارتكابهم المعاصي، وعليه أن يتحلى تجاه الآخرين بالتسامح واللطف والعفو والإحسان والتضحية.. وباختصار: فعليكم أن تشحنوا الجو العام بالأخلاق الإلهية العالية، وحينها فكل من يدخل في هذا الجو العام لن يجرؤ على ارتكاب السوء، وكما يقول الله جل جلاله: ﴿وَإِنْ تَعْفُوا وَتَصْفَحُوا وَتَغْفِرُوا فَإِنَّ اللهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ﴾ (سورة التَّغَابُنِ: 64/14).

وقد لا يطول بعمري الزمان، فالحمل الأثقل والأكبر لهذا الأمر يقع على عاتقكم، المستقبلُ أمانة في أيديكم، إن حمل المشاعل لتبديد الظلمات وتحويلِها إلى نور هو أمانة في أعناقكم؛ وإن التزامَ السماحة والعفو والصفح والتغاضي والتخلّق بأخلاق الله تعالى أمانة في أعناقكم.. كم من معاصٍ ومساوئ نرتكبها! ولكن الله سبحانه لا يهلكنا، ويعاملنا بحلمه ويمهلنا مرات ومرات، وما يقع على عاتقنا هو التخلّق بأخلاق الله، ويجب أن يكون هذا هو هدفنا الذي نتعقّبه، وما يفعله الأصدقاء من أخطاء ومساوئ تجاهكم أو ما يقوم به الذين يُظهرون لكم العداء من جور وجفاء مستمرّ فكلاهما لا ينبغي أن يكونا سببًا في مسخ شخصيّتكم. بل يجب الحفاظ على مبدئكم كما تحافظون على شرفكم، وذلك بمقتضى قوله تعالى: ﴿كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ﴾ (سورة الإِسْرَاءِ: 17/84).

   اللهم اغفر لقومي!

وكما تعلمون فإن الرسول صلى الله عليه وسلم في غزوة أحُد قد لاقى جَورًا وجفاءً من الأعداء، كما أن بعضًا من صفوف الأصدقاء لم يستوعبوا دقة الامتثال والطاعة لأوامر الرسول صلى الله عليه وسلم، وهذا في حقّ المقرّبين عدمُ وفاء.. ولكن الرسول صلى الله عليه وسلم في مواجهة أولئك الأعداء الذين جاؤوا بهدف القضاء التام عليه وعلى الإسلام في “أُحد”؛ دعا لهم صلى الله عليه وسلم قائلًا: “اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِقَوْمِي فَإِنَّهُمْ لَا يَعْلَمُونَ[1]، أما في مواجهة الصحابة الذين أخطؤوا في اجتهاداتهم فلم ينبس ببنت شفة في حقهم، ولذلك جاء المدح والتبجيل للرسول صلى الله عليه وسلم في قوله تعالى: ﴿فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ﴾ (سورة آلِ عِمْرَانَ: 3/159)، فيقرّر الحق سبحانه مفهوم اللين في المعاملة، وبعد ذلك يذكّرنا بالسلوكيات الواجب مراعاتها فيقول سبحانه وتعالى: ﴿فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ﴾.

 وهنا، بينما تبرز الآية عِظم خُلق مفخرة الإنسانية صلى الله عليه وسلم، تُنَبِّه في الوقت نفسه إلى أهمية الالتزام بالحال اللين، والسلوك اللين، والقول اللين، بل وتدعو أيضًا إلى العفو عن الخطإ والتغاضي عن التقصير، والتوجّه إلى الله لطلب العفو والمغفرة لهم، وعدم إهمال جانب المشورة في الأمر، والمخاطَبُ الأول بهذه الأوامر هو الرسول صلى الله عليه وسلم وفي نفس الوقت فنحن مطالبون باتباع هذه الأوامر بالتبعية للرسول صلى الله عليه وسلم، ولذلك فمهما كانت الظروف صعبةً فعلينا أن نتجنب الغلظة والفظاظة والغضب الذي يوقد النار ويشعلها حولنا، وإلا فسنجدُ أنّ من تجمّع حولَنا قد تفرّق وانفضّ.

من المعلوم أن مواجهةَ الإساءة بالإحسان أحد أهم الدساتير القرآنية، وكما تقول الآية الكريمة: ﴿وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ﴾ (سورة فُصِّلَتْ: 41/34).

فليس مشروعًا لكم أن تقابلوا المساوئَ والمظالمَ والتعذيبَ بالمساوئِ نفسها، وإن فعلتم فسيحاسبكم الله سبحانه وتعالى، وإذا قابَلْتم الفسادَ بالفسادِ والظلمَ بالظلمِ فسيحاسبكم ربكم ويسألكم: “لماذا لم تتصرّفوا بصورة إنسانية؟”، “لماذا لم تقتَدوا برسولكم محمد صلى الله عليه وسلم؟”.

فعلى المؤمن أن يكون حذرًا يقظًا لكيلا يسوقه ظلمُ أحدٍ بالطرق والأساليب الشيطانية إلى الخطإ، وإن قابله أحد بالإساءة فعليه أن لا يقابله بمثلها، بل على العكس عليه أن يشحن ويقوّي نظامه الداخلي بالصبر والتحمل قائلًا:

ما أعذب البلاء إن كان من جلالِك!

وما أحلى الوفاء إن كان من جمالِك!

فكلاهما صفاء للروح

فما أحلى لطفك! وما أعذب قهرك!

                  (إبراهيم تنوري)

علينا أن نردّدَ هذه الكلمات ونُحسِنَ في مقابلة مساوئ الآخرين، ونتصرفَ بعدها كأن شيئًا لم يكن على الإطلاق، ونفتحَ طرقًا جديدة وبديلة من أجل الخدمة الإنسانية، ونُبدِعَ في الوسائل والأساليب في سبيل استدامة العمل والفاعلية.

***

[1] صحيح البخاري، الأنبياء، 51.

Maddi-Manevi Kemâlâtı Yıkan Bir Hastalık: Suizan

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Bediüzzaman Hazretleri dört büyük mânevî hastalığı sayarken yeis, ucub ve gurur ile birlikte suizannı da zikretmiştir. İster aynı daire içinde bulunan isterse farklı meşreplere mensup olan insanların suizandan kurtulmaları ve birbirleri hakkında hüsnüzan beslemeleri adına dikkat etmeleri gereken hususlar nelerdir?

   Cevap: Hz. Bediüzzaman, eserlerinin farklı yerlerinde hem İslâm dünyasının hem de insanoğlunun bir kısım hastalıkları üzerinde durmuş ve bunlara dair önemli reçeteler sunmuştur. Mesela o, bir yerde, İslâm dünyasının temel hastalıklarının ihtilaf, cehalet ve fakirlikten ibaret olduğunu ifade eder. Bu problemleri çözeceği ana kadar Müslümanlar asa gibi iki büklüm yaşamaktan kurtulamayacaklardır. Tanzimat yıllarından itibaren hep Avrupa’nın gözünün içine baktıkları gibi, bundan sonra da sürekli büyük devletlerin gözünün içine bakmaya devam edeceklerdir. Dolayısıyla bir türlü vesayetten kurtulamayacak, bağımsızlıklarını kazanamayacak, eli kolu, dili dudağı bağlı bir hayat yaşamaya mahkûm olacaklardır.

Bu üç hastalık daha çok içtimaî ve siyasi alanda öne çıkıyor. Fakat bir yönüyle her şey fertle başladığından ötürü, bunların fert plânındaki akisleri göz ardı edilemez. Zira parçaları günahlardan oluşan bir toplumun sıhhatli olması mümkün değildir. Soruda ifade edilen hastalıklar ise doğrudan insanın şahsî ve mânevî hayatıyla ilgilidir.

Hz. Pir ilk olarak yeis üzerinde duruyor ve diğer üçünün de bir yönüyle yeisten kaynaklandığına dikkat çekiyor. Zira yine onun ifadesine başvuracak olursak yeis, mâni-i her kemâldir. (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 54) Yani o, her türlü hayır ve güzelliğin önünde duran önemli bir engeldir. Bu yüzden şayet bir insanda ümitsizlik varsa onun iflah olması çok zordur. “Zaman ahir zaman oldu. Hiç beyhude uğraşmayın. Ümmet-i Muhammed artık bundan sonra belini doğrultamaz.” şeklindeki ümitsizce düşünceler, insanı, elinden bir şey gelmeyeceğine inandırır. Bu da onun kolunu kanadını kırar, iş yapma azmine büyük darbeler indirir. Böyle düşünen ve bu düşüncelerini dillendiren bir insan hem kendi dünyasını hem de içinde bulunduğu heyetin dünyasını karartıyor, yıkıyor demektir.

Mehmet Âkif’in çok tekrar eden bir nazmını münasebet geldiği için bir kere daha hatırlarsak:

“Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun.

Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar.”

İkinci hastalık olarak ucub üzerinde duruluyor. Ucub; nüanslarıyla fahir, gurur ve kibirden ayrılsa da, bunların hepsi aynı katran kaynağından kaynayıp çıkan şeylerdir. Eğer insanın içerisinde böyle uğursuz bir kaynak varsa, ondan bazen ucub, bazen gurur, bazen de kibir kaynar çıkar. Ucbu, iç beğeni sözüyle ifade edebiliriz. Bir insanın içten içe kendini, amellerini, yapmış olduğu işleri beğenmesi demektir. Böyle bir iç beğeni, bazen fahirlenme bazen gurur bazen de kibir şeklinde dışarıya yansır ki bunların her birinin birer şeytan sıfatı olduğunda şüphe yoktur.

   Suizandan Çok Sakının!

Bu hastalıklara bir de suizan ilave ediliyor. Suizan, insanlar hakkında kötü zanda bulunma, onlara karşı olumsuz duygu ve düşünceler taşıma demektir. Kur’ân, يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثِيرًا مِنَ الظَّنِّ اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır.” (Hucurât sûresi, 49/12) beyanıyla mü’minlere, suizanda bulunmayı yasaklamıştır. Bu sebeple mü’mine düşen vazife, hüsnüzan mümkün olduğu sürece hüsnüzan etmek, suizanna girmemektir. Hatta çok olumsuz tavrına şahit olunan insanlar hakkında bile yine Hz. Pir’in ölçüsüyle “hüsnüzan, adem-i itimat” prensibini işletmek gerekir. Yani onun hakkında suizanna girmezsiniz; fakat ihtiyatı elden bırakmaz ve sırtınızı da dönmezsiniz.

İsrâ sûresinde yer alan, وَلَا تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولَٰئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْئُولًا “Bilmediğin şeyin arkasına takılıp gitme! Çünkü kulak, göz, kalb gibi azaların hepsi sorguya çekilecektir.” (İsrâ sûresi, 17/36) âyet-i kerimesi de suizannın akıbetine dikkat çekmesi açısından son derece önemlidir. Zira suizan, bir kişi hakkında kesin bir bilgiye dayanmayan negatif anlamdaki bir tahmin ve kanaatten ibarettir. Hâlbuki âyet-i kerime, insanı, kesin bilgisi olmayan meseleler üzerinde durmaktan menetmiştir. Dolayısıyla bir insanın, zan ve tahminlerini bilgi gibi görüp onlar üzerinden insanları değerlendirmeye alması, çok ciddi bir sorumluluktur.

Bazen kulağa bir şeyler gelebilir. Mesela âyet-i kerimenin ifadesiyle fasık bir insan yalan bir haber getirebilir. (Bkz.: Hucurât sûresi, 49/6) Mü’min her duyduğuna inanmamalı, âyet-i kerimenin emrine uyup, gelen haberin kaynağını, arka plânını, doğruluğunu iyice araştırmalıdır. Ta ki meselenin önü arkası kendisi için iyice açıklığa kavuşsun. Konuyla ilgili bir hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: كَفَى بالمَرْءِ كَذِبًا أَنْ يُحَدِّثَ بِكُلِّ مَا سَمِعَ “Her duyduğunu söylemesi kişiye günah (bir başka rivayette “yalan”) olarak yeter.” (Ebû Dâvûd, edeb 80)

Bazen de göze bir şeyler ilişir. Fakat bir şeyleri görmek her zaman gördüklerinin künhüne vâkıf olmak anlamına gelmez. Yanlış görmüş olabileceği gibi, gördüklerini doğru anlamlandıramamış da olabilir. Burada da insana düşen, gördüğü her hâdise üzerine hemen hüküm bina etmemesi, önce, gördüklerinin doğruluğundan emin olmaya çalışmasıdır.

Âyet-i kerimede kulak ve gözden sonra da kalb zikrediliyor ve onun da düşüncelerinden, değerlendirmelerinden ötürü sorumlu olacağından bahsediliyor. Evet, sağlam bir delile dayanmayan, kesin bir bilgi blokajı üzerine oturmayan meselelerde kulak da göz de gönül de mesuldür. Allah öbür tarafta bunların her birinden hesap soracak ve onlar da -Allah muhafaza- insan aleyhinde şahitlik yapacaklardır. (Bkz.: Fussilet sûresi, 41/21) Bütün bunlar da göstermektedir ki, insanın zan ve tahminleriyle başkaları hakkında hüküm vermesi ciddi mesuliyet gerektirecek bir tavırdır.

   Gruplar Arasında Suizan

Suizan, maddî-mânevî kemâlâta zarar veren bir hastalıktır. Temelde ferdî bir hastalık olmasına karşılık bazen toplumsal bir hastalığa dönüşebilir. Eğer bir kimse başkaları hakkında hep olumsuz düşünüyor, onların davranışlarını olumsuz yorumluyor ve onları küçük görüyorsa bu, ferdî plânda bir suizandır. Şayet belirli gruplar, başka gruplar hakkında negatif düşünüyor ve onların gayretlerini hafife alıyorlarsa bu sefer suizan daha geniş bir tabana yayılmış demektir. Şahsî enaniyet, aidiyet mülâhazasına dayandığı takdirde daha da güçleneceği, heyet enaniyetiyle takviye edildiği takdirde sarsılmaz, yıkılmaz bir hâle geleceği için, çok daha büyük bir tehlike arz edebilir.

Maalesef ferdî suizanların yanında farklı heyet ve grupların birbirlerine karşı suizanları, toplum açısından daha yıkıcı neticeler ortaya çıkarabiliyor. Bakıyorsunuz, A grubu B grubu hakkında suizan besliyor ve onların yaptığı her şeyi eleştiriyor. B grubu da A grubuna hüsnüzanla yaklaşmıyor. Bunların her birisi kendi yaptıkları hizmetlerin İslâm’a daha muvafık ve insanlığa daha faydalı olduğunu düşünüyor ve sadece kendi yaptıklarını beğeniyorlar. Başkalarının ortaya koyduğu nice hayırlı iş ve hizmeti ise farklı kılıflar bularak yerden yere vuruyorlar.

Dikkat etmedikleri takdirde Hizmet gönüllüleri de böyle bir hastalığa yakalanabilir, bir takım grup ve cemaatlere suizanla yaklaşıp onların ortaya koymuş oldukları en hayırlı faaliyetlere bile kötü nazarla bakma hatasına düşebilirler. Oysaki Hz. Pir’in bu konuda ortaya koyduğu ölçü çok nettir: İnsanın, kendi meşrebinin muhabbetiyle yaşaması, başkalarına düşmanlık yapmasını gerektirmez. (Bediüzzaman, Lem’alar, s. 189) İnsan, yürüdüğü yolu, mesleğini, meşrebini delice sevebilir, sevmelidir de. Fakat bu, başkalarının mezhep ve meşreplerini hafife almayı, tenkit etmeyi ve hele düşmanlıkta bulunmayı gerektirmemelidir. Başkalarını kınamanın, ta’n u teşnide bulunmanın, sövüp saymanın hiçbir dinde, hiçbir mezhepte ibadet olduğuna dair bir şey bilmiyorum. Bir insanın, sırf kendi düşünce yapısına uymadığı gerekçesiyle falana filana sövmesi, kabul edilebilir bir tavır değildir.

Maalesef suizan günümüzün en yaygın hastalıklarından biri hâline geldi. Bazıları, içlerindeki bu hastalığı açığa vurmaktan çekinmezken, bazıları da menfi duygu ve düşüncelerini kapalı kapılar arkasında seslendiriyor.

Allah rızasını tahsilden başka bir niyetleri olmayan adanmışlar da bu tür taarruz ve hücumlara maruz kalabilirler. Başkaları suizanlarından ötürü onların yapmış oldukları onca güzel hizmetleri hiç görmeyebilir veya bunların arkasında farklı niyetler, hedefler arayabilirler. Şayet böyle bir durumda onlar da diğerlerine karşı benzer bir tutum takınırlarsa aynı hatayı irtikap etmiş olurlar.

Yapılan hizmetleri dış görünüşleriyle, kemiyetleriyle değerlendirmek doğru değildir. Mesela siz dünyanın farklı yerlerinde bin tane okul açmışsınızdır. Eğer beş okulla insanlığa faydalı olmaya çalışan insanlara, “Binin yanında beşin ne kıymeti olur!” derseniz, günaha girmiş olursunuz. Bilemezsiniz, belki de onlar yaptıkları işlerini daha ihlâslı yapıyorlardır. Bir zerre ihlâslı amel ise batmanlarla halis olmayana üstün gelir.

Bu açıdan, yapılan hiçbir hizmet küçük görülmemeli, hafife alınmamalı. Allah yolunda, insanlığa hizmet uğruna koşturan herkes hakkında hüsnüzan edilmeli. Kalbde suizan oluşmaması için sürekli mücadele etmeli ve içteki negatif duyguların önüne bariyerler koymalı ve herkes sürekli kendisini hüsnüzanna zorlamalı. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hüsnüzannın en güzel ibadetlerden biri olduğunu haber vermiştir. (Ebû Dâvûd, edeb 88)

   En Büyük Cihat

Siz, başkaları hakkında olumlu düşündüğünüz zaman sevap kazanıyorsunuz. Neden? Çünkü bu durumda içinizdeki şeytanî, nefsanî, cismanî ve hayvanî dürtülerin başkalarının hâl ve tavırlarıyla ilgili sizi yanlış yönlendirmesine müsaade etmiyor, bunlara karşı sürekli mücadele ediyorsunuz. İradenin hakkını vermek suretiyle içinizdeki negatif duyguları baskı altına alıyor ve başkalarının kusurlarına göz yumuyorsunuz. Yani kendi içinizde bir kavga veriyorsunuz, bir manada cihat ediyorsunuz. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), düşmanla yaka paça olmaya küçük cihat derken insanın kendini düzene koyma adına kendi içi âleminde ortaya koyduğu mücadeleye ise büyük cihat demiştir. Çünkü düşmanla yapılan cihat sürelidir. İnsanın nefsine, heva ve heveslerine, olumsuz duygularına karşı yaptığı cihat ise süreklidir. İnsan belki günde yüz defa içindeki bu tür kötü duygularla mücadele etmek zorunda kalır. Yani o, aslında sürekli bir savaş hâlindedir.

İşte içte verilmesi gereken böyle bir savaşta düşmanlarımızdan birisi de suizan duygusudur. Suizannı tetikleyen dünya kadar faktör, enstrüman vardır. İnsanın muhatap olduğu bir kısım kötü muameleler, gördüğü bazı yanlışlar, maruz kaldığı sıkıntı ve eziyetler, bütün bu fiillerin sahiplerine karşı onda bu duyguyu tetikleyecektir. Harekete geçtiği anda insana düşen onu bastırmaktır. Onun üzerine ağır kayalar koymakla mı, üzerinde zıplamakla mı, mânevî bir kısım enzimlerle onu hazmetmekle mi… nasıl yapacaksa yapmalı ve bir yolunu bulup onun ortaya çıkmasına fırsat vermemelidir.

İnsanın suizandan kurtulması bir yönüyle kendini sıfırlamasına bağlıdır. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir dualarında şöyle demiştir: اَللّهُمَّ اجْعَلْنِي فِي عَيْنَيَّ صَغِيرًا وَفِي أَعْيُنِ النَّاسِ كَبِيرًا “Allah’ım, beni benim gözümde küçük göster! (Misyonum itibarıyla) insanların nazarında ise büyük göster.” (el-Bezzâr, el-Müsned 10/315; ed-Deylemî, el-Müsned 1/473) Biz, O’nun bu sözlerini rehberliğinin bir gereği sayarız. Zira O, kendini ne kadar küçük görürse görsün, büyüktür. Siz de, “Allah’ım beni bana küçük göster! İhlâsımda, rıza talebimde, hizmetimde, cehdimde ise çalımlı kıl!” diyebilirsiniz.

Günde elli defa kendimizi sıfırlayabilirsek başkalarının kusurlarıyla uğraşmaz, onlar hakkında suizanlara girmeyiz. Eğer bir kıymet-i harbiyemiz varsa, onu da başkaları söyler. Bununla ilgili bir beklentiye girmek, ayrı bir hastalıktır! Eğer başkalarının bir kısım olumsuz tavırları karşısında hemen kendi olumsuzluklarımızı düşünürsek, atf-ı cürümlerden ve suizanlardan kurtulmuş oluruz. İnsan şayet kendi kusurlarına bakmaz, onların tespitiyle meşgul olmazsa ömür boyu etrafta kusurlu arar da hiçbir zaman asıl suçluyu bulamaz.

Kezzâblar Devrinde Sıddîkların İzinde

Herkul | | KIRIK TESTI

   Soru: Sıdk ve sadâkat tabirleri hangi manaları ihtiva etmektedir? Sâdıkların ve sıddîkların vasıfları nelerdir? Yalan söylemeyi câiz kılacak haller var mıdır?

   Cevap: Sıdk dendiğinde daha çok doğru söz ve hakikate muvafık beyan akla gelmektedir. Fakat aslında sıdk; doğru sözün yanında doğru davranışı da ihtiva eden, her türlü uydurma beyan ve tavırlardan arınmış olmayı da çağrıştıran ve insanın iç-dış, gizli-açık her halini aynı çizgide götürmesi, hilâf-ı vâki her şeye kapanıp, hayatını doğruluğa göre planlaması manalarına gelen daha şümullü bir tabirdir.

Sadâkat ise; söz ve tavırlarla beraber duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde de doğru olma, hak ve hakikate yürekten bağlı kalma, dostlarına karşı hep vefa hisleriyle dolu bulunma, şartlar ne olursa olsun hainlik ve döneklik yapmama, gönül verdiği kapıdan asla ayrılmama ve riya, tasannu, maddî-manevî çıkar hesabı gibi kötülüklerden arınarak hâlis bir niyetle Allah yoluna bağlanma manalarının hepsini ifade eden muallâ bir kelimedir.

Söz ve davranışlarında doğruluğu tabiatının bir parçası haline getirip, insanlarla olan muamelelerinde hep dürüst davranan; günlük konuşmalarından mizahlarına, dost meclislerindeki muhaverelerinden tebliğ adına yaptığı konuşmalarına kadar bütün söz ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan ve dostluğun gerektirdiği vefayı hep muhafaza eden, sözünün eri ve güven timsali insanlara “sâdık” denir.

Sıdk ve sadâkatte zirveyi tutan, hayal, tasavvur, duygu, düşünce, hatta mimiklerine kadar bütün hal ve tavırları itibarıyla doğruluğa kilitlenmiş olan hak erleri ise “sıddîk” ünvanıyla anılmaktadır. Özü sözü bir, her haline güvenilir bu kahramanlar, çok samimi, pek hâlis ve olabildiğine sâdık insanlardır. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) ve onun getirdiği her şeyi tasdikte kemale erişen, kendisine sunulan mesajlara -aksine ihtimal vermeyecek şekilde- iman eden ve i’lâ-yı kelimetullahı hayatının gâyesi bilen sıddîkların pîri Hazret-i Ebu Bekir (radiyallahu anh)’tır. Aslında Ashâb-ı Kirâmın hepsi birer sıddîktır; ne var ki, onların en önünde yer alan ve sadâkat sancağını taşıyan zat Ebu Bekir efendimizdir. Nitekim, Allah Teâlâ, “Sıdk mesajıyla gelen, hak ve gerçeği getiren ve O’nu gönülden tasdik eden var ya, işte her türlü fenalıktan korunanlar, takva üzere olanlar onlardır.” (Zümer, 39/33) mealindeki ayet-i kerimeyle daha din-i mübînin başlangıcında, hem onun tebliğcisini hem de bu ilâhî mesaja ilk defa “evet” deyip ona koşanı sıdk u sadâkatle tavsif ve tebcil buyurmuştur. Bazı müfessirlere göre; bu ilahî beyan, sıdk sesinin, sıdk sözünün, sıdk düşüncesinin sesi soluğu olan Hazreti Sâdık u Masdûk efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) ile O’na inanıp mesajını tasdik eden ve İslam’a gönülden bağlananların ilki, rehberi Ebu Bekir (radiyallahu anh) hazretlerini nazara vermektedir.

   O’nun Hayatı Mesajının Doğruluğuna Şahitti

Nur Müellifi, “Müseylime’yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedü’l-Emin Aleyhissalâtü Vesselâmı âlâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.” der. Evet, sıdk bir peygamber sıfatıdır. Güzel ahlakın kapısı doğrulukla açılır; en makbul ve seçkin kullar mertebesine, cennetin zirvesine sadâkatle ulaşılır. Sıdk, aynı zamanda Allah elçilerinin vazifelerini yaparken kullandıkları bir kredidir. Onların doğruluğa kilitlenmiş bulunmaları arkalarındaki istidatlı insanların hidayetine vesile olmuştur.

Sıdk sarayının sultanı Rasûl-ü Ekrem Efendimiz de doğruluk ve güvenilirliği sayesinde pek çok gönlün kilidini rahatlıkla açmıştı. Ebû Cehil, Utbe, Şeybe ve Ümeyye gibi küfrün temsilcileri bile “Vallahi biz bu adamın yalan söylediğine hiç şâhid olmadık.” demek zorunda kalmışlardı. Muhbir-i Sâdık, Mekkelileri Ebû Kubeys tepesinde toplayıp “Ey Abdulmuttalip oğulları! Ey Fih oğulları! Ey Lüeyy oğulları! Ben şimdi şu dağın öbür yamacında düşman ordusunun bulunduğunu ve size saldırmak üzere olduğunu söylesem bana inanır mısınız?” diye sorunca, oradakilerin hepsi tereddütsüzce “evet inanırız” diye bağırmışlardı. Çünkü, o güne kadar O’nun hiçbir hilâf-ı vâki beyanını duymamışlardı. Dünya adına hiçbir beklentisi olmayan bir insanın kırk yaşına kadar çok basit meselelerde bile hilâf-i vâki beyanda bulunmayıp o yaştan sonra hakikate muhalif sözler söylemesi zaten düşünülemezdi. O zamana değin öyle müstakim bir çizgi takip etmişti ki, ahlâk-ı âliyeye bağlı o gidişâtı ondan sonra söyleyeceği, göstereceği, sunacağı ve temsil edeceği her şeyin referansı olmuştu.

Dolayısıyla, düşmanları dahi O’nu yalancılıkla itham edemiyor, -hâşâ yüzbin defa hâşâ- ‘şâir, sâhir, mecnun’ yakıştırmalarında bulunarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyorlardı. Hakikatını inkâr edemedikleri mucizelerine de ‘sihir’ deyip geçiştiriyorlardı. O’nun risaletini kabule yanaşmayan müşrikler bile, “Muhammed doğru söylüyor” demekten kendilerini alamıyor; fakat peygamberliğin O’na verilişini kibir ve gururlarına yediremeyip, “Risalet neden eşraftan birine değil de bir yetime verildi?” demek suretiyle O’na teslim olmamak için kendilerince mazeret uyduruyorlardı.

   Özümüzle Sözümüz Bir mi?

Selef-i sâlihîn efendilerimiz, peygamberlerin vasıflarından üçünü sıralarken önce sıdkı, daha sonra emaneti, akabinde de tebliğ aşkını saymışlardır. Tebliği sıdk ve emanetten sonra zikretmeleri çok mânidârdır. Demek ki tebliğ vazifesinin eksiksiz ve kusursuz yapılabilmesi için mübelliğin önce sıdkla, sonra da güvenilir, inanılır ve itimat edilir bir insan olma manasına gelen emanetle muttasıf bulunması gerekmektedir. Tebliğ aşkı ancak peygamberâne sadâkat ve peygamberâne emanetle beraber bulunursa bir kıymet ifade etmektedir. Bu iki kanattan yoksun bir tebliğ adamı hem hizmet adına yapıp ettiklerini başka beklenti ve mülahazalara bağlamaktan kurtulamayacak hem de sunacağı mesaja kimseyi inandıramayacaktır.

Öyleyse, bu noktada biraz durmak, derin derin düşünmek ve kendi durumumuzu gözden geçirmek düşer bize!.. Sâhiden sıdk ve emniyet üzere yaşıyor muyuz? Gizli-açık her halimizde sıdk u sadâkatin rengi var mı? Özümüzle sözümüzü bir kılabildik mi? Çevremize emniyet telkin edebildik mi; güvenebiliyor mu insanlar bize? Yanlarında anıldığımız zaman hemen “Onun elinden, dilinden hiç kimseye zarar gelmez” diyebiliyorlar mı? İşte, bütün bu ve benzeri soruların cevabı müsbet olmadan yapacağımız tebliğ hem dünya hem de ahiret hesabına akîm kalmaya mahkumdur.

Bediüzzaman hazretleri de “İslâmiyetin esası sıdktır. İmanın hassası sıdktır. Bütün kemâlâta îsal edici sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır.” derken bu hususa dikkat çekmiştir. Sıdkı, sadâkat manasında ele almış; mü’minlerin hem şahsî hem de içtimaî açıdan ilerleyip yükselmelerinin söz, tavır ve davranışlarında doğruluğu kovalamakla beraber, niyetlerindeki hulûsa ve Allah’ın sâdık birer bendesi olarak bulunmaları gerekli olan yerde sâbit kadem durmalarına bağlamıştır. Evet, kendi şahsî hayatında gel-gitler yaşayan, sık sık farklılıklar sergileyen, sürekli değişip duran kimseler muhataplarının içlerine de hep tereddüt salar, şüphe atar ve onları kuşkulara düşürürler. “Acaba bu tavırlarından hangisi doğruydu? Şimdi hangisine inanacak, hangisini esas alacağız?” dedirtirler. Böyle yüzer gezer yaşayan ve hiç güven vaad etmeyen fertler, iktidâ edilecek insanlar olamazlar. Maalesef, günümüzde vâizlerin pek çoğunun nasihatlarının tesir etmemesi böyle bir hastalıktan dolayıdır. Önce söyleyenin söylediğine inanması, itaat ve inkıyada çağıranın Hakk’a gönülden bağlanmış olması ve doğruluğa davet edenin sıdk u sadâkata yapışması lazımdır ki, onun beyanları ve tavırları da başkaları üzerinde müessir olsun.

   Korkunç Bir İddia

Ayrıca, insan doğruluktan hiç ayrılmamaya azmetmeli ve yalanın en küçüğünden bile çok sakınmalıdır. Zira, en büyük yalanlar doğruluktan çok az bir inhirafla başlayan hilâf-ı vâki beyanlar silsilesinin ürünleridir. Habîb-i Edîb Efendimiz, bu hususa da dikkatlerimizi çekerek şöyle buyurmuştur: “Size doğruluk yaraşır. Doğruluk insanı iyiliğe, o da cennete çeker, götürür. İnsan, kendini bir kere doğruluğa verip, o yola yöneldi mi, hep doğru söyler, doğruyu araştırır. Böylece o, Allah katında “sıddîk” olarak yazılır. Yalandan sakınınız. Yalan insanı fücura, günah bataklığına, o da cehenneme sürükler, atar. Bir insan, kendini bir kere yalana kaptırdı mı, daima yalan söyler, neticede Allah katında “kezzâb” (büsbütün yalancı) olarak yazılır.”

Bildiğiniz gibi; lügatlerde yalan, gerçeğe aykırı asılsız söz, vâkıaya mutabık olmayan beyan, zatında olmamış bir şeyi var gibi sunma ya da söyleyen insanın bilgisini, düşüncesini, kanaatini -kasdî olarak- tam yansıtmayan bir ifade.. gibi değişik şekillerde tarif edilmektedir. Belâgat ilminde, yalanla alakâlı bir tarif daha vardır ki, o çok dikkat çekici ve ürperticidir. Bu zaviyeden, yalan, Allah tarafından bilinen bir şeyin aksini söylemenin, Allah’ın bildiğine muhalif iddiada bulunmanın ve bir meselenin Cenâb-ı Hak nezdindeki keyfiyetine aykırı söz uydurmanın adıdır. Mesela; hak katında sâlihler arasında bulunan iyi bir insandan bahsederken onu yerden yere vurma ve kötü bir adammış gibi anlatma “İnd-i ilahîde yazılı olan değil benim dediğim doğru!..” deme gibi çok büyük bir küstahlık ve küfre yakın pek korkunç bir yalandır.

Bu tehlikeden dolayı, Hak dostları, insanlar hakkında sû-i zan, gıybet, iftira, bühtan ihtiva eden yerici sözlerde değil, başkaları hakkında övgü ifade eden beyanlarında dahi çok dikkatli davranmış ve birini methedecekleri zaman “Zannediyorum, falanca şöyle faziletleri olan bir arkadaştır, hakkında hüsn-ü zannım kavîdir; fakat, Allah herkesin özünü biliyorken ben kimseyi kendi bilgime göre tezkiye edemem, Cenâb-ı Hak herkesi benden iyi bilir.” demeyi itiyad edinmişlerdir.

   Yalan Küfrün Arkadaşıdır

Bu itibarla, çok küçük görülen meselelerde dahi doğruluğun peşinde olmalısınız, dilinizi yalana hiç alıştırmamak için sıradan ve zararsız işlerde bile mutlaka hakikate uygun beyanda bulunmalısınız. Öyle ki, birisi size saati sorsa, şayet o an saat üçü onyedi geçiyorsa –kestirmeden– “onbeş geçiyor” ya da “yirmi geçiyor” şeklinde cevap vermemeli; saatiniz kaçı gösteriyorsa onu tam olarak söylemelisiniz. Çoklarınca basit ve önemsiz kabul edilen o meselede bile siz son derece doğru olmaya çalışmalısınız ki diliniz yalana asla alışmasın, dilinizden dökülen yalan kalbinizde yaralar açmasın ve “O kadarcık yalanın söylenmesinde mahzur yoktur” mülahazası çok büyük yalanlara kapı aralamasın.

Kat’iyen, o kadarcık bir yalandan bile kaçmak lazım; zira, bir insanın söz, tavır ve davranışlarında sıdk azaldıkça onun gönlünde nifak kuvvet bulur. Münafığın önemli sıfatlarında birisi yalancı olmasıdır. Nitekim Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) münafığın alâmetlerini şu şekilde saymıştır: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman ihanet eder. Konuştuğunda yalan söyler. Birisiyle ahitleştiği, sözleşme yaptığı zaman ona gadreder; söz verse de cayar, sürekli hulf-ül vaadde bulunur. Bir konuda taraf olduğunda haddi aşar, haksızlık yapar; kavga ve nizaları büyütür, düşmanlığa dönüştürür. Evet, Nebîler Serveri, münafığın bu huylarını saydıktan sonra “Bunlar kimde bulunursa o kişi tam münafık olur. Kimde de bunlardan biri varsa, onu terk edinceye kadar o kişide münafıklıktan bir parça bulunmuş olur.” buyurmuştur. Bediüzzaman hazretleri de “Yalan bir lâfz-ı kâfirdir” diyerek bu hakikati bir başka şekilde ifade etmiş; onun küfrün esası ve nifâkın birinci alâmeti olduğunu söylemiş ve küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri için mü’minleri uyarmıştır. O halde, bütün bunları duyup dinleyen ve bilen bir mü’min, her zaman şeytandan Allah’a sığındığı gibi, günde belki yüz defa kendini gözden geçirerek “Allah’ım, yalana düşmekten Sana sığınırım.” demeli değil midir?

   Örtülü Yalanlar

Diğer taraftan, bir de örtülü ve kapalı olarak söylenen “zımnî yalan” diyebileceğimiz sözler vardır ki, bir mü’min onlardan da kaçınmalı ve lisanını hep nezih tutmalıdır. En yaygınları mübalağa, mazeret döktürme ve târiz olan bu örtülü yalanlar da sıdka kilitlenmiş bir insan için büyük mahzurlar taşımaktadır.

Mübâlağa; bir şeyi ifade ederken olduğundan çok fazla (ya da bazen çok noksan) göstermek, bir şeyin etkisini artırmak için onu abartarak anlatmak demektir. Mesela; bazen başkalarının kuvve-i maneviyelerini takviye etmek bazen de yapılan işi büyük göstermek için yüz kişinin katıldığı bir programa “yüzlerce” insanın katıldığını söylemek, bin kişilik bir salona “binlerce” insan doldurmak (!), hatta o program hakkında görüş beyan eden birisinin “güzeldi” demesini “çok müthişti, muhteşemdi” şekline büründürerek nakletmek; daha bir köye bile tesir edemeden kendi mefkûresi adına kasabalar, şehirler fethedilmiş gibi anlatmak türünden bütün mübâlağalar birer zımnî yalan sayılırlar. Bunlar muhatabın gönlünde müsbet tesir hasıl etmeyeceği gibi gayretullaha da dokunabilir ve yapılan işin bereketini bütün bütün alır götürür. Dahası, o türlü mübâlağalar, yapılan iş hakkında takdir hislerini coşturmak bir yana, tereddüt ve şüpheler hasıl eder ve hassas gönüllerde kötü izler bırakır. Nitekim, Nur İnsan bu konuda da bizi uyarmış ve şöyle demiştir: “Hangi şeyi vasfetsen, olduğu gibi vasfet. Medhin mübâlağası bence zemm-i zımnîdir.”

Diğer bir örtülü yalanın adı olan “mazeret döktürme” tabiri, bir kusur, kabahat ya da suç için mücbir sebepler ileri sürmeyi ve onun hoş görülmesi maksadıyla bahaneler sayıp dökmeyi ifade etmektedir. Kanaatimce, suç sayılacak bir şey yapmak, bir kabahat işlemek ya da günaha girmek kötüdür, çirkindir. Fakat, o suça veya günaha mazeret bulma istikametinde beyanda bulunmak daha kötü ve daha çirkindir. Bir hatanın hoşgörülmesi ya da bir suçun affedilmesi için “şöyle olmuştu, böyle olmuştu” diyerek mazeretler ileri sürme vebali katlama demektir. İşte, o türlü bahanelerin arkasına sığınanlar kendilerini paka çıkarma kasdıyla ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Belki, sarfettikleri kelimelerin doğru olmasına dikkat ederler; fakat, karşı tarafı kendilerinin masum olduğuna inandırmaya çalıştıkları için söz ve hallerinin vâkıaya tam mutabık olmasını sağlayamazlar; mazeret ve bahanelerini muhataplarını kandırmaya mâtuf birer kuru laf olmaktan kurtaramazlar. Dolasıyla, yalana düşmüş ve kalbî hayatlarını yaralamış olurlar. Aslında, öyle bir durumda en doğru davranış, nefsi tezkiye etmeye çalışmadan ve mazeretler arkasına saklanmadan “Allah affetsin, siz de bağışlayın. Hevâ ve nefse uydum, cürüm işledim; zaten benden de ancak bu beklenirdi” diyebilmek ve hem tevbeye hem de mazeret döktürmeden af dilemeye koşmaktır.

Târiz” ise; kapalı bir biçimde, dolaylı olarak söz söyleme, konuşurken muğlak bir ifade kullanarak muhatabın bir meseleyi olduğundan farklı anlamasını sağlama ve açık olmayan bir beyanla asıl maksadı gizleme manalarına gelmektedir. (Edebiyattaki târiz sanatı bundan başkadır.) Diğer bir ifadeyle, târiz, bir sözün görünürdeki anlamından farklı bir mana kastedilerek kullanılması şeklindeki mecazlı anlatımdır. Selef-i salihîn, bunu da zımnî yalan kategorisinde ele almış ve insanın dini, hayatı, aklı, nesli, vatanı, ırz ve namusu söz konusu olmadan târize de asla başvurulmaması gerektiğini belirtmişlerdir.

   Yalanın Câiz Olduğu Yer Var mıdır?

Bu arada; “Bir maslahata binâen yalan söylemenin câiz olacağı yerler de var mıdır?” şeklinde bir soru akla gelebilir. Böyle bir sual Hazreti Üstad’a tevcih edilince, o “Evet, kat’î ve zarurî bir maslahat için mesağ-ı şer’î vardır. Amma zaman onu neshetmiş.” diyerek meseleyi kesip atmıştır. Aslında, bazı alimler haddi aşmamak ve zaruret sınırında durmak şartıyla, dargınları barıştırmak, hanımla beyinin arasını bulmak ve savaşta düşmanı şaşırtmak maksadıyla söylenen hilâf-ı vâki beyanların mübah olduğunu ve yalan sayılmayacağını söylemişlerdir. Fakat, Bediüzzaman hazretleri, bazı alimlerin maslahat ve zaruret için verdikleri o fetvanın muvakkat olduğunu ve geçerliliğini yitirdiğini ifade etmiştir.

Evet, günümüzde yalan çok revaçtadır ve insanlar hiç olmayacak meselelerde bile yalana başvurmaktadırlar. Bir sürü kezzâbın, müthiş yalanlarıyla yeryüzündeki asayişi ve umumi emniyeti mahvettiği zamanımızda, bu kötü ahvâlden mü’minler de etkilenmişlerdir ve maalesef çokları hemen her şeye bir bahane uydurur hale gelmişlerdir. Böyle bir dönemde öyle net bir ifadeyle ve kesin bir hükümle radikal tedbirler alınmazsa, o muvakkat fetvanın sû-i istimalini engellemek mümkün olmayacaktır.

Hâsılı, şayet biz dava-yı nübüvvetin kapı kulları sayılan birer hak eri olmayı arzuluyorsak, tıpkı Nebiler Serveri gibi, sıdk ve sadâkat hususlarına çok dikkat etmek zorundayız. Yalanın revaç bulduğu ve herkesin yalan söylemede rahat olduğu günümüzde doğruluğu bir âbide gibi başımızda taşımaya, inanılır ve güvenilir insanlar olma durumunu namusumuz gibi korumaya mecburuz. Özellikle de başka toplumlar içinde yaşıyorsak ve kendi öz değerlerimizi onlara da anlatmayı düşünüyorsak her halimizle doğru olmaya daha da özen göstermeliyiz. Büyük-küçük hiçbir meselede en ufak bir hilâf-ı vâki beyana tenezzül etmemeli ve asla “Müslümanlar da yalan söyleyebiliyor” dedirtmemeliyiz. Yalanı çağrıştıran tek bir söz ya da halimizin bütün inananlar hakkında “bunlar da yalan söylüyor” kanaati oluşturabileceğini ve ondan sonra –farz-ı muhal– gökten kitap indirip o insanların önüne koysak yine de onlara müessir olamayacağımızı unutmamalıyız. Evet, bizim için yol ikidir, ya doğru söylemek ya da sükût etmek. Ne kadar doğru varsa hepsini bir anda söyleme gibi bir mükellefiyetimiz yok; fakat, illa konuşacaksak, doğru sözlü olmadan başka yolumuz da yok.

Meleklerin Tesbîhi

Herkul | | KIRIK TESTI

   SORU: Rivayetlere göre, Hazreti İbrahim (aleyhisselam) efendimiz, meleklerin tesbîhini işitince çok heyecanlanmış ve onu tekrar dinleyebilmek için malının önemli bir bölümünü vermeyi teklif etmişti. Halilürrahman’ı hayran bırakan o tesbîh ne ifade etmektedir; ondan bizim anlamamız gereken manalar nelerdir?

   CEVAP: Hazreti İbrahim efendimizin meleklerin tesbîhini dinleyişi bir menkıbede anlatılır. O menkıbenin gerçekten vaki olup olmadığı hakkında tereddütler varsa da ondan alınacak ibretler çok önemlidir. Rivayetlere göre; Hazreti İbrahim, kendi döneminin en zenginlerinden sayılacak kadar servet sahibidir. Fakat, dünyanın ömrünün kısa olduğunu ve sür’atle zevale gittiğini, dünya lezzetlerinin zehirli bala benzediğini, burada güzel addedilen dünyevi zinetlerin kabirde çirkin sayıldığını, oraya götürülemeyeceğini ve şu imtihan yurdunda bir saatlik lezzeti terk etmeye bedel ahirette senelerce dostlarla beraber olunacağını yakin derecesinde bilen Halilürrahman, dünyayı kesben olmasa da kalben terketmiştir. Onun çalışıp kazanması, dünyayı imar etmek ve din-i mübînin yeryüzünün dörtbir yanında şehbal açmasını sağlamak içindir.

Bir gün, bazı melekler, Cenâb-ı Hakk’a, hullet ve dostluk kahramanı olarak tanıdıkları Hazreti İbrahim’in mal-mülk sahibi olması hakkında istifsarda bulunur; peygamberlik mesleğiyle onca servetin nasıl telif edilebileceğini sorarlar. Onların maksadı –hâşâ– itiraz değildir, o zenginliğin hikmetinin açıklanmasını istemektir.

Melekler, Allah’ın izniyle, Hazreti İbrahim’i ziyaret ederler; uzun bir yoldan gelmiş, saçı-sakalı dağınık, üstü-başı perişan birer misafir edasıyla İbrahim Nebi’nin yanına varırlar ve onun duyacağı şekilde “Sübbûhun Kuddûsün Rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh” derler. Kalbi ötelerden gelen esintilere açık olan İbrahim Aleyhisselam, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh u takdîs etmek için çok iyi seçilmiş bu kelimeleri ve onların seslendirilişindeki lâhûtîliği duyunca pek sevinir; “Aman Allahım, bu ne güzel bir söz!” diyerek hayranlığını ifade eder ve “Servetimin üçte biri sizin olsun, yeter ki o tesbîhi bir kere daha söyleyin!” der. Melekler, kendilerine has bir ses ve eda ile o tesbîhi tekrar edince, Allah’la alakası açısından tesbîh u tazime ve vahye aşina olan Halilürrahman, o sözdeki derinliğin kendi ruhunda hasıl ettiği tesir neticesinde, bir kere daha aynı tesbîhi duymak için malının tamamını vermeye de razı olur. Nihayet, “Değil mi ki bana bu tesbîhi dinletip öğrettiniz, ben de size köle oldum!” diyerek meleklere mukabelede bulunur. Bu davranışıyla da, sahip olduğu her şeyi, hatta canını bile Cânan yolunda feda edebileceğini gösterir.

Evet, Seyyid Nigari ne hoş söyler:
“Cânan dileyen dağdağa-i câna düşer mi;
Cân isteyen endişe-i Cânana düşer mi?”

Cânan’ı diliyorsan, kalbinde can dağdağası olamaz, mal sevgisi orada yer tutamaz. Gerekirse her şeyini, malını, mülkünü ve hatta canını bir keseye koyar; “Maksud O’dur, matlup O’dur, mahbub O” dediğin Allah uğrunda tereddüt etmeden verirsin. Aksine, “malım-mülküm” diyor ve can derdine düşüyorsan, Cânan’a ayırdığın gönlünü fani şeylere kaptırmış ve O’na karşı gereken teveccühü gösterememiş sayılırsın.

   Tesbîh

İhtimal, “Sübbûhun Kuddûsün Rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh” sözü umumi manada meleklerin tesbîhidir. Kur’an-ı Kerim, yerde ve gökte bulunan her şeyin Allah’ı tesbîh ettiğini haber vermekte (Hadîd, 57/1); meleklerin de Arş’ın etrafını çevirmiş olarak hamd ü senâ ile Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh ettiklerini anlatmaktadır. (Zümer, 39/75) Ayrıca, Allah Teâlâ meleklere insan neslini yaratacağını haber verdiğinde, onlar “Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahlûk mu yaratacaksın? Oysa biz hamd ü senâ duygusuyla dopdolu olarak Seni tesbîh u takdîs etmekteyiz” demişler (Bakara, 2/30); bunu söylerken de “nüsebbihu” ve “nükaddisu” kelimelerini kullanarak kendilerinin sürekli Allah’ı “tesbîh” ve “takdîs” ettiklerini belirtmişlerdir.

Tesbîh, Cenab-ı Hakk’ı tenzih etmek, yani Zatını i’tikad, söz ve amel bakımından şanına lâyık olmayan her türlü kusurdan yüce tutmaktır. Diğer bir ifade ile, tesbîh, layık olmayanı reddetmek; takdîs ise, layık olanı isbattır. Dolayısıyla, tesbîhde bir çeşit takdîs, takdîsde de tesbîh vardır.

Müslim, Ebû Davud ve Nesâi gibi muteber hadis kitaplarında, Peygamber Efendimizin rükû ve secdede “Sübbûhun Kuddûsün Rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh- Ey bütün eksik ve kusurlardan münezzeh bulunan Sübbûh ve bütün üstün vasıfları, kemâl, fazilet ve güzellik sıfatlarını Zâtında cem eden Kuddûs; ey meleklerin ve Ruhun Rabbi! Seni tesbîh u takdîs ederim.” dediği rivayet edilmektedir. Dolayısıyla, bu tesbîh, rükû ve secdede tekrarlanabilecek güzel bir zikirdir. Şu kadar var ki, bir rivayette “… Rabbunâ ve Rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh” denmekte ve “Rabbunâ” kelimesi ilave edilmektedir. Hanefi mezhebine göre; beşer kelamı olma ihtimali bulunan sözler namaz içerisinde okunmadığı için, “Sübhâneke” duasındaki “vecelle senâüke” bölümü Cenaze namazı haricinde terkedildiği gibi, “Rabbunâ” ilavesinin rükû ve secdede söylenmemesi evlâdır. Evet, bu tesbîhin namazda okunması Hanefiler arasında yaygın değilse bile, onu özellikle rükûda okumayı Efendimiz tavsiye buyurduğuna göre, biz de Rabbimiz karşısında iki büklüm bulunmamızın sesi-soluğu olarak “Sübbûhun Kuddûsün Rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh” diyebiliriz.

   Sübbûh

“Sübbûh” kelimesi Cenâb-ı Hakk’ın bir ism-i şerifidir; O’nun noksan sıfatlardan uzaklığını, şirkten tenzihini ve varlığın bütünüyle O’na ait olduğunu ifade eder. Sübbûh, sebeplere tesir-i hakikî vermeme ve esbâbı birer perde görme hakikatine bakan bir isimdir. “Sübhan” kelimesi de ondan gelir ve aynı manayı bildirir. Bundan dolayı, zifiri karanlık bir gecede, uçsuz bucaksız bir denizde, köpürüp duran dalgalar arasında ve sebeplerin bütün bütün tesirsiz kaldığı bir anda, Hazreti Yunus (aleyhisselam) “Ya Rabbî! Senden başka ilah yoktur, ulûhiyet tahtının yegâne sultanı Sensin. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, yücesin. Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiya, 21/87) derken “Sübhan” ismine sığınmıştır. Hazreti Yunus bin Metta, bu sözleriyle, “Sebeplerin hakiki tesiri yoktur; Sen esbâbı, izzet ve azametin için perde yapmışsın; fakat, dilersen her şeyi sebepsiz yaratırsın. İşte, bütün sebeplerin bana sırtını döndüğü şu anda, ey Müsebbibu’l-Esbâb, sebepler üstü olan azametine, her şeyi muhit bulunan güç ve kudretine, ilminin ve meşietinin enginliğine sığınarak sadece Senden yardım dileniyorum!” manalarını kastetmiş ve bunları bütün samimiyetiyle gönlünün sesi olarak dile getirmiştir. O, bütün benliğiyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edince de, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyet inkişaf etmiş; hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye ve hem de gökyüzüne geçen Allah Teâlâ, geceyi, denizi ve balığı onun hizmetine vermiş ve Hazreti Yunus’u sahil-i selâmete çıkarmıştır.

Sübbûh ismi bir manada tevhid-i hakikîyi işaret etmektedir. Yani, her şeyin üstünde Cenâb-ı Hakk’ın kudretini ve rubûbiyet mührünü görmek, her şeyden O’nun nuruna karşı bir pencere açmak, her şeyin O’nun birliğine delil olduğunu müşahede etmek, ulûhiyetinde, rububiyetinde ve mülkünde hiçbir ortağı ve yardımcısı olmadığına tam inanmak ve böylece bir çeşit daimî huzura ulaşmak, kısacası O’na isim, sıfat ve şe’nleri müvacehesinden iman etmek demek olan hakikî tevhide bakan bir isimdir.

Evet, sadece ilmi açısından bile kainata bakacak olsak; O’nun ilmi bütün varlığı kuşatmıştır. Hatta, olmamış şeyler de ilm-i ilahîye aittir. Cenâb-ı Hakk’ın ilmi muhittir. O’nun ilmi, “vacib”e taalluk ettiği gibi “mümkin”e ve aynı zamanda “madum”a da taalluk eder. Haddizatında, ademin vücuda gelmesi de mümkündür. Öyleyse, -Bediüzzaman’ın ifadesiyle- adem alemleri de Cenâb-ı Hakk’ın ilim, kudret ve iradesinin taalluk sahası sayılır. İşte, her şeyi irade, meşîet, kudret ve ilim açısından Cenâb-ı Hakk’a verme ve aklen, kalben, ruhen, hissen, fikren… her yönüyle tam tevhide ulaşma neticesinde “Sübbûh” deme ve “sübhaneke” diye zikretme meleklerin şiârıdır. Çünkü, onlar bütün bu hakikatleri şeksiz, şüphesiz görmekte ve sürekli tesbîhle bu müşahedelerini dillendirmektedirler. “Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin” (Bakara, 2/32) sözü de bu tesbîhlerinin ayrı bir terennümüdür.

Aynı zamanda, Sübbûh ismi, Cenâb-ı Hakk’ın, mahiyet-i nefsi’l-emriyesi itibariyle Zâtına bakan yanı açısından şerik kabul etmemesini ifade eder. Üstad’ın yaklaşımıyla, bir köyde iki muhtar, bir nahiyede iki müdür, bir kasabada iki kaymakam, bir vilayette iki vali ve bir memlekette iki hükümdar olmaz. “Eğer gökte ve yerde, Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı oraların nizamı bozulurdu. Demek ki o yüce arş ve hükümranlığın sahibi Allah, onların zanlarından, yakıştırdıkları vasıflardan münezzehtir, yücedir!” (Enbiya, 21/22) mealindeki ayet-i kerime de bu hakikate dikkat çekmektedir. Eğer öyle bir şey olsaydı eşya da herc u merce uğrar ve mahvolurdu. Her ilah kendi arzu, istek ve iradesine göre icraatta bulunur ve kainatta önü alınamaz bir dağınıklık, büyük bir karmaşa meydana gelirdi. Halbuki, kendine has bir münezzehiyet, mukaddesiyet ve muazzeziyet içinde Cenâb-ı Hakk zatında şeriki nefyeder; bir ortak ya da yardımcıya meydan vermez.

İşte, meleklerin “Sübbûh” ismini zikretmeleri, hem Zât-ı Uluhiyet’e bakan yanıyla, hem de kendileri dahil, esbâbın değişik şeylere sadece birer perde olduğunu çok iyi bilmeleri açısından, O’nun noksan sıfatlardan uzaklığını, şirkten tenzihini ve varlığın bütünüyle O’na ait olduğunu ikrar etmek demektir.

   Kuddûs

Kuddûs ismine gelince; Üstad Hazretleri 30. Lema’da, Esma-i Hüsnâ’dan Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl ve Kuddûs’ü anlatırken, Kuddûs ile alakalı olarak “bir İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzam’ın altı nurundan bir nuru” demiştir. Kuddûs, zatına yakışmayan her şeyden münezzeh bulunduğu gibi, bütün güzel vasıflarla muttasıf, tahdîd ve tasvire sığmayan kemâl, fazilet ve güzellik sıfatlarını kendisinde cem’ eden Zat demektir.

Kuddûs, Cenâb-ı Hakk’a bakan yanıyla, Zat-ı Uluhiyet’in münezzehiyetine delalet eden; kendisinde kusur sayılabilecek hiçbir şey olmadığı gibi, en mükemmel sıfatların da sahibi bulunan münezzeh, mukaddes ve muallâ Zat’ı gösteren bir isimdir. O öyle bir Rabb’dir ki, O’nu bilseniz, mutlaka seversiniz; O’nu sevince vuslat arzusuyla yanıp tutuşursunuz; O’nu bir de görseniz, artık kat’iyen O’ndan ayrılamazsınız. Aliyyu’l Kârî’nin ifadesiyle “Mü’minler keyfiyetsiz, idraksiz, ihatasız ve misalsiz olarak, her türlü tarifin üstünde “bî kem u keyf” O’nu müşahade edeceklerdir. O’nu görünce, artık Cennet’te olduklarını ve Cennet nimetlerini de unutacaklardır. Yazık o inanmayanlara, onlar öyle büyük hüsran içindedirler ki, mü’minler Cenâb-ı Hakk’ın cemaliyle sermest olarak Cennet nimetlerini bile unuturken, onlar pişmanlık ve hasretle vurunup dövüneceklerdir.” Evet, Cenâb-ı Hakk’ın cemalini görenler Cennet nimetlerini dahi unuturlar. Zira, yine Üstad’ın ifadeleri içinde, dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, Cennetin bir saatine mukabil gelmez. Cennetin de binlerce sene mesudâne hayatı, Cenâb-ı Hakk’ın Cemâli’ni bir dakika görmeye karşılık olamaz. Hele bir de, O’nun bizzat “Ben sizden hoşnutum!” demesi vardır ki, o hiçbir nimetle kıyas edilemez.

Cennet’teki o büyük mazhariyet bir yana, daha dünyadayken o hakikate birazcık aşina olan aşıklar bile adeta O’ndan başka hiçbir şeyi görmezler. Gözlerini o ufka diktikleri için dünyanın bütün güzellikleri önlerine serilse de mâsivâya nazar etmezler. İşte, Kuddûs ismi görüldüğü zaman insanları kendine aşık eden, “Ey Cânan” dedirtip ardından koşturan böyle bir güzelliğe, böyle bir mukaddesiyete, böyle bir münezzehiyete ve hakikî matlub, hakikî maksud ve hakikî mahbuba işaret etmektedir.

Ayrıca, ef’al aleminde de Kuddûs isminin tecellîleri vardır. Yerde ve gökteki bütün nezahet, temizlik, mükemmel dizayn, tertip ve düzen bu ismin birer tecellîsidir. Meseleye Bediüzzamanca yaklaşacak olursak; bu kâinat sürekli çalışan büyük bir fabrika ve her vakit dolup boşalan bir misafirhanedir. Aslında, böyle işlek fabrikalar ve misafirhaneler çer-çöple, enkazla, süprüntülerle çok çabuk kirlenir. Eğer dikkatle bakılmazsa ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz hale gelir. Halbuki bu kâinat fabrikası ve yeryüzü misafirhanesi, çok işlek olmasına rağmen, o derece parlak, temiz ve naziftir, o kadar kirsiz, bulaşıksız ve ufunetsizdir ki, adeta onda hiçbir lüzumsuz şey, işe yaramaz bir madde ve bir kir bulunmaz. Demek ki, bu fabrikaya ve misafirhaneye bakan Zât, onu küçük bir oda gibi süpürtüyor, temizliyor, tanzim ve tanzif ediyor. Zahiren çok iç bulandırıcı şeyler bulunması gerektiği halde öyle olmuyor; eko-sistemde akılları hayrette bırakan bir mükemmeliyet görülüyor. İnsanların kirleteceği ve berbat edeceği ana kadar tabiatın her sayfası seyretmeye doyulmaz bir güzelliğe bürünüyor. Dağı-tepesi, ovası-obası, ırmağı-deresiyle bütün yeryüzü adeta bir güzellikler meşheri gibi önümüzde arz-ı endam ediyor. İşte, bütün bu temizlik ve güzellikler, Kuddûs isminin ef’al alemindeki tecellîlerinden kaynaklanıyor.

   Her Şeyin Rabb’i

Söz konusu tesbîhde, Sübbûh ve Kuddûs isimlerini “Bütün meleklerin ve Ruh’un Rabbi” ifadesi takip etmektedir. Rab; sâhib, efendi, mâlik, ıslâh ve terbiye eden, yetiştiren, herkesi görüp gözeten, her varlığın ihtiyaçlarını karşılayan manalarına gelmektedir. Melekler; Cenab-ı Hakk’a taatle meşgul olan, Allah’ın kendilerine verdiği her emri derhal ve aynen yerine getiren ve kat’iyen itaatsizlik etmeyen, herbirinin sabit bir makamı ve muayyen bir rütbesi bulunan nurdan yaratılmış varlıklardır. İnsan su, hava, ışık ve gıda ile beslenip onlardan lezzet aldığı gibi melekler de zikir, tesbîh, hamd, marifet ve muhabbet nurlarıyla gıdalanır ve onlardan tat alırlar. Ruh’a gelince, o, Bediüzzaman’ın tarifiyle, “bir kanun-u zîvücud-u haricî ve bir nâmûs-u zîşuurdur.” Ruh denince çokları, Ruh-u Küllî’yi anlamışlar; bazıları da ona, Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) ruhu demişlerdir. Onu “Rûhü’l-Kudüs” ve “Rûhü’l-Emîn” de denilen Cebrail (aleyhisselam) olarak anlayanlar da olmuştur. Dolayısıyla, melekler, Cenab-ı Hakk’ın azamet, ceberût ve ululuğunu aksettiren “vâhidî” tecellîleri müşahede etmiş; O’nun esmâ ve sıfatlarının bütün varlık üzerinde gâlibane, kâhirane ve hâkimane tecellî ettiğini görmüş ve meleklerin, Ruh’un, ruhânilerin, bütün alemlerin ve o alemlerdeki her şeyin Rabbi olarak Allah Teala’yı tesbîh u takdîs etmişlerdir.

Ayrıca, melekler, tesbîhin Cenâb-ı Hak indindeki kıymetini ve onun Allah katında en makbul sözlerden olduğunu da biliyor ve o marifetle tesbîhlerini daha bir derin dile getiriyorlardı. Nitekim, Rasûl-u Ekrem Efendimiz buyurmuşlardır ki; “İki söz vardır ki, onlar Rahmân’a sevgili, dile hafîf, mîzanda ise pek ağırdır. Bunlar: ‘Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi’l-azîm’ cümleleridir.” Evet, kabaca “Sübhansın ya Rab! Hamd ü senâ duygusuyla dopdolu olarak Seni tesbîh ederim. Ey yüce Allahım, Sen noksan sıfatlardan, eksik ve kusurdan, şerik ve yardımcıdan münezzehsin, mütealsin.” manalarına gelen bu iki cümlenin söylenmesi çok kolaydır, dile ağır gelmez; bunlar boş ve değersiz sözler değildir, bilakis Hak katında makbul ve kıymetlidir; ayrıca, mizanda da çok ağırdırlar. Gözünüzde çok küçük olan ve belki de çoklarının hafife aldığı bu iki cümle, eğer gönülden söylenmişse, ahirette getirilip mizanda terazinin hasenat kefesine konulunca, yığın yığın günahları havaya kaldıracak kadar ağırlaşacaktır. Çünkü, bu söz Cenab-ı Hak nezdinde çok sevimlidir.

Peygamber Efendimizden öğrendiğimiz “Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi’l-azîm” tesbîhinde aynı zamanda cemal tecellîsine de işaret vardır. Bazı ayet-i kerimelerde tesbîh ile hamd beraber zikredildiği gibi bu sözde de Cenâb-ı Hakk’ın celâlî tecellîlerini ifade eden tesbîhle, cemalî tecellîlerine imada bulunan hamd beraberce söylenmiştir. Allah Teala’nın kudret, irade ve meşietinin bütün kainat çapında hükmünü icra ettiğini gören meleklerin “Rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh” deyip bütün alemlerin rabbi Allah’ı kastetmeleri vahidî ve celalî tecellînin ifadesidir. Fakat, Allah’ın, lütuf, şefkat, merhamet gibi sıfatlarından yansıyan, Cenâb-ı Hakk’ın herkese ve her şeye, seviye ve ihtiyaçları nisbetinde ihsan ve ikramda bulunması şeklinde müşahede edilen ehadî ve cemalî tecellîleri de vardır. Rahmâniyet ve Rahîmiyet dalga boylu tecellîlerden, canlı-cansız her varlığın, kendi kabiliyet, donanım ve istîdadına göre istifadesi söz konusudur ki, işte bunlar cemalî tecellîlerdir. Bu türlü tecellîlerde, mecâlî, yani, tecellî alanı olan varlıklar ya da bir yönüyle mazharlar, kendi donanımları, konumları, seviyeleri, istidatları ve ihtiyaçları nazar-ı itibara alınarak hususi görülüp gözetilirler. Farklı farklı şeylere ihtiyaç içinde oldukları, ayrı ayrı beslendikleri, çeşit çeşit bakım-görüme muhtaç bulundukları halde hiçbiri unutulmayarak ve hiçbiri terkedilmeyerek hepsine tek tek nimetler verilir ki bu da Cenâb-ı Hakk’ın cemalî tecellîsidir. Mesela, bir bebeğe önce anne sütü, sonra mama verilir. Çocuk biraz büyüyünce pelte, daha sonra püre, sonunda da ekmek ve katı gıda ile beslenir.

Evet, bütün varlıkların birden görülüp gözetilmesi şeklindeki celâlî tecellînin yanı sıra bir bebeğin kendi durumuna göre ona özel rızık verilmesi de cemâlî bir tecellîdir. Celâl ile Cemâl’i bir arada müşahede eden Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi’l-azîm” diyerek bu iki tecellîye birden dikkat çekmiştir. Zaten, Bediüzzaman hazretlerinin de ifade ettiği gibi, “İsm-i Celâl, genellikle nevilerde ve külliyatta tecellî eder; ism-i Cemâl ise mevcudatın cüz’iyatında tecellî eder. Bu itibarla nevilerdeki cûd-u mutlak, celalin tecellîsidir; cüz’iyatın nakışları, eşhasın güzellikleri ise cemalin tecellîyatındandır. Bazen de cemal, celalden tecellî eder. Evet cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir.”

   Gönlün Sesi

İşte biz, o azametli tecellîler karşısında hayret ve dehşet yaşar, “Sübhanallah” deriz. Cenab-ı Hakk’ın azim icraatını temaşa eder, “Allahu Ekber”le gürleriz. Bu arada, bir Cemâl tecellîsi olarak üzerimize sağanak sağanak nimetler yağmasına mukabil de “Elhamdülillah” der, hamd ü senâ duygumuzu seslendiririz.

Tabii ki, söylediğimiz her tesbîh, her tahmîd ve her tekbir gönlümüzün sesi-soluğu olmalıdır. Telaffuz ettiğimiz kelimeler şuurumuzdan vize alarak söz kalıbına dökülmelidir. Hazreti Üstad’ın tahiyyât okuyuşunu defaatle arz etmişimdir. O, söylediği her kelimeyi vicdanında tam duyacağı ana kadar sürekli tekrar edermiş. Kendine has edasıyla “Et-tahiyyâtu” der, onu gönlüne göre duyamadığına kani olursa, “Et-tahiyyâtu, et-tahiyyâtu” diyerek defalarca tekrar eder; istediği kıvamı yakalayacağı ve bütün benliğinde hissedeceği ana kadar diğer kelimeye geçmezmiş. İmam Şâzelî ve Ahmed Bedevî gibi zatların, namazda “Sübhane rabbiye’l-azim” dedikleri zaman, bütün zerrat-ı kainatı mülahazaya alabildiklerini nakleder ve onların seviyesini yakalamak istediğini söylermiş. O ufka ulaşabilmek için yıllarca gayret etmiş, Allah’a karşı teveccühünü derinleştirmiş ve dudaklarından dökülen her kelimeye, vicdanının ve şuurunun mührünü vurmuş. Aslında, böyle bir cehd Allah’ın hakkıdır; her haliyle Allah’a muhtaç olan zavallı, âciz, zayıf ve fakir kulların da vazifesidir. Nitekim, Hazreti İbrahim’e tesir eden de, duyduğu sözün muhtevasıyla beraber meleklerin kendi ufukları itibariyle meseleyi melekçe dile getirişleri olmuştur.

Hâsılı, melekler, tesbîhle alakalı olarak arz etmeye çalıştığım hususlardan çok daha fazlasını derince duymuş; topyekün varlığa mahrutî ve bütüncül bir nazarla bakarak tevhid-i hakikîyi tam kavramış ve bu hakikatin fezlekesi olarak “Sübbûhun Kuddûsün Rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh” demişlerdir. Gönlü uhrevî esintilere aşina olan İbrahim Aleyhisselam da engin bir marifet ve derin bir duyuşla dile getirilen bu tesbîhe hayran kalmıştır. Bizim de, o ufku idrak etmiş olma düşüncesiyle değil, o ufka talebimizi ortaya koyma mülahazasıyla Rabbimizi tesbîh u takdîs etmemiz bir vazifedir. Ümid ederiz ki, bu mülahazaları nazar-ı itibara alarak rükû ve secdede o sırlı kelimeleri söylememiz bizim içimizde de aynı hakikatlerin inkişafına sebebiyet verir.

Haftanın Hadîs-i Şerîfi

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَمْرِو بْنِ الْعَاصِ رَضِيَ اللهُ عَنْهُمَا

قَالَ سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

 

 إِنَّ اللَّهَ لاَ يَقْبِضُ الْعِلْمَ انْتِزَاعًا يَنْتَزِعُهُ مِنَ الْعِبَادِ وَلَكِنْ يَقْبِضُ الْعِلْمَ بِقَبْضِ الْعُلَمَاءِ حَتَّى إِذَا لَمْ يُبْقِ عَالِمًا اتَّخَذَ النَّاسُ رُءَساَءَ جُهَّالاً فَسُئِلُوا فَأَفْتَوْا بِغَيْرِ عِلْمٍ فَضَلُّوا وَأَضَلُّوا

***

Abdullah b. Amr b. El-Âs (radıyallahu anh),

İki Cihan Serveri Efendimiz (aleyhissalatü vesselam)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Allah Teâlâ, ilmi, kullarının akıl ve kalblerinden silmek suretiyle almaz, fakat gerçek âlimlerin vefatı sûretiyle insanlar ilimden mahrum kalır.

Nihayet hiçbir hakiki âlim kalmayınca halk, câhil bir takım kimseleri reis edinirler. Bunlara her şey sorulur; onlar da ilimleri olmadığı halde fetva verirler. Böylece hem kendileri dalâlete düşerler, hem de insanları doğru yoldan saptırırlar.”

 (Sahih-i Buhari)

Haftanın Hadîs-i Şerîfi

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

عَنْ أَبِى وَاقِدٍ اللَّيْثِىِّ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ 

 أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بَيْنَمَا هُوَ جَالِسٌ فِى الْمَسْجِدِ وَالنَّاسُ مَعَهُ إِذْ أَقْبَلَ ثَلاَثَةُ نَفَرٍ فَأَقْبَلَ اثْنَانِ إِلَى رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَذَهَبَ وَاحِدٌ قَالَ فَوَقَفَا عَلَى رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأَمَّا أَحَدُهُمَا فَرَأَى فُرْجَةً فِى الْحَلْقَةِ فَجَلَسَ فِيهَا وَأَمَّا الآخَرُ فَجَلَسَ خَلْفَهُمْ وَأَمَّا الثَّالِثُ فَأَدْبَرَ ذَاهِبًا فَلَمَّا فَرَغَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ « أَلاَ أُخْبِرُكُمْ عَنِ النَّفَرِ الثَّلاَثَةِ؟ أَمَّا أَحَدُهُمْ فَأَوَى إِلَى اللَّهِ فَآوَاهُ اللَّهُ وَأَمَّا الآخَرُ فَاسْتَحْيَا فَاسْتَحْيَا اللَّهُ مِنْهُ. وَأَمَّا الآخَرُ فَأَعْرَضَ فَأَعْرَضَ اللَّهُ عَنْهُ

***

Ebu Vâkıd el-Leysî (radıyallahu anh) şöyle rivayet ediyor:

Bir gün Rasûlullâh (sallalllahü aleyhi vesellem) Efendimiz, Ashâb-ı Kiram’la Mescid-i Nebevî’de sohbet için otururlarken içeriye üç kişi girdi. İkisi Nebiyy-i Ekrem’e (aleyhissalâtü vesselam) doğru yöneldi, bir tanesi ise geri dönüp gitti.

Bu iki kimse huzur-ı Risâlet-Penâhî’de edeple durdu ve bir tanesi halkada bir aralık boş yer bularak oracıkta oturdu. İkincisi ise halkada yer kalmayınca, (insanları sıkıştırmamak için) halkanın hemen arkasında oturuverdi. Üçüncüye gelince, yer kalmadı bahanesiyle arkasını döndü, savuşup gitti.

Rasûlullâh (aleyhi ekmelüttehaya) Efendimiz, sohbetini bitirince buyurdular ki:

“İsterseniz şu üç kişinin hâlini size haber vereyim. İçlerinden biri Allah’a sığındı, Allah da onu himaye buyurdu. İkincisi insanlara (sıkıntı vermekten) utandı, Allah da ona azap etmekten haya buyurdu. Üçüncüsü ise sohbet meclisinden yüz çevirdi, Allah da ondan yüz çevirdi.”

 (Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim)

HAFTANIN HADÎSİ

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

عَنْ حَكِيمِ بْنِ حِزَامٍ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ قَالَ:

سَأَلْتُ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، فَأَعْطَانِي، ثُمَّ سَأَلْتُهُ، فَأَعْطَانِي،

 ثُمَّ سَأَلْتُهُ، فَأَعْطَانِي ثُمَّ قَالَ:

يَا حَكِيمُ، إِنَّ هَذَا المَالَ خَضِرَةٌ حُلْوَةٌ، فَمَنْ أَخَذَهُ بِسَخَاوَةِ نَفْسٍ بُورِكَ لَهُ فِيهِ، وَمَنْ أَخَذَهُ بِإِشْرَافِ نَفْسٍ لَمْ يُبَارَكْ لَهُ فِيهِ، كَالَّذِي يَأْكُلُ وَلاَ يَشْبَعُ، اليَدُ العُلْيَا خَيْرٌ مِنَ اليَدِ السُّفْلَى، قَالَ حَكِيمٌ: فَقُلْتُ: يَا رَسُولَ اللَّهِ، وَالَّذِي بَعَثَكَ بِالحَقِّ لاَ أَرْزَأُ أَحَدًا بَعْدَكَ شَيْئًا حَتَّى أُفَارِقَ الدُّنْيَا، فَكَانَ أَبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ، يَدْعُو حَكِيمًا إِلَى العَطَاءِ، فَيَأْبَى أَنْ يَقْبَلَهُ مِنْهُ، ثُمَّ إِنَّ عُمَرَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ دَعَاهُ لِيُعْطِيَهُ فَأَبَى أَنْ يَقْبَلَ مِنْهُ شَيْئًا، فَقَالَ عُمَرُ: إِنِّي أُشْهِدُكُمْ يَا مَعْشَرَ المُسْلِمِينَ عَلَى حَكِيمٍ، أَنِّي أَعْرِضُ عَلَيْهِ حَقَّهُ مِنْ هَذَا الفَيْءِ فَيَأْبَى أَنْ يَأْخُذَهُ، فَلَمْ يَرْزَأْ حَكِيمٌ أَحَدًا مِنَ النَّاسِ بَعْدَ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حَتَّى تُوُفِّيَ.

***

Hakim b. Hizam (radıyallahu anh) rivayet ediyor:

Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’den  dünyalık bir şey istedim, bana verdi. Sonra kendisinden bir daha istedim, yine verdi. Ardından üçüncü bir kere daha istedim, bu defa da verdi ve şöyle buyurdu:

“Ey Hakîm! Şu dünya malı yok mu? O, tatlı ve hazır bir lezzettir. Her kim o maldan, ferâgat-i nefs ile, hırs göstermeksizin istifade ederse, o mal kendisi için bereketli olur. Her kim de onun peşinden hırsla koşturarak alırsa, bu mal onun için şerefli ve bereketli olmaz. O hırslı kimse, bir obur gibidir. Daima yer fakat bir türlü doymaz. Veren el ise, alan elden elbetteki hayırlıdır.”

Hakîm İbn-i Hizam, bu nasihat-i nebeviden sonra şöyle demiştir:

 -Ya Rasûlallâh! Seni Hak Peygamber olarak gönderen Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki şu dünyadan ayrılana kadar artık kimseden bir şey istemem.

 Hakîkaten Ebû Bekir (radıyallahu anh) halife seçildiğinde, beytü’l-maldeki hakkını vermek için Hakîm’i davet etmiş, fakat Hakim kendi hakkını bile almamıştır. Sonra Ömer (radıyallahu anh) de hakkını vermek için onu davet etmiş, ondan da almamıştır.

Bundan sonra Hazret-i Ömer:

 – Ey cemaat-i müslimîn! Siz şahit olun ki, ben hakkını vermek için Hakim’i davet ediyorum fakat o hiçbir şey almıyor, demiştir.

Hazreti Hakîm, Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in nasihatından sonra, tâ vefat edene kadar, hiç kimseden bir şey almamıştır.

(Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim)

Haftanın Hadisi: Evden Çıkarken

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

 

عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ

 أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ

إِذَا خَرَجَ الرَّجُلُ مِنْ بَيْتِهِ فَقَالَ بِسْمِ اللَّهِ تَوَكَّلْتُ عَلَى اللَّهِ، لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ

قَالَ: يُقَالُ حِينَئِذٍ: هُدِيتَ، وَكُفِيتَ، وَوُقِيتَ، فَتَتَنَحَّى لَهُ الشَّيَاطِينُ، فَيَقُولُ لَهُ شَيْطَانٌ آخَرُ: كَيْفَ لَكَ بِرَجُلٍ قَدْ هُدِيَ وَكُفِيَ وَوُقِيَ؟

***

Hz. Enes b. Malik (r.a) rivayet ediyor:

Allah Rasülü (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz

şöyle buyurmuşlardır:

 

“Kim evinden çıkarken;

بِسْمِ اللَّهِ تَوَكَّلْتُ عَلَى اللَّهِ، لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ

‘Allah’ın adıyla çıkıyor ve yalnız O’na güvenip dayanıyorum. O’ndan başka gerçek güç ve kuvvet sahibi yoktur.’ şeklinde Allah’ı zikrederse, kendisine; ‘Doğruya iletildin, ihtiyaçların karşılandı, düşmanlarından korundun.’ şeklinde cevap verilir ve şeytanlar ondan uzaklaşır. Başka bir şeytan da onlara; ‘Allah’ın hidayet ettiği, kefili olup koruma altına aldığı bu insana siz ne kötülük yapabilirsiniz ki?’ der.”

(Sünen-i Ebî Dâvûd, Sünen-i İbn-i Mâce)

Sâdıklarla Beraber Olun!..

Herkul | | BAMTELI

Sadâkat, Allah ile bir mukavele, bir sözleşme ve bir iç yemindir. Ona başlangıcı itibarıyla ve bir yönüyle nazârî veya enfüsî sadâkat da denebilir. Neye söz verilmişse onu harfiyen yerine getirmek ise onun amelî yanını teşkil eder.

Sıdk ve Sadâkat

İç yemin şeklindeki sadâkati orada bırakıp da amel ve aksiyona taşımamak insanın çelişkisi olur. Bir taraftan Allah’a sadâkat beyan ederken, diğer yandan O’nun emirlerine muhalif davranan kimse, sâdık davranmıyor ve döneklik yapıyor demektir.

Sıdk; doğru sözün yanında doğru davranışı da ihtiva eden, her türlü uydurma beyan ve tavırdan arınmış olmayı da çağrıştıran ve insanın iç-dış, gizli-açık her halini aynı çizgide götürmesi, hilâf-ı vâki her şeye kapanıp, hayatını doğruluğa göre planlaması manalarına gelen daha şümullü bir tabirdir.

Sadâkat ise; söz ve tavırlarla beraber duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde de doğru olma, hak ve hakikate yürekten bağlı kalma, dostlarına karşı hep vefa hisleriyle dolu bulunma, şartlar ne olursa olsun hainlik ve döneklik yapmama, gönül verdiği kapıdan asla ayrılmama ve riya, tasannu, maddî-manevî çıkar hesabı gibi kötülüklerden arınarak hâlis bir niyetle Allah yoluna bağlanma manalarının hepsini ifade eden muallâ bir kelimedir.

Tebük Seferi

Tebük Seferi, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in Şam’da toplanan kırk bin kişilik Roma ordusuna karşı yapmış olduğu askerî harekettir. Bu hareket, Arap yarımadasının kuzeyinde, Medine ile Şam’ın ortasında bulunan, suyu ve hurmalığı bol bir yer olan Tebük’e kadar uzanıp orada sona erdiği için bu adı almıştır. Ciddî bir savaş hazırlığı içinde gidilip de, savaş olmadan geriye dönülen Tebük Seferi’nde, o zamana kadarki en güçlü ve düzenli İslâm ordusu techiz edilmiş; Romalılara karşı sindirme harekâtı ve savaş tatbikatı yapılmış ve neticesi itibarıyla askerî ve siyasî açıdan önemli bir zafer kazanılarak geri dönülmüştür.

Sıcaklık, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve düşman ordusunun gücü gibi unsurların iyice zorlaştırdığı bu sefere çok çetin bir savaş olacağı mülahazasıyla çıkılmıştı. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ), güçlüsüyle zayıfıyla bütün müslümanları açıktan cihada davet etmiş ve inananlar arasında umumî seferberlik havasının yayılmasını sağlamıştı.

Münafıklar, her meseleye nefsanîlik açısından yaklaşıp her şeyi egoizmaya bağlı değerlendirdikleri için sürekli fesada sebebiyet verdikleri gibi, gerek Tebük gazvesi hazırlıklarında ve gerekse yolculuk sırasında fitne çıkarmaktan geri durmamışlardı. Münafıklardan yaklaşık seksen tanesi Tebük seferine katılmamak için Rasûl-ü Ekrem’e bir sürü bahane saymış ve izin istemişlerdi. Onlardan bazıları da, ganimet devşirmek ümidiyle orduya katılmış ama yol boyunca bozgunculuk yapmaktan bir an dûr olmamışlardı.

Geri Kalanlar, Mazeret Döktürenler ve Doğruluktan Ayrılmayanlar

Mü’min olduğu halde küçük bir ihmalden dolayı geride kalıp İslam ordusundan ayrı düşenler de mevcuttu. Kâ’b b. Mâlik, Mürare b. Rebî’ ve Hilâl b. Ümeyye de “nasıl olsa yetişirim” deyip ağırdan alan ama Tebük Kervanı’nı kaçırdıktan sonra ona ulaşma fırsatını bir daha da hiç bulamayan ve meşrû bir özrü olmadığı halde sefere katılmayan mü’minlerdendi.

Hazırlıklı, düzenli ve güçlü İslâm ordusunun her çeşit savaş riskini göze alarak Tebük’e kadar ulaşması, psikolojik bakımdan güç dengesini Müslümanların lehine çevirmişti. Hicaz’a saldırıp İslam coğrafyasını yakıp yıkmak üzere yola çıkan Heraklius ve askerleri, mü’minlerin cesareti karşısında çok korkmuş, dehşete kapılmış ve savaştan vazgeçmişlerdi. Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) Tebük’te yirmi gün kadar kaldıktan sonra, Ashab-ı kiramın ileri gelenleri ile istişare ederek geri dönmeye karar vermişti.

Fahr-i Kainat Efendimiz, seferden döndüğü zaman, Tebük gazvesine katılmayıp Medine’de kalanlar tek tek gelip özür dilemişler ve mazeretlerini yeminlerle te’yit etmişlerdi. Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz de, onların sözlerini dış görünüşleri itibarıyla kabul edip, işin iç yüzünü ve onların niyetlerini Allah’a havale etmiş ve haklarında istiğfarda bulunmuştu. Sadece, Kâ’b b. Mâlik ve diğer iki arkadaşı Rasûl-ü Ekrem’in huzuruna girince bahane uydurma yoluna gitmeden doğruyu söylemiş ve haklarında verilecek hükmü intizar etmişlerdi.

Kâ’b b. Mâlik, Akabe’de İnsanlığın İftihar Tablosu’na bey’at etmiş, Bedir dışındaki bütün gazalara katılmış; kılıcı kadar sözü, sözü kadar da kılıcı keskin bir insandı. Fakat, her türlü imkana sahip olduğu ve bir özrü de bulunmadığı halde Tebük seferine katılmamıştı. En muteber kaynaklarda nakledilen hadis-i şeriflere göre; Hazreti Kâ’b kendi serencamesini şöyle anlatmıştır:

Kâ’b b. Mâlik’in Hicranı

“Ben hiçbir zaman, katılmadığım bu gazve sırasındaki kadar kuvvetli ve zengin olamamıştım. Vallahi Tebük Gazvesi’nden önce iki deveyi bir araya hiç getirememiştim; fakat, bu sefere çıkılacağı esnada, iki tane binek devesine birden sahiptim.

Aslında, Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gazveye hazırlandığı zaman asıl hedefi söylemezdi, bir başka yere gittiği sanılırdı. Ne var ki, bu gazve sıcak bir mevsimde, uzak bir yere yapılacağı ve kalabalık bir düşmanla karşı karşıya gelineceği için Rasûl-ü Ekrem hedefi açıkça söylemiş; iyice hazırlanabilmeleri için müslümanlara nereye gideceklerini haber vermişti.

Diğer taraftan, Rasûlullah (aleyhissalatü vesselam) ile beraber harbe gidecek müslümanların sayısı çok fazlaydı. Herkesi isim isim bir deftere kaydetmek mümkün değildi. Savaşa gitmemek için gözden kaybolunduğu takdirde, hakkında bir âyet nâzil olmadıkça, işin gizli kalacağı zannedilebilirdi. Dahası, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu seferi meyvelerin olgunlaştığı ve gölgelerin iyice tatlılaştığı sıcak bir mevsimde yapmıştı. Ben de bunlara pek düşkündüm.

Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile müslümanlar savaş hazırlığına başladıklarında, ben de onlarla beraber harp ihtiyaçlarını tedarik etmek için evden çıkıyor, fakat hiçbir şey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime de “Canım hazırlık da ne ki, dilersem çabucak hazırlanabilirim!” diyordum. Günler böyle geçti. Herkes işini ciddi tuttu ve bir sabah Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile yanındaki müslümanlar erkenden yola çıktılar. Ben hâlâ hiçbir hazırlık yapmamıştım. Bu maksatla bir süre daha çarşı-pazara gidip geldim; sabah evden çıktım, ama hiçbir şey yapamadan geri döndüm. Bu hal de böyle sürüp gitti. Savaş henüz başlamamıştı, ama mücâhidler bir hayli mesafe almışlardı. “Yola çıkıp onlara yetişeyim” dedim, keşke öyle yapsaymışım; heyhat, bu da bana nasip olmadı.

Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’den ayrıldıktan sonra, halkın arasına çıktığım zaman gördüğüm bir manzara beni çok üzüyordu: Savaşa gitmeyip geride kalanlar ya münafıklık damgası yemiş kimselerdi veya zayıflıkları sebebiyle Cenâb-ı Hakk’ın mazur addettiği özürlü mü’minlerdi.

Öte yandan, Rasûlullah (aleyhissalatü vesselam) da Tebük’e varıncaya kadar adımı hiç anmamış. Orada ashâbının arasında otururken, “Kâ’b İbni Mâlik ne yaptı? (Ondan ne haber?)” diye sormuş. Bunun üzerine Benî Selime’den bir adam, “Ey Allah’ın Rasûlü! Elbiselerine ve sağına soluna bakıp gururlanması onu Medine’de alıkoydu!” demiş. Bunun üzerine Muâz İbni Cebel ona, “Ne fena konuştun!” diye karşılık vermiş. Sonra da Peygamber Efendimize (aleyhisselâm) dönerek, “Yâ Rasûlallah! Yemin olsun, biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz!” diye eklemiş. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiçbir şey söylememiş.

Söz Vermemiş miydiniz?!.

Rasûlullah’ın (aleyhi ekmelüttehaya vetteslimat) Tebük’ten Medine’ye hareket ettiğini öğrendiğim zaman beni bir üzüntü aldı. Bir aralık bir yalan uydurmayı düşündüm. Kendi kendime “Ne söylesem ki yarın Allah Rasûlü’nü (aleyhissalâtu vesselâm) darıltıp gücendirmekten ve O’nun tarafından cezalandırılmaktan kurtulsam?” dedim. Yakınlarımdan görüşlerine değer verdiğim kimselerin fikirlerine de müracaat ettim. Rasûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmek üzere olduğunu söyledikleri zaman, kafamdaki saçma sapan düşünceler dağılıp gitti. İyice anladım ki, yalana başvurmakla asla kurtulamam… Her şeyi dosdoğru söylemeye karar verdim.

Derken Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir sabah Medine’ye geldi. O, bir seferden dönerken önce Mescid-i Nebevî’ye girerek iki rek’at namaz kılar, sonra halkın arasına çıkıp otururdu. Yine öyle yaptı. Bu sırada savaşa katılmayanlar huzuruna koştular; neden savaşa gidemediklerine dair mazeretlerini yemin billah ederek bir bir anlatmaya başladılar. Bu kimselerin sayısı seksenden fazlaydı. Peygamber Efendimiz onların ileri sürdüğü mazeretleri kabul etti; kendilerinden bîat aldı; Allah Teâlâ’dan bağışlanmalarını niyâz etti ve iç yüzlerini O’na bıraktı.

Sonunda ben de huzura girdim. Selâm verdiğim zaman Allah Rasûlü acı acı gülümsedi ve “Gel!” dedi. Yaklaştım ve önüne oturdum. Bana, “Niçin savaşa katılmadın? Sen Akabe’de bîat edip söz vermemiş miydin; hem sefer için binek hayvanı satın almamış mıydın?” diye sordu. Ben şu cevabı verdim: “Evet ey Allah’ın Rasûlü! Şu anda senin değil de dünya ehlinden bir başkasının yanında oturmuş olsaydım, inandırıcı mazeretler ileri sürüp, mutlaka öfkesini gidererek yanından ayrılırdım. Çünkü, -Allah’ın lütfu- insanlara fikrimi kabul ettirmeyi iyi beceririm. Fakat, yemin ederim ki, bugün sana yalan söyleyerek gönlünü kazansam bile, yarın Cenâb-ı Hak işin doğrusunu sana bildirecek ve sen bana güceneceksin. Şayet doğruyu söylersem, o zaman da bana kızacaksın. Ama ben doğruluğu seçerek Allah’tan hayırlı sonuç bekliyorum. Vallahi savaşa gitmemek için hiçbir özrüm yoktu. Hiçbir zaman gazâdan geri kaldığım sıradaki kadar da kuvvetli ve zengin olamamıştım!..”

Benim bu itirafım üzerine Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), “İşte bu doğru söyledi” dedi. Sonra da bana müteveccihen, “Haydi kalk, senin hakkında Allah Teâlâ hüküm verene kadar bekle!” buyurdu. Ben kalkınca Benî Selime’den bazıları peşime takılarak, “Vallahi senin daha önce bir suç işlediğini bilmiyoruz. Sen de savaşa katılmayan diğerlerinin ileri sürdükleri gibi bir mâzeret söyleseydin ya!.. Halbuki günahlarının bağışlanması için Peygamber Efendimiz’in (aleyhisselâm) istiğfâr etmesi yeterdi!” dediler. Beni o kadar çok ayıpladılar ki, tekrar Rasûlullah’ın yanına dönüp biraz önceki sözlerimi inkar etmeyi bile düşündüm. Sonra onlara, “Benim vaziyetime düşen başka biri var mı?” diye sordum. “Evet iki kişi daha tıpkı senin gibi itirafta bulundular. Onlara da sana söylenen söylendi.” dediler. Onların kim olduklarını sorunca da “Biri Mürâre İbni Rebî’ el-Amrî, diğeri de Hilâl İbni Ümeyye el-Vâkıfî” diyerek, Bedir Gazvesi’ne katılmış olan nümune-i imtisal iki mükemmel şahsiyetin adını verdiler. Bunun üzerine ben geri dönüp özür beyan etme fikrinden vazgeçtim.

Derken Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) gazveye katılmayanlardan sadece üçümüzle konuşulmasını yasakladı. İnsanlar bizimle konuşmaktan kaçındılar ve bize karşı tavırlarını değiştirdiler. Öyle ki, yeryüzü bile bana yabancılaştı. Sanki dünya, o zamana kadar bilip tanıdığım dünya olmaktan çıktı..

İşte, bu minval üzere tam elli gün geçirdik. Diğer iki arkadaşım halktan uzaklaşıp boyunlarını büktüler; ağlayarak evlerine kapandılar. Fakat ben onlardan daha genç ve dayanıklı idim. Dışarı çıkarak cemaatle namaz kılar, çarşıda dolaşırdım. Ne var ki, kimse benimle konuşmazdı. Bazen namazdan sonra, ashabıyla oturmakta olan Rasûlullah’a (aleyhissalâtu vesselam) uğrayıp selam verirdim. “Acaba selâmımı alarak dudaklarını kıpırdattı mı kıpırdatmadı mı?” diye kendi kendime sorardım. Sonra O’na yakın bir yerde namaz kılar ve farkettirmeden kendisine bakardım. Ben namaza durunca bana doğru yöneldiğini, ama kendisine baktığım zaman yüzünü hemen geri çevirdiğini görürdüm.

İmtihan İçinde İmtihan: “Bize Gel!..” Fitnesi

Müslümanların bana karşı sert tutumları uzun süre devam edince, bir gün dayanamayıp amcamın oğlu ve en çok sevdiğim insan Ebû Katâde’nin bahçesine gittim, duvardan içeri atladım ve selâm verdim. Hayret, vallâhi selamımı almadı. Ona, “Ebû Katâde! Allah aşkına söyle; Allah’ı ve Rasûlü’nü ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun?” dedim. Hiç cevap vermedi. Tekrar “Allah aşkına…” dedim, yine konuşmadı. Bir daha yemin verince, “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaşlar boşandı. Geri dönüp duvardan atladım ve oradan uzaklaştım.

Bir gün Medine çarşısında dolaşıyordum. Erzak satmak üzere gelen Şamlı bir çiftçi, “Kâ’b İbni Mâlik’i bana kim gösterir?” diye sordu. Halk da beni işaret etti. Adam yanıma gelerek Gassân Meliki’nden bir mektup verdi. Ben okuma yazma bilirdim. Mektubu açıp okudum. Selâmdan sonra şöyle diyordu: “Duyduğumuza göre arkadaşın seni üzüyormuş. Allah seni değerinin bilinmediği ve hakkının çiğnendiği bir yerde yaşayasın diye yaratmamıştır. Hemen yanımıza gel, seni aziz tutalım.” Mektubu okuyunca, “Bu da başka bir imtihan” dedim. Hemen mektubu tandıra atıp yaktım.

Bu boğucu elli günün kırkı geçmiş, fakat hakkımızda hâlâ vahiy gelmemişti. O sırada, Rasûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderdiği bir şahıs çıkageldi; “Allah Rasûlü (aleyhissalâtu vesselam) eşinden ayrı oturmanı emrediyor!” dedi. “Onu boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım?” diye sordum. “Hayır, ondan ayrı duracak, kendisine yanaşmayacaksın!” dedi. Peygamber Efendimiz, diğer iki arkadaşıma da aynı emri göndermişti. Bunun üzerine eşime, “Allah Teâlâ bu mesele hakkında hüküm verene kadar ailene git ve onların yanında kal.” dedim.

“Doğruluğumla Kurtuldum!..”

Bu vaziyette, sıkıntısı gittikçe artan on gece daha geçirdim. Ellinci gecenin sonunda, evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım. Allah Teâlâ’nın (Kur’ân-ı Kerîm’de bizden) bahsettiği üzere ruhum iyice sıkılmış, o geniş yeryüzü bana dar gelmiş bir halde otururken, Sel Dağı’nın tepesindeki birinin var gücüyle, “Kâ’b İbni Mâlik! Müjde!” diye bağırdığını duydum. Sıkıntılardan kurtulma zamanının geldiğini anlayarak hemen secdeye kapandım.

Meğer Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cenâb-ı Hakk’ın bizi affettiğine dair sevindirici haberi o gün sabah namazında halka duyurmuş, halk da bize müjde vermek üzere koşuşmuş. İki arkadaşıma da müjdeciler gitmiş. Bunlardan biri bana doğru at koşturmuş. Eslem kabilesinden bir diğer müjdeci de koşup Sel Dağı’na tırmanmış; oradan bağırmaya başlamış. Tabii ses attan önce bana ulaşmıştı. Sesini duyduğum müjdeci yanıma gelip beni tebrik edince, sırtımdaki elbiseyi çıkarıp müjdesine karşılık ona giydirdim. Vallahi o gün giyecek başka elbisem yoktu. Emanet bir elbise bulup hemen giydim. Rasûlullah’ı (aleyhissalâtu vesselâm) görmek arzusuyla yola koyuldum. Beni grup grup karşılayan sahâbîler tevbemin kabul edilmesi sebebiyle tebrik ediyor ve “Gözün aydın, Allah’ın seni bağışlaması kutlu olsun!” diyorlardı.

Nihayet Mescid’e girdim. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashâbın ortasında oturuyordu. Peygamber Efendimiz’e selam verdiğimde memnuniyetten ışıl ışıl, mütebessim bir yüzle, “Müjdeler olsun! Annenden doğalıdan beri yaşadığın en hayırlı gününü tebrik ederim!” buyurdu. Ben de, “Yâ Rasûlallah! Bu sizin tarafınızdan bir bağışlanma mıdır, yoksa Allah tarafından mı?” diye sordum. “Hayır, bu Allah’tan gelen bir lütuftur!” buyurdu. Rasûlullah’ın (aleyhissalâtu vesselam) vech-i mübarekleri, sürurlu anlarında, bir ay parçası gibi parıldardı. Biz onun sevindiğini böyle anlardık; o anda da memnuniyeti yüzünden okunuyordu. Ben önüne oturunca, “Ey Allah’ın Rasûlü! Tevbemin kabul edilmesine şükür olarak bütün malımı Allah ve Rasûlullah uğrunda tasadduk etmek istiyorum.” dedim. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Malının bir kısmını dağıtmayıp elinde tutman senin için daha hayırlı olur.” buyurdu. Ben de, “Hayber fethinde hisseme düşen malı elimde bırakıyor, gerisini bağışlıyorum!” dedikten sonra sözüme şöyle devam ettim: “Yâ Rasûlallah! Cenâb-ı Hak beni doğru sözlülüğümden dolayı kurtardı. Tevbemin bir gereği olarak, artık yaşadığım sürece sadece doğru söz söyleyeceğim.”

İşte, Kâ’b b. Mâlik, Mürare b. Rebî’ ve Hilâl b. Ümeyye gerçek mü’min olduklarından Tebük Seferi’ne katılmamalarını mazur kılacak bir sebep göstermek için bir sürü bahane uydurma ve mazeret döktürme yerine suçlarını itiraf etmiş, Allah Rasûlü’nden bağışlanma dilemiş ve tevbelerinin kabul olması için istiğfar televvünlü bir bekleyişe koyulmuşlardı. Rasûl-ü Ekrem (aleyhi ekmelüttehaya vetteslimat) Efendimiz de, münafıkların mazeretlerini kabul etmiş olmasına rağmen, bu üç sahabiyi cezalandırmış; onları muvakkaten dışlamış ve Müslümanları onlarla konuşmaktan menetmişti. Çünkü, bu üç büyük insan, harem dairesine girmişlerdi bir kere, başkaları gibi davranamazlardı; şayet dışarıdakiler gibi hareket ederlerse, işte bu şekilde cezalandırılmaları da icap ederdi. Nitekim, elli gün süren, ama kendilerine elli bin sene gibi gelen, büyük bir imtihana tabi tutulmuş ve sadâkatlerini ispatlayınca Allah’ın mağfiretine nail olmuşlardı. Mazeret beyan etme kadar bile olsa, hilaf-ı vaki bir beyana tenezzül etmemeleri, doğru sözlülükleri ve samimi davranışları onlara ebedî kurtuluşun kapısını açmıştı. Münâfıklar uydurdukları yalan mazeretler yüzünden helâk olurken, onlar doğrulukları sayesinde selâmete çıkmışlardı.

Sadâkat Kahramanları

Cenâb-ı Hak, onlarla alâkalı olarak şu mealdeki ayet-i kerimeyi indirmişti:

وَعَلَى الثَّلاَثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُوا حَتَّى إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنْفُسُهُمْ وَظَنُّوا أَنْ لاَ مَلْجَأَ مِنَ اللَّهِ إِلاَّ إِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُوا إِنَّ اللَّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ

“Allah, savaştan geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü onlar öylesine bunaldılar ki dünya bütün genişliğine rağmen başlarına dar geldi. Vicdanları da kendilerini sıktıkça sıktı. Nihayet, Allah’ın cezasından kurtulmak için yine Allah’ın kapısından başka sığınacak hiçbir yer olmadığnı anladılar da, bundan sonra, önceki iyi hallerine dönsünler diye, Allah onları tevbeye muvaffak kıldı. Çünkü Allah tevvâbdır, rahîmdir (kullarını tevbeye yönlendirir, sonra da onların tevbelerini kabul buyurur ve onlara hep rahmetiyle muamele eder.)” (Tevbe, 9/118)

Bu ayet-i kerimenin hemen ardından Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللّهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ

“Ey iman edenler! Allah’tan korkup takva dairesinde korunun ve sâdıklarla beraber olun!..” (Tevbe, 9/119) Görüldüğü üzere, mesele sadâkate bağlanmakta; imanda, amelde, vaadde ve sözde doğru olmak, dürüst ve dosdoğru insanlar arasında yer almak öğütlenmektedir.

Kezib, bir kafir sıfatı olduğu gibi, -ki Hazreti Pîr “Yalan bir lafz-ı kâfirdir” diyor- sıdk da bir mü’min sıfatıdır. Kimde sadâkat varsa, ona mü’min nazarıyla bakılır. Ashâb-ı kiram bu mevzuda kendilerine düşeni yapmış ve Allah’ın inayeti ve lütfuyla, o işin kahramanları olmuşlardır. Kur’an-ı Kerim onların sadâkatini şu ilahi beyanla adeta destanlaştırmaktadır:

مِنَ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللّٰهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضَى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْدِيلاً

Mü’minlerden öyle yiğitler vardır ki Allah’a verdikleri sözü yerine getirip sadâkatlerini ispat ettiler. Onlardan kimi adağını ödedi, canını verdi, kimi de şehitliği gözlemektedir. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler.” (Ahzâb, 33/23)

Bugün bize düşen vazife de verdiğimiz sözde sabit-kadem olarak Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmek, bu yarım-yamalak teveccühe mukabil O’nun da teveccüh edeceğine inanmak; sadâkat dili, sadâkat heyecanı ve sadâkat tavırlarıyla yaşayarak her zaman sadâkatimizi ortaya koymaktır.

Yalancı ve Yamacılar

Herkul | | BAMTELI

Bediüzzaman diyor ki: “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” En olumsuz eyyâmda (günlerde), en olumsuz saatlerde, dakikalarda, saniyelerde ve anlarda dahi her hadiseyi güzel görmek, en azından hadiselerin güzel yanlarını görmek lazım.

Bu, Kur’ân-ı Kerim’in emrine uygundur; zaten uygun olmayanı söylemezler. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda hayırlı olabilir, buna karşılık hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216)

Zamandan şikayet etmemeli!.. Havanın bütün bütün karardığı, tek bir ışık şulesinin kalmadığı, her şeyin renk attığı, en canlı şeylerin bile partallaştığı, kaldırılıp bir kenara atılabilecek duruma geldiği günlerde bile elden geldiğince işin bir açığıyla, bir menfeziyle yine güzel görmeye çalışmak lazım.

Günümüz açısından meseleye bakacak olursak, rahatsızlık verici şeyler vardır, fakat bunlar hiçbir zaman eksik olmamıştır ki!..

Yalan, Bir Küfür Sıfatıdır

Hazreti Pîr’in de dediği gibi, her kâfirin her sıfatı kâfir değildir; nitekim her mü’minin her sıfatı mü’min olmadığı gibi. Bazı mü’minlerde kâfir sıfatı bulunur. Mesela yalan bir küfür sıfatıdır; bir insan yalan söylüyorsa, yalan yazıyorsa…

Bir “basit yalan” vardır: Yalan söyler. Onun kendi tarifi içinde manası şudur: Bir insan bir şeyin doğrusunu bildiği halde hilâf-ı vâki beyanda bulunur. Hazreti Pîr bu yalana lafz-ı kâfir diyor. Fakat terminolojiye koyun bunu, bu basit bir yalan. Mürekkep, yani katlanmış değil, basit bir yalan. Ama yine de bir kâfir lafzı ve münafık sıfatı. İnsan, bir kere söyleyince bunu, münafıklığa doğru bir adım atmış olur. Hazreti Pîr’in ifadesiyle -bu bir küfür sıfatıysa şayet- “Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır.” Bir insan bir günah işlediği zaman, imandan o kadar uzaklaşmış ve küfre de o kadar yaklaşmış olur. İsterse namaz kılsın, isterse oruç tutsun, isterse hacca gitsin.

Bir de bunun muzaafı vardır: Silinmeyecek şekilde kaydedersiniz. Mesela bu yalanı -jurnal demek bana daha hoş geliyor, gazete onu ifade etmiyor- şunun bunun ayıplarıyla meşgul olma manasına gelen bir kısım jurnallere kaydedersiniz. Bu aynı zamanda arşivlere girer. Bu artık basit bir yalan değildir. Teki bir kâfir sıfatı olan yalanın katlanmış şeklidir. Bu onda 2, 3, 4 tane yalanın bulunması demektir. Dört tane yalanın sarmalı içinde, namaz kılsa dahi, bu zavallı derdesttir. Çünkü kaydediliyor ve arkadan gelen nesiller de o yalanı orada görecekler. Buna muzaaf yalan denir.

Bir de, bunun yalan olduğunu bildiği halde, nezd-i ulûhiyette o işin yalan olduğu mübeyyen olduğu halde, kendi de aksine ihtimal vermeyecek şekilde yalan olduğuna hükmettiği halde, bir lafz-ı kâfiri telaffuza veya kayda veya mâşerî vicdana duyurmaya kalktığı zaman -Ziya Gökalp’in terminolojimize kazandırdığı sözle ifade edeyim- buna da “mük’ap yalan” denir.. üç buudlu yalan.

Bir tane de ben ekleyeyim; “Kezib-i muhammes” beş buudlu yalan. Mekân üç buudludur, zaman itibârî bir buud olarak ona dördüncü bir buud olur. Bu, ilmin bu mevzuda ortaya koyduğu bir şeydir. Bu meselenin muhammesi yoktur. Beşlenmiş, beş derinlikli bir yalan haline gelmiş. Yazarken, çizerken, söylerken millet karşısında utanmadan, haya etmeden, o milletin de onun yalan olduğunu bildiği halde ve kendisi de yalan olduğunu bildiği halde durmadan tekrar ediyorsa bunu, bu muhammes bir yalandır.

Bir Yalan Medya Aracılığıyla Milyonlarca Yalana Dönüştürülüyor!..

Necip Fazıl, bir gazete için “Süper Kâfir” derdi. Süper kâfir bir yalan, bir lafz-ı kâfir ortaya atınca, diğerleri hemen onu paylaşırlar.

Hani günümüzde havuz mavuz filan var ya… İnsan girince bazen derinliğini bilmeden çıkamayabiliyor da.

Süper kâfir, bir lafz-ı kâfir ortaya atınca, diğerleri şerhler, haşiyeler de düşerek alıp onu değerlendiriyorlardı. Daha geniş kitlelere ulaşıyordu. O günkü o jurnal, o günkü tirajıyla -aklımda kaldığına göre- 70-80 bin, belki de bazıları günümüzde bir kısım jurnaller için yapıldığı gibi, bedava kapı altlarından içerilere atılıyordu, böylece sun’î bir tiraj yüksekliği sağlanıyordu. Fakat ayrıca 300-400 bin tirajı olan şeyler vardı, bunlar da bunu alıp yayınlayınca, bu milyonları aşan bir tiraja ulaşıyordu. Bir lafz-ı kâfir milyonlara ulaşıyordu. Ne demekti bu? Milyonlarca kafa karışıyordu. Milyonlarca mide bulantıya giriyordu. Milyonca insan ne yapacaklarını bilmiyorlardı.

Necip Fazıl, büyük yalancının bir yalan ortaya atması ve diğerlerinin onu yamamasını farklı şekillerde anlatılan bir avcı hikayesiyle misallendirirdi. Meşhurdur: Birkaç yalana şöyle böyle yama uydurulunca yalancı iyice cesaretlenmiş ve demiş ki: “Arkadaş, bir gün yayımı, okumu aldım; hani kuş avlarlar ya ben de işte öyle ava gittim. Daldım ormana, okumu, yayıma yerleştirdim, gerdim. Güvercinlere doğru bir attım. Bir de yanlarına gittim ne göreyim: Püryan olmuş, pişmiş onlar; yanında da soğan, sarımsak, yemeye hazır.“ Yamacı düşünmüş, düşünmüş ve şöyle mukabele etmiş: “Haydi diyelim ki sen oku attın, ok havada sürtündü, ateş çıktı; onlar püryan oldu. A be birader soğanı sarımsağı nereden bulayım?!.”

Yalancılara Cesaret Veren Yamacılar

Günümüzde de bazıları lafz-ı kâfiri telaffuz edince, diğerleri “Sürç-i lisan oldu!” diyor. Yani -hâşâ- “Peygamber bile gurura düştü!..” denince biri hemen yamayı yapıştırıyor; “Efendim, sürç-i lisan ettiler.” Böyle çok rahatlıkla, kâfir olmaya sürç-ü lisan etti diyen, o da ondan hissesini alır. Her devirde böyle yalancılar karşısında yamacılar da olmuştur.

Efendim birisi “makara” diyor kelimât-ı ilahiyeye. Şimdiye kadar oryantalistler bile demediler onu. Hatta Ebu Cehil de demedi, Utbe demedi, Şeybe demedi… Hatta Ebu Cehil diyor ki: “Vallahi bu adam yalan söylemiyor, doğru söylüyor. Fakat ben bunu hazmedemiyorum. Hâşimîlerle eskiden beri aramızda bir rekabet var. Onlar, rifâde, sikâye (hacca gelenleri yedirip içirme vazifesi ve şerefi) bizde diye övünüp duruyorlar. Bir de ‘peygamber de bizden’ derlerse işte ben buna dayanamam.”

Şimdi bu süper yalancılık öyle bir şey ki, bir tane yarım-yamalak yamalı yalanla, yamasız 99 tane yalanı yutturuyorlar.

Diğer taraftan, bir yama yamanıyor ama yalancıya bir cesaret daha kazandırılıyor; buudlu, derinlikli yalan söyleme cesareti kazandırılıyor.

Bazen mütevazıâne söylemek de yalana inandırma adına çok önemli bir argümandır; bu da kullanılıyor. Süper kâfir yalan söylüyor ve o yalan bir kısım jurnallerde değiştirilerek, haşiyeler düşülerek, şerhler düşülerek toplumun efkârı ifsat ediliyor, toplum paramparça hale getirilmeye çalışılıyor.

Bütün bunlar karşısında peygamberane bir azim veya velayetkarane bir azim lazımdır ki insan sarsılmadan bunları görmezlikten gelebilsin. Yani bir tarafta, sürekli yalan söyleyenler.. beri tarafta da o yalanları bazen “sürç-i lisan”la, bazen “maksat-ı şahaneler şu idi” sözüyle, bazen “Düşünceleri böyle idi, ama onu tam ifade edemedi, dolayısıyla da tarif etrafını cami, ağyarını mani olmadı, kusura bakmayın; halkımızın çoğu da böyle sarf nahiv bilmediğinden bunları bilmeyebilir, yanlış anladılar, öyle demek istememişti.” diyerek yamayanlar…

Demek ki İçlerinde Olan Buymuş!..

İçlerde olan buymuş demek ki; senelerden beri duygu ve düşünce adına içlerde, düşünce kuluçkasının altında yatan yumurtalarda bunlar varmış. Bahane arıyorlarmış bunları ortaya dökmek için. Hazmedemedikleri, sindiremedikleri, kıskançlıkla kıvranıp durdukları bir harekete karşı “Ah keşke bir şey olsa da patlayıversek, patlayıversek de içimizdeki eracifi dışa döküversek; ‘paralel’ desek, ‘çete’ desek, ‘şebeke’ desek…”

“Yahu hiç umurlarında değil, bu adamlar hiç aldırmıyorlar.” Ne aldıracaksın, numarası drobu uymuyor ki aldırasın. Herkes karakterinin gereğini sergiler. Kime o meselelerin numarası drobu uyuyorsa, o onlara çok iyi yakışıyor. İsterse bir endam aynasının karşısına dikilip baksınlar, nasıl yakışıyor kendilerine.

Fakat bunları bahis mevzuu etmeden, aldırmadan, küsmeden yola devam etmeli. Yoksa her hırıltı karşısında, her homurdanma karşısında “Şimdi buna ne yapacağız, buna ne diyeceğiz?” deyip onlara laf yetiştirmeye kalkarsanız -onlar o türlü lafların profesyonel temsilcileri- başa çıkamazsınız. Siz bir tane bir şey bulalım dersiniz, zaten yalan bir lafz-ı kâfirdir, mukabele edemezsiniz, doğruyla da karşı çıkamazsınız. Çünkü her gün çok farklı yalanlarla, düzme şeylerle, itibarla oynayıcı şeylerle karşınıza çıkacaklardır.

Binler Mukabilindeki Birlere Talip Olmalı!..

Bence enerjimizi, zihin aktivitemizi onlara yoracağımıza.. şimdiye kadar bire bir insanlarla meşgul oluyorduk; demek ki Allah (celle celâluhu) bunu az buldu.. sizin enerjiniz, aktiviteniz, iradeniz, insan olarak yaratılmanız, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enam’a ümmet olmanız, Kur’ân’a cemaat olmanız adına bu yaptığınız şeyler az!.. Ne böyle bire bir insanlarla meşgul oluyorsunuz? Neden senede biri bin yapmıyorsunuz? Neden binlere ulaşmıyorsunuz alternatif yollarını bulup? Neden “Birim ama bine talibim, hatta bazen birim ama binler mukabilindeki birlere talibim.” Düşüncesiyle hareket etmiyorsunuz?!.

Biri bin etmediğimizden, bine ulaşma imkânı varken ulaşmadığımızdan dolayı Allah hırpalıyor. Allah en sevdiği insanları bile hırpalamıştır. Enbiyayı hırpalamıştır, evliyayı hırpalamıştır, asfiyayı hırpalamıştır. Bizimki bize göre avamca günahların karşılığıdır; onlarınki de mukarrabine göre Hak’la aralarındaki münasebetin keyfiyetine uygun durumu koruma.. harem dairesinde bulunan insanlara has bir tavır, bir davranış meselesi söz konusudur.

Biz Bilerek Bir Karıncaya Bile Basmadık!..

Sözün özü şudur: Şimdiye kadar nicelerine ne demişlerdir. Size böyle “paralel“ diyorlar, “sülük” diyorlar, “çete” diyorlar, şimdi de nasıl yaparız da “örgüt” deriz diye çabalıyorlar.

Biz bilerek bir karıncaya bile basmadık. Ben yirmi senelik arkadaşımla, benim çadırımın yanından geçen, belki de beni zehirleme ihtimali olan bir yılanın belini kırdığı için bir ay konuşmadım. “Neden onun yaşamasının önünü aldın?” Bunu bütün yakın arkadaşlarım bilir. Biz kimsenin kâkül-ü gülberlerine fiske ucuyla bile dokunmadık, ilişmedik.

Hırsızlığın ve Yolsuzluğun Suç Olmaktan Çıktığını Bilmiyorlarmış!..

Onlara dokunmalar oldu. Onu da bir espriyle ifade edeyim:

Necdet Hoca hikayesi: Arabasını sürüyormuş. Kırmızı ışığa gelince durmuş. Arkadan bir polis arabası gelip “küt” diye tampona vurmuş. Sonra da -hilaf olmasın, yakasına yapıştı mı tehdit mi etti- “Ne diye durdun?” demiş. Hoca kestirmeden, çok hızlı cevap vermiş: “Ben kırmızı ışıkta durma yasağının kalktığını bilmiyordum!”

Kanun-nizam bir şey istiyordu onlardan. Mevcut mevzuat diyordu ki: Sizler hırsızı takip edeceksiniz, değişik spekülasyonlara girenleri takip edeceksiniz, ihaleye fesat karıştıranları takip edeceksiniz, bir kısım yabancı servislerin elinde banka numaralarıyla belli olan dış bankalara para yatıranları takip edeceksiniz, çalıp-çırpan hırsızları takip edeceksiniz. Bunları diyordu kanun.

Onlar da kanunların kendilerine emrettiği şeyleri yapıyorlardı ve belli bir dönemde de yaptılar. Mesela; Süleyman Bey cumhurbaşkanı iken yeğenini içeriye attılar. Süleyman Bey devreye girseydi ki girebilirdi ama girmedi. Neden? Çünkü hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmemelidir. Evladın da olsa, eşin de olsa, kızın da olsa, yakının da olsa, hemfikrin de olsa, haksızlık karşısında, milletin hukukuna müteallik meseleler mevzuunda o hassasiyet gösterilmeli; kanun ve nizamın sana tanıdığı haklar/vazifeler yerine getirilmeli; yoksa sen bunu yapmazsan bir hainsin.

Kanun onlara bu hakkı vermişti. Onu bilmiyorum, belki o vazifeye intisap ederken de ellerini silahları üzerine koymuşlar; “Namusum, şerefim, haysiyetim üzerine, kanun ve nizam dairesi dışına çıkmayacağıma yemin…” demişlerdi. Bu türlü şeylerle elleri kolları bağlanmıştı. Yemin etmişler, kanun ve nizam var karşılarında. Fakat bir gün çalma meselesi suç olmaktan çıkmış. İhaleye fesat karıştırma suç olmaktan çıkmış. Değişik para transferleri suç olmaktan çıkmış. Bunlar bu tür şeylerdeki yasakların kalktığını bilmiyorlardı. Ve dolayısıyla da belki ondan dolayı tövbe etmeleri lazım!..

Düşen Maskeler ve Karakuşî Kararları

Herkul | | BAMTELI

*Her sıkıntı ve ızdırap bir kolaylığa gebedir ama haml (yüklülük) müddetine tahammül etmek gerekir.

*“Bi-kaderi’l keddi tüktesebü’l-meali – Sıkıntı ölçüsünde seviye/yükselme elde edilir.” Hatta denebilir ki, sıkıntı ne kadar şiddetli gelirse, “Muhakkak her güçlükle beraber bir kolaylık vardır.” (İnşirah, 94/5-6) hakikati zaviyesinden, Allah’ın izni ve inayetiyle, o zorluktan sonra gelen kolaylık da o ölçüde çaplı, çok derinlikli ve buudlu olur. Öyle bir inşirah yaşatır ki, çocuğunu dünyaya getiren anne gibi, daha önce çektiği bütün sıkıntıları unutur; “Bu Allah’ın ne büyük nimeti” der ve dedirtir.

Her Dönemin Ashab-ı Kehf’i ve Zalim Dakyanusları Vardır!..

*Geçmiş dönemlerde yaşayan mü’minlerin çektikleri sıkıntılar düşünülünce bugün maruz kalınan şeylere sıkıntı dememek icap eder. Mesela, Ashab-ı Kehf’i düşününüz. O insanlar, Dakyanuslar tarafından kurulan çarmıhlar karşısında dişlerini sıkıp sabretmişlerdir. Her zaman bir kısım Dakyanuslar olacaktır. İnançta, düşüncede, dünya görüşünde, hayat felsefesinde onlarla aynı şeyi paylaşmıyorsanız, biat etmemiş iseniz şayet, birkaç ay içinde üç defa yol, yöntem ve din değiştiren ehl-i nifakın sizi çepeçevre musibetler sarmalı içine alması kaçınılmazdır.

*Her dönemde Dakyanuslar vardır! Fakat inanın, ne Seyyidina Hazreti Musa’nın çektiğinin onda birini çekiyorsunuz, ne Hazreti İsa’nın, ne Hazreti Zekeriya’nın, ne Hazreti Yahya’nın, ne Hazreti Nuh’un, ne Hazreti Lut’un, ne de İnsanlığın İftihar Tablosu Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın çektiğinin onda birini çekiyorsunuz.

*Onlar yapacaklarını yaptılar, arkada bir gül devri bıraktılar. Bâkir topraklara tohumlar saçtılar ve ciddi bir ihlas ve samimiyet şuuruyla, bir îsâr ruhuyla; yani kendileri için bir şey düşünmeden, başkaları için yaşama felsefesiyle tohumu attı gittiler. “Biz tohum atalım, hatta icap ederse bunun tımarını da yapalım! Fakat kim hasat ederse etsin. Kim ambara taşırsa taşısın. O meselenin sonucuna kim sahip çıkarsa çıksın!” Böyle düşündü, böyle yaşadı ve arkada böyle bir miras bırakıp gittiler.

Musibet Varsa da Mübeşşirât da Devam Ediyor

*Kur’ân’a, tarih şuuruna, ruh ve mana köküne gönülden bağlılık içinde, dünyaya ütopyalar üstü bir hayat felsefesi sunma ve bunun için dünyanın dört bir yanına yayılma imkânı vermiş Cenâb-ı Hak. E canım o kadar hizmet, o kadar Cenâb-ı Hakk’ın muvaffakiyeti, o kadar teveccühât-ı Sübhâniye ve şimdiye dek belki bin defa –mübalağa etmiyorum– Hazreti Rûh-u Seyyidi’l Enâm’ın iltifatına mukabil bir kısım sıkıntıların olması tabii değil mi?!. İnsan olan insanların rüyalarında temessül buyuruyor: “Ben sizden hoşnutum, yaptığınız şeylerden. Durduğunuz yerde dişinizi sıkın, kemâl-ı sabırla sabredin, dimdik durun!..” diyor.

*Şimdi bunlar da kendilerine ait olmayınca, “Falanlar rüyayla amel ediyorlar” diyerek ta’n ediyorlar. Halbuki, İnsanlığın İftihar Tablosu, “Benimle nübüvvet kesilir, fakat mübeşşirat devam eder.” buyuruyor. Gözler âlem-i şehadete kapanınca, âlem-i misâle ve âlem-i berzaha açılmalar oluyor. O açılmada değişik levhalar, değişik resimler ve değişik fotoğraflar belli hadiselerin sembolü olarak intikal ediyor. Koca İbn-i Sîrîn “Tâbirât” ile alakalı mücelledler yazmış; günümüzde bunların tercümeleri de var; hepiniz muttali olmuşsunuzdur.

*Yapılan iş Allah rızasına uygunsa, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l Enâm ondan hoşnutsa; iki üç ay içinde üç defa yol değiştiren, ortada durup “Acaba nerede olursam, orada daha fazla çıkar elde ederim!” mülahazasıyla hareket eden, Necip Fazıl’ın ifadesiyle, “zıp orada zıp burada” insanlar tarafından tazyik görüyorsanız; bütün hayatlarını dünyevî çıkara bağlamış insanlar tarafından tazyik görüyorsanız, hakaret görüyorsanız, bunu size Allah’ın bir teveccühü ve iltifatı olarak kabul edin. Ve Fakir’e inanın burada: Allah sizi seviyor ki, sizi bu türlü şeylerle, hem de yakın gördüğünüz insanlarla imtihan ediyor. Çünkü Hazreti Rûh-u Seyyidi’l Enâm, “İnsan, dininin gücü, mukavemeti, enginliği ölçüsünde belalara maruz kalır.” diyor; bir başka hadis-i şerifte de “Belanın en çetini, en zorlusu Enbiyâ-i İzâma, ondan sonra da derecesine göre onların yolunda giden, onları adım adım takip eden ve izleyenlere gelir!..” buyuruyor.

*Bu ölçüde bişaretler varsa, bence, sinek ısırması nev’inden musibetlere aldırmamak lazım. Ölümle tehdit edebilirler, kanaat oluşturmaya çalışabilirler, korkutabilirler, sindirebilirler, bazı kimselere işkence de edebilirler; olabilir bütün bunlar.

*Molla Câmi ne güzel söyler: “Yâ Rasûlallah! Ne olaydı, Ashâb-ı Kehf’in köpeği gibi, Senin Ashâbının arasında Cennet’e girseydim. Onun Cennet’e, benim Cehennem’e gitmem nasıl revâ olur? O, Ashâb-ı Kehf’in köpeği; ben ise Senin Ashâbının köpeği!..” Büyükler kendilerine hep böyle bir “kıtmîr” olarak bakmışlar; biz kendimizi öyle görsek çok mu?

Bir-İki Eve, Birkaç Milyon İkramiyeye Peylenen İnsanları Tanıma İmkanı Buldunuz!..

*Halihazırda yaşananlar, Cenâb-ı Hakk’ın çok değişik tecelli dalga boyunda öyle lütuflar ifade ediyor ki, tahmin edemezsiniz. Sadece bir iki tanesinin kapağını aralayayım: “Mü’min, münafık birbirinden ayrıla, bayram o bayram olur!” Bu sayede, küçük bir tazyik karşısında bir eve peylenen insanları tanıma imkânını buldunuz. Ankara’nın göbeğinde iki eve peylenen insanları tanıma imkânını buldunuz. Bir sürü dönek insanın kaç kuruşla satıldığını görme imkânını elde ettiniz. Kimlerin gerçek fiyatının ne olduğunu görme imkânı oldu. Daha kritik dönemlerde bunların nasıl ters-yüz olacaklarını, tornistan olacaklarını görme imkânına sahip oldunuz. Bu size Allah’ın öyle bir lütfudur ki, hüsn-ü zan edersiniz, fakat böyle döneklerle bu büyük davanın gitmeyeceğine dair de adem-i itimad mülahazasını hatırınızın bir köşesinde daima muhafaza edersiniz veya hatırdan çıkarmazsınız.

*Çok kimseleri tanıma, öğrenme imkânı oldu. Hiç ihtimal vermiyordum! Baktım ki bir milyona satılan insan varmış. İki milyona, üç milyona, dört milyona, beş milyona yer değiştiren, tornistan olan, yüzken astar, astarken yüz olan bir sürü yüzsüz varmış. Bunları tanımak, size Allah’ın öyle bir lütfudur ki… Gelecekte bunlara da bağrınızı açarsınız, hüsn-ü zan edersiniz, tebessüm tasaddukunda bulunursunuz. Fakat “Bu yol uzaktır / Menzili çoktur / Geçidi yoktur / Derin sular var!” Bu yolu onlarla aşamayacağınıza, onların bu yolda size refakat edemeyeceğine dair bilginiz olsun diye, Cenâb-ı Hak, karakterleri kendilerine has resimleriyle, kabiliyetleriyle, donanımlarıyla ortaya koyuyor, “Dikkatli olun!” diyor. İbn Selulleri deşifre ediyor, onun arkasındaki 300 şu kadar insanı deşifre ediyor Allah (celle celâluhu). Siz de uzun yolun ancak kimlerle yürünebileceğini öğrenme imkânını elde ediyorsunuz. İnanın bana, bir trilyon para verseydiniz, bu kadar densiz, zıp orada zıp burada insanı tanıma imkânını elde edemezdiniz. Allah’ın öyle bir lütfu oldu ki size, bir sürü insanı iç dünyalarıyla, kinleriyle, nefretleriyle size tanıttırdı bu sayede; dolayısıyla güzergâh emniyetini sağladı. Yürüdüğünüz o upuzun yolda, yol emniyetini sağlamak adına, kimlerle uzun boylu bu yolculuk kat edilir, onu size talim buyurdu. Hem de nazarî bilgilerle değil, doğrudan doğruya pratikle. İşte bunu Allah size bahşettiyse, bunu alın, cebinize değil kalbinizin nöronlarına işleyin, tâ bundan sonra sûret-i haktan görünen bu türlü insanlar karşısında aldanmayasınız.

Hiç Paralel Olmadık, Hep Türkiye ve Mefkûremiz İçin Yaşadık!..

*Mağdur olan, mevkuf olan ve aynı zamanda istintak edilme durumunda bulunan insanlar vardır. Allah onların da yardımcısı olsun.. ve olacaktır da!

*Evvelki sohbetlerde de dedim: Paralel, paranoyanın nesebi gayr-i sahih, gayr-i meşru bir veled-i mülevvesidir. Hiç paralel diye bir şey yok. Ve dedim: Kim paralelse, Allah onun belasını versin. Çok rahat.. endişe duymuyorsunuz değil mi? Devletinize, milletinize, hükümetinize dünya çapında itibar kazandırdınız. Paralel olmadınız. Aklı başında olan insanlar, evvelki gün Süleyman Bey, daha sonra Turgut Bey, hatta Mesut Bey bu hizmetin yanında olmayı, Türkiye’nin gelişmesi, dünya tarafından tanınması adına çok önemli saydılar.

*Görüyorsunuz, bir yerde tek cepheli bir problemle başa çıkamıyoruz. Kırk senedir kan döküyoruz, dil döküyoruz, olmadı taviz veriyoruz, olmadı haysiyet ve şerefimizi ayaklar altına alarak pazarlıklara giriyoruz, vaatlerde bulunuyoruz. Tek bir cephedeki problemi halledecek kadar bir dirayet, bir kiyaset gösteremedik. Düşünün (Osmanlı’yı), 250 milyon ve içinde herkes var; Hristiyan var, Yahudi var, Ermeni var. Bunların hepsi insan ve her insana, ahsen-i takvime mazhariyeti cihetiyle o ölçüde saygı duymak bir mü’minin vazifesidir. İman ayrı bir meseledir. O sizin kendi yolunuz yönteminize karşı daha derince, daha içten, daha buudlu bir sevgi, bir alaka duymayı gerektirir. Fakat bu katiyen başkalarına adavet etme, onları bir cephe kabul etme, onları tahkir etme, onları tezyif etme, onların üzerine gitme densizliğini gerektirmez.

*Kürdüyle, Türküyle, Zazasıyla, Lazıyla, Çerkeziyle, Abazasıyla, Boşnağıyla, Makedonuyla, Arnavutuyla Anadolu insanı, el ele vermiş; dünyanın 160 ülkesinin okulunun arkasında duruyorlar. Öyle bir fasl-ı müşterek arkasında duruyorlar ki, bu meselenin makuliyeti katiyyen sorgulanamaz. Gittikleri yerlerden bu arkadaşlar hakkında en küçük bir şikâyet gelmedi. Üniversiteyi yeni bitirmiş ve bazıları da talebe olarak rehber gibi gittiler. Bu insanların hayat tecrübeleri yoktu. Rehabilitasyondan geçmemişlerdi. Kendilerine bir seminer verilmemişti. Demek ruhlarında bir saffet vardı, bir insanî sevgi vardı, bir alaka vardı ki, gittikleri yerlerde yadırganmadılar. İnsanca davrandılar. Demek ruhlarında bir yönüyle bir derinlik haline gelmişti İslam’ın engin ruhu. Bu muvaffakiyetin ikinci ve daha önemli yanı da Allah’ın iltifatıydı. Cenâb-ı Hak, onlar için kalblere vüdd (derin ve içten sevgi) vaz’ etmişti.

Dünyanın Bütün Şeytanları Toplansa da Mefkûre İnsanını Yolundan Alıkoyamaz!..

*Anadolu insanı, her rengiyle, her deseniyle, o dantela gibi şekliyle 160 küsur ülkede okul açıyor. Bir yönüyle yabancı elçilik yapıyor, ticarî münasebetler adına zemin oluşturuyor, ülkenizi tanıttırıyor, ruh ve mana köklerinizde nebeân eden zülali onlara tattırıyor. Birileri de kalkıp “Aman kapatın!” diyorlar. Bir kere demeyle iktifa etmiyorlar. Mesela, bir iki ay içerisinde Rusya’ya sekiz defa “Bu okulları kapatın!” diye başvuruda bulunuluyor. Öyle bir kin, öyle bir nefret, öyle bir iğbirâr, öyle bir haset, öyle bir intikam duygusu ki, yirmi değişik yol, yirmi değişik alternatif kullanılarak, Peygamber yolu olan o yoldan insanları vazgeçirmek için, şeytanın dürtüleriyle hiç durmadan uğraşıyorlar.

*Fakat bütün bunlar sizde katiyen sarsıntı meydana getirmemeli. Biz her birerlerimiz çarşıda pazarda demircilik yaparız, ayakkabı boyacılığı yaparız, şuna buna takke öreriz, çorap dokur satarız, Allah’ın izni ve inayetiyle bu işi devam ettiririz ve Allah’ın yanında olduğu, zahîr bulunduğu bir meseleyi, dünyanın bütün şeytanları toplansa, O’nun izni, müsaadesi olmadan engelleyemezler.

*Bu açıdan, böyle tutarsız şeylerle, inanan insanların yol emniyetini tehlikeye atıyor gibi tehdit etseler bile, Allah’ın izni inayetiyle diriğ etmemek, kâle almamak, belki şöyle düşünmek lazım: İhtimal, Allah bize çok geniş imkânlar bahşetti; herhalde bu imkânlar benim gibi birinin elinde değil de Ali, Veli, Bekir, Osman gibi birinin elinde olsaydı, Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle bu yapılanların beş katını yapardı. Demek ki, biz bazı şeyleri çok iyi değerlendiremedik. Zaman, imkan ve çevre adına Cenâb-ı Hakk’ın bize bahşettiği imkanları rantabl olarak değerlendiremedik. Cenâb-ı Hakk bu şekilde bizde bir metafizik gerilim hâsıl etti: Daha dikkatli olun! Bünyan-ı mersus gibi kenetlenin! Parmakların birbirine girmesi gibi birbirinize girin! Elli tane müfsit cereyan olsa, kopmamaya çalışın! Ve Kur’ân’a göre, Sünnete göre doğru bildiğiniz bu yoldan da ayrılmayın!

*Eğer yürüdüğünüz yol doğruysa, döndüğünüz zaman, tarih size de dönekler diyecektir; zıp orada zıp burada gezen münafıklar diyecektir. Allah hakkınızda böyle dedirtmesin. Ben hepinizi dırahşan çehreler, pırıl pırıl, aynı zamanda insanların içine ilham akıtabilen ilham kaynağı insanlar olarak görüyorum. İnşaallah o keyfiyet, o hususiyet ve o derinliklerinizi koruyarak, “Gelse Celâlinden cefa / Yahut Cemâlinden vefa / İkisi de câna safa.. / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..” der, Allah’ın inayet ve riayetiyle yolunuzda yürürsünüz.

Paralel Bahane; Mesele Karakuşî Kararlarından İbaret

*Mağdurlar var, mazlumlar var, müstantakîn (sorguya çekilenler) var. “Kadı ola davacı ve muhzır dahi şahit / Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet?” (Ziya Paşa) Hâkim davacı oluyor, ihzâren celbeden emniyetçi de şahit oluyor, o mahkemenin hükmüne derler mi adalet?!. Şimdi o kadar komik duruma düşüldü ki bu mevzuda, her gün bir skandal. Hatta riyâzî değil de, skandallar hendesî katlanarak gidiyor.

*Seleflerimiz, akıl ve mantıkla izah edilemeyen ya da kızgınlıkla veya tarafgirlikle verilen kararlara “Karakûşî Hüküm” demişlerdir. Kadı Karakuş’un kararları adeta birer fıkra ve darb-ı mesel niteliğinde dilden dile yayılmıştır. Bu anlatılanlardan biri de şöyledir:

*Bir hırsız adına yakınları, Kadı Karakuş’a gelir ve hırsızlık için girilen evin sahibini şikâyet ederler: “Kadı Efendi, evin penceresine çok boya çalınmış, iyice kayganlaştırılmış; adamımız kaçarken düşmüş ve kolu kırılmış/felç olmuş!” derler. Kadı, ev sahibini çağırıp sorguya çeker; o da “Efendim, pencereyi boyattım ama suç boyacıya aitti; o boyayı fazla kullanmış!” diyerek, işin içinden sıyrılır. Bu defa boyacı derdest edilip getirilir ve sorgulanır. Boyacı herhangi bir mazeret bulamayınca, Karakuş onun idamına karar verir. Görevliler adamı alıp idam sehpasına götürürler; ne var ki, boyacının boyu uzun olduğu için idam sehpası çok kısa kalır ve idam bir türlü gerçekleştirilemez. Vazifeliler gelip durumu haber verince, Karakuş, “Gidin daha kısa boylu bir boyacı bulun ve hükmü infaz edin!” der.

*Bu hadise, şu anda “paralel” yakıştırması ve bahanesiyle tutuklanan, sorgulanan ve sırada tevkifleri ve istintakları zalimîn güruhu tarafından söz konusu olan insanların durumuna da misal teşkil etmektedir. Mesele, Karakuşî kararından ibarettir.

İmtihan ve Hakta Sebât

Herkul | | BAMTELI

*Her hâlimizde, her tavrımızda, her davranışımızda, iman-ı ekmel, ihsân-ı ekmel, ihlas-ı ekmel, rıza-yı ekmel, yakin-i ekmel demeli, hayatımızı bu atkılar arasında bir dantela gibi düzgün işlemeye bakmalıyız. Bunda çok defa tam başarılı olamayabiliriz. Bazen falsolar cereyan edebilir. Fakat o hâl bizi o doğru duygu ve doğru düşünceyi vird-i zebân etmeden alıkoymamalı. Düşsek, sürçsek bile yine kalktığımız zaman “el ihsan ve’l ihlas” demeliyiz.

*Hata etmek, bazen tökezlemek, kimi zaman eksik ve noksan yapmak mukteza-yı beşeriyettir. Bundan dolayıdır ki, Allah Rasûlü, “Küllü’n-nâs hattâûn” demiş ve “hattâûn” kelimesini özellikle kullanarak hata yapmanın insanın tabiatından olduğunu, onun çok büyük hatalar yapabileceğini ifade etmiştir. Daha sonra da, “Ve hayrul-hattâîne et-tevvabûn: Hata edenlerin en hayırlısı hata ettikten sonra hemen tevbe ile onu silmeye çalışandır.” buyurmuştur. Demek ki, önemli olan düşüp kalmamak, düşüp kalkmaktır. Hata edenlerin en hayırlısı, hata ettikten, düştükten, sürçtükten sonra hemen kalkıp doğrulup yine kemerbeste-i ubudiyetle Allah karşısında saygı, ta’zim, tebcil ve takdirle durandır.

*Peygamber Efendimiz, “Âdem (aleyhisselâm) unuttu, evlâtları da unuttu.”buyurur. Nisyan, insan mahiyetine, yaptığı devâsa iyilikleri unutmak için konmuştur. O iyilikleri hatırlamak insanı fahr, gurur, kendini beğenme ve “Yaptığımız şeyleri başkaları rüyalarında bile görmemiştir!” gibi şeytânî mülâhazalara sevkedebilir. Onun için bin tane iyilik yapsan, aklında kalanlar karşısında, tahdîs-i nîmet duygusuyla “Allah’ım bunu Sen yaptırdın. İçinde riya yoksa, süm’a yoksa, ucb yoksa, fahir yoksa şayet, bu iyilikler Sana aittir” demek ve mümkünse hasenatı hep unutmak esastır. Hatırlamayı da, en küçük hata her akla geldiğinde, “Meğer ben ne küstahmışım!” diyebilme istikametinde kullanmak lazımdır.

*İnsan kendisini tanırsa konumunu korumaya muvaffak olur. Allah potansiyel olarak bizi insan yaratmıştır, ama o insanlığın realize planında ortaya çıkması, bir yönüyle şart-ı âdî olarak sizin iradelerinize, cehdinize, teyakkuzunuza ve temkininize emanet edilmiştir.

*Şeytan sürekli aleyhimizdeki bazı şeyleri önümüze sürer, “Haydi siz de bir şey söyleyin bunlara karşı, hep sükût mu edeceksiniz?” der. Belki bazen sûret-i haktan da görünerek bir şeyler dürtükler; biz de hiç farkına varmadan onun dürtüklediği şeyleri söyleriz. Mesela “paralel” dediler bize. “Paralel” paranoyanın nesebi gayr-ı sahih veledidir. Biz de onlara diyelim: “Siz paralelsiniz!” Hayır, böyle mukabele etmemeli!.. Mesela, “sülük” dediler. Nedir? Kanı emen! Hakikaten birileri milletin kanını emiyor, kansız bırakıyor onu. Fakat mukâbele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesine girerek “Kan emen sülükler sizsiniz!” dememeli!.. İlle de bir şey demek istiyorsanız; karbondioksit atma manasında, şöyle dersiniz: “Kim paralelse, Allah onun belasını versin. Kim sülükse, Allah onun bin belasını versin. Sülüklerin evlerine ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın. Bizsek yani. Kim çeteyse… kim örgütse… kim silahlı örgütse… kim milletine kötülük yapmak istiyorsa… kim milletin hakkı olan arpa kadar bir haram yemişse, Allah onun belasını versin!” Bunu söylerken kendi adınıza söyleyin!

*Densiz demeyi bile terbiyeme, saygıma uygun bulmadım. Onlar densizliğin her türlüsünü söylediler. Dedikleri ettikleri şeyleri saydılar, yakın tarihe kadar 200 tane küfür, tel’în, lanet lafından bahsettiler. Hepsini hatırımda tutmadım. Orada da Cenab-ı Hakk’ın bana verdiği nisyan hakkını kullandım. Demedik şey, atmadıkları iftira, söylemedikleri yalan ve sizi uğratmadıkları gadr bırakmamışlar.. etmedikleri emanete hıyanet bırakmamışlar. Fakat bütün bunları -Halk ifadesiyle, onu demek de doğru mu? Nezaketmizle telif edilebilir mi? Karakterimizin sesi soluğu olur mu? Değilse Allah bizi affetsin, mâşerî vicdan da bizi bağışlasın- buldukları bir günah keçisine yüklediler. Bir gün insanlık cennete gitme yoluna girse, sıratı da geçse, orada bir şeye takılsa, “Hele durun size bir şey soracağız!” dense, yine onların o paranoyasından doğan nesebi gayr-ı sahih paralel mülahazasına verecek ve diyecekler ki, “Bunların yüzünden oldu!” Şimdi öyle bir mantık ve öyle bir felsefe, zedelenmiş, yaralanmış, bir yönüyle ayıp örtme duygusuyla kıvranıp duran insanların ruhuna öyle hâkim olmuş ki, bütün mesâvîyi birilerine yüklemeyi o işin içinden sıyrılmanın tek yolu olarak görüyorlar. Fakat, bütün bunlara karşı centilmence davranmak size düşüyor.

*Biraz rahatsızlığımdan, biraz da bunlara cevap vermemek için, aylardan beri burada sizin karşınıza çıkmadım. Şayet sizin karşınıza çıkarken, birilerinin yaptığı fenalıklar karşısında hislerimi işin içine katarak konuşursam, bu marz-ı ilâhîye uygun düşmez, ihlasa muvafık düşmez, ihsan şuuruyla telif edilemez, yakîn ile telif edilemez; böyle olmayınca da o beş para etmez. Beş para etmeyen insanlar gayr-ı merğûb metâlarını her gün maşerî vicdan pazarlarına, panayırlarına sürseler bile, bize bu mevzuda yine karakterimizin gereğini ortaya koymak düşer. Karakterinizi bozmanız, onun gereğine göre laf etmemeniz, öyle bir davranışta bulunmamanız, kendi namusunuza dokunmak kadar çirkin ve şenî’ bir şeydir. Başkaları da kendi karakterlerinin gereğini sergiliyorlarmış, o bizi alakadar etmez.

*Kimse kimsenin vizrini, vebalini yüklenemez. Herkes kendi vebaliyle oraya gidecek. Kaldı ki mesleğiniz, meşrebiniz, mizacınız, mezakınız itibarıyla öbür tarafta görseniz ki birileri sizin vebalinizi sırtlanmış, beli bükülmüş bir hamal gibi o veballer altında inliyor, buna da razı olmazsınız. Bu mülahazayla, bilirsiniz, elli senedir aleyhimde yazı yazan insana bile sizi de şahid tutarak şahsıma ait hakları helal ettiğimi söylemişimdir. Ne var ki, şimdi denen şeyler onun dediklerini çok geçti. Lenin’in Müslümanlara dediği şeyleri çok geçti. Amnofis’in Hazreti Musa’ya dediği şeyleri çok geçti. Ramses’in bilmem hangi Allah makbulü kuluna dediği şeyleri çok geçti. Fakat elin âlemin dediği, ettiği şeyler hadden efzun hale geldiyse, bence bizim de hadden efzun bir haddimiz olmalı. Her şeyi, Allah’ın izni ve inayetiyle, Cenab-ı Hakk’ın ruh sistemimize, ruh midemize yerleştirdiği enzimlerle ezmeli, hamur etmeli, halletmeli, sonra da ıtrahat halinde atılacak yerlerde götürüp atmalı!

*“Aşık der incitenden / İncinme incitenden / Kemalde noksan imiş/ İncinen incitenden.”Siz incitmeyen olun. Varsın başkaları inciten olsun. Çünkü sizin dünya adına bir talebiniz yok. Başkaları bir şey olduysa, onun ötesinde bir şey olmak için çırpınıyorsa, karakteri de ona müsaitse, yapmadık şey bırakmayabilir. Fakat sizin eğer Allah’ın rızasından, hoşnutluğundan başka, ila-yı kelimetullahtan başka, nam-ı celil-i Muhammedi’yi güneşin doğup battığı her yere ulaştırmadan başka bir hedefiniz varsa, “Biz de bir gün bir yerde küçük bir reis olalım, bir vekil olalım, bir bilmem ne olalım!” mülahazalarını taşıyorsanız, hiç farkına varmadan Allah’tan o nispette uzaklaşmış olursunuz.

*Hz. Pir-i Mugan, demokrasiye, evrensel insan haklarına hizmet ediyorlar diye belli bir dönemde altmışlar öncesi bazılarına karşı az tarafgirlik hissettiğini, fakat sonra yanlış olduğunu anladığını ve “Euzubillahi mineş-şeytani ves-siyaseti” deyip uzaklaştığını belirtir. Mesleğimiz, meşrebimiz budur. Sizin arkadaşlarınız da ayaklarının ucuna kadar gelen o şeyleri böyle bir mülahaza olmasaydı katiyen itmezlerdi. Varsın onun arkasından koşanlar koşadursunlar; siz onların hepsini elinizin tersiyle itin. “Bana Allah’ım gerek!” deyin. “Cennet dedikleri üç beş huri, üç beş gılman, üç beş villa, üç beş tane köşk. Sen onları isteyene ver, bana Seni gerek Seni!” deyin ve yolunda böyle yürüyün. Allah sizi yüz üstü düşürmeyecektir, inanın buna.

*Fırtınalara, tsunamilere gelince; şimdiye kadar bu yolun yolcularının sabit değişmez kaderi olmuştur. Hep imtihan olmuşlar, evlatla imtihan olmuşlar, malla imtihan olmuşlar; çağın tiranlarıyla, güç ve kuvvet zehirlenmesiyle mahvolmuş insanlarıyla imtihan olmuşlar. Seyyidina Hz. Musa, Mısır’dan Eyke’ye, oradan Medyen’e mekik dokumak üzere yurdunu yuvasını terk etmiş. Seyyidina Hz. Yusuf’un çektiği şeyler dillere destan. Yakup aleyhisselam’ın çektiği dillere destan. Hazreti İbrahim Halilu’r-Rahman doğup büyüdüğü Mezopotamya’dan, yurdundan, yuvasından kovulmuş. Diğer enbiya-ı izamın başına gelen şeyler malum. İnsanlığın İftihar Tablosu kendi beldesinden, Kabe’den dışarı çıkarılmış. Bütün Peygamberler çekmişler. Veliler de çekmişler. Gazzali deliler gibi mezarlarda dolaşmış. Hasan Şazili hazretlerinin adeta boynuna zincir vurulmuş, ayaklarına pranga takılmış. İmam Şafii hazretleri zincirler içinde ta Bağdat’a kadar celbedilmiş, sürekli kan püskürte püskürte oraya kadar götürülmüş; dayanamamış bunlara 55 yaşındayken ruhunun ufkuna yürümüş. Koca Ebu Hanife zindanlarda kırbaçlanmış. Ahmed bin Hanbel gibi büyük muhaddis, bir milyon hadisi eleyerek Müsned’ini yazmış bir insan, “Kur’ân mahluk değildir” dediği için, Kur’ân’ın tek bir meselesinden dolayı hapishanelerde kırbaç yiye yiye ömrünü geçirmiş. “Bu yol uzaktır, menzili çoktur, geçidi yoktur, derin sular var.” Eğer bu yolu böyle bilerek girmişseniz, bunlara da katlanacaksınız. Bazen Firavunlar yapacak, bazen Nemrutlar yapacak, bazen kefere ve fecere yapacak, bazen münafıklar yapacak. Bazen de Müslümanlığı sindirememiş, Kur’ân okudukları halde gırtlaklarından aşağı inmeyen, alınları nasır bağlayacak şekilde secdeden başlarını kaldırmadıkları halde nifaktan kurtulamayan insanlardan çekeceksiniz. Bir yönüyle çok defa çekme sizin kaderiniz, çektirme de onların huyu olacak; bütün bunları bilerek bu yolda iseniz dişinizi sıkıp sabredeceksiniz.

*Kur’ân-ı Kerim’de

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْأَمْوَالِ وَالْأَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ

“Andolsun ki, sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber) sen sabredenleri müjdele!” (Bakara, 2/155) buyurulmak suretiyle, insanın çok farklı imtihanlara maruz bırakılacağı ifade edilmiş; daha sonra da, bu belâ ve mihnetlere sabredenler müjdelenmiştir. Buna göre tıpkı ibadetlerin insanın derecesini yükselttiği gibi, menfî ibadet sayılan imtihanlar da sabredildiği takdirde insanı günahlarından arındırır ve onu en yüce ve yüksek makamlara çıkarır.

*“Sabır kurtuluşun sırlı anahtarıdır.” Başınıza ne gelirse gelsin; “Gelse Celâlinden cefa, yahut Cemâlinden vefa; ikisi de cana safa, lütfu da hoş kahrı da hoş.” Bu Kıtmir kardeşiniz 27 Mayıs’tan bu yana -çoğunuz yoktunuz o gün- ölüm tehditleriyle her zaman preslendim. Askerliğimi yapmamış bir gençtim. O zaman ihtilalciler yapıyordu. 12 Mart’ta zindanlar gördüm, tehditler gördüm; Yargıtay’da o mesele duruyorken bir af çıktı, Cenâb-ı Hakk öyle sıyrılmak lütfetti, mahkumiyet ve sürgün kararları vardı. İnandığınız şeylere inanmayanlar, sizin değerlerinizi değer kabul etmeyenler sizi hiçbir zaman hazmedememişlerdir. 12 Eylül’de tam 6 sene -o sefillerde kaçan şaki gibi- kovalandım. Cenâb-ı Hakk onlara yakalatmadı. Arkadaşlarımdan birisi -makamı cennet olsun- ordudan ayrılmış Cahit Erdoğan dedi ki bir gün: “Hocam iyi ki ele geçmedin; öyle işkence, eza ve cefa ki, hastasınız, şekeriniz var, kalbiniz var, dayanmanız mümkün değildi. İyi ki Allah yakalatmadı.” Fakat, babayiğitler, başkan Muhsin gibi kahramanlar -makamı cennet olsun- 6 sene hücrede kaldılar.

*28 Şubat’ta da aynı şey oldu. Sonra Haziran Fırtınası koptu. Akabinde musibet musibeti takip etti. Şimdi o Haziran fırtınasında birilerinin işgüzarlık yaparak 300 sayfalık iddianameye sokuşturdukları şeyleri Neo-iddianame şeklinde yine hazırlamayı düşünüyorlar. 300 sayfalık iddianame ki burada niyabet tarikiyle istintak edilirken New Jersey başsavcısı baktı ve katıla katıla güldü; “Bu ne komik şey!” falan dedi. Bugünleri görseydi herhalde gülmekten bayılırdı.

*Hasılı; biz hep çektik, çektirenler de hep çektirdiler, bundan sonra da çektirecekler. Allah’a ahd-ü peymanımız var; dönmeme kararındayız. Allah döndürecekse, canımızı alsın. Allah bunları yapanlara da insaf, iz’an, bizimle beraber kalb salahı ihsan eylesin. Âmin…

Birlik, Dirlik ve Beraberliğin Yolu.

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 22 Aralık 2013 tarihinde (Türkiye saatiyle 10:30’da) yaptığı sohbet:

* Âdet olan şeylerde enbiya-i izamın taklit edilmesi ibadet sayılabilir. Başkalarının yaptığı şeyleri taklit birer saygının ifadesidir. Asıl mesele enbiya-i izâmdır; yemede, içmede, yatmada kalkmada, oturmada, konuşmada, hemen hayatın her yanında.. çünkü onlar bütün bir hayatı talim etmek üzere Allah tarafından gönderilmiş hususi, özel, âli payeli, mansıplı, semavî muallimlerdir -mücerred muallim tabiriyle ifade etmek istemedim-. Bir mecburiyet yoktur ille de onların o detaya ait taklitlerine; fakat hâlis bir niyetle detayda bile onları taklit ederek tavır ve davranışlarınızı bir yönüyle ibadet olarak, ibadet hanesine yazdırmış olursunuz. Âdetler de ibadet olur. Şöyle yerdi, şöyle içerdi, şöyle otururdu, şöyle kalkardı.. halkın içine çıktığı zaman çevreye şöyle tebessüm yağdırırdı.. en bedbin ruhlara bile onların yüzlerine bakmak suretiyle içlerine inşirah salardı. Bunlarda, belki başta iradeyi zorlayarak -her meselede öyledir zaten- biraz câli, sun’î, şeklî, nazarî durum; fakat sonra işleye işleye mesele tabiatın bir derinliği haline gelince, bu defa onları bir iç dinamizmle gerektiği yerde hemen ortaya koyar insan hiç farkına varmadan.. düşünmeden diyeceği şeyleri der. “Sübhanallah” diyeceği zaman düşünmeden der. “Allahu Ekber” diyeceği yerde düşünmeden der. İç heyecanının ifadesidir. Bütün bunlara isterseniz “iç tepki” deyin, “iç dinamizmin harekete geçirilmesi” deyin, isterseniz “vicdanın sesi-soluğu” deyin, isterseniz “latife-i rabbaniyenin dürtüsü” deyin, isterseniz “ruhun yönlendirmesi” deyin.. Bunlar sofi terminolojisi içinde mahiyet-i insaniyede çok önemli sistemler, mekanizmalar…

* Keşke her meselede mutlaka iktida edilmesi kazandıran o zatları taklit edebilsek! Her meselede İnsanlığın İftihar Tablosu başta olmak üzere, milimi milimine O’nun adımlarında O’nu izleyen, O’nu yakın takibe alan O’ndan sonraki sâdık u masdûk o büyük insanları.. ister sahabe-i kiram çerçevesinde meseleyi ele alırsınız, ister tabiin-i fiham efendilerimiz, isterse daha sonraki dönemdeki müçtehidin-i izam ve hiçbir asrı boş bırakmamak üzere o nurefşan Zât’ın zıll-ı ziyasını insanlara ifade etmek üzere gelen mücedditler.. sabit o hakikati insanların ruhunda her asırda yeniden bir kere daha bir yönüyle onun boyasını çalarak gözlere göstermek, ruhlara hissettirmek, kalbleri onunla heyecana getirmek üzere yenileyen insanlar.

* Cenâb-ı Allah dinini her zaman “cedîd” kimselere, matlaşmamış, eskimemiş, paslanmamış, kalben ölmemiş, hep yeni ve zinde insanlara temsil ettirir. Nitekim, Mâide sûresinin 54. ayetinde şöyle buyuruluyor:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لاَئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ

“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilsin ki), Allah öyle bir kavim getirir ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı yüzleri yerde, kâfirlere (küfür sıfatlarına) karşı ise onurludurlar. Allah yolunda mücahede ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, atâsı, ihsanı çok bol olan Vâsi’ ve her şeyi en iyi şekilde bilen Alîm’dir.”

* Cenab-ı Hak, başka bir ayet-i kerimede de

إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ

“Eğer isterse sizi götürür ve cedid bir kavim getirir.” (İbrâhim Sûresi, 14/19; Fâtır Sûresi, 35/16) buyuruyor. Dilerse böyle partallaşmış, eskimiş, dinin tozu-toprağı sadece üzerlerinde, kalblerinde onu derinlemesine yaşamayan, geceleri ah u vah etmeyen, başlarını yere koyup inlemeyen, derin bir muhasebe hissiyle kendilerini insanların en mücrimi görmeyen ve kendi hayallerinde büyüttükleri o cürümlere göre istiğfarla inlemeyen, tövbeyle o kapının tokmağına dokunmayan, inâbeyle sürekli O’nun murad-ı sübhanisini kollamayan, evbeyle her zaman “Dahası var mı ya Rabbi, öyle olayım!” demeyen insanları alır götürür -işe yaramadıklarından dolayı- yeni, cedit bir nesil getirir. Oturur kalkar hep onu düşünürler. Ve O’nun murâd-ı sübhânisine göre bir dünya kurgusunda bulunurlar; yani “İnsanlar keşke şöyle olsa, böyle derin olsa, imana saygıları olsa, insana karşı saygıları olsa, insan hürriyetine karşı saygıları olsa, insanları saygılarıyla ansalar.” (diye dertlenen) böyle bir kavim getirir. Ve insanlığın çehresi o sayede değişir. Yoksa duygu ve düşünce itibariyle partallaşmış, eskimiş şeyleri ruhaniler ve melekler alır bir tarafa atarlar, insan hiç farkına varmaz bunun.

* Arkadan yeni bir nesil, topraktan başını dışarıya çıkaran rüşeymler gibi başını dışarıya çıkarır, başağa yürür. Bir müddet de o ceditlerle cedit bir dünya oluşur. İman, yeni gökten inmiş gibi duyulur. Herkes meseleyi Hazreti Ebu Bekir gibi, Hazreti Ömer gibi, Hazreti Osman gibi, Hazreti Ali gibi duyar. Aşere-i mübeşşere gibi duyar. Hak dostları gibi duyar. Sanki böyle gökten yeni inmiş şebnemler gibi ruh yapraklarına dökülmüş de tazeliğiyle onu duyuyor ve heyecana geliyor gibi hissederler ve din gerçek manada, İslamî ruh ve mana gerçek manada, mefkuremiz gerçek manada, ruh abidemizin ikamesi de gerçek manada ancak o cedid nesille gerçekleşir. Yoksa birbirinin ayağını kaydıran, istemediği insanlara çelme takan, nâsezâ nâbecâ sözlerle insanları karalayan insanlar, Müslümanlık deseler de ondan fersah fersah uzaktırlar. Din deseler de ondan fersah fersah uzaktırlar.

* Müslümana “çete” diyen, “şebeke” diyen, “eşkıya” diyen ve onları inlere sığınmış goriller gibi, maymunlar gibi gören.. bunlar partallaşmış düşüncelerin sözlere, düşüncelere, ifadelere aksedişinden başka bir şey değildir ve bunlarla hiçbir eğri düzeltilemez. İnsanlığın beklediği o hakikatler hiçbir zaman bunlar sayesinde kazanılamaz. Emekler durur insanlık ve sürekli beklediği ümitlerinin inkisarıyla bir kere daha asâ gibi bükülür iki büklüm olur. Bir kere daha inler, bir kere daha inkisar yaşar. Bir kere daha ateş böceklerini Sirüs yıldızı gibi alkışlamış olmanın aldanmışlığı içinde hicap duyar, başını önüne eğer, “Affet beni Allahım!” der.

* Hakka-hakikate hizmet edenler, adanmışlar.. ömürlerini bazıları itibarıyla cami pencerelerinde -iffetlerine toz kondurmamak için- geçiren insanlar.. o cami pencerelerini “in” şeklinde görme; iki metre genişliğindeki tahta kulübeleri “in” şeklinde görme, sırf halka el açmamak, dilenmemek, hak yememek için hayatlarını belli bir darlık içinde o darlığa mahkum ederek geçirmek isteyen insanların o darlıklarını “in” gibi görme, esasen “in”in neden ibaret olduğunu bilmemenin ifadesidir. Evet, böyle diyecekler ve sizi bu tür düşüncelerle mâşerî vicdanda belli şeylere mahkum etmek isteyecekler ama bunların hepsi seviyesizliğin ifadesidir. Betahsis “densiz” tabirini kullanmadım. Hakka gönül vermiş insanlar, Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın yolunda olanlar, bence aynı şeylerle de mukabele etmemeli. Hatta gözleriyle görseler bile.. Nitekim benim, velayetinden, hakka karşı gözünün açık olduğundan şüphem olmayan birisi, birisinin genel mefkuremize ve düşüncelerimize, gaye-yi hayalimize ve ideallerimize ters insanların arkasına takılıp -onlara takılmak suretiyle bir yere varacağını zanneden bir insan- onlar girdikleri yerde gorillere dönüşmüşlerdi, o da arkalarından girince, o da gorile dönüşmüş. Ama ben bunu kimseye söylemedim. Bunu kimseye söylemek bir insanı içine düştüğü o çamur içinde “Oh müstehak!..” demek gibi bir densizliktir. Mü’mine öyle bir densizlik yakışmaz.

* Kimin “in”de olduğunu Allah görüyor. Hazreti Ruh-u Seyyidu’l-Enâm da onu görüyor. Mele-i A’lânın sakinleri de şahittir. Fakat siz bu türlü şeyler karşısında, Kur’an’a gönül vermiş insanlar.. her kategoride.. bir mefkurede, bir gaye-i hayalde, bir Kur’anî mantıkîlikte, bir Din-i Mübîn-i İslama ait mâkûliyette bir araya gelmiş insanlar.. (Bunları kategorilere ayırdığınız zaman şöyle olabilir: Kardeş seviyesinde olabilir; çok rahatlıkla, Sahabenin birbirini kucakladığı gibi kucaklayabileceğiniz insanlar. “Canım, ırzım, her şeyim sana feda olsun!” diyecek kadar yakındır. Dost olur, meselenin makuliyetinde sizin yanınızda olur. Taraftar olur, “Yapılan bu şeyler milletimizin geleceği adına çok faydalı şeylerdir!” der. Muhib olur, “Bu insanları sevgi alanının dışında tutmamak lazım”. Beyne beyne olur, ârafta olur; sağa bakar, sola bakar, bir yönüyle mâkulü orada görür ve mâkule göre karar verir, “Bu isabetli bir iş!..” der; “Mabede gitmek gibi isabetli bir iş!” der, “Dünyanın yeniden bir hakikat üzerinde bir ba’s u ba’de’l-mevt yaşaması ancak bu sayede olacaktır!” der o âraftakiler. İşte böylesine gayr-i mütecânis fertlerden müteşekkil bir heyet…) Bunlar bir şey yapıyorlardır ve bunlar bu yaptıkları şeylerden dolayı ta’n u teşnîye maruz kalabilirler. “İnlerdeki maymunlar, goriller, ayılar, sırtlanlar, yılanlar, çıyanlar gibi…” “İn” deyince onlar anlaşılır. Bu türlü töhmetler, ittihamlar karşısında kalabilirler. Fakat böylesine seviyesizliğe böyle seviyesizce mukabelede bulunmamak lazım. “Allah bizi de sizi de affetsin!”, “Allah kalblerimizi ıslah eylesin!” demekle mukabelede bulunmak lazım.

* Bir tavzihte daha bulunmak istiyorum. Siz şahitsiniz ben burada dedim ki: “Eğer birileri.. biz de dâhiliz buna ve bize nisbet edilen insanlar da.. -nisbetleri ne kadar doğru.. şu arz ettiğim kategori içinde olabilir- ve bunların binde birini ben tanımıyorum. Eğer onlar ve biz, bir yanlışlık yapıyorsak, Allah’ın ahkâmına göre, Cenâb-ı Hakk’ın murâd-ı Subhânîsine göre, adalet-i Kur’aniye’ye göre, modern hukukun adalet sistemine göre, bir yanlışlık yapıyorsak şayet, topluma hıyanet sayılacak bir yanlışlık yapıyorsak şayet, geleceğimizi karartma adına bir yanlışlık yapıyorsak şayet, Allah evlerimize ateş salsın, bizi yerin dibine batırsın!..” Bir şeye güvenerek böyle dedim. İnanıyorum ki, sizin içinizde, şu farklı kategorilere rağmen, şu gayr-i mütecânis toplumun değişik kategorilerdeki farklı renk, desen, şekil ve şivelerine rağmen, böyle bir şeye sukût etmiş insan yoktur inşaallah ve dolayısıyla da inşaallah Allah onların evlerine ateş salmaz. Sonra da dedim: “Hakka ve hakikate karşı saygısızlığı kim yapıyorsa, harâmîliği kim yapıyorsa, hırsızlığı kim yapıyorsa, milletimizin halâsı adına, arınması adına, aklanması adına, aklık peşinde koşanların aklanması adına, Allah onların evlerine ateş salsın.” Ama görüyorum ki sadece bu son kısmı bir yönüyle İnternette, “tweet”lerde, gazetelerde neşretmek suretiyle meseleyi çarpıtma hıyanetini irtikâb eden, kara ruhlu, kara düşünceli, kara vicdanlı, kara kalemli bir sürü kara-kapkara insan var. Meseleler böyle çarpıtılınca, bir kesime de meseleler öyle gidiyor; dolayısıyla toplumun değişik kesimleri birbirinden kopuyor ve uzaklaşıyor. Tavzihte bulunma lüzumunu hissettim; çünkü çirkin, densiz, seviyesiz bir iftira ve çarpıtmaydı.

* Haziran fırtınasında dine-diyanete karşı gelenler, kesme, biçme, yapıştırma, montajlama şeklinde o türlü bantları öyle yaptı, piyasaya sürdü ve bir şeyi karartmaya çalıştılar. Fakat oyunları tutmadı. O adliye içinde hakkaniyete bağlı, adalete bağlı, kalbiyle, ruhuyla, latîfe-i rabbânisiyle dipdiri hâkimler de vardı. İnşaallah hepsi öyle olsun, inşaallah hepsi öyledir. Ve Cenâb-ı Hak onlara o mevzuda doğruyu, isabeti gösterdi ve doğru ve isabetli bir karar verdiler, sıyrılma imkânı oldu. Buraya da geldi 300 sayfalık iddianame. “Bakarken, sağa bakman gerekirken sen sola bakmışsın, niye sola baktın?!. Efendim öne bakman lazım gelirken bazen dönüp arkaya da bakmışsın?!.” falan. Buradaki savcı, New Jersey’in başsavcısı, hezeyan sayılabilecek bu iddianamenin değişik paragrafları, maddeleri hakkında, meseleyi o kadar çok komik bulmuştu ki, hakkâniyetli davranmıştı. Falanın filanın bu mevzuda yardımı ile değil, hiç tanımadığımız, etmediğimiz bir insan, vicdanın sesini ve soluğunu dinleyerek burada, meseleleri yerinde değerlendirmiş ve ona göre bir rapor göndermiş, oradaki insaflı hâkimler de ona göre karar vermişti.

* Hiç kimseye karşı medyûniyetimiz yok, hiç kimseden hakkımızın dışında da bir talepte bulunmadık. Ancak din-iman hizmeti adına, mefkûre donanımı adına, gâye-i hayâli ikâme etme adına, insanlığın kalbde, gönülde, ruhta, sırda, histe, hafîde, ahfâda bir ba’s u ba’de’l-mevt yaşaması adına verilen hizmeti dinamitlemeye karşı da, karşı çıkmak, bunu tasvip etmemek, ama centilmence, ama efendice, kimseyi kırmadan incitmeden.. bu da Hakkın hatırına bir vazifedir. Bunu yapmamak, Hakk’a karşı saygısızlık olur. Allah’a hesap veririz. Burada da dimdik durma bizim vazifemizdir. Misyonumuzun gereğidir.

* O misyonu temsil eden insanlar, -yine siz o kategoride mütalaa edilen insanlara havale edin- demek ki mesele çok sâlim; akl-ı selîm, kalb-i selîm, ruh-u selîm, vicdan-ı selîm olan insanlar bu meseleye “evet” diyorlar. Problemi olan insanlar “hayır bu olmasın” diyorlar. Akılda, kalbde, ruhta, histe, vicdanda problemi olanlar; yani selîm akla, selîm kalbe, selîm hisse, selîm vicdana sahip olmayanlar, bu mevzuda meseleye problem nazarıyla bakıyorlar. Bütün o çirkin planların, projelerin, komploların arkasında olan şey odur.

* Müstakîm harekete komplo deniyor, hıyanetin denâetin deşifre edilmesine komplo deniyor; hıyanet ve denâet müdafaa edilmeye çalışılıyor.

* Kimsenin hıyanet ve denâetini deşifre etme gibi bir vazifemiz yok. Fakat birileri onu yapmışsa, yapıyorsa şayet, ele almışsa, üzerine yürümüşse, o da bizi aşan bir mevzu. O mevzuda müdahale etme durumunda değiliz. Elli defa değiştirmeden sonra, operasyondan sonra, hâlâ birileri çıkıp böyle yapıyorsa, deriz ki: “Ne yapalım değiştirdiniz, aynı adamlar aynı şeyleri yapıyorlar. Değiştiriyorsunuz yine aynı şeyleri yapıyorlar. Ne yapalım!..”

* El-İnsaf. İnsaf dinin yarısıdır. İnsafı olmayan dinin yarısını kaybetmiştir. Burada er-geç hüsran yaşar, orada da ilahî hizlâna maruz kalır. Allah sizi bizi ve bütün mü’min kardeşlerimizi öyle bir hüsran, öyle bir hizlândan muhafaza buyursun.

* Başka türlü konuşamayız zaten. Şahısları söz konusu edemeyiz. Şahsî ayıpları setretmeyi vazife biliriz. Ve onunla Cenâb-ı Hakk’ın bize lütufta bulunacağına inanırız. Onu dinimiz adına bir sorumluluk biliyoruz, dinimiz adına önemli bir vazife biliyoruz. Ama birileri tarafından bazı şeyler deşifre edilmişse ve onu önleme bizim elimizden gelmiyorsa şayet, o mevzuda isnâdât karşısında herhalde tavzih adına, tashih adına bir şey söylemek.. kendini dine, imana, hizmete vakfetmiş bu insanların itibarı adına, onların karalanmaması adına onu da bir vecibe biliyoruz.

* Bunca insan senelerden beri -altmış seneden beri neredeyse Hazreti Pir’in ve onun talebelerinin hayatıyla irtibatlandırılacak olursa şayet- kulübe gibi, “in” gibi yerlerde yaşıyor, hakkı, hakikatı neşrediyorlardı ve dünyevî bir beklentileri de yoktu. İsteselerdi onlar da bir şey olurlardı. İçlerinde olacak insanlar da vardı, belki isteselerdi olurlardı. Fakat öyle değil. Esasen gaye-i hayalimize, o yüksek mefkuremize, millet ruhunun yeniden canlandırılmasına, tarihî misyonunu milletimizin ifade etmesi adına, devletler muvazenesinde belli bir dönemde muvazene unsuru olmasını yeniden elde etmesine matuf gayretler adına akla hayale gelmedik çileler çekilmiş, ızdırablara maruz kalınmış. Bizim çektiğimiz onların çektiğinin yanında onda bir kalır, onda bir bile olmaz.

* Altmış senesinden bu yana, bugün şunu bunu tenkit eden insanlar, ekmeğe “pepe” dedikleri dönemde polisler tarafından tazyik ediliyor, ölümle tehdit ediliyor, bazen birisi imdata yetişmezse şayet bir suikaste maruz bırakılıyorduk…. Askerlik öncesi… Askerde de içeri atılıyorsunuz, sadece Allah, Peygamber dediğinizden dolayı. Ondan sonraki hizmet hayatında, vazife hayatında başımıza gelen şeyleri sizler biliyorsunuz. Onda birine maruz kalan insanlar, onu destanlaştırdılar, onu bir kahramanlık saydılar. Biz bütün hayatımız boyunca hep aynı şeyleri yaşadık.

* Kimsenin bir müslümana karşı -hafizanallah- çelmeye getirme, onu elenseye alma, onu kündeye getirme gibi bir düşüncesi yok. Allah herkesi istediği şeyde payidar eylesin. Daha ilerisine, daha ilerisine, daha ilerisine… Türkiye’de zirveyi tutmanın dışında, isterse Avrupa’da da zirveyi tutsunlar, Asya’da da zirveyi tutsunlar, Afrika’da da zirveyi tutsunlar; liyakatleri varsa ve mâşerî vicdanın kabulüne mazhar iseler olsunlar, öyle dua edelim. Allah payelerini artırsın, arş-ı kemalata yükseltsin onları.

* Fakat bizim öyle bir derdimiz hiç olmadı, hiç olmaz. O türlü şeyleri söylemeden hicap duyuyorum. Bir insanın dünyaya en çok meyledeceği zaman, gençlik zamanıdır. Yirmi yirmibeş yaşındayken o türlü şeyler ayağımın ucuna kadar geldiği halde ittim, bugünleri de görmeden ittim. Allah’a hamd ederim dünyaya karşı hiçbir talebim olmadı. Bir tane dikili taşım olsun, onu bile taleb etmedim. Onun için ömrüm cami penceresinde, tahta kulübede, şimdi de sürgünde geçiyor. Kirasını vererek bir vakfın mekanının bir odasını kullanıyorum burada. Mâşerî vicdan da bunu böyle bilsin. Su-i zan edenler su-i zanlarından vazgeçsinler. Ben hakkımı helal ederim yerden göğe kadar. Fakat Allah hukukuna taalluk eden meselelerde ahirette paçalarını kurtaramazlar, yakalarını kurtaramazlar.

* Ben kirli demiyorum, mâşerî vicdanın kirli diye kabul ettiği bazı durumlar olmuşsa, onlardan arınmanın yolu, kursaklardaki, kolonlardaki o şeyleri atmak suretiyle aklanmaktır. Aklanmak suretiyle itibarımızı bir kere daha yenilemektir. Millet ruhunda vahdeti temin etmek, vifak ve ittifak yollarını araştırmaktır. Vifak ve ittifak yollarına müteveccih her hamle, Allah’ın izni ve inayetiyle tevfik-i ilâhinin en önemli vesilesidir.

* “Girmeden tefrika bir millete düşman giremez / Toplu çarptıkça yürekler, onu top sindiremez.” Yüreklerin toplu çarpmasını sağlamak lazım. Birine çete, birine eşkıya, birine “in”deki goril, maymun gibi bakarsanız, gönüller bu ölçüde yıkılırsa, bunlar bir yönüyle mantık ve maslahatın gereği iltizamlarını devam ettirseler bile kalben sizi duadan dûr ederler. Ama biz etmeyeceğiz, duadan dûr etmeyeceğiz. Allah topyekun milletimizi payidar eylesin. Payesini ta arşa çıkarsın. Efradı beyninde adaletin teessüsüne onları muvaffak kılsın. “Milletin efradı beyninde olmazsa adalet / Çakılır zemine arşa çıkan paye-i devlet.” Ona meydan vermemek için milletin efrâdı beyninde adaletin tesisine bakmak lazım.

Yolsuzluk

Herkul | | BAMTELI

* İnsanlara saygının önemli bir yanı, onları hep Cenab-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetinin bir tecellisi olarak görmek, kucaklamak, bağrına basmak, sineni onlara da açmak.. ve yaptığı kusurlar karşısında kendi evladına tavrın gibi, yani hafifçe belki kulağını tutup çekebilirsiniz, azıcık okşayabilirsiniz, “bismillah destur” deyip başına bir şey gelmesin diye elinizle itebilirsiniz; bunları yapmadan da edeceğiniz şeyi edebilirsiniz.. bunlar ayrı bir mesele.. fakat kendi evladınıza gösterdiğiniz aynı şefkati bütün mü’minlere karşı gösterme bir esas olmalı ve bunda kusur edilmemeli. Aynen öyle de -günümüzde de yaşandığı gibi- evladınızın bir meâsîsi, bir mesâvîsi karşısında -yani isyana müteallik bir mesele veya seyyiâta müteallik bir mesele karşısında- hemen vurma, kırma, dövme değil de “Acaba ne yapayım ki ben bunu bundan sıyırayım ve kuve-i maneviyesini kırmayayım, incitmeyeyim, kendime karşı da tepkiye ve reaksiyona sevketmeyeyim!” Bu da şefkatin gereği.

*Şefkat sizin mesleğinizde, hakkı ikame edenlerin mesleğinde, ruh abidelerini ikame etmeye kendini adamış insanların mesleğinde dört esas düsturdan biridir. İki de tâli düstur vardır. “Der tarik-i acz-i mendi lazım amed çâr-ı çîz / Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz!.” Şefkat ve tefekkür tâli ama çok önemli.

* Şefkat yöntemiyle açılmayacak kapılar yoktur. Hiddetle, şiddetle ve fezâzetle hiçbir problem çözülmez. Şiddet, hiddet, öfke.. bütün bunlar muvakkat birer cinnettir. Cinnetle insanlar tedavi edilemez. Mecnunlar, insanları tedavi edemezler. Aklı başında olmak lazım; o da şiddetten, hiddetten, ğilzetten, fezâzetten, nefretten, kinden, gıybetten, iftiradan, riyadan, süm’adan, hüd’adan, mesaviden tecerrüde vabestedir. Bunlardan sıyrılmamış bir insanın kendi duygu ve düşünceleri çok âli bile olsa, Cibril-i Emin’in dudaklarından dökülmüş lal-ü güher gibi incilerden bile olsa, başkalarına bunları kabul ettirmesi mümkün değil. Şefkat, re’fet ve mülayemet mü’minde bir esas olmalı.

* Kim nasıl davranırsa davransın, başkalarınının muamelesi, dünya görüşü, hayat felsefesi ve konumunu ne şekilde olursa olsun, mü’mine düşen Kur’ânî olmak, Sahih Sünnet çizgisinde hareket etmek ve Raşid Halifelerin yolundan ayrılmamaktır. Bu cümleden olarak insanların ayıplarıyla meşgul olmak kat’iyen doğru değildir.

* “Mü’min kardeşini bir günahla ayıplayan, o iş başına gelmeden ölmez!..” buyuruyor İnsanlığın İftihar Tablosu. Şayet ayıp sadece ayıplamada kalmayıp -hafizanallah- gıybetlere giriliyorsa, bu istikamette bir de olmadık şeyler yapılıyorsa, iftiralarda bulunuluyorsa, nâsezâ, nâbecâ sözler söyleniyorsa.. bir de umum dünyaya yayarcasına, duyururcasına bu mesele icra ediliyorsa, bir de heyetler bu mevzuda gıybet tahtasına, iftira tahtasına raptediliyor, gez-göz-arpacık deyip onlar hedef alınıyorsa -hafizanallah- umumun hukuku söz konusu olması itibariyle âmme hakkıdır, Allah hakkıdır.. onca cemaat haklarını helal etmeyince -ben yine o tabiri kullanmak istemiyorum, başkalarının kullanmasına bağlayarak diyeceğim- eğer benim yerimde başka biri olsaydı, “Böyle densizce yaşayan insanlar, kat’iyen Cennet’e giremezler; başlarını yerden kaldırmasalar bile, İslam adına bazı şeyler yapsalar bile.”

* Koskocaman camiayı, kendini Allah’a adamış insanları.. dünden bugüne -dün belki sadece ehl-i ilhad yapıyordu şimdi asimetrik bir saldırganlık var- bir bitirme cehdi ve gayreti var. Fakat bütün bunlar karşısında sarsılmadan, belki sarsılabilir ama devrilmeden,

رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ

“Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh-u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız” diyerek, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in cedd-i emcedi Hazreti İbrahim (aleyhisselam) gibi Allah’a dayanıp, sa’ye sarılıp, hikmete râm olmak suretiyle bu dâhiyeleri aşmaya çalışmalı; “Bu da geçer Ya Hû!” demeli, onun geçeceği anı intizar etmelidir.

* Yakışıksız, münasebetsiz şeylere aynıyla mukabelede bulunmamalıdır. Mü’mine “alçak” dememelidir. Bir gün Allah (celle celaluhu) böyle diyeni, gerçekten realite planında alçaltır da tarihe öyle alçalmış olarak kaydedilir. Gelecek nesiller de onu alçalmış bir insan olarak yâd ederler.

* Ayıplarla uğraşmak mü’minin işi değildir. Hem Kur’anın temel disiplinleri, hem Sünnet-i Sahiha’dan çıkan esaslar, hukuk sistemi açısından, fertlerin kusurlarıyla hususi mahiyette meşgul olmanın doğru olmadığını Kıtmir değişik vesilelerle arz etmiştir.

*Nitekim yakın tarihte, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Hazreti Mâiz’i, huzurundan üç defa geriye çevirdiğini, dördüncü gelişinde ona şer’î ceza ne ise onu uyguladığını arz etmeye çalışmıştım. Keza arkadan gelen Gâmidiye’li kadını da Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) geriye göndermişti. Fakat onlar ısrarlıydılar. Ancak öyle bir had tatbik edildiğinde arınacaklarına inanıyorlardı. Oysa ki gizli yapılmış günahlarda, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mülahazası da bu istikamettedir; Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edersin, tevbede bulunursun derecene göre, inâbede bulunursun derecene göre, evbede bulunursun derecene göre; istiğfar edersin, “Allah’ım bütün müstağfirlerin istiğfarı adedince Sana istiğfar ediyorum” dersin “ve Sana tevbede bulunuyorum, Sen Tevvâb’sın, tevbemi kabul eyle; Sen Münîbsin, inâbeme benim cevap ver; Sen Hazreti Evvâbsın, ne olur benim evbemi kabul buyur.” Bunlar “Zümrüt Tepeler”de geçen, Sofi telakkisiyle, çok farklı Cenâb-ı Hakk’a yönelmenin adları ve unvanlarıdır, erbabı için bunları burada tekrar etmek, açıklamak zaid olur. Şahsî günahlar karşısında yapılması gerekli olan şey, istiğfar, tevbe, evbe ve inabedir. Fert bunu yapar, Cenâb-ı Hakk’ın lütufuyla, keremiyle, rahmâniyetiyle, rahimiyetiyle arınmış olur onlardan. Tevbe bir arınma kurnasıdır. Böylece tertemiz olarak Cenâb-ı Hakk’ın Firdevs’iyle serfirâz olabilir.  

* Fakat bazı cinayetler vardır ki bunlar umumun hukukuna tecavüzle oluşmuş günahlardır. Âmme hakkıdır. Âmme hakkı aynı zamanda Allah hakkıdır. İster İslam’ın Hukuk Sistemi, isterse Modern Hukuk Sistemi âmme hakkına taalluk eden meselelerde kat’iyen müsamahaya gitmezler. Umumun hukuku söz konusudur. Umuma ait şeyler çalınmış çırpılmışsa, bunu ne Mecelle kurallarıyla siz şöyle böyle yumuşatabilirsiniz, ne de başka demagojilerle ve diyalektiklerle. Âmme hakkıdır bu. Umumun hukukuna tecavüz edilmişse, bir tek arpa umum milletin hakkıysa, o yenmişse, o mevzuda birisi göz yumuyorsa, o da o haramîlerle müşterek demektir. İşte orada göz yumulamaz. Burada bu göz yummama mevzuunda esas budur, temel budur, usul budur.

* Belki üslupta hata yapılmış olabilir, usul vardır bu mevzuda. A’ya demek, B’ye demek, C’ye demek, bilmem H’ye demek de üsluptur. Fakat hiçbir zaman usul ve esas, üsluba feda edilmemelidir. O mesâvînin üzerinde durulmalı, nasıl yapılacaksa o pisliklerden insanlar arınmaya bakmalıdırlar.

* Suçluluk psikolojisiyle suçlar görünmezden gelinerek harâmîlik, kırk harâmîlik görmezlikten gelinerek, “Acaba bunu kime atfetsek?!.” (bu mevzuda), gündem değiştirerek “Halkın dikkat nazarını kimin üzerine çevirsek ki, bir yönüyle belki halk nazarında bu mesâvîden sıyrılmış olsak?!.” demek.. Bunlar dine karşı diyalektik yapma demektir. Dinin temel disiplinlerine karşı demagoji yapma demektir hafizanallah. Bu da günahı ikileştirme demektir. Bu aynı zamanda toplumun birbirine çok yakın olan parçalarını, moleküllerini birbirinden koparıp atıp işe yaramaz hale getirme demektir. Hafizanallah.

* Bu iki şeyi birbirine karıştırmamak lazım. Mâiz günahıyla, Gâmidiyeli kadın günahıyla, ferdî günahıyla karşınıza çıktığı zaman.. İmam Hâdimî’yle alakalı bir şeyi arz ettiğim zaman dediğim gibi, öyle üç defa dört defa gözlerinin kapağını silerek, “Acaba o mu, değil mi?” diye, hayır bakma! “Lâ havle ve la kuvvete illâ billâh” de. “Allah’ım beni de bunu da mağfiret buyur!” de, çek git arkana bakmadan. Üzerinde durma; fikrinde, korteksinde ona bir yer ayırma. Bir dosyaya yerleştirme onu. Ve gördüğün zaman da kardeşin gibi yine sımsıkı sarıl. Bu ferdî bir hatadır. Fakat öyle hatalar vardır ki, toplumu temelinden sarsar. Onlara karşı müsamahalı olursanız, onların yaygınlaşmasına, bütün bütün o denâetlerin bütün toplumu sarmasına sebebiyet vermiş olursunuz. Bu açıdan da ister İslâmî Hukuk Sistemi, isterse de Modern Hukuk Sistemi o mevzuda işleyerek, akı ak, karayı kara olarak ortaya koyması lazım.

* Bir şey olmuştur; ayetin ifadesiyle “Allah mü’mini aka çıkarır, temizler, paklar; bir yönüyle de öbürlerini eler, döker, onlar da elenmiş olurlar.” Hazreti Pir’in ifadesiyle, elmas ile kömür birbirinden ayrılmış olur. Elması, kömürü birbirinden ayırmadığınız zaman, elmasa bile onun yanında durduğundan dolayı, kömür nazarıyla bakılır.

* Önemli olan arınmadır. İçindeki o pislikleri atarak, “Aktım, ak olmaya çalışıyorum, inşaallah hep ak kalacağım!” mülahazasına bağlı daha farklı stratejilerle, daha insancıl tavır ve davranışlarla, daha şefkatli bir muameleyle!.. Başkalarını da boy hedefi göstererek toplum nazarında bir kısım karanlık kalemlerle onları karalamak suretiyle teselli olmak, bu dünyada bir şey olsa bile öbür tarafta hiçbir işe yaramaz. Çünkü mesâvîyi Allah biliyor, harâmîliği Allah biliyor, hırsızlığı Allah biliyor, rüşveti Allah biliyor. Öbür tarafta teker teker tek arpadan hesap sorma esprisine bağlı olarak hepsinin hesabını Allah sorar.

* Burada bir şey demek aklıma geliyor. Şimdiye kadar hiç dememiştim. Eğer bu mevzuda bir kısım arkadaşlar kendilerine verilen imkanlarla.. Onlar nisbet yapıyorlar, falan filan diyorlar, f diyebilirler, g diyebilirler, ç diyebilirler, d diyebilirler.. diyorlar.. bulaştı bulaşmadı mülahazasıyla, belki cinayet sayılabilecek bir kısım icraatta bulunuyorlar. Şöyle demek geliyor yani içimden.. demeden kendimi alamayacağım. Hiçbir zamanda demek istemediğim bir şeyi demek geliyor içimden. Yoksa Doktor İkbal gibi, Hazreti Pir-i Muğan gibi, tel’ine, bedduaya “amin” dememek, onları etmemek genel şiarımızdır. Fakat eğer hakikaten bu olumsuz şeylerin üzerine giden arkadaşlar, kimse onlar tanımıyorum, binde birini bile tanımıyorum. Bu işin üzerine “Hukukun ve aynı zamanda sistemin, dinin ve aynı zamanda demokrasinin gerektirdiği şeyler bunlardır.” deyip arınma adına, yıkanma adına, temizlenme adına, kirlerin öbür tarafta kalmasına meydan vermemek adına bir şey yaparken dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa… bize de nisbet ediyorlar, dolayısıyla ben bizi de onların içinde görerek diyorum, dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa, yaptıkları şey Kur’an’ın temel disiplinlerine aykırıysa, Sünnet-i Sahiha’ya aykırıysa, İslam’ın hukukuna aykırıysa, modern hukuka aykırıysa, günümüz demokratik telakkilere aykırıysa.. Allah bizi de onları da yerlerin dibine batırsın, evlerine ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın. Ama öyle değilse, hırsızı görmeden hırsızı yakalayanın üzerine gidenler, cinayeti görmeyip de masum insanlara cürüm atmak suretiyle onları karalamaya çalışanlar.. Allah onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın, birliklerini bozsun, duygularını sinelerinde bıraksın, önlerini kessin, bir şey olmaya imkan vermesin.

* Dememiştim, demeden edemedim. O kadar diş gösterildi, o kadar salya atıldı, o kadar kimse tahrik edildi, o kadar o twitterlerde o mel’un düşünceler bir yönüyle vizesiz rahat dolaştı ki, demeden edemedim. Şimdiye kadar demediğimi dedim.

* Allah her şeye nigehbân. Dünyada kıtmir gibi insanların bir dikili taşı olmadı. Altmış senedir değişik imkanlar onun da önüne geldi. Allah’a hep dua ettim, “Allahım, kardeşlerimi birilerinin iş yerinde, fabrikalarda çalışmadan halas eyleme. Allahım, beni onlarla utandırma.” dedim. İşçi olarak çalıştılar, işçi olarak emekli oldular ve hiçbir şeye sahip olmadılar. Çoğu kira evinde oturuyorlar. Kendi adıma da öyle düşündüm, onlar adına da öyle düşündüm. Cami penceresinde üç sene yatarken esasen, işte o dünyanın metaına temas etmemek için, altı sene bir tahta kulubede döşeksiz yatarken, dünya mal u menaline meyletmemek için aynı şeyleri yaptım. Allah buna şahit. Ama başka türlü harâmîlik yapıp, milletin malına menâline el uzattıkları halde hala müslüman olarak görünüyorlarsa öbür tarafta neyin ne olduğu belli olacaktır.

* Gönül çalabın tahtı / Çalab gönüle baktı / Kim gönül yıktıysa / O iki cihan bedbahtı. Bir sürü mü’minin gönlünü yıktılar. Kendimizi de istisna etmedim. Haksız kimse, o mutlaka cezasını bulacaktır.

Sabah ve Yatsı Namazlarının Fazileti

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

عَنْ عُثْمَانَ بْنِ عَفَّانَ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ

قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

مَنْ صَلَّى الْعِشَاءَ فِي جَمَاعَةٍ فَكَأَنَّمَا قَامَ نِصْفَ اللَّيْلِ

وَمَنْ صَلَّى الصُّبْحَ فِي جَمَاعَةٍ فَكَأَنَّمَا صَلَّى اللَّيْلَ كُلَّهُ

* * *

Raşid halifelerin üçüncüsü Hz. Osman b. Affân (radıyallahü anh),

Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi vesellem) Efendimiz’in

şöyle buyurduğunu nakletmektedir:

“Kim yatsı namazını cemaatle kılarsa sanki gecenin yarısını ihyâ etmiş gibidir. Üstüne sabah namazını da cemaatle kılan kimse ise bütün geceyi namaz kılarak geçirmiş gibidir.”

(Sahih-i Müslim, Sünen-i Ebî Davud)

 

Sabah ve Yatsı Namazlarının Fazileti

Dinin direği olan namazın İslam’daki yeri bir başkadır. O, Allah Teâlâ’nın imandan sonra en çok sevip razı olduğu ameldir. Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) da namaz hakkında titizlikle tahşidâtta bulunmuşlardır.

Namaz, imandan sonra kulun ahirette hesaba çekileceği ilk ameldir. O, mü’min ve müslümanları birbirine bağlayan en önemli unsurdur.

Vaktinde ve cemaatle kılınan beş vakit namaz, zamanımızın genişlemesine ve günlük faaliyetlerimizin bereketle neticelenmesine vesiledir.

Kur’an-ı Kerim’de beş vakit namazın önemi hakkındaki ayet-i kerimelerden bir tanesi şöyledir:

وَأَقِمِ الصَّلَاةَ طَرَفَيِ النَّهَارِ وَزُلَفًا مِنَ اللَّيْلِ

إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّئَاتِ ذَلِكَ ذِكْرَى لِلذَّاكِرِينَ

“Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın vakitlerinde namaz kıl. Zira böyle güzel iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır.” (Hûd Suresi, 11/114)

İslam alimlerine göre, gündüzün iki ucundaki namazlar sabah, öğle ve ikindi; gecenin gündüze yakın saatlerindekiler de akşam ve yatsı namazlarıdır. Ayet-i kerimede beş vakit namaza işaret edilmiştir.

Allah Rasülü (aleyhisslatü vesselam) Efendimiz de namaz hakkında: “Ne dersiniz, sizden birisinin kapısı önünde bir ırmak bulunsa, her gün beş defa onda yıkansa kendisinde kir namına bir şey kalır mı? Ashab, “hayır” dediler. Bunun üzerine Allah Rasülü (aleyhisslatü vesselam) buyurdular ki: İşte beş vakit namaz da bunun gibidir ki, Allah o sayede bütün hataları giderir.” buyurmuşlardır.

İhlas ve şuurluca kılınan her bir namaz, Allah katında çok faziletlidir. Sabah ve yatsı namazları ise diğer namazlara göre günün daha zor ve yorgun anlarında kılınmaları itibariyle kıymetleri bir başkadır.

İmanında sadık olan müslümanlar sabah ve yatsı namazlarını hastalık ve yolculuk gibi sıkıntılı durumlarda ve bazen nefislerine zor gelse de büyük bir itina ile eda etmeye çalışırlar.

Münafıklar ve imanın kalplerine tam olarak oturmadığı kimseler ise namaza, özellikle de sabah ve yatsı namazlarına ehemmiyet vermez ve bunları geçiştirirler, bu konuda kendilerince mazeretler üretirler. Halbuki Allah Rasülü (aleyhissalatü vesselam) bir hadis-i şeriflerinde bu hususta yürekleri hoplatan bir beyanda bulunmuşlardır:

لَيْسَ صَلاَةٌ أثْقَلَ عَلَى المُنَافِقِينَ مِنْ صَلاَةِ الفَجْرِ وَالعِشَاءِ

وَلَوْ يَعْلَمُونَ مَا فِيهِمَا لأَتَوْهُمَا وَلَوْ حَبْواً

Münafık kimseye sabah ve yatsı namazlarından daha fazla ağır gelen bir namaz yoktur. Eğer bu iki namazdaki fazileti bilselerdi, sürünerek te olsa mutlaka cemaate gelirlerdi.” (Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim)

Sabah ve yatsı namazları mü’minlerle münafıklar arasındaki ayırt edici namazlardır. Nitekim Efendimiz (aleyhisslatü vesselam): “Yatsı ve sabah namazlarına münafık devam edemez.” (Suyûtî, Câmius-Sağrîr) buyurmuşlardır.

Sabah namazının önemi hakkındaki bir rivayet ise “Sabah namazını kılan kimse, Allah’ın zimmeti altındadır. Allah’ın zimmeti altında olan birisi hakkında korkun (ona ilişmeyin).” şeklindedir.

Allah Rasülü (sallallahü aleyhi vesellem)’in, sabah namazının sünnetini dahi seferde de, hazarda da (yolculukta da, ikamet halinde de), sağlıkta da, hastalıkta da asla terketmediğine dair rivayetler vardır. (Suyûtî, Câmius-Sağrîr) Nitekim sabah namazının sünneti hakkında Efendimiz (aleyhissalatü vesselam): “Üzerine güneşin doğup battığı her şeyden hayırlıdır.” demişlerdir.

Ey Rahman ve Rahim Rabbimiz! Bizleri imanda yakîn ve tahkike ulaştır. Namazlarımız ve diğer salih amellerimizi de ihlas ve ihsan şuuruyla eda etmeyi nasip eyle. Amin!

اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ

وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينْ

وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ

 وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

Muvakkat Fırtınalar ve Daimî Meltemler

Herkul | | KIRIK TESTI

(…) Gerçi hâlâ şerlere açık o “eyyâm-ı nahisât”a [1] dâyelik yapan uğursuz günlerin gölgesi üzerlerimizde ve yer yer fırtınalar şiddetli esmeye devam ediyor; tahribe kilitlenmiş bir kısım çılgın ruhlar hız kesmeden yıkmalarını sürdürüyor ve her yanda fitne ocakları tutuşturarak inanan insanların seslerini kesmeye çalışıyorlar; ama, büyük çoğunluk itibarıyla bizler –inşâallah öyleyizdir– sürekli güzellikleri kolluyor, güzellikler arkasında koşuyor, hülyalarımızı güzelliklerle süslüyor ve neşelerimizi gıcıklayan en derin hazlarla ötedeki saadet saraylarına ait kapıların aralandığını hissediyor ve gıcırtılarını duyar gibi oluyoruz.. duyar gibi oluyor ve bulunduğumuz yerden Cennetlere atlıyormuşçasına masmavi ve aydınlık bir dünyayı temâşâ etme noktasında bulunuyor olma ruh hâletiyle dıştaki tipi-borana rağmen –zaman zaman da olsa– kendimizi bir haz zemzemesi içinde sanıyoruz. İmanın ve Hakk’a itimadın içimize saldığı nurlar sayesinde ne çevremizde oluşturulmak istenen gürültü ve velveleyle sarsılıyor ne her yanı saran toz duman karşısında panikliyor ne de üst üste üzerimize gelen zulme, zalime ve zulümâta “eyvallah” ediyoruz. Allah’a güveniyor, hikmetle donanıyor ve her yörede soluklamaya çalışıyoruz dini-diyaneti, Hak rızasını ve kendi kültür değerlerimizi.

Şimdilerde her yeni gün ve onun içindeki nevzuhur inayetler –O inayetler arkasındaki yed-i Kudret’e ruhlarımız feda olsun!– bizleri bütün dünyayı kuşatan bilmem o kaç asırlık sisten-dumandan arındırıp güzellikleri, nefaseti ve imrendiriciliğiyle hepimizi ve inanan herkesi âdeta Cennet kasırlarını hâvî bir âleme yükseltiyor gibi.. umurumuzda değil sağımızda-solumuzda kuduran kinler, nefretler ve gayzla köpürmeler. Öyle ki, herkesi korkutan, zayıf yüreklere ümitsizlik salan en korkunç fırtınaları, tayfunları, tipileri-boranları ayaklarımızın altından geçip giden ve kılımıza bile dokunmayan “ahvâl-i âdiye”den hâdiseler gibi görüyor ve yürüyoruz hız kesmeden yüce mefkûremizin tüllendiği zirvelere, her zaman ruhumuzda canlandırdığımız aydınlık günler istikametinde ve atalarımızın kalb ve ruh dünyaları iklimine doğru.

Biz inanç ve ümitlerimiz sayesinde, bir gün mutlaka kendimiz olarak dirilip kendi ayaklarımız üzerinde duracağımız imanıyla yaşadık ve her zaman yeni bir varoluşa pencerelerimizi hep açık tuttuk. En amansız dönemlerde, en imansız hâdiseler karşısında bile tâli’imizi hep tevekkül, teslim ve belki de tefvîze bağlayarak inandık vaad edilen ilâhî eyyâmın doğacağına, inayet elinin hem bu dünyayı hem de öteleri hakkımızda mamurelere çevireceğine ve burada yapılanların ötelerdeki bağ ve bahçelere döküldüğüne/döküleceğine. Biz, ilâhî lütuflar olarak inananlara bahşedilen bu ekstra ihsanların çehresinde hep zuhur edecek ilâhî ihsanlardan mesajlar aldık ve ilâhî teveccühlerin gölgeleriyle sevindik; sevindik ve o kaskatı kederleri âdeta hiç mi hiç duymadık. Dahası, hemen hepimiz kendi gönlümüzün derinliklerinde olduğu kadar yürüdüğümüz yol ve istihdam edildiğimiz işlerin çehresinde de uhrevî bir şiiri dinlediğimizi söylesek mübalağada bulunmuş sayılmayız. Gerçi böyle bir duyuş ve seziş biraz da insanların his dünyalarının enginliğinden kaynaklanmaktadır; ama, yine de her inanmış gönül o çok ulvî mefkûre ve derin hatıralarının enfes bir şiir hâline geldiğini duyar gibi olur…

Hele zamana emanet bazı hislerle köpüren tatlı gün, saat ve dakikaların insana vaad ettiği öyle mutlu anlar vardır ki, kadirşinas gönüllerce bu zaman dilimlerinin her bir parçası insan ruhuna Cennet yamaçlarının zevkini duyuracak kadar rengin ve zengin geçer. Varlık ve hâdiseleri böyle bir zevk zemzemesi içinde temâşâ eden bir aydınlık gönül, çevresindeki muhtemel kızıl kıyametleri ve en hoyratça davranışları bile ipek gibi yumuşatır, iç aydınlığında nuranî bir farklılığa ulaştırır; olumsuz hiçbir şeyle karşılaşmamış gibi geçtiği yerlere gülücüklerle boşalır ve sürekli kinle, nefretle, gayzla homurdananlara insan olma ufkunu gösteren imalarda bulunur.

Vâkıa, bazı ahvâlde bu seviye yakalanamayabilir, bazen de kendi hamlığımıza bağlı çevreyi sisli-dumanlı görebiliriz.. bazı hâl ve hâdiselerin bir kısım bulantılara sebebiyet verdiği de olur.. ne var ki, bunların hiçbiri kalıcı değildir; gönüllerde iman, teslim, tevekkül tamsa, bütün bunlar geldikleri gibi gider ve bize yeni bir mukavemet ruhu armağan ederler. Aslında bu tür seviye insanları için hayat her gün bir kere daha taptaze duyulmakta, tabiî ahvâle karşı olduğu gibi sürprizlere de açık bulunmakta ve ağlamalar içinde gülmeler, elemler arasında lezzetler ve ızdıraplar arkasında daimî hazlar var etmektedir. Böyle olunca da hemen her zaman mü’minin ufkunda yazlar tıpkı baharlar gibi diriliş naraları atmakta, sonbahar ve kışlar da yeni bir “ba’sü ba’de’l-mevt” muştusuyla gurublara tulû boyası çalmakta, mevsimler farklı birer saadet vaadiyle birbirini takip etmekte ve bu atmosferde âdeta her zaman bir sevinç ve ferah heyecanı çağlamaktadır.

Öyle ki bu iklimde sabahlar, sürekli bir haşr ü neşr neşvesi içinde gelir; gündüzler, her yanda farklı bir lezzetle kendini hissettirir; akşamlar, ufuk ötesine panjurlar aralar; geceler, ruh ve kalbin dilini çözen birer büyü ile her yanı sarar; sarar da saat, dakika ve saniyelere en katı gönülleri bile yumuşatıp rikkate getirecek bir nuraniyet ve bir semavîlik ifâza eder. Herkes istidadına göre bu mânevî atmosferde kim bilir ne dâhiyâne mülâhazalara girer ne söylenemeyecek şeyleri mırıldanmaya durur ne derin hülyalara dalar ve ne mâverâî ufuklara yönelir; geçmişin semavîliklerine kanatlandığı aynı anda geleceğin en tatlı rüyalarında dolaşır ve ötelerin el değmemiş mülâhaza bağ ve bahçelerinden neler ve neler derer.

Evet, bizler, o derin inanç ve ümitlerimiz, o engin nazar ve teveccühlerimiz sayesinde O’nunla münasebetlerimizi sürekli derinleştirir, çok defa tasavvurlarımızı aşkın şeyler duymaya başlar, bulunduğumuz atmosferin âdeta uhrevîliklerle tüllenmeye durduğunu ve dört bir yandan şefkatle kuşatıldığımızı hisseder gibi olur ve bulunduğumuz yeri ahiretin bir koridoru sanırız; iç âlemimize göre şekillenen bu hususî dünya olabildiğine büyülü bir diyara dönüşür ve bize ötelerin nuranîliğini duyurur.

Bu itibarladır ki bizim ufkumuz hiçbir zaman bütün bütün kararmaz; üst üste zulmetler her yanı sarsa da, kalb gözlerimiz çok defa ötelerin ziyasıyla par par parıldar; bulunduğumuz yerin hakkını verip o ezelî ufkumuza müteveccih olduğumuz sürece asla gurbet yaşamayız. O’nun ekstra inayetleri sayesinde her zaman bir “rükn-ü şedîd”e [2] yaslanır ve en dev dalgalara bile meydan okuyabiliriz. Bazen ters gibi görünen bir kısım insafsız hâdiselerle zamanın önümüzü kestiği hatta bazılarımızın ruhî rabıtalarını sarstığı da olur ama gelip sinelerimize çarpan hortumlar, tayfunlar bizim mukavemet sistemimizi güçlendirir, geldikleri gibi gider ve bize biz olmanın hususiyetleriyle alâkalı ne armağanlar ne armağanlar bırakırlar. Böylece, gam gider, kederler lezzetlere inkılâp eder; “hayhuy”ların yerini “Elhamdülillah”lar alır ve çevremizdeki hâdiseler âdeta bir saadet vaadiyle tüllenmeye başlar.

Şimdiye kadar iman, ümit ve Hakk’a teveccühümüz sayesinde her şeyi böyle görüp böyle değerlendirdik. Bundan sonra da durduğumuz yerde böyle durup, her şeyi böyle yorumlayacağımız ümidini taşıyoruz.

Öyle ise, ey o her zaman kinle, nefretle esen muhalif rüzgâr! Artık ne taraftan esersen es!.. Yakında sana da diyecektir o Kudret-i Kâhire: Yetişir ey küstâh, gayri hırıltını kes..!

***

[1]            “Eyyâm-ı nahisât”, fırtınalara, kasırgalara gebe uğursuz günler demektir; bu ifadeyle, (Fussilet sûresi, 41/16) âyetine atıfta bulunulmaktadır.

[2]            “Rükn-ü şedîd”, yıkılmaz bir dayanak, sağlam bir kale ve güvenilir bir yer mânâlarına gelmektedir; bu tabirle, (Hûd sûresi, 11/80) âyeti ima edilmektedir.

Not: Bu makale, Sızıntı Dergisi’nin Temmuz 2006 sayısında neşredilen başyazıdır. İstifadeye medar olacağı inancıyla burada bir kere daha nazara verilmesi uygun ve faydalı görüldü.

Doğruluk, Sadâkat ve İş Hayatının Sâdıkları

Herkul | | BAMTELI

* Peygamberler (alâ seyyidina ve aleyhimüsselam), özellikle sıdk, emanet, tebliğ, fetânet ve ismet-iffet gibi çok mümtaz vasıflarla muttasıftırlar. Peygamber yolunda yürüyenlerin de bu üstün ahlâkı esas edinmesi ve bu güzel vasıfları temsil etmesi lazımdır. (00:25)

* Peygamberliğe ait vasıflardan biri de, her türlü ayıptan münezzehiyettir. Peygamberler masum, iffetli, sâdık, emin ve firaset sahibi insanlar oldukları gibi, her türlü ayıptan da münezzehtirler. Onların hastalıkları bile geçici bir imtihandır, kalıcı değildir. Onlar, kendi toplumları ve çevreleri tarafından asla tiksinti duyulmayan, görenlere Allah’ı hatırlatan, herkese emniyet vaad eden ve hallerine imrenilen insanlardır. Hazreti Câbir der ki: “Bir gün mescidde oturuyorduk. Ayın tam ondördüydü. Tepemizde kamer, ışıl ışıl parlıyordu. O sırada Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) mescide girdi. Bir aya, bir de O’na baktım; kasem ederim ki, Allah Rasûlü’nün yüzü aydan daha parlaktı.” (00:42)

* Sıdk dendiğinde daha çok doğru söz ve hakikate muvafık beyan akla gelmektedir. Fakat aslında sıdk; doğru sözün yanında doğru davranışı da ihtiva eden, her türlü uydurma beyan ve tavırdan arınmış olmayı da çağrıştıran ve insanın iç-dış, gizli-açık her halini aynı çizgide götürmesi, hilâf-ı vâki her şeye kapanıp, hayatını doğruluğa göre planlaması manalarına gelen daha şümullü bir tabirdir. Nur Müellifi, “Müseylime’yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedü’l-Emin Aleyhissalâtü Vesselâmı âlâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.” der. (02:54)

* Sıdk ve sadâkatte zirveyi tutan; hayal, tasavvur, duygu, düşünce, hatta mimiklerine kadar bütün hal ve tavırları itibarıyla doğruluğa kilitlenmiş olan hak erleri “sıddîk” ünvanıyla anılmaktadır. Özü sözü bir, her haline güvenilir bu kahramanlar, çok samimi, pek hâlis ve olabildiğine sâdık insanlardır. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sıddîklar üstü sıddîktır. O’nun getirdiği her şeyi tasdikte kemale erişen, kendisine sunulan mesajlara -aksine ihtimal vermeyecek şekilde- iman eden ve i’lâ-yı kelimetullahı hayatının gâyesi bilen Hazreti Ebu Bekir (radiyallahu anh) sıddîk-i ekberdir. Sıddîklar sıddîkının mualla zevcesi ve Sıddîk-ı ekberin kızı Hazreti Aişe-i Sıddîka annemiz de sıdk ve sadâkatiyle maruftur. (05:20)

* “İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh / Doğruların yardımcısıdır Hazreti Allah!” (09:19)

* Adanmış ruhların en önemli yanlarından biri de sadâkattir. Sadâkat; söz ve tavırlarla beraber duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde de doğru olma, hak ve hakikate yürekten bağlı kalma, dostlarına karşı hep vefa hisleriyle dolu bulunma, şartlar ne olursa olsun hainlik ve döneklik yapmama, gönül verdiği kapıdan asla ayrılmama ve riya, tasannu, maddî-manevî çıkar hesabı gibi kötülüklerden arınarak hâlis bir niyetle Allah yoluna bağlanma manalarının hepsini ifade eden muallâ bir kelimedir. Söz ve davranışlarında doğruluğu tabiatının bir parçası haline getirip, insanlarla olan muamelelerinde hep dürüst davranan; günlük konuşmalarından mizahlarına, dost meclislerindeki muhaverelerinden tebliğ adına yaptığı konuşmalarına, ticaret sahasındaki uygulamalarından iş hayatındaki muamelelerine kadar bütün söz ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan ve dostluğun gerektirdiği vefayı hep muhafaza eden, sözünün eri ve güven timsali insanlara “sâdık” denir.

* Doğru olmayan bir mesele, İstanbul’un fethi gibi büyük bir iş bile olsa, ayağın ucuyla itilmeli ve “lazım değil” denmeli. (11:50)

* Kendini mefkûresine adamış insanlara diyorum bunları, başkaları beni alakadar etmez. Kabul ederlerse, kardeşlerime diyorum, dostlarıma diyorum.. günde beş vakit namazda -yemin ederim- “Kardeş, dost, taraftar, muhib, sempatizan.. Allahım ihya eyle onları!..” diye duam çerçevesi içine aldığım insanlara diyorum: Gaye-i hayallerini ikâme etmeye kendisini adamış insanlar, kendileriyle yüzleştiklerinde, şayet işin içinde bir bit yeniği varsa.. İstanbul’un fethi, Belgrad’ın fethi, yeraltından yolların yapılması, denizaşırı yerlere ulaşılması, olmaz şeylerin olması, göklere helezonların kurulması.. Merih’lerde, Utarid’lerde, Zuhal’lerde sarayların yapılması.. bütün bunlara muvaffak olsalar; sonra bir de dönüp nöronlarını adeta böyle teşrih masası üzerine yatırarak teker teker onları cımbızla yoklatsalar, mikroskopla baksalar.. şayet onlardan birisine bulaşmış böyle bir benlik varsa, bir takdir hissi varsa, yaptıkları bütün bu güzel şeyleri ayaklarının tersiyle itecek kadar o mevzuda sadâkat içinde olmalı ve Allah’a bağlılıklarını ortaya koymalıdırlar. Başkalarının başka şekilde bir kısım ruhsatları değerlendirmeleri ve kendilerine göre bir kısım fetvalar icad etmeleri, kendini hak ve hakikati ikâme etmeye adamış insanları aldatmamalıdır. Bunlar insî ve cinnî şeytanların tesvilâtıdır ve onlara karşı sur içinde sur oluşturulmalıdır. (14:45)

* Birilerini aldatırsak, esasen farkına varmadan dinimizin sinesinde bir yara açmış oluruz. Bir yerde yatırım yapıyoruz, iş adamıyız, birileriyle anlaşma yapıyoruz, birilerine hak ve hakikati anlatıyoruz; birileri bizi bir yere koymuş bir şey zannediyorlar.. biz şahsî hayatımız itibarıyla sadâkati/doğruluğu deldiğimiz takdirde hiç farkına varmadan karşı tarafın düşüncesinde, anlayışında, bakışında, dinde bir delik açmış oluruz; “Bu din de delik!.. Bunda da boşluklar var.” derler. Bu açıdan da bir hukuk-u âmme gibidir. Dine kendini adamış insanlar, öyle bir istikamet içinde yaşamalıdırlar ki, Ebu Zerr el-Ğıfarî gibi bir yerde kefensiz, gömleksiz ölmelidirler. Kefensiz, gömleksiz ölmeye hazır bulunmadır asıl mesele. (17:19)

* Allah size yüz kırk küsur ülkeye ulaşma imkanı vermiş. Bu imkanla, Allah’ın emrettiği gibi dosdoğru olursanız, sözde, tavırda, davranışta, konuşmada, telkin ettiğiniz şeylerin arkasında olmakta ve yaptığınız şeylerde istikameti korumada başkalarını imrendirirsiniz, kendinizi ütopya yaşanan bir dünyadan gelmiş gibi gösterirsiniz ve “Keşke biz de bu dünyaya akabilsek!” dedirtirsiniz. Fakat, -hafizanallah- bir tarafta bir boşluk, hakkaniyetsizlik, kezib olursa, milletin bakışı da ona göre olur; “Demek ki bunların din adına dayandıkları temel sistemlerde böyle boşluklar var.” der ve dinden nefret ederler. Kimsenin hakkı yoktur insanları dinden nefret ettirmeye. Bizim vazifemiz; Allah’ı, Peygamber’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’an’ı ve dini sevdirmektir, bu da sizin bu mevzudaki istikametinize vabestedir. Aksi takdirde, Devr-i Risalet Penahi’den bu güne kadar gelen hakiki mü’minler, Allah’ın huzurunda, bu türlü insanlardan davacı olurlar; “Biz bu emaneti bizden sonrakilere arızasız, kusursuz, delik deşik etmeden verdik, ama onlar onu kalbur gibi delik deşik ettiler, her gayr-ı meşruyu meşru saydılar, insanları dinden kaçırdılar, davacıyız Allah’ım” derler. (19:28)

* Dünyaya ait zevkler, sefalar, imkanlar, meşru dairede değilse, Allah’ın çizdiği çizgi içinde değilse, hesabını verebileceğimiz durumda değilse, bütün dünya bütün hezafiriyle yerin dibine batsın, bizi de batırsın.. ama meşru dairede ise, Allah size o istikamette şehbal açma lütfunu ihsan buyursun. (21:52)

* Sadakat ya hu!.. Evet, tekrar edelim: “Mü’mine sadakat yaraşır görse de ikrah / Doğruların yardımcısıdır Hazreti Allah.” Doğru olmayana vâh vâh!.. Hususiyle öbür tarafta… (22:20)

* Yavuz Bülent Bakiler beyefendi, Türkçe Olimpiyatları münasebetiyle demişti ki: “Osmanlı Devleti, dünya muvazenesinde muvazene unsuru olan büyük bir devletti. Bütün devletlere sözünü geçirecek bir konumu vardı. Fakat o dönemde bile bu ölçüde bir açılım olmamıştı.” Bu açıdan mesele hafife alınmamalı. Bununla beraber, işin bir ikram-ı ilahiden ve istihdamdan ibaret olduğu da nazardan dûr edilmemeli. (23:18)

* Thomas Michell’e en çok tesir eden hadise, Güneydoğu’da ateşin karşısında çalışan bir demirci ustasının onca ter dökmesinin ve gayretinin sebebi sorulunca “Falan ülkede baktığım bir okul var; çalışmak zorundayım!” demesi olmuş. (24:56)

* Bozyaka’nın üst katında yapılan bir himmet toplantısında bir şeyler anlattım; herkes de bir şeyler taahhüt etti. Utanıyordum da.. kendime istemiyorum.. alan başkası, yazan başkası, hesap eden başkası.. ama yine de utanıyordum. Tabiatımda istemeye karşı bir utanma var ama hizmetin hatırına o dilenciliğe de “eyvallah!” Odama çekilmiştim ki askeriyeden emekli olmuş bir insan kapımın tokmağına dokundu; elinde şangır şangır anahtarlar, “Orada herkes himmet etti, benim verecek bir şeyim yoktu, evimin anahtarlarını veriyorum!” dedi. Bu ruh oluşmuştu. Bu öyle bir histir ki, Allah’a inanmayınca olmaz bu mesele. Dünyanın 150 ülkesinde Anadolu insanı kendi değerleriyle ve kendi kültürüyle varsa, esasen bu anlayış sonucunda olmuştur. (27:00)

* Ne yaparsak yapalım.. hatib hutbede konuşurken doğru konuşmalı, vaiz kürsüde konuşurken doğru konuşmalı, imam namaz kıldırırken doğru kıldırmalı, oruç tutan doğru oruç tutmalı.. tüccar, yatırımcı, sanayici, değişik işlerle meşgul olan insanlar da orada bulundukları birim itibarıyla, yer itibarıyla meselenin müsait olduğu ölçüde (belvâ-yı âmmdan istisna adına diyorum bunu: müsait olduğu ölçüde) sadakatten kat’iyen ayrılmamalılar. Allah onlara lutfeder, verdiklerinin on katını verir. Bir taraftan da sistemlerini, çağın gereklerine göre çok iyi işletmeliler; harama girmeden, akıllarını kullanmalılar; himmetleri tek başına bir yerde bir işe yaramıyorsa, himmet inzimamıyla, büyük projelere talip olmalılar. Bâkir Afrika’ya girmeliler, bir manada bâkir Brezilya’ya, Arjantin’e girmeli, yatırımlar yapmalılar. Bir taraftan, Türkiye zenginleşmeli; bir diğer taraftan da oralarda olan eğitim ve irşad hizmetlerine de arka çıkmalılar. Yani yaptıkları bir şeyle çok şey yapmalılar Allah’ın izni inayetiyle. (30:44)

* Hizmete kendini adamış insanlar da o arkadaşların teveccüh, güven ve itimadlarının sarsılmaması için dünyaya girdikleri gibi “Varım ol Dost’a verdim hânümânım kalmadı / Cümlesinden el yudum pes dü cihanım kalmadı.” (Ahmedî) diyecek kadar o mevzuda hasbî, diğergâm, hiçbir şeysiz olmalıdırlar. Hizmete kendini vakfedenlerin bankada bir şeyleri olmamalı; arsa ticaretinde olmamalılar; “Benim de bir yerde müsait bir evim olmalı!” falan düşünmemeliler. “Benim vazifem hizmettir, benim yeryüzünde bir dikili taşım olmamalı!” Aksi takdirde, güvenen insanları aldatmış ve onların itimadını sarsmış olurum. İtimad kırılınca da dünyanın dört bir yanına el uzatan o fedâkar insanlar tereddüt yaşarlar, “Acaba bunlar kendileri için mi bir şeyler yapıyor?” derler. Elli defa bizim hesaplarımızı, çıkınlarımızı, kredi alanlarımızı yoklasalar, hep “züğürt” diyebilmeliler. (32:25)

* Orta Asya’ya açılan iş adamlarının -çoğunun- genç eğitimciler kadar başarılı olamayışlarının sebebini açıklama sadedinde “hocalar hocası” Prof. Dr. Sabahattin Zâim’in ‘90’lı yıllarda yaptığı tahlil şöyle olmuştu: “Türkiye’de okul sistemimiz oturmuştu; öğretmenler, rehber talebelerimiz vardı. Bir de Türkiye’de sistemin felsefesi kabul edilmişti. Onun için biz sistemi buradan alıp öbür tarafta kurduk, başarılı olundu. Ama Türkiye’nin içinde, yatırım, sanayi, ticaret alanında henüz biz kendi düşüncemize göre sistemimizi kuramamıştık. Dolayısıyla o portatif şeyin bir parçasını alıp dünyanın değişik yerlerinde aynıyla uygulama imkanı bulamamıştık.” (35:13)

* Tuskon’daki arkadaşlar -Allah sa’ylerini meşkur etsin, birlerini bin etsin- o sistemi belli ölçüde Türkiye’de oturttukları gibi.. inşaallah bir gün tamamıyla oturur, en şiddetli ekonomik krizler karşısında bile sarsılmayacak kadar çok sağlam statiklerle, blokajlarla meseleyi Türkiye’nin içinde öyle oturturlarsa, o sistemi aynıyla bütün dünyada da uygularlar Allah’ın izniyle. Belli ölçüde yapılıyor bu şu anda. Çok ciddi bir teveccüh var, itimat var. Arkadaşların anlattıklarına göre; devlet başkanları ya da o ülkenin ticaretiyle, sanayisiyle meşgul olan bakanları “Biz bu projeyi sizinle realize etmek istiyoruz!” diyorlar. İnşaallah öyledir. Allah bizi kardeşlerimizle, kardeşlerimizi de bizimle utandırmasın. İnşaallah utandırmayacaklar, hep öyle gidecek, hep güven vadedecekler. Mesele belli ölçüde oturmuştur. Fakat bütün dünyada kabul edilen adeta bir marka haline gelmek zaman alır. Hatta sadece kendileri değil, başkalarını da yanlarına alarak, bazı projeleri refik kurumlarla beraber realize ederler. Sonra dünyada adeta bir marka haline gelir ve herkese “Bir iş yapılacaksa, ancak bu insanlarla yapılır!” dedirtirler. Bu da zamana vabestedir. (38:00)

* Hasılı; Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: “Necat (felah, fevz, başarı) doğruluktadır.” Doğruluğumuzla kendimizi ifade ettiğimiz zaman, Allah’ın izni inayetiyle, doğrulara bütün dünyanın kapıları ardına kadar açılacaktır kendi kendine.. top gülleleriyle değil, mancınıklarla değil.. bizzat sizin kapının tokmağına dokunmanızla, o tık tık sesi işitenler, “Buyurun sizi bekliyorduk!” diyecekler Allah’ın izni inayetiyle… (44:15)

Her Zaman Sulh Yolunda

Herkul | | BAMTELI

*Hususiyle günümüzde nifak ve şikâkın çok köpürüp durmasına karşılık, tadil edici ve tansiyonu aşağıya çekici ilaç türünden bir kısım pozitif tavır ve davranışlarda bulunmak yeğlenir. Kopma ve parçalanmayı hızlandırmamak için bazıları sineye çekmeli ve karakterleri itibarıyla oldukları yerde durmalılar.

*Bir dönemde, Hâricî, Harûrî, Zübeyrî ve benzeri isimler altında bir sürü insan, nüansların kavgasını vererek ortaya çıkmıştı. Onların içlerinde namaz kıla kıla alınları nasır tutmuş kimseler de vardı; fakat ihtilaf ve iftirâka öyle kilitlenmişlerdi ki, nüansların kavgalarını verirken aradaki bütün köprüleri yıkarlardı. Sabahlara kadar namaz kılarlar, kim bilir belki de üç dört günde bir Kur’an-ı Kerim’i hatmederlerdi ama vifak ve ittifaka gelince ilk mektebin altının altının altının altının altında bile yerleri yoktu. Dün öyle insanlar yaşadığı gibi bugün de aynı türden kimseler mevcut ve yarın da görülecektir bunlar. Bunları deşifre etmek ve bâtılı tasvir ederek sâfî zihinlerin idlâline gitmek doğru değil; ancak, bir realiteye dikkati çekip olabilecek bazı şeyler karşısında mü’minleri teyakkuz ve temkine çağırmakta da fayda var.

*Adanmış ruhların faaliyetleri ve müesseseleri anılırken “Hizmet”, “Hareket”, “Cemaat” ve “Câmia” gibi farklı isimlendirmelerde bulunuldu. Aslında bu işin içinde her tür, her anlayış, her renk ve her desenden insan var; adeta çok nakışlı ve çok işlemeli gergef gibi bir şey. Bunlar, camide bir araya gelip beraberce saf tutan insanlara benzetilebilir; belki çoğu birbirini dahi tanımıyor ama bir makuliyette, bir mantıkiyette bir araya gelmişler.

*20 sene evvel, Kıtmir, konjonktürel olarak, dünyanın belli bir yere kayışı/gidişi karşısında bir toplantıda “Demokrasi, geriye dönüşü olmayan bir süreçtir.” demişti. Bugün belli şeylerle sizi karalayan insanlar, o kara ruhlu, kara kalemli, kara mürekkeple başkalarını karalamaya duran aynı insanlar, “Baksana adam demokrasi dedi!” dediler. Aradan beş on sene geçti, “demokrasi” dendi, elli defa dendi. Onu da aşarak, “laiklik” bile dendi. Onu hazmedemeyen, sindiremeyen insanlar tarafından tepki bile alındı başka bir dünyada.

*Şimdilerde de Kur’anî bir makuliyet etrafında bir araya gelmiş fedakâr insanlar hakkında “örgüt” sözleri ediliyor. Müslümanların bunu yapacaklarını zannetmiyorum. “İhtimal ki, birileri birilerinin adını kullanmak suretiyle bunu yayıyorlar!” diyerek bir kere daha meseleyi hüsn-ü zannıma bağlıyorum.

*“Örgüt” diyenlerin sözlerine müsaadenizle “haince” diyeceğim. Esasen resmî örgütler var. 30-40 senedir Kürt’üyle, Türk’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Zaza’sıyla (bir bütün oluşturan) Anadolu insanının başına bela olmuş, dış mihraklı bir kısım fitne ve fesat ocakları.. “örgüt” onlar.

*Hazreti Bediüzzaman ta Meşrutiyet yıllarında, bundan yüz küsur sene evvel Medresetü’z-Zehra adıyla Van’da bir üniversite kurulmasını teklif ederken orada Arapça’nın farz, Türkçe’nin vacip ve Kürtçe’nin caiz gibi kabul edilerek hepsinin beraberce okutulması gerektiğini söylemişti. Biz düne kadar bunu telaffuz edemedik. Yine sizin gibi bu kervana gönül vermiş arkadaşlar, televizyonları, radyoları, lisan kursları ve üniversiteleriyle bu meseleye “evet” dediler. Bir cephe buna karşı “Barış sürecine katkıda bulunulmadı!” diyor. Hayır, vallahi bulunuldu billahi bulunuldu, tallahi bulunuldu. Hem de herkesten evvel bulunuldu. Bir kesim “bulunulmadı” demek suretiyle esasen “bir süreci baltalıyor” gibi göstermek istediler. Bir kesim de onu istemediklerinden dolayı ve hususiyle “Dershaneler de kapatılsın, biz de kendimize göre orada yurtlar, evler, pansiyonlar açalım; bölünmeyi hızlandıralım!” mülahazasıyla öyle söylediler; “Dershaneler kapatılınca meydana gelecek o boşluğu biz dolduralım!” düşünceleri şimdi tiz perdeden konuşuluyor. Yapılan işler isabetli miymiş, değil miymiş? Bugün insaf etmeyen bir kısım kimseler buna “evet” demeyecekler; ama gelecekteki nesiller ve tarih, yapılan yanlışlıkları lanetle yad edecek, “Bir boşluk meydana getirdiniz, yazıklar olsun size!..” diyecektir.

*Kendi kardeşlerimden daha yakın saydığım Kürt kardeşlerimin bu mevzudaki boşluklarını doldurma, üniversitelerde/liselerde okumalarını sağlama ve şekavetle problemlerin çözülmeyeceğini anlatma adına bir gayret sergiliyorsam, buna sızma denmez. Bir insanın kendi ülkesinde vatandaşları için gerekenleri yapması hakkı ve vazifesidir.

*Evet, kara ruhlu insanlar olumlu şeyleri karalamaya çalışıyorlar. Şimdilerde de “örgüt” diyorlar. Tabiri caizse, muhtelif ecnastan bir topluluk olan ve işin makuliyetinde bir araya gelen insanlardan oluşan bir camia.. “Okul açmak, kültür lokali açmak, okuma salonları açıp fakir insanlara bedava ders vermek hayırlı bir hizmettir!” düşüncesiyle sizi hiç tanımadığı halde gelip “Bir tane de ben yapayım.” deyip o işe iltihak eden insanların da bulunduğu bir camia.. böyle bir camiayı örgütle telif etmek mümkün değildir. Ayrıca, “örgüt” kelimesi terminoloji açısından çok farklı bir manaya da geliyor. Belli ki bir kasta iktiran ettirerek, arkasında bir kasıtla söylüyorlar bu kelimeyi.

*Diğer taraftan bu camiaya örgüt derseniz, -hâşâ ben o terbiyesizlikte bulunamam- şimdiye kadar dinimize, diyanetimize kalbî ve ruhî hayatımız adına çok hizmet etmiş Küfrevî tarikatının temsilcisi Alvar İmamı’nın düşünce dünyası etrafında kümelenmiş insanlara da “örgüt” deme mecburiyetinde kalır, onlara da “örgüt” deme terbiyesizliğini sergilemiş olursunuz. Üftade Hazretleri’ne dayanan, Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri gibi milletimizin kalbî ve ruhî hayatına çok önemli hizmetler vermiş bir insanın çizgisinde hizmet etmeye çalışan, bir düşünce etrafında bir araya gelmiş insanlara da -binlerce ruhumuz onlara kurban olsun- “örgüt” deme mecburiyetinde kalırsınız. Bir duygu-düşünce etrafında bir araya gelmiş insanlara karalayıcı mahiyette böyle bir nam taktığınız zaman, kendilerine göre bir anlayış, bir dünya görüşü, bir felsefe etrafında Muhammed Raşid Efendi hazretleri gibi büyük bir zata bağlanmış olan pırıl pırıl insanlardan oluşan Menzil Cemaati’ne de “örgüt” deme mecburiyetinde kalırsınız. Türkiye’de yalancı bir şafağın atmadığı bir dönemde yüzlerce Kur’an kursu açan Süleyman Efendi Hazretleri’ne saygılarından dolayı, onun etrafında kümelenen, Kur’an kursları açan, yurt dışında da açılımlar yapan insanlara da “örgüt” deme mecburiyetinde kalırsınız. Dahası, Milli Görüş’e de bir “örgüt” deme zorunda kalırsınız.

*Bir lokma yemeği yutmadan evvel çiğnemek ne ise, konuşmadan evvel düşünmek de odur. Keşke muhataplarım mü’min olmasaydı, daha rahat olurdum ben. Bir mü’min öyle lambur lumbur konuşmamalı. Ağzından çıkan şey, mü’mince olmalı, yere düştüğü zaman da tertemiz vicdanlar tarafından kabul kapıları ona açılmalı; “Yahu ne iyi ettin de bizim eksiğimizi, gediğimizi, yanlışımızı söyledin!” dedirtmeli.

*Yapılan şey bir makuliyete, mantıkiyete bağlanıyor ve geleceğimiz adına önem arz ediyorsa, Türkiye’nin itibarı ve ikbal yıldızımızın parlaması adına bir şey ifade ediyorsa, bence o mevzuda da kararlı ve dik durmak lazım. Kimsenin kendi devletiyle ve başındaki iktidarıyla savaşma gibi bir niyeti yoktur; bunu öyle göstermek isteyenler -zannediyorum- ortada söz getirip götüren fitneciler, fesatçılar mekirciler, keydciler ve hud’acılardır. Cenâb-ı Hak ıslah eylesin.

*Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Hudeybiye’de çok ciddi bir problemle karşı karşıya kaldığı zaman dehalar üstü o yüksek fetanetiyle kendi aleyhinde gibi görünen bir tavır ve davranış ortaya koydu; kan dökmeden ve kimseyi incitmeden orayı aştı ve bir yönüyle gelecek nesiller adına, onların gönüllerine taht kurmaya ve işin inkişaf edip gelişmesine vesile oldu. İşte, Efendimiz’in hepimize örnek olması gereken o firaset ve fetanetine dikkat çekmek için Hudeybiye teşbihini değişik hususlara delaleti açısından değişik versiyonlar çerçevesinde arz etmeye çalıştım.

*(Çözüm Süreci’yle ilgili sohbette üzerinde durulduğu üzere) “Eğer bir kadın kocasının kötü muamelesinden ve kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, bazı fedakârlıklarda bulunarak sulh olmak için gayret göstermelerinde mahzur yoktur. Sulh hayırdır (elbette daha hayırlıdır.)” mealindeki (Nisâ, 4/128) ayet-i kerime meseleyi en küçük daire olan aileden başlatarak sulhun hayırlı olduğunu söylemiştir.Çünkü bir toplum yapısında bir aile, molekül mahiyetindedir. Bu molekül ne kadar sağlamsa, toplum da o ölçüde sağlam olur. O açıdan evvela Kur’an-ı Kerim’in bu irşadını hatırlatarak “Sulh hayırdır, nefisler cimrilik üzerine adeta kilitlenmiştir. Buna bağlı olarak insanlar birbiriyle huzursuzluğa düşebilirler. Hakemler tayin edin, hâkimlere müracaat edin, sulhu temin edin, uzlaşmayı sağlayın” dedikten sonra, Hudeybiye Sulhu’nu anlatıyorsunuz.

*Bir başka Hudeybiye teşbihi 2004-MGK’nın kararıyla alakalıydı: MGK-2004 kararıyla ilgili Hudeybiye teşbihi yaparken, o arkadaşların askerlerle ve o günkü idarede bulunan kimselerle beraber o meseleye imza atmalarını, şartlar ve konjonktürün gereği olarak, tıpkı Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gaileyi ucuz atlatma adına geriye adım atması gibi ele aldım. Hem de şu cümleyle dedim: “Bazen geriye bir adım atmak, ileriye on adım atma değerindedir.” Mesele siyakı ve sibakıyla ele alındığı zaman görülecektir ki, esasen orada imza atan arkadaşları korumaya ve mazur görmeye matuf bir ifade tarzıydı o.

*Evet, o sohbette “Kolum kanadım kırıldı!” da dedim; zira o imzadan sonra birileri, bazı işgüzarlar, o meseleyi uygulayıp durmuşlar, fişler falan olmuş, devam etmiş. Keşke orada Allah’ın izniyle makul atlatıldıktan sonra bu mesele devam etmeseydi; duyduğumda “Kolum kanadım kırıldı!” dedim, bunu da başka türlü anladılar. Bu Hudeybiye örneğinde, MGK’da “imza atanlar”ı, “müşrik” olarak anlamak mümkün müdür? Peygamber kim orada? Oysa ki, orada onlara Peygamber yolunda hareket ediyor gibi bir bakma vardı. Takdir edileceği yerde, yine bir kısım, kara ruhlu, kara düşünceli, kara kalbli, karanlık yaşayan insanlar -keşke öyle olmasaydı- ortada fitne dellalları, bu meseleyi bu şekilde işâa etmek (yaymak) suretiyle toplumun değişik kesimlerini birbiriyle vuruşturma, karşı karşıya getirme gibi bir gayretkeşlik içindeler.

*Ebu’l-Feth El-Büstî hazretleri ne güzel söylüyor:

أَقْـبِـلْ عَلَى النَّفْسِ وَ اسْتَكْمِلْ فَضَائِلَهَا فَأَنْـتَ بِالنَّفْسِ لاَبِالْجِسْـمِ إنْـسَانٌ

“Ruhuna (mahiyet-i insaniyene) yönel, onun faziletlerini kemâle erdir! Zira sen cisminle değil kalbinle/ruhunla insansın.”

*Şeytandan istiâze adına okunabilecek dualar arasında sayılan

رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ

“Ya Rabbî! Şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım ve onların yanımda bulunmalarından da Sana sığınırım!”

(Mü’minûn, 23/97-98) niyazını sürekli tekrarlamak lazım.

 

Selâm Ruhu

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: “Selâm” filmi münasebetiyle bir kere daha “selâmla gidilen beldelerde kalıcı olunduğu ama kılıçla girilen yerlerde uzun süre durulsa bile müessir bir iz bırakılamadığı” ifade edildi. Selâmla gitmekten maksat nedir? Selâm ruhu nasıl anlaşılmalıdır?

Cevap: Öncelikle bilinmesi gerekir ki, İslâm’da aslolan barıştır, savaş arızî ve istisnâî bir durumdur. Dinimizde savaşa izin verilmesi, din, akıl, mal, can, nesil gibi mutlaka korunması gereken değerlerin müdafaası içindir. Zaten kötülük ve şirretliğe kilitlenmiş insanlar gelip kapınıza dayandıklarında, tehdit edip üzerinize yürüdüklerinde onları güllerle çiçeklerle karşılama gibi bir lüksünüz olamaz. Bu tür saldırılara maruz kalındığında yapılması gereken, Çanakkale’de olduğu gibi topyekûn milletçe seferber olmak ve mücadele meydanında ne yapılması gerekiyorsa onu yapmaktır. Ayrıca, dünyanın neresinde olursa olsun ve kime karşı yapılırsa yapılsın ortaya konan zulmü durdurmak, haksızlığa uğrayan insanlara yardım etmek, düşünce ve ifade hürriyetini engellemek isteyenlere fırsat vermemek de, savaşın meşru sebeplerindendir.

Hedef Caydırıcılık Olmalı

Kur’ân-ı Kerim, sulh ve sükûnun temini için öncelikle caydırıcılık esası üzerinde durur. Konuyla alâkalı âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır:

وَأَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهِ عَدُوَّ اللَّهِ وَعَدُوَّكُمْ وَآَخَرِينَ مِنْ دُونِهِمْ لَا تَعْلَمُونَهُمُ اللَّهُ يَعْلَمُهُمْ

“(Ey inananlar!) Onlara karşı, Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah’ın bilip sizin bilmediklerinizi korkutup yıldırmak üzere, gücünüzün yettiğince kuvvet ve savaş atları hazırlayın.” (Enfâl Sûresi, 8/60) Görüldüğü üzere Kur’ân-ı Kerim bize, muhtemel tehlikelere karşı her türlü tedbiri alıp caydırıcı bir güç hâline gelmeyi, düşmanın içine korku salıp daha baştan savaşı önlemeyi emretmektedir.

İslâm tarihi boyunca inanan gönüller, savaşı meşru kılacak şartlar oluştuğunda bazı dönemler itibarıyla kılıç kullanma mecburiyetinde kalmışlardır. Fakat büyük çoğunluğu itibarıyla bu hak, mütecaviz güç ve kuvvetleri sindirmek, dünyadaki genel ahenk ve huzuru bozan tiranları hizaya getirmek, belli yerlerdeki herc ü mercin önüne geçmek ve yeryüzünde hakkaniyet ve adaleti ikame etmek maksadını gerçekleştirme istikametinde kullanılmıştır. Bu noktada akla şöyle bir soru gelebilir: İslâm tarihi boyunca bu hassasiyetlere tam olarak riayet edilmiş midir? Genel tabloya bakıldığında çok rahatlıkla diyebiliriz ki, Müslümanlar bu mevzuda istikametlerini muhafaza etmişlerdir. Fakat belli fasıllarda, belli dönemlerde içtihat hatasına düşenlerin olduğu da bir vâkıadır. Farklı bir ifadeyle ihkak-ı hak etme adına yola çıkılmış olsa da, bazı dönemler mutlak adalet yerine izafî adalet tercih edilerek hakkaniyet, kılı kırk yararcasına korunamamış olabilir. Mesela maddî kılıca müracaata gerek olmadan, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’nın elmas kılıç gibi düsturlarıyla problemlerin halledilebileceği yerlerde bu esasa tam olarak riayet edilememiş olabilir. İşte tarihin değişik dönemlerinde bazı coğrafyalarda daimî kalamayışımızın sebeplerinden biri kanaatimce bu tür içtihat hatalarıdır.

Selâm: İnsanî ve Evrensel Bir Değer

Günümüze gelince, bugün şartlar geçmişe göre daha farklıdır. Umum yeryüzünde belli ölçüde demokratik bir kültür oluşmuş, ilim ve beyanın önemi daha bir artmıştır. Medenîlere galebenin ancak ikna ile mümkün olduğu böyle bir ortamda hak ve hakikati müdafaa ve onu gönüllere duyurmada Kur’ân ve Sünnet’in elmas düsturlarının ayrı bir ehemmiyet ve tesiri vardır. Dolayısıyla, inanan gönüllerin ruhlarının derinliklerinde yoğurup şekillendirdikleri fedakârlık, adanmışlık, başkaları için yaşama gibi evrensel ve insanî değerleri ilim, beyan ve sanat vasıtalarıyla dile getirmeleri çok önemlidir. İşte Selâm filmi, böyle bir düşünceyle ortaya çıkmış, adanmış ruhların dünyaya açılmalarını anlatmak maksadıyla yapılmış. Film yayınlanmadan önce, bazı bölümlerini bana da göstermiş ve filmle ilgili mülâhazalarımı almak istemişlerdi. Her ne kadar filmden, senaryodan ve yapımdan anlamasam da, kendi dar mantığımla icmâlen bazı yönlerini değerlendirmeye çalışmıştım. Umumiyet itibarıyla takdir ettiğim yanları oldu. Zira bu filmde, Anadolu insanının kendisine çok yakışan, numara ve drobu kendisine tam uyan düşünce, anlayış, feragat ve hasbiliği vardı; onun sadece dünyanın bir yerine değil Afrika’dan Uzak Doğu’ya oradan Balkanlara kadar pek çok coğrafyaya açılması anlatılıyordu. Evet, öğretmenlerimizin farklı coğrafyalarda yaşayan, farklı anlayış ve farklı kültürlerde yetişmiş insanlarla ilgilenmeleri, onlar için ızdırap duymaları, yaşatmak için yaşamaları ve onları sevgiyle, insanî değerlerle yumuşatıp belli bir kıvama getirmeleri çok önemliydi ve işte Selâm filminde bu gösterilmeye çalışıldı.

Bildiğiniz üzere insan fıtratında yabancıya karşı tepki verme ve reaksiyon gösterme hissi vardır. Hele daha önce başkaları tarafından asimile edilmiş, ezilmiş ve sürgünlere tabi tutulmuş kişilerin dışarıdan gelmiş insanları kabullenmeleri çok daha zordur. İşte bu olumsuz faktörlere rağmen Türkiye’den kalkıp farklı ülkelere giden eğitim gönüllülerinin, o insanların gönüllerine girmeleri, farklı toplum ve kültürler arasında sevgi, diyalog ve barış köprüleri kurmaları takdir edilmesi gereken bir davranıştır.

Ayakları Öpülesi Öğretmenler

Kur’ân ve Sünnet’in elmas düsturlarını kendilerine rehber edinen, içine girdiğinde herkesin oturabileceği şekilde bir gönül enginliğine sahip bulunan Anadolu insanı, yepyeni bir dünya ve sevgi adına dünyanın dört bir yanında âdeta mesaj olmuş inlemiştir.

Hatırlayacağınız üzere, filmin bir sahnesinde tarihî bir köprü üzerinde kavga edip nehre düşen iki çocuğu kurtarmak için, onların peşi sıra kendisi de nehre atlayan ve neticede o iki çocuğu kurtarmak için kendisini feda eden bir öğretmen anlatılmaktaydı. Fedakâr öğretmenin bu tavrı karşısında, daha önce kavga eden öğrenciler, birbirlerine sarılıp ağlamaya başladılar. Bu sahneyi seyrederken, -belki pek çoğunuz gibi- gözyaşlarımı tutamadım. Afrika’da, Afganistan’da canlandırılan sahneler de bundan farklı değildi. Tabiî en önemlisi filmde canlandırılan bu sahnelerin gerçek hayatta yaşanan birer vak’a olmasıydı. Bundan dolayıdır ki, filmde rol alan oyuncular, çekim için gittikleri yerlerde realitenin ifadesi bu tabloyu görünce, öğretmenlerin fedakârlıkları karşısında âdeta büyülendiklerini ifade ettiler

Bu fedakâr öğretmenler, kimi zaman, gittikleri yerlerde savaşın ortasında kalmış, bulundukları şehir kuşatma altına alınmış olmasına rağmen orayı terk etmemiş, engin bir vefa hissiyle öğrencilerine sahip çıkmışlardır. Öğretmenlerin ölümü göze alarak eğitimlerine devam etmeleri, gönül kapılarının kendilerine açılması için de bir vesile olmuştur.

Mefkûre muhaciri bu yiğitler, Çanakkale’ye gidiyor gibi, dünyanın değişik yerlerine seyahatler tertip ettiler. Kimi zaman evlerinde duvaklı gelinleri bırakıp gittiler. Kimi zaman parmaklarında nişan yüzüğüyle yollara döküldüler. Kimi zaman da gözü yaşlı anne-babalarının ellerini öptü, onları Allah’a emanet edip öyle yola koyuldular. İşte bütün bu fedakârlıklar karşısında bence onların alnı değil ayakları bile öpülür.

Yürüdükleri yolun derinlemesine felsefesini bilmeyen o insanlara “yürü” denildiğinde hiç diriğ etmeden yüreklerindeki teslimiyet duygusuna sarılarak yürümüşlerdi. Allah onları sevk ediyor ve onlar da mübarek bir insiyak içinde gidiyorlardı. Ben, gidenler arasından şikâyet edip de geriye dönene rastlamadım. Böyle bir şey vuku bulduysa bile ben bilmiyorum. Ülkemizin en prestijli üniversitelerinden mezun olmuş, diplomasını eline almış, çiçeği burnunda binlerce genç, anne-babasının ve çevresindeki insanların beklentilerine rağmen sadece “ülkem, ülküm, mefkurem..” deyip, “Cânân dileyen dağdağa-i câna düşer mi, Cân isteyen endişe-i cânâna düşer mi; Girdik reh-i sevdaya cünûnuz… Bize namus lâzım değil, ey dil ki bu iş şâne düşer mi!..” anlayışıyla seve seve yollara dökülmüşlerdi.

Selâmı Gönüllere Yazdılar

Kitaplara, dergilere, değişik televizyon programlarına yansıdığı üzere bu arkadaşlar gittikleri yerlere hep selâmla gitmiş, yazı tahtalarına yazdıkları gibi gönüllere de selâm yazmışlar. Bunun esenlik demek olduğunu öğretmişler. Kendilerine laf atanlara dahi “Selâm size, esenlik içinde kalın.” deyip geçmişler.

İşte siz gittiğiniz yerlere böyle giderseniz, orada kalıcı olursunuz. Selâm mesajınız da, vicdanlarda yer bulur, gönüllerde yankılanır durur. Cenâb-ı Hak, atılan bu adımları boşa çıkarmaz. Çünkü kudsî bir hadis-i şerifte de beyan buyrulduğu gibi, siz O’na doğru bir karış giderseniz, O bir adım gelir; siz bir adım giderseniz, O yürüyerek gelir; siz yürüyerek giderseniz O koşarak gelir ve sizin gören gözünüz, işiten kulağınız ve konuşan diliniz olur. (Bkz.: Buhârî, tevhîd 15, 50; Müslim, tevbe 1) Cenâb-ı Hakk’ın bu engin lütfu olunca, siz niye müessir olmayasınız ki!

Hâsılı, maddî kılıcın kınına girdiği günümüzde selâm bizim tek sermayemizdir. Selâm; dövene elsiz, sövene dilsiz ve kalb kırana karşı da gönülsüz olmayı gerektirir. Bu açıdan yürüdüğümüz yolda, kınamalara aldırmamalı, her zaman durduğumuz yerde dimdik durmalı, “Bu dünya dayanma dünyası, darılma dünyası değil”, deyip hep müspet hareket peşinde koşmalı ve sadece kendi yapacağımız işlere kilitlenmeliyiz.

Kara Propaganda ve Nefis Muhasebesi

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, birkaç saat önce yaptığı sohbetinde, Hizmet erlerinin, maruz kaldıkları kara propaganda karşısında nasıl davranmaları gerektiğini anlatarak sözlerine başladı.

Yapılacak işlerde mazi, hal ve müstakbelin beraberce ele alınması lazım geldiğini ifade eden Hocaefendi, her zaman ahiretin ve hesabın hatırda tutulmasının önemine değindi. Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar yerde tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine laf atarsa “Selametle!” derler.” (Furkan, 25/63) veBoş söz ve işlere rastladıklarında vakarla oradan geçip giderler.” (Furkan, 25/72) mealindeki ayet-i kerimeleri hatırlatarak, kötülüklere aynıyla mukabele etmemek gerektiğini vurguladı. Bu cümleden olarak, “furuât” sözünü tenkit edenlerin yanlışlıklarına imada bulundu, “usûl” ve “furuât” kavramlarını açıkladı. Ayrıca, “mâlikâne” iftiralarına temas etti.

Mü’minlerin farklı içtihatlarda bulunabileceklerini ama katiyen hakperestlikten ayrılmamaları gerektiğini belirten Hocaefendi, Ashab-ı kiram efendilerimizin karşı karşıya geldikleri zaman bile çok hakperest davrandıklarını söyledi. Hazreti Ali ile Hazreti Zübeyr’i misal olarak serdeden Hocaefendi şu hadiseyi anlattı: Hazreti Zübeyr, Hazreti Ali’nin karşısına atını sürüp çıktıktan sonra bir bahtsız adam onu şehit etmişti. Hazreti Zübeyr’i şehit eden kişi, daha sonra Hazreti Ali’ye yaranmak ve ondan bir pâye koparmak için huzuruna gelmiş ve “Safiyye’nin oğlunu, senin hasmını öldürdüm.” deyivermişti. Buna karşılık Hazreti Ali, “Ben bu kulaklarımla Rasûl-ü Ekrem’den şöyle işittim: Safiyye’nin oğlu Zübeyr’in kâtilini Cehennem’le tebşir ederim!” demişti.

İnsanların hatalarını arama, gizli hallerini araştırma, kabahatlerin izini sürme, kulağı olumsuz sözler için kullanma ve dili gıybetle, iftirayla kirletme gibi çirkin günahların, kuyruğunu dikip bir köşede sinsi sinsi bekleyen bir akrep gibi bazı mü’minlerin gönül hayatına nasıl zehir akıttığına sözü getiren Hocaefendi, kimsenin günahının takipçisi olmamak, başkalarının hatalarını araştırmamak ve onların –amme hukukuna girmeyen– kusurlarına göz yummak gerektiğini ifade etti.

Muhterem Hocaefendi, başkalarının günahlarını teşhir etmemek ve hiç kimseyi utandırmamak lazım geldiğini şerh ederken hiç unutamadığı üç hadiseyi ilk defa anlattı.

Hakkın hangi kriterlere göre tesbit edilebileceği üzerinde duran Hocaefendi, hak bildiğimiz mevzuya sahip çıkarken kendi muhasebemizi yapmaktan da dûr olmamamız icap ettiğini belirtti. Özellikle Hazreti Üstad’ın “Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakiki sebebini şimdi anladım. Ben kemal-i teessürle söylüyorum ki, benim suçum, hizmet-i Kur’aniyemi maddî ve mânevî terakkiyatıma, kemalâtıma alet yapmaklığımmış.” şeklindeki mülahazasını hatırlattı. İman ve Kur’an’a yapılan hizmetin, maddi beklentiler bir yana, varidat ve mevhibelere mazhar olma, velilik mertebesine erme gibi maksatlara da alet yapılmaması; hatta cennete girme, cehennemden uzak kalma gibi ulvî gayelere dahi vasıta kılınmaması; evvelen ve bizzat talebin ihlâs ve rıza-yı ilahi olması lazım geldiğini dile getirdi.

Muhtevasına sadece küçük bir işarette bulunduğumuz bu önemli sohbeti istifadeye medar olması recasıyla arz ediyoruz.

Hak Karşısında Mü’mince Tavır

Herkul | | BAMTELI

BAMTELİ – ÖZEL

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, 1 Aralık 2013 Pazar günü yaptığı sohbetinde enâniyet, şehvet, haset, hırs ve inat gibi duyguların yaratılış hikmetlerini anlattı.

Hocaefendi, sohbetinde şu hususları açıkladı:

*Cenâb-ı Hak, insanı yaratırken, yerinde “ben” deyip varlığını ortaya koyabilecek bir fıtratta yaratmış ve onun benliğini, bir taraftan irade, şuur, his, gönül; diğer yandan da şehvet, kin, nefret ve benzeri duygularla donatmıştır.

*İnsan mahiyetindeki benlik, şehvet, öfke, inat ve hırs gibi boşlukların yüzleri terbiye ile bâkî gerçeklere ve uhrevîliğe döndürülürse, bunların hepsi insanın önemli birer derinliği haline de gelebilir. Bu duyguları kontrol altına alma kahramanlığını ortaya koyanlar, nefislerine köle olma ve şeytanın oyununa gelme zilletinden kurtulurlar. Zaten din, bizdeki iyiliğe açık nüveleri besleyip geliştirmek ve kötülük temayülleri taşıyan fena çekirdekleri de kurutup bodurlaştırmak için nazil olmuştur.. mahiyetimizde mündemiç bulunan şer meyillerinin önünü kesmek suretiyle kötü hasletlerin boy atıp karaktere dönüşmesine fırsat vermemek ve iyi yanlarımızı inkişaf ettirip bizi hakiki insanlığa ulaştırarak Cennet’e ehil hale getirmek için vaz’ edilmiştir.

*Enâniyet, değişik kullanım şekilleriyle “ben” mânâsına gelen “ene”den türetilmiş bir kelimedir. Ene’yi, nefis yerinde kullananlar da olmuştur ki, bu yönüyle o, insanın gerçek kimliği, hakikati, daha da önemlisi kendi mahiyeti dahil pek çok hakaiki ölçüp belirlemede mühim bir unsur (vâhid-i kıyâsî), sınırlılığıyla sınırsızlığa ışık tutan bir projektör, tenâhîsi içinde Nâmütenâhî’ye bakan doğru sözlü bir şahit ve açılmaz gibi görülen mânevî kapıları açabilecek sihirli bir anahtardır. Bu anahtarı kullanmasını bilenlere Allah, varlık, eşya ve esrar-ı ulûhiyete ait öyle derin sırlarını açar ki, bu sayede “ene” –ben ve ego da diyebilirsiniz– insanın en nuranî derinliği hâline gelir ve “Kenz-i Mahfî”nin lisan-ı fasîhi olur. Onu bilmeyen ve mahiyetinden haberdar olmayanlara gelince, onlar için “ene” öyle bir gayya ve bir girdaptır ki, şimdiye kadar ne dev cüsseleri yutmuş, nice güçlüleri yere sermiş, ne hanlar devirmiş ve ne hanümanları yerle bir etmiştir. Yükselenler onun acz u fakr kanatlarıyla yükselmiş, çakılıp yerinde kalanlar da onun çalım, gurur ve iddialarının kurbanı olmuşlardır.

*İnsan mahiyetindeki duygulardan biri de şehvettir; o, insanın meşru yollarla tatmini ve neslin çoğalması için verilmiştir. Dolayısıyla onun, bir taraftan bu duyguya tamamen inhimâk etmek gibi bir ifrattan, diğer taraftan da bütün bütün tecerrüt gibi bir tefritten kaçınması ve orta yolu bulması gerekir ki, o da meşru çerçevedeki zevklerle yetinip, gayr-i meşru isteklere karşı tavır almakla olur.

*İnsandaki kötü duygulardan birisi de “inat”tır. Çok defa kuru bir inat adına insanlar birbirlerine düşmekte, aralarında ciddî kavgalar meydana gelmekte, hatta birbirlerini öldürmektedirler. Ne var ki, inadını iradesinin emrine alan bir insan, ne olursa olsun asla hak ve hakikatten ayrılmaz. Böyle bir kimsenin önünü tama, makam, mevki, şöhret, rahat ve rehavet gibi duygular kat’iyen kesemez ve o kişi, iradesinin hakkını tamı tamına vererek hak yoldan hiçbir zaman ayrılmaz. Böylece fena bir huy olan ve tamamen nefis mekanizması içinde yer alan inat duygusu, bu insanda hakta sebat ve hakikate teslim olma şeklinde kendisini hissettirir. Evet, artık şeytanî bir mekanizma olan inadın yönü müspete çevrilmiş ve bu sayede inat, insanın melekî yanında yer alarak onun melekiyetine hizmet eder hâle gelmiştir.

*Mus’ab bin Umeyr (radıyallahu anh) hazretleri, Uhud gününde Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) önünde savaşırken, bir kolu koparılınca öbür kolunu, o da budanınca âdeta “Bir bu kaldı.” deyip, kin ve nefretle kalkan kılıçlara tereddüt etmeden boynunu uzatmıştı. İşte onun ortaya koyduğu inat çirkin bir sıfat değil hakta sebat idi.

*Allah Rasûlü, her meseleyi ashabıyla istişare ederek onların düşünce ve görüşlerini alıyor, planladığı her işi mâşerî vicdana mâlediyor ve onun hissiyat, duygu ve temayüllerini âdeta blokaj gibi kullanarak, karar verdiği işlere mukavemet açısından ayrı bir güç kazandırıyordu. Yani yapılması planlanan işlere, herkesin ruhen ve fikren iştirakini sağlayarak projelerini en sağlam statikler üzerinde gerçekleştiriyordu. Hatta ashabının görüşünü kendi fikrinin önüne alıp onlara göre hareket ettiği de az değildi. Mesela, Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam), Uhud Savaşı öncesi ashabı ile meşveret etmişti; kendi görüşü, Medine’de kalıp müdafaa harbi yapma istikametindeydi. Ancak, yapılan istişare sonucu, Medine’nin dışına çıkılarak taarruz harbi yapılmasına karar verilmişti. Bu karar gereği Nebiler Serveri (sallallahu aleyhi ve sellem) Uhud’a gitmişti. Bu noktada Seyyid Kutub’un şu enfes yorumu çok yerindedir: “Allah Rasûlü, Uhud’a çıkarken orada 70 kişinin şehit verilmesi değil, Medine’de taş taşın üstünde kalmayacağını bilseydi, meşveretin hakkını vermek için yine çıkacaktı.”

*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hudeybiye’de o ağır şartlar karşısındaki anlaşmayı onur meselesi yapmadı. Bu, geriye adım atma demek de değildi. Problemi çözme adına karşı tarafın hissiyatını da hesaba katmaydı. O tablonun gelecek adına vaad ettiği şeyleri çok iyi görme ve tabloyu doğru okumaydı.. inat etmeme, enaniyeti hesabına iş yapmama, kırıp geçirmeme ve gelecek adına bir sürü problem oluşturmamaydı.

*Hazreti Ömer Efendimiz “el-vakkâf inde’l-hak” sözüyle anılmaktadır. Bu tabir, “her zaman doğrunun yanında yer alan, hak ve adaletten asla ayrılmayan, kendisinin rağmına olsa da mutlaka hakka boyun eğen, Kitabullah’ın hükmüne gönülden rıza gösteren ve hakkın söz konusu olduğu yerde anında frenlemesini bilen insan” demektir. Hazreti Ömer, yumruğunu kaldırıp tam hasmının gözüne indireceği bir anda, hakkın hatırı için öfkesini yutarak kollarını hafifçe iki yanına salıverecek kadar duygularına hâkim bir insandır. O, Mescid-i Nebevî’nin genişletilmesi gibi hiçbir işi kendi düşüncesine göre yapmamış, hemen her meselesini mü’minlerle istişare etmiş; Kur’an’a, Sünnet’e ve İcma’ya uygun bir kararla karşılaşınca da hemen kendi düşüncesinden vazgeçebilmiştir. Şüphesiz onun bu hali, hâlis mü’minlerin ve takva ehlinin de halidir.

*Seyyidina Hazreti Ömer, evlilik akdi esnasında tesbit edilen mehir miktarı hakkında üst sınır belirlenmesi gerektiğini söylüyordu. (Bu, Ömer’ce bir zühul sayılabilir, bize göre bir zühul da değildir. Çünkü evlenmeyi kolaylaştırmak adına çok önemli bir husus olduğundan bunu hemen her aklı başında insan düşünmüştür.) O, bunu mehir miktarının evliliğe engel olmaması için yapıyordu. Bir hutbe esnasında mescidde irad edilen bu beyan karşısında, bugün adını sanını dahi bilmediğimiz bir kadın şöyle demişti: “Ya Ömer! Bu konuda Efendimiz’den duyduğun bir söz, senin bilip de bizim haberdâr olmadığımız bir ifade mi var? Çünkü, Cenâb-ı Allah, Kur’an’da, ‘Ve âteytüm ihdâhünne kıntâran…’ (Nisâ Sûresi, 4/20) buyuruyor. Demek ki, kantar kantar mehir verilebilir.” Hazreti Ömer, o kadının itirazını yerinde bulmuş; kendi kendine “Yaşlı bir kadın kadar dahi dinini bilmiyorsun!” diyerek sözünü geri almış ve hak karşısında hemen boyun eğmişti.

*Sizin gibi Kur’an’a, imana, milli mefkuremize ve gaye-i hayalimize hizmete kendini adamış insanlar, ileriye adım attıkları gibi yerinde yanlışlarından dönmeyi de bilmeli ve geriye adım atmada da diriğ etmemelidirler. O, ileriye doğru atılan adımların on katı adım sayılır. Efendimiz o idi, Raşit halifeler onlardı; bize demezler mi, “Siz kimin ümmetisiniz, kimi temsil ediyorsunuz, neyin arkasındasınız, Allah aşkına?!.”

2004 MGK kararı hakkında hüsn-ü zan kolum kanadım kırıldı!..

Herkul | | BAMTELI

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 29 Kasım 2013 Cuma günü Türkiye saatiyle 22:00’da yaptığı sohbetten bazı cümleler:

* Sineye çektiğimiz, ama zatında hazmedilemeyen şeyler var. Sabrın gereği, onları sineye çekiyorsunuz, yutkunuyorsunuz; çok rahat olan insanlar gibi hemen boşalmayı düşünmüyorsunuz. Çünkü boşaldığınız zaman, çoklarını kırıp geçirmeniz, rencide etmeniz söz konusu. Başkalarını kırmayayım diye, hazmedilmeyecek şeyleri atıyorsunuz içinize; bu defa siz kırılıp dökülüyorsunuz. İşin aslı bu.

* Bir yönüyle hep hüsn-ü zannımızın kurbanı olduk. “Bu mevzuda defaatle boğazlandık.” diyebiliriz. Ama hüsn-ü zan mümkün oldukça, hüsn-ü zan etmek ve hüsn-ü zanna kilitlenmek lazım.

* Fakat yine bir hadisin ifadesiyle, “Bir mü’min bir delikten bir defa ısırılır.” Hüsn-ü zan ettiğimiz şeylerde sürekli negatif bir kısım tavır ve davranışlarla karşı karşıya kaldıysak, bu defa Hazreti Pir’in verdiği ölçüler çerçevesinde, “hüsn-ü zan, adem-i itimat.” Başkaları hakkında kötü düşünmeme, elden geldiğince en olumsuz şeyleri bile iyiye yorumlama ve makul birer mahmil bulma; “ihtimal ki şundan dolayı yapmıştır” deme…

* İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) “İbadetin en güzelini arıyorsanız, mü’minler hakkında hüsn-ü zan etmektir.” buyuruyor.

* Tarikat-ı Muhammediye üzerine yazılan şerhlerden biri olan Berika’nın müellifi İmam Hâdimî, “Bir mü’mini fuhuş işlerken bile görsen, hemen onun hakkında hükmünü verme. Gözlerini sil, ‘Allah Allah, o insan böyle çirkin bir işi yapmaz; yoksa ben yanlış mı gördüm!’ de; dön bir kere daha ‘O mu?’ diye kontrol et. O ise, ‘İhtimal yine yanlış gördüm’ de; bir kere daha, bir kere daha gözlerini yalanla ve onları silip tekrar bak.” (diyor). Hazreti İmam’ı çok severim, ona karşı derin hürmetim vardır ama bu sözlerini fazla bulurum. Zira, on defa gözlerini silip yeniden bakmaya ve o işi tahkik etmeye hiç gerek yoktur. Çünkü ilk bakışta insanın içinde hâlâ bir şüphe vardır ve bu şüphe, söz konusu insan hakkında verilecek kararın daha müsbet olması için bir menattır. Eğer mesele tahkik edilirse, kesin hükme varmaktan başka bir yol kalmayacaktır. Dolayısıyla, insan, gözüne bir çirkinlik iliştiği zaman, tecessüs, teşhis ve tesbit peşine düşmeden, o sevimsiz fotoğraflar gönlüne akarak fuad kazanında eriyip bir hüküm kalıbına girmeden, hemen sırtını dönüp oradan uzaklaşmalı; “Allahım günahkâr kullarını hidayete erdir, beni de affet!..” demeli ve gördüğünü de unutmalıdır.

* Öyle bir durumda bile olsa, insanlar hakkında hüsn-ü zan etmeli. CD’ler oluşturmak, chiplere değişik şeyler yüklemek, bazı kimselerin haysiyet, şeref, namus ve iffetiyle alakalı bazı şeyleri teşhir etmek suretiyle onları yıkmak ve devirmek, bir mü’minin yapmaması gerekli olan şeyler; caiz olmayan şeylerdir bir mü’min için.

* Kur’an-ı Kerim’de bazı hususlarda ahkam çok net, çok belirgin olduğu halde, İnsanlığın İftihar Tablosu o mevzuda hep Cenâb-ı Allah’ın hilm u silmini nazar-ı itibara alarak hilm ile muamele etmiştir. Madem Allah Halim’dir.. madem Allah Rasûlü’nün dedesi Hazreti İsmail Halim’di.. Hilm, olumsuz şeyleri müsamaha ile karşılama demektir; en olumsuz şeylerde dahi güzel bir kısım mahmiller bularak, ondan sıyrılma, sırtını dönme, üzerinde durmama, karşı tarafı yıkma gayreti içine girmeme demektir.

* Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, işledikleri günah sonrası, suçlarını itiraf ederek Allah’ın huzuruna temiz olarak gitmek isteyen Mâiz ve Gâmidiyeli kadın için şöyle böyle bir mahmil bularak, “Dön, git, Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur.” demiş ve tevbe yolunu göstermiş; kendi ısrarlı talepleriyle cezalandırıldıktan sonra da biri hakkında “Öyle bir tevbe etti ki, bu tevbe şu iki dağ arasındaki insanlara paylaştırılsaydı hepsine yeterdi!”, diğeri hakkında da “O öyle bir tevbe etti ki eğer haraç alan bir mü’min dahi bu tevbeyi yapsaydı Allah affederdi!” buyurmuştu.

* Meselenin makuliyeti ve Kur’an aklîliği sayesinde her türden insanın bir araya geldiği bir camia.. Stantlarda değerlerinizi teşhir ediyorsunuz, beğenenler alıyorlar.

* Yeni değil, kadimden bu yana sizin yaptığınız bu şeylere karşı değişik komplolar oluşturulmuştur. Ta Pîr-i Mugan döneminden itibaren, bir taraftan iyilik adına açılımlar sergilerken, bir taraftan da birileri tarafından çelmeye, el-enseye maruz kalmışsınızdır.

* 2004’te de bir dayatma olmuş. Eğer daha sonra birileri tarafından “Ben kaç defa bu mevzuda bakanları değiştirdim, bu işi yapın filan diye…” Sürç-ü lisan kabilinden mi, sağlam mülahazaya alamama kabilinden mi, bu mesele böyle tekerrür edip durmasaydı.. o gün alınan kararların bir sonucu olarak, bugün bu meselenin üzerine gelme duygusu olmasaydı.. maşerî vicdanda böyle algılanma olmasaydı.. Bütün maşerî vicdan meseleyi şimdi öyle algılıyor; “Demek ki o zaman öyle karar verilmiş, sonra ardarda bunlar sürekli, o mevzudaki vazifelileri değiştirerek hep bu işin üzerine gitmişler” şeklinde.. Ama bunlar denmeseydi, hüsn-ü zannımın gereği şuydu: “Bu mesele konjonktüreldi. O günün şartlarını bilmiyoruz, hadisenin içinde değildik ki biz o hadiseyi arka planıyla görelim, felsefesiyle değerlendirelim.” derdim. Devamı, temadisi olmasaydı, meseleye öyle bakardım. Ama o mevzuyu te’yid eder mahiyette beyanların verilmesiyle, öyle bir mesele karşısında, maşerî vicdan karşısında da bana diyecek bir şey kalmıyor.

* Ben yoksa o meseleye nasıl bakardım biliyor musunuz? Hudeybiye Sulhu gibi bakardım. Derdim ki: “O mevzuda problem çıkarmamak için, bütün bütün o mevzuyu negatif hale getirmemek için, fonksiyonu yitirmemek ve bertaraf edilmemek için muvakkaten bir tavizden ibaretti bu. Fakat sonra meselenin üzerine gidilmemek suretiyle, mesele pozitif olarak değerlendirildi.” Bu nazarla bakar, işi hüsn-ü zanla yumuşatır ve maşerî vicdana da meseleyi öyle duyurmaya çalışırdım. Şimdi denen, edilen şeylerle şahsen benim kolum, kanadım kırıldığı gibi, dilime de bir kilit vuruldu. O gün öyle dendi, arkadan da ısrarla işin üstünde duruldu; “Atılan o imzaların hakkını yerine getirin!.” falan.. gibi, sürç-ü lisan değilse, bir zuhul değilse, bu mevzuda birilerinin dürtüleriyle söylenmiş sözler değilse şayet.. bu şunu-bunu değil, benim kolumu-kanadımı kırdı.. buradaki hüsn-ü zan sistemimi kullanmama mani oluyor.

* Her şeye rağmen ben düşünüyorum; “Acaba bunu bile nasıl bir hüsn-ü zan yorumuna bağlayabilirim?” Bir şey bulamadım şu ana kadar…

* Bu işlerle uğraşılırken, asıl meşgul olunması gerekli olan şeyler ikinci plana itilecek… Mesela genel orta dereceli okullarda %35 nisbetinde içki içen talebe var. Bu neredeyse ortaokul talebelerine kadar inmiş. %30 nisbetinde sigara içen öğrenci var. Bunlar yaygınlaşıyor. %15-20 nisbetinde uyuşturucu alışkanlığı var. Türkiye’nin esas problemi budur; gelecek nesillerin uyuşturucu, içki içen, sigara içen nesiller olması.. ve bizim bunlarla mücadele ediyor gibi bir tavrımız varken, böyle çok önemli, metastaz olmaya meyilli kanser gibi yarının yığınlarını batırabilecek bir problem varken, böyle bağışlayın, çok özür dilerim, böyle eften-püften meselelerle meşgul olmak, bir yönüyle mühimme takılıp da onlarca ehemmi görmezden gelmek gibi bir hal oluyor. Onu anlamakta da işin doğrusu zorlanıyorum.

* Hüsn-ü zan esas olduğu gibi, su-i zanna da sebebiyet vermemek lazım. O mü’minler de kendi haklarında su-i zanna sebebiyet verecek şeylerden sakınmalıdırlar. Yaptıkları şeylerin makul, Kur’an aklîliği içinde kabul edilir olması lazım. Esasen biz de kendi tavır ve davranışlarımızla, bu mevzuda olumsuz bazı şeylere mukabelelerimizde aynı su-i zanna düşmemeliyiz, su-i zan edilebilecek duruma düşmemeliyiz. O yüzden tedbirli ve temkinli olmalıyız.

* Bazı dostlarımız sükût çağrısı yapıyorlar. O bazı dostlarımıza deseniz ki, “Şu meselede siz de sussanız ya!..” Bakın ne derler: “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır”, Peygamber Efendimiz buyuruyor.” Geçen musahabede de geçtiği üzere, siz eğitim yuvaları açmak suretiyle, toplumunuza hizmet etmek suretiyle ve temel değerlerinizi tüm dünyaya tanıtmak suretiyle açılımlarınızda aklın, mantığın, muhakemenin gereği olarak, Kitap ve Sünnet’le test ettikten sonra bu meseleleri yanlış görüyorsanız, o yolda yürümeniz Hakk’a karşı saygısızlıktır. Fakat Kitap, Sünnet, İcma-yı Ümmet, Kıyas-ı Fukaha ve zamanın tefsirini arkanıza alarak bu yolda yürüyorsanız, hak demektir o. Bu defa da falanın filanın bu mevzuda önünüzü kesmesi, şöyle-böyle sizin üzerinize gelmesi karşısında yürüdüğünüz bu hak yoldan dönerseniz şayet, Hakk’a karşı saygısızlık yapmış olursunuz; dolayısıyla Allah’a, Kitap’a, Sünnet’e karşı da saygısızlık yapmış olursunuz. Yaptığınız şeylerde Allah’ın sevmediği, Peygamber’in kabul etmediği/etmeyeceği ve milli değerlerinize ters ne vardır? Üniversite hazırlık kurslarınızda uyuşturucu, sigara, alkol mü kullanılıyordur? Bohemlik mi yapılıyordur? Bunlar yapılıyorsa, ben de öyle derim, “Kapılarına kilit vurun, çekilin, iyilik yerine kötülük yapıyorsunuz siz!..” Eğer bunlar yok da, kendi toplum değerlerinize bir yürüyüş varsa şayet, bu haktır; bundan dönmek, nâhak bir şey olur. O zaman böyle bir mevzuyu müdafaa etmede susmak dilsiz şeytanlıktır.

* Kuvvet hakta olmalı, hak kuvvette değil. Kuvvet hakka tâbi olmalı. Kuvvetin en önemli derinliği, hakkı temsil etmesine bağlıdır. “Kuvvet bende!..” diye, “ben her şeyi yaparım” mülahazası çok defa insanı nâhak şeylere sevkedebilir.

Fırtınalar, Savrulmalar ve Hakta Sebât

Herkul | | BAMTELI

BAMTELİ – ÖZEL

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin en son sohbetinin satırbaşları:

*Ölüm ansızın gelir çarpar, ötesi de amel sandığı olan kabir. Orada senin değerin, arkada bıraktığın şeyler değil, amel, iman ve aksiyonun.. nasıl inandığın, ne ölçüde ne derinlikte inandığın ve “inandım” diye iddia ettiğin inanca göre neler yaptığındır. Bunları kıyaslarlar ve -hafizanallah- “Niye yalan söylüyorsun?” derler. Bu sözler bile azap adına insanı batıracak şeylerdir.

*Unutmamanız gerekli olan şeyler vardır. Zannediyorum aklımızda sıkı tutmamız, kontrol altına almamız, “aman kaçar” deyip de pek çok eskortla korumamız gereken şeyler vardır. Sürekli müzakere, sohbet-i Canan, işi evirip çevirip hep Allah’a, peygambere bağlamak… Bunlar da onun eskortu. Haramilere, kapkaççılara çaldırmamanın yolu bu. Paranız çalınsa ne olur ki!.. Bir gün yerine konur. Fakat çalınan sizin duygu ve düşüncenizse, siz kendi değerlerinizden yoksun hale gelirsiniz. Dolayısıyla değerler, kıymetler yetimi haline gelirsiniz. Şimdilerde rüzgârlar biraz muhalif estiğinden dolayı, bazen duygularda, düşüncede, ifadede, beyanda savrulmalar olabilir. Bunları hesaba katarak savrulmamaya karşı kararlı durmak lazım.

*“Birileriyle müşterek bazı projeler realize ediliyor; Sam amcanın çocuklarıyla, Ham amcanın çocuklarıyla, Tam amcanın çocuklarıyla..” diyorlar. (…) Şayet meseleye basitçe yaklaşmak icap etseydi ve ben de 10-15 yaşımdaki halime göre konuşsaydım, şöyle derdim: “Eğer birinin, benim gibilerin bu türlü iştirakler içinde zerre kadar hissesi varsa, Allah bin defa kahretsin. Yoksa.. öyle diyenler…” İşte gerisini demeye cesaret edemiyorum. Çünkü nasıl olsa Allah’a havale edilmiş o işte, şimdiye kadar haksız ilişenler, (cezalarını) bulmuşlardır; ben “Allahım, sav onların başından o belayı!” diye dua ediyorum.

*Hakkın müdafaası çizgisinden ayrılmamak lazım. Hakkın müdafaası çizgisi… Hata yapıyorsak, Allah bizi affetsin; doğru yapıyorsak, ondan dönmek en büyük hatadır. Fakat üslupta kusur etmemek lazım.

*“Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir” diyor Hazreti Pir. Birinin o ölçüde sevgiye, takdire, tayine, desteklenmeye hakkı yoksa şayet, siz o mevzuda aşırı gittiğinizden dolayı, Allah, “Onların hakkı o kadar değildi!” diye sizi tokatlayabilir. Ben yediğim tokatları bundan biliyorum. Şimdiye kadar hiç kimseye yapmadığımız şeyleri yaptık; “Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir”, Allah tarafından tokat yiyorum, Allah affetsin. (…) Zira kâmet-i kıymetinin üstünde, o ölçüde liyakati olmayan insanlara değer atfetme mevzuu, hakikati alt üst etme demektir. Kader, “Öyle değil bu mesele; alın siz ağzınızın payını!” dedi ve bize tokat üstüne tokat indirdi. Şamarı bir başkası değil, biz yiyoruz.

*Doğru istikâmetinde sâbit-kadem olmalı; dimdik durmalı, taviz vermemeli, evet dememeli, tabasbusta bulunmamalı, yaltaklık yapmamalı!.. Saygıda kusur etmemeli ama yaltaklık da yapmamalı!.. Yanlışlarımız varsa, birbirimizle konuşurken onları düzeltelim ama doğru bildiğimiz şeylerden de taviz vermeyelim. O, hakka karşı, Allah’a karşı, Peygamber’e karşı dünyanın hatırına, dünyevî geleceğin hatırına saygısızlık olur.

*Bir sarrafın bir altın ve gümüşü bir potada eritip altını gümüşten ayırması gibi, Allah da sizi hasınızı, hamınızdan ayırmak için imtihan eder. Cenab-ı Hak, temizleri, pakları ayırsın diye yapıyor bunu. (…) Duruyor musun yerinde, kaytarıyor musun, yan çiziyor musun? ‘Ben de ehl-i dünya gibi dünyaya meyledeyim, şirin görüneyim, birileriyle aynı çizgide olayım, zevk u safa içinde hayatımı sürdüreyim, belli makamlara, mansıplara, payelere bağlayayım’ filan.. Allah böyle imtihan eder sizi. Kayıyor musun, kaymıyor musun; dünyaya meylediyor musun, etmiyor musun?.

*Kur’an-ı Kerim, pek çok ayet-i kerimeyle bu imtihanları nazara veriyor:

أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللهُ الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ

“Allah, sizin içinizden cihad edenlerle sabır gösterenleri ortaya çıkarmadan, kolayca cennete girivereceğinizi mi zannettiniz?” (Âl-i İmran, 3/142)

أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ

“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara dûçar oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ile yanındaki müminler bile “Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?” diyecek duruma geldiler.” (Bakara, 2/214)

*Peygamber dahi dedi: “Allahım yardım ne zaman?” Demir bir pençe ile sıkıldılar, Peygamber de sıkıldı. Bu açıdan da, böyle olmayı yanlış bir şey yapıyoruz şeklinde algılamamalı. Eğer bir demir pençe içinde sıkılma bir yönüyle yanlışın neticesi olsaydı, Allah celle celaluhu, Hazreti Adem’i başta öyle demir bir pençe ile sıkmazdı, Hazreti Nuh, 20-30 insanıyla yalnızlığa terkedilmezdi. Hazreti Musa Mısır’ı terk edip kaçmazdı. Hazreti Zekeriyya testereyle ikiye biçilmezdi. Hazreti Yahya bir yerde öldürülmezdi, Hazreti Mesih için çarmıhlar gerilmezdi. İnsanlığın İftihar Tablosu, tev’em, ikiz olarak, bağrında neş’et ettiği Kabe’den Beytullah’tan uzaklaştırılma mecburiyetinde bırakılmazdı. Burada bu kötü bir şey olsaydı, Allah en sevdiği kullarını bu türlü şeylere maruz bırakmazdı. Demek ki, bu yolun cilvesi bu!.. Burada kıvam sergileyen insanlar, kıvam sergileyecekler nezd-i uluhiyette.. Allah da onlara istikbal va’dedecek. Hakkı olmayan insanlar da elenip gidecek, has hamdan ayrılsın diye.

*Başkalarının saldırılarına karşı aynıyla mukabelede bulunmamak lazım. Siyon diyebilirler, miyon diyebilirler, çiyon diyebilirler, hıyon diyebilirler. Aynıyla mukabele etmemek lazım. Mü’mine yakışan şey odur. Öbürüne gelince, onu diyenlerin de mü’min olduklarına ihtimal vermeseydim, ona “densizlik” diyecektim. Fakat mü’min olduklarına ihtimal verdiğim için “densiz” demeyi bile nezaketsizlik sayıyorum.

*Yürünen yolu sık sık test etmek lazım; müzakerelerle, ortak akılla, Kur’an’ın temel disiplinleriyle, Sünnet-i Sahiha ile onun doğruluğunu test etmek lazım. Kanaat önderlerine, ulemaya, meşayihe o meseleyi sormak lazım, doğru mudur diye. Eksiği yanlışı varsa şayet, onları gidermek lazım. Onun ok gibi dosdoğru olmasını sağlamak lazım, ok doğru olmazsa hedefine varamaz. Doğru olduğuna inanılan meseleden de asla taviz vermemek lazım.

*Doğru ve makul olanda ısrar etmek lazım. Doğruda ısrar etmemek, bâtıla meyletmek demektir. “Yıkalım bu okulları.” Bâtıl bu!.. “Açılımı durduralım.” Bâtıl bu!.. Allah hesabını sorar. Sana ait bir şey değil ki, emanet bu!.. Buna karşı alakasız kalamazsınız; bu, hakka karşı alakasız kalma demektir; müdafaa edeceksiniz bunu, üslubunuzdan taviz vermeden mutlaka müdafaa edeceksiniz.

İlmin Önemi

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ مَسْعُودٍ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ

قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

اُغْدُ عَالِمًا أَوْ مُتَعَلِّمًا أَوْ مُسْتَمِعًا وَلَا تَكُنِ الرَّابِعَ فَتَهْلِكَ

* * *

Sahabe-i Kiram’ın alim ve büyüklerinden

Hz. Abdullah b. Mesud (radıyallahü anh),

Sultanul-enbiyâ vel-ulemâ (aleyhissalatü vesselam)

Efendimiz’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Ya âlim, ya ilim öğrenen, ya da ilim dinleyen ol.

Dördüncüsü olma, helak olursun!”

(Dârimî, Sünen, İlim, 254)

 

İlmin Önemi

Allah’ın insanlığa en büyük ferman ve armağanı, yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim pek çok yerde ilme vurgu yapıp onu hayır yolunda kullanan ilim sahiplerini yüceltir. Bu husustaki pek çok ayet-i kerimeden bazıları şunlardır:

إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ

“Allah’tan hakkıyla ancak alimler korkarlar.” (Fâtır Suresi, 35/28)

هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer Suresi, 39/9)

 

Allah Rasülü (sallallahü aleyhi vesellem) Efendimiz de pek çok hadis-i şeriflerinde ilmin önemi ve bu yolla dine ve insanlığa hizmetin faziletinden bahsetmiştir. O’nun bir öğretmen olarak insanların yolunu aydınlatması ve onları cehalet karanlıklarından çıkarması hadis-i şerifte şöyle dile getirilir.

إِنَّمَا بُعِثْتُ مُعَلِّمًا

“Ben ancak muallim olarak gönderildim.” (Sünen-i İbn-i Mâce, Sünen-i Dârimî)

En baştaki hadis-i şerife benzeyen diğer bir rivayette ise Resul-i Ekrem (aleyhissaltü vesselam) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Ya âlim, ya ilim öğrenen, ya ilmi dinleyen, ya da bunları seven kimse ol. Sakın beşincisi olma, yoksa helak olursun!” (Suyûtî, Câmius-Sağîr)

Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde ilim, âlim, ilim öğreten ve öğrenen yahut bunları sevip destek olanlar bu kadar yüceltilirken, cehalet ve cahiller yahut ilme engel olanlar da tam aksi olarak kınanmış ve alçaltılmıştır.

Allah Teâla bizleri hayırlı ilme intisap ederek kurtuluşa eren zümreden eylesin. İlme mani olup cehalet ve kötülüklerin yaygınlaşmasına sebep olmaktan muhafaza buyursun. Âmin!

اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ

وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينْ

وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ

 وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

Din Adına İşlenen Cinayetlerin Vebali (2)

Herkul | | KIRIK TESTI

Osmanlı Devleti çözülüp yıkıldıktan sonra İslâm dünyasında üst üste çözülmeler yaşanmıştır. Günümüzde ise yeniden bir toparlanma, yeniden kendimiz olma ve kendi ruhumuzu bulma gayretleri vardır. Siz İslâm coğrafyasının bütününe değil, sadece Türkiye açısından meseleye baktığınızda bile, hiçbir şeyin dünkü gibi olmadığını, son kırk-elli sene içinde pek çok şeyin değiştiğini görürsünüz. İşte İslâm dünyasındaki bu gelişme ve değişmelerden rahatsız olan bazı güç odakları, dinin temel dinamiklerinden habersiz, kendi kriter ve kıstaslarını bilmeyen ve aynı zamanda hissiyatla ve hamasetle hareket eden bazı kimseleri harekete geçirmiş ve onları kendi kirli emellerine alet etmek istemişlerdir.

Paranoya İhtiyacı ve Aldatılan Kitleler

Maalesef şurası bir gerçek ki, bugün, İslâm coğrafyasında yaşayan fertlerin hepsi aklı başında, dengeli düşünen, kendi kaynaklarını bilen insanlar değildir. Paranoya duygusunu tetikleyerek kendi çıkarlarına göre dünyada kamuoyu oluşturmak isteyenler ise, cehalet ve fakr u zaruretten kaynaklanan bizdeki bu zaafları görmüş, belli senaryolar hazırlamış ve neticede müsait insanları ya aldatmak veya ilaçlarla robotlaştırmak suretiyle bu senaryolarda figüran olarak kullanmışlardır. Evet, ihmal edilmiş, cehalete mahkûm bırakılmış nesilleri kullanıp kitleleri aldatmışlardır. Aldanmamanın yolu ise, bağışıklık sisteminizi güçlü tutmaktan geçer. Eğer mukavemet sisteminiz güçlü ise, bünyeye girecek virüs ve mikropların hepsinin hakkından gelebilirsiniz. Fakat bünyenin bağışıklık sistemi zaafa uğradığında, başkaları sürekli virüs enjekte edip bünyeyi yere sermek ister ve siz de buna engel olamazsınız.

Bu açıdan, küçülüp büzüşen günümüz dünyasında, Allah Resûlü’nün yoluna tabi olan Müslümanların çok daha akıllıca hareket etmeleri, attıkları her adımı düşünerek atmaları, bir söz söylemeden önce o sözün geriye nasıl döneceğini ve karşı tarafta nasıl bir his uyaracağını hesap etmeleri gerekmektedir. Konuşmadan önce kazanım ve kayıplar iyi hesap edilmeli ve on defa düşünmeden tek bir söz söylenmemelidir. Hele bulunduğu konum itibarıyla bir heyeti temsil eden insanların bu konuda daha bir hassas davranmaları gerekmektedir. Zira onların yapacağı bir hatanın cezasını temsil ettikleri heyetin bütünü çeker. Mesela sıradan bir insanın ağzından, “Falanlar sizin caminize karşı şöyle bir saygısızlıkta bulundular. Siz de gidin ve onlara zarar verin!” cümlesi çıktığında kimse buna iltifat etmez. Fakat kendini dinletebilecek bir sergerdan tarafından böyle bir söz söylendiğinde, bu dikkate alınır ve tamiri çok zor tahribatlara sebebiyet verir. Evet, şecaat ve cesaretin yanında ilim, hikmet, basiret ve firaset yoksa, böyle bir şecaat ve cesaret, insanı öyle bir cinnete sevk eder ki, yapılan yanlışlıkların tamir edilmesi, üstesinden gelinmesi mümkün olmaz. Bu itibarla maruz kaldığımız felaketlerde sadece karşı tarafı suçlamak doğru değildir. Aslında İslâm’ın güzelliklerinin yaşanmasını ve görülmesini istemeyen hasım cephe, bu tür tuzak ve ayak oyunlarını İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren hayata geçirmek istemiştir. Ancak Raşit Halifeler ve onları örnek alan basiretli idareciler buna fırsat vermemişlerdir. Ne var ki, bilhassa son iki-üç asırdan beri yabancı unsurlar, içimizden müsait bir kısım fıtratları figüre edip kullanmaya muvaffak olmuş ve maalesef İslâm’ın o dırahşan çehresini karartmışlardır. Denilebilir ki, İslâm’ın hiçbir döneminde günümüzde güya din adına gerçekleştirilen vahşete benzer bir vahşet yaşanmamıştır. Belki bir dönemde Muvahhidîn, bir dönemde Karmatîler ve başka bir dönemde de kendilerini Batınîliğe salmış bazı insanlar bu tür canavarlıklara teşebbüs etmişlerdir. Fakat onlar bile canlı bomba olmamış, kadın, yaşlı, çoluk-çocuk demeden toplu katliamlara yol açacak intihar eylemleri gerçekleştirmemişlerdir.

Mü’mince Mücadele Tarzı

Yeri gelmişken burada bir hatıramı nakletmek istiyorum. Ziyaretime gelen bir misafir, İslamofobiden bahsederek, Batılıların Müslümanlara bir canavar nazarıyla baktıklarını ifade etmiş ve onların karikatürlerinde, gazetelerinde ve televizyonlarında İslâm aleyhine yayın yaptıklarını anlatmıştı. Ben de, onlar bir yerde İslâm aleyhine saldırıda bulununca, bizim içimizde de maalesef hissî hareket eden bazı kimselerin aynıyla mukabelede bulunma gibi İslam’la telif edilmesi mümkün olmayan davranışlar içine girdiğini, bundan dolayı kendimizi bütün bütün paka çıkarmamızın doğru olmadığını anlattım. Bu, onun hiç beklemediği ve şaşırdığı bir cevap olsa da, inkâr edilemez bir gerçekti. Hâlbuki yapılan kötülüklere mukabelede bulunurken biz, bize yakışan şekilde davranmalı, mü’mine yakışır bir mücadele tavrı ortaya koymalıydık. Aksi takdirde yapılan yanlışlıklar yeryüzündeki bütün Müslümanları güç bir durumda bırakmaktadır. Çünkü bu tür hareketler belli odakların eline, Müslümanlar aleyhine kullanacağı malzeme vermektedir. Yapılması gerekli olan hareket tarzı ise, üslubumuzu namusumuz bilerek dinin temel esaslarına bağlılık içinde saldırıları bertaraf etmektir.

Vahşet İrtikâp Edenlerin Müslümanlıktan Nasibi Yoktur

Hem sertlik ve kaba kuvvetle, şiddet ve hiddetle dinin sevdirildiği, insanların İslam’a ısındırıldığı nerede görülmüştür? Bildiğiniz üzere, dinin tarifi yapılırken şu ifadelere yer verilir:

الدِّينُ وَضْعٌ إلَهِيٌّ سَائِقٌ لِذَوِي الْعُقُولِ بِاخْتِيَارِهِمْ الْمَحْمُودِ إلَى الْخَيْرِ بِالذَّاتِ

 “Din, Allah tarafından vazedilmiş öyle bir sistemler mecmuasıdır ki, akıl sahiplerini bizzat kendi hür iradeleriyle hayra sevk eder.” (Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, 1/13) Bana göre din adına yapılan böyle bir tarif, en ileri demokrasilerden bile daha ileri bir mülahazadır. Çünkü insanın iradesini esas almakta, onu kendi hür iradesiyle baş başa bırakmaktadır. İslâm’a göre insan, yaratılışı itibarıyla kerimdir, kadirşinastır. Şayet din doğru temsil edilebilir ve onun, insanın geleceği adına vaat ettiği güzellikler ortaya konulabilirse, insanlar zaten tercihlerini o istikamette kullanacaklardır.

Evet, eğer siz dinin güzelliklerini gösterir, sevdirir ve içlerde ona karşı bir iştiyak hâsıl ederseniz, insanlar da hür iradeleriyle onu seçerler. Kimse buna bir şey diyemez. İsteyen istediği dini seçme hürriyetine sahiptir. Önemli olan temsilin güzelliğidir. Bildiğiniz gibi, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun o müthiş tebliğ enginliğinden geri kalmayan ve onunla at başı giden diğer bir yanı da O’nun temsilidir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), dediği her şeyi milimi milimine yaşamış ve böylece gönüllere taht kurmuştur.

Aslında O’nun ümmeti olarak bir zamanlar biz de böyle idik. Ne var ki son bir iki asırdan beri birileri bizim genlerimizi bozdular. Ve maalesef bazıları hem de din adına nice mesavi irtikâp etti. Hâlbuki vahşet irtikap eden insanların Müslümanlıktan nasipleri yoktur. Daha önce de değişik vesilelerle ifade edildiği gibi, terörist Müslüman olamayacağı gibi, Müslüman da terörist olamaz. Müslümanların içinden terörist çıksa bile, böyle bir kişi Müslümanlığa ait vasıflarını kaybetmiş demektir. Böyle birisine kesinlikle sağlam bir Müslüman denemez. Nasıl denebilir ki! Savaşın bile belli kuralları vardır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir orduyu uğurlarken ifade buyurduğu gibi, dinimiz kadınlara, çocuklara, mabedlere sığınmış insanlara ilişilmesini yasaklamıştır. Dolayısıyla günümüzde din adına işlenen bu cinayetlerle Kur’ân ve Sünnet’in ortaya koyduğu disiplinleri telif etmek mümkün değildir.

Hâsılı, bize düşen, dinin doğru temsil edilmesinin yanında herkese karşı saygılı olmak ve her anlayışı saygıyla karşılamaktır. Zira başkalarına kendi sistemini dayatma dinin ruhuna zıttır. Topla, tüfekle, şiddet, hiddet ve kaba kuvvetle insanların üzerine gitmenin, kendince savaş ilan ederek gidip bir alış veriş merkezini işgal etmenin, masum insanları rehin almanın Müslümanlıkla telif edilebilir bir yanı yoktur. Barış ve esenlik dinine mensup olan bizler, aynıyla mukabelede bulunmayı zalimce bir kaide kabul ediyor ve insanca davranmayı her halükârda vahşice davranmaya tercih ediyoruz. Zaten inanan gönül bu tür davranışlara tenezzül edecek kadar aşağılara düşmez/düşemez.

Cenâb-ı Hak, gönüllerimizi hikmetiyle mamur kılsın. Murad-ı Sübhanisine ters gelen bütün aykırılıklardan bizleri masun ve mahfuz buyursun! Peygamber yolunda olmayı, O’nun yolunda yaşayanların yolunda yaşamayı cümlemize nasip ve müyesser eylesin!

Hiç Durmadan Yürüyeceksiniz!..

Herkul | | BAMTELI

*Kimden gelirse gelsin sıkıntılar olgunlaşmanın en önemli yollarındandır. Öyle olmasaydı, Allah en sevdiği ibâdını adeta bir hamur teknesinde yoğurmaz ve yoğrulmalarına meydan vermezdi. (00:40)

*Tazyikler, ezilmeler, sıkıntılar ve arzumuza göre yaşama imkânlarından mahrum bırakılmalar karşısında Cenâb-ı Hakk’ın murâd-ı sübhânîsini arzularımıza tercih etmemiz lazım. (01:45)

*Zât-ı Ulûhiyet’in takdirini memnuniyetle karşılamanın yanında, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) nübüvvetine ve İslam dinine kanaat etme de çok önemlidir. Fiilî ve kavlî duadan sonra -netice ne olursa olsun- kader ve kazayı gönül hoşnutluğuyla karşılama bu kanaatin de gereğidir. Bundan dolayıdır ki, sabah akşam okunması sünnet olan dualar arasında şu ikrar da mevcuttur:

رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وَبِاْلإِسْلاَمِ دِينـــــاً وَبِمُحَمَّدٍ رَسُـــولاً

Rab olarak Allah’tan (celle celâluhu), din olarak İslâm’dan, peygamber olarak da Hazreti Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselâm) razı olduk.” (02:13)

*Esasen, insan aklı, insan mantık ve muhakemesi -bunların hepsini tek bir şey kabul etmek de mümkündür- nübüvvet ve onun vaadettiklerini kabullenip, bu feyyaz kaynaktan tam yararlanabildiği müddetçe, bir yandan kendi alanının serhaddine ulaşma yoluna girerken, diğer yandan da başkalarını aldatan birer vasıta durumuna düşmekten kurtulmuş olur/olacaktır. Her şeyden evvel, böyle davranmada, bütün varlık ve eşyaya hükmeden sonsuz kudret ve muhit ilme teslim olma gibi bir husus söz konusudur. İsterseniz siz buna, akıl ve mantık ürünlerini, akılla, mantıkla elde edilen değişik projeleri ve farklı alanlardaki araştırmaları, tecrübeleri, yani bütün arzî olanları semavîleştirmek, arazî olanlarda da cevherin ruhunu aksettirmek için her şeyi vahye test ettirme de diyebilirsiniz. Aslında aklı yaratan da Allah’tır, ona vahiy ile derinleşme yolunu gösteren de… Allah, akılla insanların gözünü açmış, vahiyle de aklın doğru görüp, doğru düşünmesini sağlayarak, ona daha geniş bir muhakeme alanı hazırlamıştır; hazırlamış ve o kuşatıcı beyanıyla insanlar üzerinde bağlayıcı hüccetini ikame etmiştir. Tabir-i diğerle Allah, bütünü birden kucaklayan vahiy müessesesini, her zaman dağınık ve birbirinden kopuk bir durum arzeden akıl ve muhakemenin farklı yollarını birleştirecek ve bunların mukayese ürünlerini de test edebilecek bir laboratuar haline getirmiştir. (07:30)

*Başlangıçtan itibaren Ashâb-ı kiramın ve sonra selef-i sâlihînin Kur’an ile hadis mevzuunda sergiledikleri hassasiyet ve gösterdikleri takdire şâyân gayret sayesinde neyin sahih, neyin mevzû olduğu apaçık ortaya çıkmış; Kur’ân gibi sünnet de

إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ

“Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz.” (Hicr Sûresi, 15/9) âyetinin şümulü içine girmekle ilâhî sıyânet altında bugünlere gelmiştir. Evet, zikri geçen beyan-ı ilahîde, Cenâb-ı Hakk’ın kibriya ve azametinin vurgulanmasıyla beraber, Müsebbibü’l-Esbab’ın, bazı icraatına sebepleri vesile kıldığına da işaret edilmektedir. Kur’ân’ı indiren de, onu koruyan da Hazreti Allah’tır. Fakat, Rabb-i Hakîm, Kur’ân’ı indirirken Hazreti Cebrâil gibi bir elçiyi vazifelendirdiği gibi, Yüce Kitab’ını korurken de vahiy katiplerini, onların yazdığı nüshaları ve daha sonra da onun her harfine vakıf hafızları vesile olarak kullanmıştır/kullanmaktadır. Ahmed bin Hanbel gibi muhaddislerin büyüklüğüne bakıldığında bu hakikat daha güzel anlaşılacaktır (10:14)

*Kitap ve Sünnet endazesinden geçmiş ve İcma’ya muhalefeti görülmemiş bir şekilde irşad hizmeti ve mefkureyi ikâme gayreti devamlı olmalıdır. Yurtiçi ve yurtdışındaki eğitim müesseseleri böyle bir hizmet anlayışının neticesi ve problemleri “hal ile halletme” çabasının meyvesidir. (13:00)

*Lügat manası, Allah’ın kelimesini yüceltmek demek olan “i’lâ-yı kelimetullah”, ıstılahta Allah’ın adını veya İslâm dininin tevhid akîdesini şanına uygun bir biçimde yüceltip yayma manasına gelir. Bu terim “cihat” kelimesiyle de ifade edilmektedir. Peygamber Efendimiz, gerçek manada Allah uğrunda cihat edenin kim olduğu sorusuna cevap verirken şöyle buyurmuştur: “Sadece Allah’ın adı yüce olsun diye (i’lâ-yı kelimetullah için) cihat eden kişi Allah yolundadır.” Allah’a îman ve O’nun nâm-ı celîlîni i’lâ etme gayreti müminlik şiarıdır. Aslında, Allah’ın adı zatında yücedir, o her zaman âlîdir. Fakat, “O’nun adını yüceltme” ifadesini kendi idrakimiz itibariyle, kendi ufkumuzu aydınlatma açısından kullanıyoruz.. i’lâ-yı kelimetullah derken, kararmaya yüz tutmuş kalblerin kir ve lekelerinden arındırılarak asıl sahibine hazır hâle getirilmesini, gönül tahtının Mâlikü’l-Mülk’e, Melikü’l-Mülûk’e arz edilmesini ve Yaratıcı ile kullar arasındaki engellerin kaldırılmasını kastediyoruz. İşte bu niyetle yola çıkmış ve bir kısım hizmetlere azmetmişseniz, meselenin Kur’an ve Sünnet’e uygun olmasına bakıp kim ne derse desin yolunuza devam etmelisiniz. Unutmamalısınız ki, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hiçbir tavrı yanlış değildi; fakat, O’nun bile bir sürü muhalifi vardı. (16:12)

*Kur’an, Mûsâ (aleyhisselam) Tevrat’ı almak için ayrıldıktan sonra ümmeti, zinet takımlarından, böğürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli yapıp tanrı edindiler. Görmemişler miydi ki o heykel onlara hitap edemiyordu, kendilerine yol da gösteremiyordu. Fakat buna rağmen onu tanrı edindiler ve zalimlerden oldular.” (A’raf, 7/148) der. Demek ki, atmosferin büyük ölçüde eşrâra kalması ya da ferağı, İsrailoğulları’nda buzağı düşüncesinin hortlamasına müsait bir zemin oluşturmuştu. Kendi iç âlemlerinde sessiz uyuyan o gulyabâni gibi düşünceler, birden hortlamış ve buzağı olarak şekillenmişti. Orada Sâmirî’nin –ki o da İsrailoğullarındandır– söylediği şey ise sadece kuru bir mazeretti; Hz. Musa’nın “Senin zorun nedir ey Sâmirî?” demesine karşılık o“Ben onların görmediklerini gördüm.” cevabını vermişti. Çoğu müfessir, meseleye, Sâmirî, Cibrîl’in bastığı yerden bir avuç toprak aldı ve onu buzağı yapımında kullandı şeklinde yaklaşmışlardır ki, bu gerçekten öyle de olabilir; evet o, nasıl gönüllerin ve ruhların dirilmesine vesile olan ilâhî vahyi taşıyordu; cansız cesetlerde hayat kaynağı da olabilirdi. Bu açıdan da onun ayağını bastığı yerler yeşerebilir, oradan alınan bir avuç toprakla bütün ölüler dirilebilir. Ne var ki, bunun doğruluğunu gösteren sağlam bir hadis bulmak mümkün değildir. Buradaki asıl husus, Kur’ân’ın Hazreti Musa’nın diliyle ifade ettiği gibi, bunun bir fitne ve imtihan olmasıdır. (18:30)

*İffetsizliğe düşme insanı dağınıklığa götürür. Dağınık insanların rüyaları da kirlidir, hayalleri de kirlidir. Tevhid-i kıble etme, sadece O’na yönelme, öyle bir konsantrasyon, insanın zekasını öyle keskinleştirir ki, o mevzuda bin tane dâhinin halledemediği meseleyi halleder. Enbiya-yı izam öyleydiler, onların iffetlerine, ismetlerine, fetanetlerine, idraklerine, büyüklüklerine aklımız ermez. Fakat, buna rağmen onlara da itiraz ediyorlardı. (20:48)

*Önemli olan mesele, Allah ne demişse onu yapmaktır. Bunu yaparken de falana muarız olma, filanın rağmına davranma, birilerine engel çıkarma veya “birileri bir şey yaparken biz niye onları bu güzergahta tek başlarına bırakıyoruz” gibi kıskanma/rekabet etme mülahazalarıyla yapmamalıdır. Kur’an-ı Kerim’in ve Sünnet-i Sahiha’nın sabit disiplinlerine uygunluk içinde yapılırsa, orada tereddüt yaşamamak ve engellemeye çalışan kim olursa olsun, onları görmezden gelmek lazım. “Bir kapı bend ederse bin kapı eyler kuşad / Hazreti Allah, efendi, Müfettihu’l-ebvab’dır.” (Şemsî) (21:29)

*Şimdiye kadar ben çok samimi bir müslüman olduğumu iddia edemem ama işin doğrusu hayatımı O’ndan başka bir şeye bağladığımı söylersem, Allah’ın o mevzudaki teveccühüne karşı saygısızlık yapmış olurum; bu da tahdis-i nimettir. Elli defa engeller olmuştur. Kendimi bildiğimden bu yana hiç presler arasında ezilmeden kurtulduğumu görmedim. Buradaki de öyle bir şey. Her zaman üzerime geldiler. Cenab-ı Hak aldı, bir yerden bir yere koydu, bir yerden bir yere koydu.. sizi de öyle… Hep böyle olagelmiştir. Fakat bunlar kat’iyen ye’se atmamalı, bizi inkisara uğratmamalı, yapmamız gereken şeylerden bizi geri koymamalı.  (23:28)

*Bütün âleme kabul ettirmek, sevdirmek bizim işimiz değildir. Allah Teala, Peygamberine (sallallâhu aleyhi ve sellem) bile

إِنَّكَ لاَ تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ

Sen dilediğin kimseyi/sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, lâkin ancak Allah dilediğini doğruya ulaştırır. O, hidâyete gelecek olanları pekiyi bilir. (Kasas, 28/56)

Hidayet sizin aklî, fikrî, ihtisâsî bütün letâifinizi hakikati arama istikametinde kullanma sonucu, Allah’ın sizin içinizde yakacağı bir meşaledir. Siz esbaba tevessül edersiniz, Allah o meşaleyi içinizde yakar, tutuşturur, projektör gibi.. her şeyi doğru olarak görürsünüz, O’na ait bir şeydir. Sa’d-ı Taftazani’nin ifadesiyle, “İman, Cenâb-ı Hakk’ın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği birnurdur.” (24:36)

*Üstad Hazretleri, bu mevzuyla alâkalı Celâleddin Harzemşah’ın bir mülâhazasını nakleder: Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: “Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.” O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakk’ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek O’nun vazifesidir.” Şe’n-i rububiyetin gereğine karışmam, ne dilerse onu yapar.  (25:18)

*Her mü’min bu mülahazaya bağlı, Kitap ve Sünnet çerçevesinde yapması gerekli olan şeyleri yapmalı, ne dostun vefasızlığından, ne de düşmanın cefasından sarsılmamalı. Kimseyi de karşısına almamalı, garazî hareket etmemeli, yaptığı şeyler tepki edalı olmamalı; bunlar ihlası yıkan, götüren şeylerdir. Fakat, doğru bildiği şeyin müdafaasından da geriye durmamalı. Aksi takdirde doğruya karşı saygısızlık yapmış olur. (26:36)

*En zor şey gönüllere girmektir; bir yerde yaptığı hizmetler bitince, kenarda oturmayı istemeyip yeni bir vazife daha talep eden insanlara bunu biz yaptırtabilir miyiz? Belli ki burada bir meşiet-i ilahi var. İyilik yapıyor, iyiliğe doymuyor, “Hel min mezîd-Daha yok mu?” diyorlar. Akl-ı selim, hiss-i selim, ruh-u selim diyor ki: “İnsanlık adına bir şey yapacaksak, yol bu, yöntem bu!..” (31:16)

*Çok kötü şeyler duyabilirsiniz; rica ediyorum ben, aynıyla mukabelede bulunmamak lazım. Şimdilerde Twitter denen şeyler var; iyi şeylere tercüman olursa, Allah’ın rahmeti; insanları birbirine düşürüyorsa, Allah’ın belası şey. İnsanlar birbirine atıp duruyorlar. İnsanlar bu atmalara geliyor, bu defa da onlar atıyorlar. Birisi diyebilir ki “Maske düştü!..” A be birader, sen mü’minsin, yapma bunu. Eğer Kıtmirin maskesi olsaydı kırk seneden beri ehl-i dalalet onun yakasından elini çekerdi. 1960, 1970, 1980 ve 28 Şubat’ta preslendim. Ama sana demiyorum, “Niye senin yakana elini uzatmıyor?” Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Peygamber Efendimiz (alâ seyyidinâ ve aleyhimessalâtü vesselam) yakalarını başkalarından kurtarabildiler mi? Bence senin kendi durumunu bir kere daha gözden geçirmen lazım. Ama ben, bana kalırsa, bu kadarcık da olsa bunları dememeliyim. İncinsek de incitmemeliyiz, kırılsak da kırmamalıyız. Hep gönül alıcı bir tarzda hareket etmeli, nazargâh-ı ilahi olan kalblere kat’iyen dokunmamalıyız. Bize düşen şey “Eyvallah!..” etmektir. (32:56)

*İlle herkes tarafından kabul edilmek, tahsin edilmek, hüsn-ü kabulle karşılanmak, takdir görmek.. bu türlü beklentilere girmemeli. Yapacağı şeyleri belli beklentilere bağlamış insanlar, hayatta başarılı olamamışlardır. Muvakkaten bazı şeyler sergilemiş olsalar bile bir muhalif rüzgâr karşısında savrulup gitmişlerdir. Beklentilere işi bağlamamak lazım. Bizim beklediğimiz bir şey var, o da Allah’ın hoşnutluğu ve bizim o meseleyi ihlasla O’na karşı sunmamızdır. Ne kin ne garaz ne nefret, ne kimseye firavun deme ne Nemrut deme ne de tiran deme!.. Fakat söylenen sözleri bazıları biraz numara/droba bakarak, güzergâh takip ederek üzerlerine alıyorlarsa, kendi yanlış te’villeriyle, tefsirleriyle meseleyi yanlış yorumluyor, kendilerine karşı saygısızlık yapıyorlar. (37.26)

*Unutulması gerekli olan şeyler dünya ve dünya nimetleridir. Dünya debdebesi dünya saltanatıdır. Allah’ın ekstradan verdiği kimseler de “Al sana bir okul, bir yurt, bir okuma salonu…” diyorlar. Size bu kadar güven duyuluyorsa, bu sizin kredinizdir. Bence kendi hesabınıza ondan bir şey koparmak suretiyle o krediyi kaybetmeyin; bu defa o yol tıkanır ve bypass yapmakla da açamazsınız onu. Güven sarsılmamalı, herkes sizi nasıl biliyorsa öyle bilmeli, ruhunuzun ufkuna yürüyeceğiniz ana kadar… Dünyaya çıplak olarak geldiniz; kefeniniz için sağa-sola koşmalı, “Acaba bu garibe bir kefen bulabilir miyiz?” demeliler.  (38:54)

*Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:

فَفِرُّوا إِلَى اللهِ إِنِّي لَكُمْ مِنْهُ نَذِيرٌ مُبِينٌ

“O halde, Allah’a kaçın, çabuk Allah’ın himayesine koşun! Zira ben O’nun tarafından, sizi uyarmak için gönderilen âşikâr bir elçiyim.” (Zâriyât, 51/50) (40:47)

Allah’ın Sevdiği Zikir

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ
قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
كَلِمَتَانِ خَفِيفَتَانِ عَلَى اللِّسَانِ ثَقِيلَتَانِ فِي الْمِيزَانِ حَبِيبَتَانِ إِلَى الرَّحْمَنِ سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ سُبْحَانَ اللَّهِ الْعَظِيمِ
* * *

Hz.  Ebu Hureyre (radıyallahü anh),
Allah’ın Habibi Allah Rasülü (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’in
şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
“İki söz vardır ki, onlar Rahmân’a sevgili, dile hafîf, mîzanda ise pek ağırdır. Bunlar: ‘Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi’l-azîm’ cümleleridir.”
(Sahih-i Buhari, Daavât, 65; Sahih-i Müslim, Zikr, 31)

Allah’ın Sevdiği Zikir


Hadis-i şerifte geçen “Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi’l-azîm” ifadesi kısaca; “Allah’ım! Seni hamd ile tesbih ederim. Sen, her kusurdan münezzeh ve her kemal ile muttasıfsın.” ve “Sübhansın ya Rab! Hamd ü senâ ile Seni tesbîh ederim. Ey yüce Allah’ım, Sen noksan sıfatlardan, eksik ve kusurdan, şerik ve yardımcıdan münezzehsin, çok yücesin.” gibi manlara gelmektedir.
Görüldüğü üzere dilde söylenmesi çok kolay olan bu iki cümle çok derin ve ihtişamlı manalar taşımaktadır. Bu zikir, Allah katında makbul ve kıymetli, mizanda da çok sevaplıdırlar. Gönülden, samimiyetle söylenme derecesine göre ahirette sahibini Allah katında sevimli kılacak ifadelerdir çünkü bu iki kısa kelam Hak katında çok değerli ve sevimlidir.
Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de zikir ve tesbihle ilgili olarak;


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا اللهَ ذِكْرًا كَثِيرًا
وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلاً

“Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin, O’nu sık sık anın. Sabah akşam O’nu tesbih ederek takdis ve tenzih edin. (Ahzâb Suresi, 33/41-42) buyurarak biz kullarına tesbih ve zikrin önemini bildirmektedir.
Allah dostları “Zikri ve virdi olmayanın bereket ve vâridâtı olmaz.” diyerek hak katında kıymetli, İslam’a ve insanlara yararlı olmanın yolunu işaretlemişlerdir. Evrâdü ezkârında hassas kimseler, Allah’ın sevdiği ve diğer kullarına da faydalı kıldığı bereketli kimselerdir.
Hak dostlarına göre fikirdeki tıkanıklığın önünü açan iksir Allah’ı zikirdir. Rivayetlerde geçtiğine göre, İmam Ebu Hanife Hazretleri bir hükümde tıkanıp çözüm yolu bulamadığında çok defa namaza durup Kur’an’ı çokça okumak, hatmetmek suretiyle bu tıkanıklıkları Allah’ın izni ve inayetiyle aştığı nakledilmiştir.
Yukarıda geçen hadis-i şerifin bir benzeri de şu rivayettir:


سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ أَسْتَغْفِرُ اللَّهَ وَأَتُوبُ إِلَيْهِ

“Allah’ım! Seni hamd ile tesbih ederim. Yüce ve münezzehsin. Senden bağışlanma diliyor, Sana tevbe ile rücu edip kapına yöneliyorum.” (Sahih-i Müslim)
Hz. Âişe annemiz, bunun,  Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam)’ın çokça yaptığı zikir ve dualardan biri olduğunu, özellikle de Allah Rasülü (aleyhissalâtü vesselam)’ın ruhunun ufkuna yürümesinden önce bunu çokça tekrar ettiğini bildirmiştir. Bu zikir, namazlarda secdede de  yapılabilecek gayet kıymettar zikir ve dualardan birisidir.


اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ
وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينْ
وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ
 وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Fırtınalı Dönemlerde İstikâmet, Sabır ve Hâcet Namazı

Herkul | | BAMTELI

*Hazreti Pir, “Mühim ve büyük umûr-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır.” diyor. Evet, eğer hayırlı işlerin arkasındaysanız, şeytan ve onun cinnî-insî dostları sizinle de mutlaka uğraşacaklardır. (00:35)

*Bir Hak dostu, “Eğer Cenâb-ı Hakk’ın kahrından korkuyorsan dinde sâbit-kadem ol, ağaçlar şiddetli rüzgârların korkusuyla köklerini bulundukları yerde daha bir sağlamlaştırırlar.” der. Devrilme endişesi taşımayan insanlar hiç farkına varmadıkları yerde devriliverirler. (02:07)

*Muhalif rüzgarlar esebilir, çok defa insanları önüne katıp savurabilir. Karakter bakımından zayıf insanlar belli çıkarlar, belli menfaatler mülahazasında hep savrulabilirler. Olup biten bu şeyler karşısında kat’iyen sarsılmama, ye’se kapılmama ve ezilmeme mü’minin şiarı olmalıdır. (04:08)

*Fırtınalar hiçbir zaman dinmemiştir; kan seylapları hiçbir zaman durmamıştır; insanların köpüren nefretleri ve kinleri hiçbir zaman dinme bilmemiştir. Bazen bir tirandan gelebilir, bazen bir firavundan gelebilir, bazen bir nemruttan gelebilir, bazen bir Sezar’dan gelebilir, bazen de yanınızda sizinle beraber namaz kılan birisinden gelebilir. Aynı namazı kıldığınız halde namazın içerisinde bir çelme yiyebilirsiniz. Bütün bunlar karşısında duygu ve düşünce açısından sarsılmamak için Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak lazım. (05:36)

*İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Uhud’da başını yaran, dişini kıran ve yüzünden kanlar akıtan insanlar hakkında “Allahım bu etrafımdakilere hidayet eyle; beni bilmiyorlar, bilselerdi yapmazlardı bunu!” diyor. Kime ittiba etmişsiniz, kimin arkasındasınız, kimin sözü sizin için aydınlatıcı, ışık tutucu, rehnüma, yanıltmayan sözdür. Bence onun arkasında durmak lazım. (06:40)

*İhtimal bizim bu dostlarımız, genelde ruh haletimizi bilemeyerek, bu türlü olumsuz şeylere kendilerini saldılar. “Allahım bizim ahvâlimizi, efkârımızı, a’mâlimizi ıslah buyurduğun/buyuracağın gibi, onların da ahvâlini, efkârını, ef’âlini ıslah buyur, Sana yönlendir gönülleri!” deme babayiğitliğini göstermek lazım; başka türlü davranmak düşmez bize. (09:04)

*Uhud Muharebesi öncesinde Hazreti Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) savaş stratejisi konusunda ashabını toplayıp istişare etmişti. Şahsî fikrine göre, şehir dışına çıkmak yerine Medine’de kalarak savunma harbi yapılmalıydı. Şehrin dışına çıkıp meydan muharebesi yapma taraftarları fazla olunca onların fikrine uyup Uhud’a çıktı. Okçular tepesinde nöbet bekleyenlerin içtihat hatalarının da tesiriyle harb yetmiş küsur sahabenin şehit olmasıyla neticelendi. Hemen bu savaş akabinde nazil olan ve her şeye rağmen meşvereti emreden Âl-i İmran Sûresi’nin 159. ayet-i kerimesi atf-ı cürümlere girmeme adına inananlara bir üslup öğretmektedir:

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

“İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi, yalnız Allah’a tevekkül et. Allah muhakkak ki kendisine dayanıp güvenenleri sever” (Al-i İmran, 3/159) (10:50)

*Mıncıklayacaklar, çuvaldız saplayacaklar, önünüzü kesecekler, gittiğiniz yere gitmenizi istemeyecekler; bazen küfür kaynaklı olacak, bazen haset kaynaklı olacak, bazen hazımsızlık kaynaklı olacak. Bunlar insan ruhunda öyle marazlardır ki, dimağa musallat olmuş öyle virüslerdir ki, nöronları sarmış öyle rahatsızlıklardır ki, tımarhanelerde dahi tedavisi kâbil değildir. Gelin siz de -Allah aşkına- delice hareket eden bu insanlara küsmeyin, gönül koymayın, hatta Allah’a havale etme gibi şeylere bile gitmeyin. (15:05)

*“Kadı ola davacı ve muhzır dahi şahit / Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet?” (Ziya Paşa) (16:34)

*Değil çuvaldızlara karşı, mızraklara karşı bile iğne kullanmamaya karar vermeliyiz. İğne kullanmama kararlılığı içinde olmalıyız. İncinsek de incitmemeliyiz, kırılsak da kırmamalıyız. Yollarımız daraltılsa da biz başkalarına karşı yol daraltmasına kalkmamalıyız. (17:50)

*Sana çuvaldız batırmıyorlarsa, “Onlara iğneyle mukabelede bulunmadım!” demenin bir kıymeti yok. Esas, incitene karşı, rencide edene karşı, oturup kalkıp sizin için kötülük planlayana karşı, yalan diyene karşı ‘yalan’ deme nezaketsizliğine girmeyecek kadar civanmertçe davranmak lazım. (19:25)

*Allah Teâlâ, Hazreti Musa ve Hazreti Harun’u (aleyhimesselam), Firavun’a gönderirken, “Yumuşak sözle ona hitapta bulunun, yumuşak bir halle davranın, yumuşak bir düşünceyle karşısına çıkın, incitmeyen sözlerle diyeceğinizi ona deyin” (Tâ hâ, 20/44)  buyuruyor. Sizin karşınızdaki insanlar Nemrut değil, Firavun değil, Sezar değil, İskender değil, Napolyon değil, deli teke Hitler değil… Hele başları yerde secde eden insanlarsa, onlara karşı bize düşen şey hep saygılı olmak, hep takdir etmek, hep tebcille yâd etmek ve Cennetü’l-Firdevs’e beraber girme dilek ve temennisinde bulunmaktır. (22:50)

*İnsan her zaman Allah’a müteveccih olmalı. Hiçbir problemin olmadığı dönemlerde bile ıztırar halindeymiş gibi Allah’a dua etmeli. Çünkü, yüsr (rahatlık ve kolaylık) zamanında Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ederseniz, bir gün başınıza zorluk diyeceğimiz usr geldiğinde, Allah onu da yüsre çevirir. (25:15)

*Başımı yere koyduğumda, secdelerimde, hep hâcet duasını okudum bu üzerimize gelen şiddetli fırtınalar karşısında. Bizim emeğimiz bunun içinde onda birdir, belki de hiç yoktur. Şimdiye kadar bu meseleye emek veren ne kahramanlar, bir asırdan beri adeta baldıran zehiri yudumlayarak bu meseleyi götüren, zindanlarda ömür tüketen insanlar, dünyada zevk sefa yüzü görmeyen insanlar, memleket memleket sürgüne gönderilen insanlar, hapishanelerde tecride maruz kalan insanlar, defaatle zehirlenen insanlar, “bu da vatan evladıdır” denmeyen insanlar… Bu işin içinde bütün bu insanların emeği vardır.. ve bu emekle meydana gelen şey hep sizin omuzunuzda bir emanettir. “Allahım bu bir emanettir, bize ait de değildir, bize muvakkaten yüklediler bunu. Senin emn u emânın bu işin eskortudur; o olmazsa biz bunu götüremeyiz, bunu Sana teslim ediyoruz Allahım!” (28:30)

*Dünya zevki adına bir şey bilmiyorum ben. Yeryüzünde bir dikili taşım olmadı. Dünyayı bana teklif edenlere karşı, anneme-babama karşı, dünyayı bana teklif ettikleri zaman.. canım hocam Yaşar Hocam, boynuma sarıldı ağladı, “Beni sen de dinlemezsen kim dinler?” dedi; teklif ettikleri dönemde, ben en sevdiklerime karşı, “Çok ciddi hizmetlerin insan beklediği dönemde benim ayağıma zincir mi vurmak istiyorsunuz? Başka şey düşünmek istemiyorum, Sadece O, Sadece O!..” dedim. Yalnız O’nu konuş, yalnız O’nu söyle, yalnız O’nu düşün, yalnız O’nu vird-i zeban et, yalnız O’nun için düşersen düş, yalnız O’nun için kalkarsan kalk, yalnız O’nu mırıldan. (30:15)

*Yeminle söylüyorum size; bu meselenin onda birine zarar vermektense, bir günde on defa ölmeye razıyım; on defa Azrail gelsin, öldürsün beni; bir daha dirileyim, bir daha öldürsün.. yemin edebilirim bu mevzuda; çünkü dünya ile zerre kadar alakam olmadı. Bazı miyoplar, mâlikanelerde yaşıyor diyebilirler. Ne yapalım şaşı baktığından dolayı yanlış görebilir. İbrahim Hakkı Hazretleri “Ağvere olma yakın ki sana eğri bakar” diyor. Ağver Allah’a da eğri bakar, peygambere de eğri bakar, dine de eğri bakar; sadece kendisine doğru bakar, o da kendini doğru görür mü görmez mi?!. (31:45)

*Sabredilen konular itibarıyla sabır çeşit çeşittir; ibadetlere devam hususunda sabır, günahlara girmeme mevzuunda sabır ve musibetlere karşı sabır en çok bilinen sabır çeşitleridir. (34:05)

*Zaman isteyen ve bir vakte bağlı cereyan eden işlerde, “zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır” söz konusudur. (37.37)

*Sürekli öteler iştiyakıyla nefes alıp veren Hak dostlarının, vazifelerini tamamlayana kadar dünya hayatına katlanmaları ve gönüllerindeki vuslat arzusunu mesuliyet duygusuyla bastırmaları ancak seçkin kullara özel bir sabırdır. “Vuslata karşı sabır” da diyebileceğimiz mukarrebine has bu sabır çeşidi, Hak dostlarının can ü gönülden cemâl-i İlahiyi arzu etmelerine rağmen dine hizmeti kendi nefislerine tercih ederek burada kalıp vazifeye devam etmeleri, her ânı “Ne zaman Allahım, vuslat ne zaman?!.” mülahazalarıyla geçirdikleri halde O’nun takdirine rıza göstererek ölümü değil O’nun hoşnutluğunu istemeleri ve dava düşüncesiyle dünyaya bir süre daha katlanmalarıdır. (39.55)

*HÂCET NAMAZI: (42:35)

Cenâb-ı Allah’a arz edilen ihtiyaçlar, el açanların himmet hislerine göre farklılaşır. Kimileri, hayırlı eş, salih çocuk, geniş ev, bol rızık gibi isteklerinden dolayı hâcet namazı kılarlar; adanmış ruhlar ise, gece gündüz i’lâ-yı kelimetullah hesabına yalvarıp yakarırlar. Bir ihtiyacı, sıkıntısı, derdi ve isteği olan kimse dört rekât namaz kılar, Cenâb-ı Allah’ı sena eder, Peygamber Efendimiz’e (aleyhissalâtü vesselâm), Enbiya-ı İzâm’a, Melâike-i Kiram’a ve selef-i salihîne salat ü selâm getirir, ümmet-i Muhammed’e dua eder, sonra şöyle yakarışa geçer ve ardından da ihtiyacını zikreder:

لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ سُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ أَسْأَلُكَ مُوجِبَاتِ رَحْمَتِكَ وَعَزَائِمَ مَغْفِرَتِكَ وَالْعِصْمَةَ مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ وَالْغَنِيمَةَ مِنْ كُلِّ بِرٍّ وَالسَّلَامَةَ مِنْ كُلِّ إِثْمٍ لَا تَدَعْ لِي ذَنْبًا إِلَّا غَفَرْتَهُ وَلَا هَمًّا إِلَّا فَرَّجْتَهُ وَلَا حَاجَةً هِيَ لَكَ رِضًا إِلَّا قَضَيْتَهَا يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ

اَللّهُمَّ أَنْتَ تَحْكُمُ بَيْنَ عِبَادِكَ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ لاَ إِلهَ إِلاَّ اللَّهُ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ لاَ إِلهَ إِلاَّ اللَّهُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ سـُبْحَانَ رَبِّ السَّـموَاتِ السَّـبْعِ وَرَبِّ الْعَـرْشِ الْعَظِيمِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

اَللّهُمَّ كَاشِـفَ الْغَمِّ مُفَرِّجَ الْهَمِّ مُجِيبَ دَعْوَةِ الْمُضْطَرِّينَ إِذَا دَعَوْكَ رَحْمانَ الدُّنْيَا وَاْلاخِرَةِ وَرَحِيمَهُمَا فَارْحَمْنِي فِي حَاجَتِي هذِهِ بِقَضَائِهَا وَنَجَاحِهَا رَحْمَةً تُغْنِينِي بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ

“Halîm ü Kerîm Allah’tan başka ilah yoktur. Arş-ı Azîm’in Rabbi Allah’ı tesbih ederim. Hamd alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Rabbim, Senden, rahmetinin gereklerini, merhametini celbedecek şeyleri, gerçekleşmesi muhakkak olan mağfiretini, günahtan korunmayı, her türlü iyiliği kazanmayı, her türlü günahtan da selâmette olmayı istiyorum. Bende bağışlamadığın hiçbir günah, gidermediğin hiçbir keder, Senin rızana muvafık olup da karşılamadığın hiçbir ihtiyaç bırakma ya Erhamerrahimîn.

Allah’ım, Sen kullarının ihtilaf ettikleri şeylerde hüküm verirsin. Yüce ve Azim Allah’tan başka ilah yoktur. Halîm ve Kerîm Allah yegâne ilahtır. Yedi semanın ve Arş-ı Azîm’in Rabbi Allah’ı tesbih ederim. Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.

Ey kederleri gideren, tasaları kaldıran, Sana dua ettiklerinde çaresizlerin duasına icabet eden Allahım, ey dünya ve ahiretin Rahman ve Rahîm’i! Şu ihtiyacımın giderilmesi ve tamamlanması hususunda beni başkalarının merhametinden müstağni kılacak bir şekilde bana merhamet et.”

Ayrıca; onulmaz gibi görünen bir derdi, bir hastalığı olan kimse de abdest alır, iki rekât namaz kılar; hamd ü sena, salat ü selam ve ümmete dua ettikten sonra şu tevessülün akabinde ihtiyacını dile getirir:

اَللّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ وَأَتَوَجَّهُ إِلَيْكَ بِنَبِيّـِكَ مُحَمَّدٍ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ، يَا مُحَمَّدُ إِنِّي أَتَوَجَّهُ بِكَ إِلَى رَبِّي فِي حَاجَتِي هَذِهِ لِتُقْضَى لِي، اَللّهُمَّ فَشَفّـِعْهُ فِيَّ.

“Allah’ım Sen’den diliyor ve dileniyorum, Rahmet Peygamberi Hazreti Muhammed’i vesile edinerek Sana teveccüh ediyorum. Ey şanı yüce Rasûl (aleyhissalâtu vesselâm) şu hâcetimin yerine getirilmesi için Seni vesile yaparak Rabbime yöneliyorum. Allah’ım peygamberimizi hakkımda şefaatçi eyle.”

Din Adına İşlenen Cinayetlerin Vebali

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Bir kısım örgütlerin, güya din adına işledikleri cinayetler, canlı bomba saldırıları ve benzeri hâdiseler sadece dış mihraklarla ve haricî yönlendirmelerle izah edilebilir mi? Bu tür hâdiselerin bugün Müslüman coğrafyasında da zemin bulmasının sebepleri nelerdir?

Cevap: Müslüman görünen bazı kimselerin, bomba yüklü araçlarla hiçbir şeyden haberi olmayan masum insanları katletmelerinin, hele aynı şekilde mabedlere saldırıda bulunmalarının ne Kur’ân’la, ne Sünnet’le, ne de Müslümanlıkla telif edilmesi mümkün değildir. Ama maalesef günümüzde inanan gönülleri dilhun eden, bizi mahcup duruma düşüren böyle bir tablo vardır. Dış mihrakların bu mevzuda sinsi ve organizeli yönlendirmeleri olmakla beraber, İslâm’ın yanlış anlaşılması ve yanlış yorumlanmasından da kaynaklanan bu tür terör hâdiseleri, denilebilir ki, Haçlıların üzerimize gelmesinden, Moğolların İslâm dünyasını herc ü merc etmesinden daha kötüdür ve İslâm âlemine verdiği zarar daha büyüktür. Çünkü bu tür zulüm ve cinayetler, Müslümanlığın yüzüne zift sıkılması demektir.

Yanlış Anlaşılan Şecaat ve Cesaret

Kanaat-i âcizanemce bu tür hâdiselere sebebiyet veren yanlış anlama ve yanlış yorumlamaların en başta geleni, hikmetin çok engin derinliklerini teşkil eden şecaat ve cesaretin günümüzde yanlış anlaşılmasıdır. Elbette ki inanan bir gönülde, şecaat ve cesaret olması gerekir; fakat bu ikisinin yanında mü’minde hikmet ve basiret de olmalı; muhataplarda emniyet ve güven duygusunu temin edecek bir duruş sergilenmeli, hangi şartlarda olursa olsun dinin temel disiplinlerine bağlı hareket edilmeli ve meşru hedeflere ancak meşru yollarla gidilmesi gerektiği asla unutulmamalıdır. Farklı bir tabirle gerçek şecaat ve cesaret; bir Müslüman’ın kendi değerlerini müdafaa etme adına dik bir duruş sergilemesi, hak bildiği meselelerde her zaman sabitkadem bulunması; bu istikamette kolu kanadı budansa da, maruz kalacağı her türlü sıkıntıya katlanması demektir.

Bu açıdan Saadet Asrı’na baktığımızda, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun yanında yer alanların, Mekke-i Mükerreme’de on üç sene boyunca bir insanın tahammül etmesi mümkün olmayan nice hâdiseye katlandığını görüyoruz. Öyle ki sahabe-i kiram efendilerimiz çoğu zaman gözleri dolu dolu bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ın kudret-i namütenahisine, diğer yandan da O’nun insanlığı kurtarmak için gönderdiği Habib-i Edib’ine ve O’na inanan insanlara yapılanlara bakmış sonra da hikmetini tam olarak idrak edemedikleri bu tablo karşısında hayret ve dehşetlerini ifade etme adına

مَا اَحْلَمَكَ يَا رَبَّنَا

“Ne kadar halimsin ey Rabbimiz!” demişlerdir. Bildiğiniz üzere, İnsanlığın İftihar Tablosu, Kâbe’nin karşısında başını yere koyup secdeye kapandığında, inkâr ve cehalete kilitlenenler O’nun başına deve işkembesi koymuşlardır. (Bkz.: Buhârrî, vudû’ 69; Müslim, cihâd 107) Başlarına taş yağası bu zalimler, kaç defa onu taşa tutmuşlardır. (Bkz.: Buhârî, bed’ül’l-halk 7; Müslim, cihâd 111) Fakat O (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiçbir zaman “Sizin başınıza da taş yağsın!” dememiştir. Aksine kendisine taş atan, dişini kıran, yanağını yaralayan, başını kanlar içinde bırakan insanlar karşısında bile ellerini kaldırmış ve

اَللّٰهُمَّ اهْدِ قَوْمِي فَإِنَّهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ

“Allahım, kavmimi hidayet buyur. Çünkü onlar bilmiyorlar!” (Kadı Iyaz, eş-Şifâ, 1/105) demiştir. Onun bu sözüne hâşiye düşülecek olursa şöyle denilebilir: Şayet onlar Beni, misyonumu, kendileri için nasıl ölüp ölüp dirildiğimi bilselerdi böyle yapmazlardı. Zira Kur’ân-ı Kerim, inanmayanların tutup gittikleri yanlış yol karşısında Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hâlini şöyle ifade etmektedir:

فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا

“Demek bu söze (Kur’ân’a) inanmıyorlar diye onların peşine düşüp kendini helâk edeceksin!” (Kehf Sûresi, 18/6)

Evet, gönülleri fetheden, kalbleri yumuşatan, herkesi gerçek insanlığa yönlendiren ve insanı, özündeki insanlıkla buluşturan İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine düşmanlık eden insanlara karşı öfkeye öfkeyle mukabelede bulunmamış ve hele günümüzdeki bu şenaat ve denaetlerin hiçbirisine asla başvurmamıştır. Kendisine on beş sene düşmanlık yapmış olan Ebû Cehil için bile, “Allah seni yerin dibine batırsın.” dememiştir. Demediğinden dolayı da Ebû Cehil’in kızı Cüveyriye ve oğlu İkrime gün gelmiş, Müslüman olmuş; Müslüman olduktan sonra da baş döndüren bir hayat ortaya koymuşlardır. Yermük’te Romalılara karşı savaşan Hz. İkrime, ağır yaralı olarak çadıra taşındığında birden doğrulmuş ve “Yâ Resûlallah! Sen mi teşrif ettin?” demiştir. Hâlbuki bu hâdise olduğunda İnsanlığın İftihar Tablosu’yla tanışmasından henüz iki sene geçmişti. İşin doğrusu, Ebû Cehil’in oğlu Hz. İkrime’nin (radıyallahu anh) bu kadar kısa süre içerisinde böylesine dikey yükselmesini şahsen ben izah etmekte zorlanıyorum. Evet, izah etmekte zorlanıyorum, bu kadar kısa zaman içinde böyle bir mârifet ufkuna nasıl ulaştı, içe doğru nasıl bu ölçüde derinleşebildi? Eğer İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm), düşmanlarına bile hilm ve hikmetle muamele etmeseydi bütün bunlar mümkün olabilir miydi?

Esasen Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke’deki o sıkıntılı dönemde, küçük bir parmak işaretinde bulunsaydı, Mekke’deki o ilk cesur ve kahraman Müslümanlar pes etmeden kanlarının son damlasına kadar savaşırlardı. Fakat zincire vurulmuş ve çok ağır işkenceler görmüş olmalarına rağmen onlar sabır yolunu tercih etmiş, güvenilirliklerini zedeleyecek ferdî, fevrî, hissî hiçbir davranışta bulunmamış ve hele bu tür canavarlıklara asla başvurmamışlardır. Zira Şefkat Peygamberinin yolu, insanların ebedî saadetine vesile olmak için kalbleri fetih ve kafaları ikna yoludur; bu da hikmetle, merhametle, mülâyemetle muameleyi gerektirir. Evet, bir kere daha ifade edecek olursak, öyle canavarca bir hareket tarzını, Kur’ân’la, Sünnet’le, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun üslûbuyla, stratejisiyle, düşünce tarzıyla telif etmek mümkün değildir.

Nefret Ekip Muhabbet Biçemezsiniz

Saadet Asrı’ndan misalleri çoğaltabilirsiniz. Mesela Kudüs fethedildiğinde Hz. Ömer Efendimiz, şehrin anahtarlarını almak üzere yanındaki hizmetçisiyle birlikte Medine’den yola çıkıyor. Yolda üzerindeki elbiseler yırtılınca yanında taşıdığı iğne ve iplikle onları dikiyor. Hazineye ait iki hayvanı kullanmaya hakkı olmadığı mülâhazasıyla tek bir hayvan alıyor ve hizmetçisiyle birlikte bu hayvana nöbetleşe biniyorlar. Tam Kudüs’e yaklaştıklarında binme sırası hizmetçisine geliyor. Binmesi için Hz. Ömer Efendimiz’e ısrar edilmesine rağmen o, bu teklifi kabul etmiyor ve hizmetçisini deveye bindiriyor. Yahudi ve Hıristiyan ruhanî reisler şehrin girişinde gelip onu karşılıyor, “Burayı fethedecek insanın bu evsafta olduğunu biz zaten kitaplarımızda görmüştük.” diyerek ona tazim ve tekrimde bulunuyorlar ve şehrin anahtarlarını kendisine Kudüs Patriği Sophronios teslim ediyor. Namaz vakti geldiğinde Hz. Ömer, namaz kılması gerektiğini söylüyor. Onlar da “Ey Mü’minlerin Emiri! Mabedimizin bir köşesinde namazınızı kılabilirsiniz.” diyorlar. Fakat Hz. Ömer, “Şayet Mü’minlerin Emiri burada bir yerde namaz kılarsa, arkadan gelenler teberrüken orayı bir mescid hâline getirirler. Bu da sizin hukukunuza tecavüz olur.” diyerek dışarıya çıkıyor ve kayaların üzerinde namazını eda ediyor. Şimdi bir, Hz. Ömer Efendimiz’in diğer dinlerin mabedlerine olan saygısına, incelik, hassasiyet ve basiretine bakın; bir de, güya İslâm adına yapılan bugünkü çirkin saldırılara!

Mevzumuza ışık tutacak başka bir misal: Hz. Ali Efendimiz döneminde fitneler aynen günümüzde olduğu gibi kabardıkça kabarmış, köpürdükçe köpürmüştür. O dönemde Hz. Ali’ye karşı çıkan Hariciler Harura’da toplandıklarında birisi Hz. Ali’ye gelerek, “Yâ İmam! Hariciler falan yerde ordularıyla toplanmışlar, senin üzerine gelecekler. İyisi mi onlar senin üzerine gelmeden, sen onların üzerine git ve onları bütünüyle yok et.” demiştir. Hayber’in kapısını koparan Şah-ı Merdan, kılıcını çektiği zaman bir kılıç darbesiyle birkaç kelleyi birden alan Haydar-ı Kerrar, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun velâyetin serkârı yaptığı o büyük imam, “Ne malûm onların bizim üzerimize geleceği?” diyerek kendisine yakışanı söylemiştir. Görebiliyor muyuz bu yaklaşımdaki inceliği! Bence esas şâh-ı merdanlık, Hayber’in kapısını koparmada, Amr İbn Abdivüdd’ü bir kılıç darbesiyle ikiye biçmede değil, enaniyetin “ben, ben” diye Ramazan davulu gibi ses çıkarma ihtimalinin olduğu bir zamanda bu şekilde kendini kontrol altına alıp iradesinin hakkını vermede aranmalıdır. Evet, bence esas yiğitlik, gerçek şecaat ve cesaret, böyle kritik bir zamanda, “Ne malum bize hücum edecekleri?” sözünü söyleyebilmektir. Hazreti İmam Hümam Ebû Hanife Hazretleri de onun bu mülahazasını esas alarak, nereye yürüyecekleri kesin olarak bilinmediği sürece bir yerde toplanmış bir grubun üzerine yürümenin caiz olmayacağı görüşünü benimsemiştir. (Bkz.: el-Merginânî, el-Hidâye 2/170-171; el-Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâî’ 7/140-142)

Zaten önemli olan stratejik hareket ederek az zayiatla problemleri çözmeye çalışmak değil midir? Mekke’nin fethine bakıldığında, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) kan dökülmemesi, düşmanlıkların katlanmaması ve problemlerin yumuşakça çözülmesi adına gerekli olan her türlü tedbiri aldığı görülecektir. Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), küçük bir iki hâdise istisna edilecek olursa, neredeyse halkının tamamı müşrik olan Mekke’ye kan dökmeden, zayiat vermeden girmiştir. Mekke’ye girdikten sonra da, “Size nasıl muamelede bulunmamı beklersiniz?” diye sorduğunda, çocukluğundan itibaren kendisini çok iyi tanıyan müşrikler, “Sen kerim oğlu kerimsin.” demişlerdir. Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Öyleyse gidin, hür ve serbestsiniz. Size bugün kınama yoktur.” buyurmuştur. (Bkz. İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/74) O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ağzından çıkan bu sözler tıpkı Cibril’in solukları gibi ruhlarda öyle bir makes bulmuştur ki, müşrik olan Mekke halkı nasıl yanlış bir yolda olduklarını anlamış ve bir iki gün sonra gelip Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafında bir hâle hâlini almışlardır. Evet, yıllarca Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) düşmanlık yapmış olan bu en mütemerrit insanlar bile yumuşamış ve Müslüman olmuşlardır. Yumuşak ve iyi muamele onları İslâm’ın iyilik atmosferine çekmiştir. Ne ekerseniz onu biçersiniz. İnsan hep iyi şeyler hasat etmek istiyorsa, o zaman çevresine sürekli iyilik ve güzellik tohumları ekmelidir. (Devam edecek)

 

Her Hatanın Başı Dünya Sevgisi

Herkul | | HERKULDEN BIR DEMET HADIS

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

عَنْ جُنْدُبِ بْنِ عَبْدِ اللهِ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ

قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

حُبُّ الدُّنْيَا رَأْسُ كُلُّ خَطِيئَةٍ

* * *

Hz. Cündüb b. Abdullah (radıyallahü anh),

Alemlere rahmet Allah Rasülü (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’in

şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Dünya sevgisi her hatanın başıdır!”

(İbn-i Receb el-Hanbelî, Câmiul-Ulûm vel-Hıkem; Beyhakî, Şuabül-İman; Ali el-Muttakî, Kenzül-Ummâl)

 

Her Hatanın Başı

Dünya Sevgisi

Dinimizin iki rüknü Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde pek çok yerde geçtiği üzere bir mü’minin gayesi İslam’ı en güzel şekilde taşayarak temsil ve tebliğ edebilmektir. Buradan hareketle hakiki mü’minin dünya ile alakası her yerde izzet-i İslamiye’yi göstermek ve ışıksız kalan ruhlara Kur’ân’ın ebedi nurlarını göstermektir.

Allah Teâlâ Kasas Suresi’nde bizleri dünya sevgisine kapılma tehlikesine karşı şöyle buyurarak uyarmaktadır:

وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللهُ الدَّارَ الآخِرَةَ وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا

وَأَحْسِنْ كَمَا أَحْسَنَ اللهُ إِلَيْكَ

“Allah’ın sana ihsan ettiği nimetlerle ebedî âhiret yurdunu mâmur etmeye gayret göster! Dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın sana ihsanda bulunduğu gibi sen de insanlara iyilik et. (Kasas Suresi, 38/77)

Ayet-i kerimede bütün benliğimizle ahirete yönelmemiz, Allah’ın bize bahşettiği maddi ve manevi nimetleri yine O’nun yolunda kullanıp infak etmemiz,  dünyaya ise yalnızca ihtiyaç ölçüsünde yönelmemiz istenmektedir.

Bu konuda tam bir ikaz mahiyetindeki diğer bir ayet-i kerime ise şöyledir:

قُلْ إِنْ كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَاؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُمْ مِنَ اللهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُوا حَتَّى يَأْتِيَ اللهُ بِأَمْرِهِ وَاللَّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ

“(Ey Habibim!) De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız,  kardeşleriniz, eşleriniz, hısım ve akrabanız, ter dökerek kazandığınız mallar, kesâda, zarara uğramasından endişe ettiğiniz ticaret, hoşunuza giden evler, konaklar, size Allah’tan ve O’nun Rasülünden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ve önemli ise o halde Allah emrini gönderinceye kadar bekleyin! Allah öyle fâsıklar güruhunu hidâyet etmez, umduklarına eriştirmez.” (Tevbe Suresi, 9/24)

Hakiki müslüman çok zengin de olabilir fakat dünya sevgisi onun kalbinde yer almaz ve onu Allah yolunda hizmet etmekten alıkoymaz. Aksine hakiki müslüman, sahip olduklarını Allah’a yakınlığa vesile olacak şekilde yani dünya ile ahireti peyleyecek, kazanacak şekilde değerlendirir. Onun gözünde dünya, Esmâ-i Hüsnâ’nın bir yansıması ve ahiretin de bir tarlasıdır. Gerçek mü’min, dünyayı dünyaya bakan cihetiyle terketmiştir.

Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) bir hadis-i şeriflerinde “Benim dünya ile ne alakam olabilir ki! Benim durumum ancak bir süvarinin durumu gibidir ki bir ağacın altında bir müddet dinlenir ve sonra da yoluna devam eder.” (Sünen-i Tirmizî, Sünen-i İbn-i Mâce) diyerek dünya ve onun içindeki mü’minin mahiyetini bizlere mükemmel bir örnekle göstermiştir.

Dünya ve yaşama sevgisi gibi tehlikelere karşı Allah Rasülü (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz bizleri muhtelif şekillerde defalarca uyarmıştır. Bu, incilerden bazıları şöyledir:

“Himmeti dünya olan kimseyi Allah kendi başına bırakır ve ona geçim darlığı verir. Dünya ona ancak yazıldığı kadarıyla gelir. Allah, niyeti ahiret olan kimsenin ise işlerini derli-toplu kılar ve ona gönül zenginliği verir. Dünya da bu kimseye koşarak gelir.” (Sünen-i Tirmizî, Sünen-i İbn-i Mâce)

İnsan yaşlansa da kalbinde baki kalacak olan iki şey dünya sevgisi ve tul-i emel (bitip tükenmek bilmeyen nefsanî istekler)dir. (Sahih-i Buhari)

“Eğer Allah katında dünyanın sinek kanadı kadar değeri olsaydı, kafirlere bir yudum su dahi içirmezdi.” (Müsnedüş-Şihâb, Kenzül-Ummâl)

Müsned-i Bezzâr’da geçtiğine göre ise dünya sevgisi, müslümanları Allah yolunda mücahede, emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i anil-münkerden alıkoyacak olan şeydir. Dünya sevgisi ve ölümü kerih görme, müslümanları kafirlerin gözünde güçsüz ve değersiz göstereceği de hadislerde bildirilmiştir. (Sünen-i Ebi Davud)

Hz. Ömer (radıyallahü anh) “Eğer isteseydik güzel yemekler yiyebilirdik. Leziz yiyecekli sofralar önümüzde inip kalkardı. Fakat;

أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَا

“Dünya hayatınızda bütün güzel şeyleri harcadınız, onların zevkini sürdünüz.” (Ahkaf Suresi, 46/20) ayet-i kerimesi bizleri uyardığı için böyle yapmıyoruz.” demiştir. (el-Bahrul-Muhit Tefsiri)

Bizlere düşen de uhrevî saadet ve mutluluğumuz adına böyle davranmaktır. Hatta bazı Allah dostları yapılan hizmetlerden zevk duymayı dahi ahirete ait sevapların burada yenip tüketilmesi olabileceği endişesiyle çok dikkatli olunmasını istemişlerdir.

Allah dostlarının büyüklerinden Kabul edilen Hasan Basri Hazretleri de “Dünyayı seven ve ondan razı olan kimsenin kalbinden ahiret sevgisi çıkar.” demiştir. (Ebu Nuaym, Hilye)

Burada bahsimizi, Yunus Emre’nin mevzuya çok güzel bir örnek teşkil eden şu şiiriyle bitirelim:

Aciz kaldım zalim nefsin elinden,

Şu dünyanın lezzetine doyamaz.

Aynını (gözünü) almıştır gaflet gömleği,

Ömrünün gelip geçtiğini bilemez.

İlahi! Gaflet gömleği giyene,

Müslüman der misin nefse uyana?

Kazanıp kazanıp verir ziyana,

Hak yoluna bir puluna kıyamaz.

İlahî! Gafletten uyar gözümü,

Dergahında kara etme yüzümü.

Yunus eder, gelin tutun sözümü,

Dünya seven, ahireti bulamaz.

اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ

وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينْ

وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ

 وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

Öldürücü Virüsler ve İnsan Kazanmak

Herkul | | BAMTELI

*İnsanın kendi konumunu belirlemesi ve Hak karşısında ona göre bir duruşa geçmesi çok önemlidir. Kendi konumunu belirleyememiş olanlar için iktidar, servet ve makam gibi nimetler yanıltıcı birer unsura ve öldürücü birer virüse dönüşebilir. (00:30)

*Bazen insanın güçlü olması onu yanıltabilir. Cenâb-ı Hakk’ın kudretini ifade eden isimlerinden biri her şeye gücü yeten manasına “Kâdir”, bir diğeri ise kâdir kelimesinin mübalağalı şekli olup çok güçlü, istediğini istediği gibi eksiksiz, kusursuz ve tam yapan, nâmütenahi kudret sahibi manasına “Kadîr”dir. Cenâb-ı Hak bir iktidar verdiği zaman bazen insan o konuda yanılabilir ve hafizanallah Zât-ı Ulûhiyete ait hususiyetleri hiç farkına varmadan -doğrudan doğruya olmasa bile dolaylı yoldan- sahiplenebilir. (01:07)

*Bir kudsî hadîste, Cenâb-ı Hak,

اَلْكِبْرِيَاءُ رِدَائِي وَالْعَظَمَةُ إِزَارِي فَمَنْ نَازَعَنِي وَاحِدًا مِنْهُمَا قَذَفْتُهُ فِي النَّارِ

“Kibriya, benim ridâm, azamet ise benim izârımdır. Kim benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu Cehennem’e atarım.” buyurmaktadır. Demek ki, kendini büyük görüp kibirlenen bir insan, bu ilâhî sıfatlarda Allah’a şerik olmaya kalkışmış sayıldığından Cenâb-ı Hak, böyle bir insanı derdest edip Cehennem’e atacağı ikaz ve uyarısında bulunmaktadır. (02:33)

*Farkına varmadan büyüklük çağlayanına kendini salan insanlar çok defa hem kendilerini mahvetmişler hem de çok insanın kanına girmişlerdir. Sezar, Roma mefkûresini kendi heva ve hevesine çiğnetmiş; Napolyon, Büyük Fransa idealini hırslarının ağına hapsetmiş ve öldürmüş; Hitler, Büyük Almanya gaye-i hayalini maceralı çılgınlıklarıyla yiyip bitirmiştir. Gönlünü Kur’an’a vermiş, adanmışlık mülahazası içinde meseleyi götüren insanlar kibre karşı hep mesafeli durmalılar; akıllarına azıcık “Ben bir şeyim!..” diye geldiği zaman günah-ı kebâir işlemiş gibi tevbe etmeliler. (05:00)

*Bir taraftan kendini büyük görmeye sebebiyet vermesi bir taraftan da insandaki hırs duygusunu beslemesi ve “kazanma.. kazanma.. ille de kazanma..” düşüncesini büyütmesi açısından servet ve imkan da bazen öldürücü bir virüse dönüşebilir. (08:33)

*Bin kazandığımız zaman, şayet içinde bir tane haram varsa, onun içine bir tane haksızlık girmişse, geri kalan dokuz yüz doksan dokuzu da kirletmiş oluruz ve Allah hepsinin hesabını sorar. Zaten, hadis-i şerifin ifadesiyle, zekatı verilmemiş bir mal bütünüyle kirlidir. (09:22)

*“Derken Kârun, ihtişam ve debdebe ile kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar, ‘Keşke Kârun’a verilenin benzeri bize de verilseydi, doğrusu o çok şanslı’ dediler.” (Kasas Sûresi, 28/79) âyetinin ifadelerine göre Kârun, hayatı itibarıyla büyük bir kibir, çalım, gösteriş ve debdebe içindeydi. O servet ve imkanın altında kalıp ezildiği gibi başkalarına da kötü örnek oluyordu. Bugün de bulunduğu konumu şahsî çıkarları hesabına değerlendirmeye kalkışanlar, aynı zamanda başkalarına kötü örnek olduklarından onların veballerini de yüklenmiş sayılırlar. (10:20)

*Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) kavminden olan Kârun’a, hazinelerinin anahtarlarını bile güçlü, kuvvetli bir topluluğun zorla taşıdığı büyüklükte bir servet vermiş, fakat o, bu serveti kendi becerisiyle kazandığını iddia etmişti. Hakk’ın kendisine yaptığı iyilik ve ihsanlara bir şükür ve teşekkür ifadesi olarak insanlara iyilik yapacağı yerde, iyiliğin arkasındaki iyilik sahibini unutmuş, kendini bencilliğin gayyalarına salıvermiş ve sahip olduğu servet u sâmânla şımarmış, böbürlenmiş, ferîh fahûr yaşamaya ve ifsada başlamıştı. Tabiî Cenâb-ı Allah da yaptıklarının karşılığı olarak onu bütün varlığıyla beraber yerle bir etmişti. Böylece Kârun, ulü’l-azm bir peygambere yakınlığın hakkını veremeyip kazanma kuşağında kaybeden ibret vesilesi, tâli’siz bir servet sahibi olarak tarih defterinin yaprakları arasında yerini almıştı. Evet, Karun, kendisine lütfedilen nimetler karşısında tavır ayarlaması yapamaması, inkâra sapması yüzünden neticede sahip olduğu her şeyle beraber yerin dibine geçirilmekle cezalandırıldı ki Kur’ân bunu şöyle resmeder:

فَخَسَفْنَا بِه وَبِدَارِهِ الْأَرْضَ فَمَا كَانَ لَهُ مِنْ فِئَةٍ يَنْصُرُونَهُ مِنْ دُونِ اللهِ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُنْتَصِرينَ

“Nihayet Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Zaten onun ne Allah’a karşı kendisine yardım edecek avenesi vardı ne de kendini savunup kurtulabilecek durumdaydı.” (Kasas Sûresi, 28/81) (13:04)

*Bir hadis-i şerifte “Dünya bir cîfedir (leştir, pisliktir); onun talipleri ise köpeklerdir!” buyurulmaktadır. Bir başka hadis-i şerifte ise, “Dünya sevgisi bütün hataların başıdır!” denmektedir. (15:04)

*Rahata düşkünlük de bünyeye musallat olmuş öldürücü bir virüstür. Tenperverlik kanserden daha tehlikeli bir hastalıktır. (16:05)

*İktidar, servet ve rahata düşkünlük virüsleri birbirlerini de destekler durur. Bazen servetten büyüklük doğar, bazen büyüklük servet hesabına kullanılır ve bazen de o büyüklük o servet insanda rehavet hissi hâsıl eder. Bu marazlara düşmüş kimseler, bir de kalkıp “Bunca zaman koştuk, hizmet ettik; “humus” (ganimetin beşte biri) kullanmak da bizim hakkımız!” demek gibi şeytanî mırıltılarla gayr-ı meşru tavırlarına meşruiyet bahanesi aramaya çalışırlar. (16:35)

*Beklentiye düşme ve takdir görmeyi isteme de bir öldürücü virüstür. Halbuki mümin, övülmeyi sövülme gibi görmeli ve her işini sadece Allah’ın rızasına bina etmelidir. (20:40)

*Hizmetleri karşısında Allah rızasından başka beklentilere girenler,

أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَا

Bütün zevklerinizi dünya hayatınızda kullanıp tükettiniz, onlarla safa sürdünüz. Allah’ın verdiği o güzel ve hoş nimetleri israf edip bitirdiniz. Hakkınızı dünyada kullanıp ahirete bir şey bırakmadınız” (Ahkâf Sûresi, 46/20) âyetinin tokadına maruz kalırlar. (21:48)

*Bizim en büyük kredimiz istiğnadır; her türlü makam ve mansıp karşısında müstağnî davranmamız lazımdır. Makama bağlı vazifeler istenmemeli; talepsiz verildiğinde ise, ancak kerhen kabul edilmelidir. Bu meselenin tek istisnası vardır: Şayet bir vazifeyi sizin ölçünüzde yapabilecek başka bir müstakim mü’min yoksa, Hazreti Yusuf’un “Beni ülkenin hazinelerinin başına tayin et; çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi bilirim.” (Yusuf Sûresi, 12/55) diyerek Kıptîler içinde vazifeye talip olduğu gibi, o vazifeyi talep etmekte mahzur olmayabilir. Hazreti Yusuf (aleyhisselam), bu sözü hiçbir müslümanın olmadığı, peygamberlik esintilerinin bulunmadığı, Allah’ın bilinmediği bir yerde vazifeyi talep sadedinde söylemiştir. (23:50)

*Cevdet Paşa’nın, “Kısas-ı Enbiyâ”da temas ettiği üzere, riyâsete talip olmamak ve belli bir vazifeye tayin istememek gerektiği yönündeki nebevî uyarıları duyup dinleyen Hazreti Ebû Bekir (Allah’ın rıza ve rıdvanı onun üzerine olsun), Hazreti Ali’ye (radiyallahu anh) gönderdiği bir mektupta bu mevzuyla alâkalı şu ölçüyü dile getirmiştir: “Vazife onundur ki, o ‘benim değildir’ der. Onun değildir ki, o, vazifeye ehil olduğunu iddia eder.” (24:48)

Soru: En büyük yatırımın insana yapılan yatırım olduğu vurgulanıp himmetlerin insan kazanmaya teksif edilmesi lazım geldiği üzerinde duruluyor. Ayrıca, eserlerde, bir insanı, dine ait hiçbir hakikati ve delili kabul etmemek demek olan “küfr-ü mutlak”tan inkarda ve itikatsızlıkta şüphe taşımak manasına gelen “küfr-ü meşkûk”e yürütmenin dahi “hizmet” olduğuna dikkat çekiliyor. Bu açılardan, insan kazanmak ne demektir ve nasıl anlaşılmalıdır? (27:46)

*Yeryüzü problemi insanla tanıdı; hatta şeytanın problemlerin babası oluşu da insanın yaratılmasıyla başladı. Bu açıdan da insanda problemi çözeceğiniz âna kadar ne yuvada, ne mektepte, ne camide, ne de idarî, siyasî, iktisadî hayatta asıl problemi çözemezsiniz. (28:26)

*İnsan kazanmanın değişik seviyeleri vardır: Bir insanı tahkikî imana ulaştırmak üst seviyede bir kazanma olduğu gibi, bir insanı taklidî ve nazarî Müslümanlık kapısından girdirme de bir kazanmadır. (31:40)

*Hilyetü’l-Evliya adlı eserinde Ebu Nuaym Hazretleri’nin naklettiğine göre, Sahabe efendilerimizdeki dini hassasiyete ve İslamî heyecana derin bir özlem duyan Hasan Basri Hazretleri, çağdaşı olan insanların hayatları ile Sahabenin yaşayışını kıyaslayıp çok üzüldüğü bir gün şöyle demiştir: “Yetmiş Bedir gazisine yetiştim. Onların çoğunun elbisesi basit bir yün kumaştan ibaret idi. Siz onları görseydiniz deli sanırdınız; onlar da sizin iyilerinizi görselerdi artık ahlakın kalmadığına hükmeder, kötülerinizi görselerdi onların hesap gününe bile inanmadıklarını söylerlerdi.” (34:04)

*Bir insanın demokratik tarz-ı telakki içinde sizi de bir yere koyup “Yaşamak onların da hakkı!” demesi de bir seviye ve bir kazanımdır. (35:30)

*Sadece kendiniz gibi düşünen insanları kazanılmış görürseniz hiç farkına varmadan daha farklı dairelerdeki kazanımlara sırtınızı dönmüş ve onların tepkilerine sebebiyet vermiş olursunuz. (38:00)

*Bütün insanlara kendinizi sevdirmeniz mümkün değildir; eğer mümkün olsaydı Peygamberler kendilerini herkese sevdirirlerdi. Mutlak manada İnsan-ı Kamil olan İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman hala kendisine inanmayanlar vardı. Mesela, Ebû Leheb genel yapısı itibarıyla, şefkat ve mülayemet sahibi bir insandı. Rasûl-i Ekrem küçük yaşlarında Ebû Leheb’in evinde bulunmuş, hem Ebû Leheb hem de eşi Ümmü Cemil, Efendimizi kucaklarına almış, sevmiş, omuzlarına koymuş, cariyeleri Süveybe’den süt emzirtmişlerdi. Ancak Ebu Leheb gururlu ve kibirli bir kişi olduğundan pohpohlanınca kendisine pek çok kötü şey yaptırılabiliyordu. Ona, “Sen Abdüluzza’sın, Benî Ümeyye kabilesiyle akrabalığın var. Haşimilerle Benî Ümeyye’nin iltika noktasını teşkil ediyorsun. Geniş bir oymağın başında bulunuyorsun. Sen şöyle adamsın, böyle adamsın…” diyor ve bu tür sözlerle onu hep oyuna getiriyorlardı. (38:50)

*Hazreti Üstad’ı pek çok gazeteci ziyaret etmiş. Pakistan’dan gelip röportaj yapmak isteyen gazeteci “Hayatımda Üstad kadar ihlaslı birini görmedim!” demiş. O dönemde dine ve dindara karşı hasım bilinen bir başka gazeteci de Hazreti Bediüzzaman’ı ziyaret etmiş. Hazreti Üstad gazeteciyi çok güzel karşılamış, ihtiram göstermiş ve mahviyet içinde onu uğurlamış. Daha sonra da talebelerini çağırıp şöyle demiş: “Bir insanın İslâmiyet’e düşmanlığı yüz ise onu doksan dokuza indirmek hizmettir, hatta yüz bire çıkartmamak dahi hizmettir. Sizin yüz tane düşmanınız varsa, onun yüz bir olmasını arzu eder misiniz? O yüz düşmanın doksan dokuza inmesini istemez misiniz?” (41:00)

*Bir gün Rasûl-ü Ekrem Efendimizin meclisinde herkes yerini almış otururken Cerîr İbni Abdullah el-Becelî hazretleri içeri girmişti. Hazreti Cerîr, kavminden 200 kişiyle birlikte Yemen’den Medine’ye gelerek müslüman olmuş saygıdeğer bir insandı. Genç, heybetli, güzel yüzlü ve imrendirici bir hâli vardı. Peygamberimizin huzuruna kim önce gelmiş ve nereye oturmuşsa orası onun hakkı idi; günümüzün nakil vasıtalarındaki numarasız koltuklarda olduğu gibi önce gelen arzu ettiği yere otururdu. Cerîr İbni Abdullah (radiyallahu anh) içeri girince oturacak yer bulamamıştı ve kendisine yer gösteren de olmamıştı. Bu durumu farkeden Peygamber Efendimiz, hemen cübbesini çıkarmış, künyesiyle ona seslenmiş “Ey Ebû Amr, al onu, üzerine otur!” demişti. Sonra da, çevresindekilere dönerek, “Bir topluluğun kerem ve şeref sahibi büyüğü yanınıza geldiği zaman, ona ikramda bulunun ve hürmet edin.” buyurmuştu. (42:55)

*Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa ve Hazreti Harun’a hitaben, “Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alıp düşünür, öğüt dinler yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâ Hâ Sûresi, 20/44) buyurarak her şeyden önce peygamberâne bir üslubu nazara vermiş; muhatap, Firavun gibi kalb ve kafası imana kapalı bir insan bile olsa, yine de hak ve hakikati “kavl-i leyyin” ile anlatmak gerektiğine işaret etmiştir. (45:48)

İnançsızlıktaki Israrın Sebepleri

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: İnançsızlık, insan gönlünde, derin bir boşluk ve tasa hâlinde sürekli kendini hissettiriyor olmasına rağmen, inançsızlıkta ısrar edilmesinin sebepleri nelerdir?

Cevap: Hayatı, her an her şeyin olabileceği korkunç bir kaos ve mücadele sahası, ölümü de ebedî yıkılıp gitme şeklinde gösteren inkârın hakikaten insanı kendine bağlayan, cezbeden hiçbir güzel tarafı yoktur. Aksine o, insan için sürekli bir endişe ve tehdit kaynağı, korkunç bir uçurum ve boşluktur. Fakat insanı kör ve sağır hâline getiren öyle zaaflar vardır ki, bunlara müptelâ olan insan apaçık hakikatler karşısında bile ayak diretebilir, imandan mahrum kalıp inkâra sürüklenir. Bu zaafları ana başlıklar hâlinde şu şekilde sıralayabiliriz:

Kibir

Kendisini büyük gören bir insan, Allah’a kul olmaktan uzak durabilir. Hâlbuki bir hadis-i şerifte de ifade edildiği üzere, Cenâb-ı Hak;

اَلْكِبْرِيَاءُ رِدَائِي وَالْعَظَمَةُ إِزَارِي فَمَنْ نَازَعَنِي وَاحِدًا مِنْهُمَا قَذَفْتُهُ فِي النَّارِ

“Kibriya, benim ridâm, azamet ise benim izârımdır. Kim benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu derdest eder, Cehennem’e atarım.” (Müslim, birr 136; Ebû Dâvûd, libâs 26) buyurmaktadır. Demek ki, büyüklük, sadece O’na mahsustur. Bunun karşısında insana düşen ise, Allah’a kul olmaktır. Evet, sonsuz, bir tane olduğuna göre, O’nun karşısında her şey, herkes sıfır olduğunu bilmelidir.

Hz. Pîr bu meseleyi, mânâ-i ismî ve mânâ-i harfî temsiliyle izah eder. Buna göre insana mânâ-i harfî ile bakılmalıdır. Nasıl ki, tek başına bir mânâ ifade etmeyen harfin, bir mânâ ifade etmesi için bir kelime içinde yer alması gerekiyorsa, insan da Allah’a intisap ettiği zaman gerçek kıymetine kavuşacaktır. Yoksa onun kendine mânâ-i ismiyle bakması, kendini müstakil bir varlık olarak görmesi, kendi başına bir şey ifade ettiğini zannetmesi aldanmışlıktan başka bir şey değildir. Bu açıdan bakıldığında günümüzde bazılarınca dile getirilen özgüven ve benzeri mefhumlar Allah’a güvenme ile derinleştirilmedikten sonra bir kıymet ifade etmez. Esasında insanın iradesi, meyelânı ve meyelândaki tasarrufu da Allah’ın ona bir armağanıdır. Cenâb-ı Hak, kendi meşiet ve iradesinden ona bir pay, bir hisse ayırmıştır. İnsan kendi cüz’î iradesini ortaya koyduğu zaman, Allah Teâlâ da meşiet-i uzmasıyla onu teyit buyurur. İnsan kendisine böyle baktığı zaman, pek çok problem çözülecektir. Yoksa Firavun’a ait olan

أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى

“Ben sizin en yüce rabbinizim.” (Nâziât sûresi, 79/24) gibi mülâhazalar sadece bir kibir hırıltısıdır. Firavun’un bu sözleri açıkça şirk ve küfür olduğu gibi, “Ben kurtardım; ben yaptım; ben düzdüm; ben koştum; milleti şöyle bir badireden ben halas ettim.” şeklinde düşüncelere girmek de, zımnî dahi olsa bir nevi ulûhiyet iddiasıdır ve gizli bir şirktir. Zira aynı anda iki tane “ben” olmaz. Benlik, hakikî mânâda Zât-ı Ulûhiyet’e ait olduğuna göre, insandaki benlik Allah’ın mevcudiyetini kavrama adına ona verilen bir vahid-i kıyasîden/bir ölçü biriminden ibarettir. Yani insan, iradesiyle O’nun iradesini, meşietiyle O’nun meşietini, azıcık ilimciğiyle O’nun sonsuz ilmini, küçük basarcığıyla O’nun her şeyi kuşatan basarını anlamaya çalışacaktır.

Diğer taraftan insandaki duyuların eksikliği, sınırlılığı, darlığı ve ihata edilebilirliği, O’na ait olan şeylerin ihata edilmezliğini duyup hissetmesine bir vesiledir.

وَلَا يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِهِ إِلَّا بِمَا شَاءَ

“Mahlûklar, O’nun dilediğinden başka, ilminden hiçbir şeyi kuşatamazlar.” (Bakara Sûresi, 2/255) âyet-i kerimesi de insandaki bu sınırlılığa işaret etmektedir. Çünkü muhit, muhit olduğu aynı anda muhat olamaz. Muhit, Allah’tır. Yani O, her şeyi ilim, irade, meşiet ve kudretiyle kuşatmıştır. Bizler ise O’nun tarafından kuşatılmışız. Eğer insan bu mevzuda kendisini olması gerekli olan konuma sağlam oturtamamışsa, imandan mahrumiyet yaşar. İşte büyük çoğunluğu itibarıyla insanların imansızlığının arkasında kibre dayalı böyle bir firavunca mülâhaza vardır.

Zulüm

İmana mâni engellerden ikincisi de haddini bilmeme ve sınır tanımamadır. Bunun bir mânâda zulüm olduğunda şüphe yoktur. Bütün tiran ve zalimlerin imansızlıklarının arkasında bu vardır. Onlar meydana gelen hâdiseleri kendi güç ve kuvvetlerinden bildiklerinden dolayı kaybetmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’de resmedilen Karun prototipi bu duruma çarpıcı bir misal teşkil eder. Kur’ân, onun hâlini şöyle beyan etmiştir:

قَالَ إِنَّمَۤا أُوتيتُهُ عَلَٰى عِلْمٍ عِنْدِي أَوَلَمْ يَعْلَمْ أَنَّ اللّهَ قَدْ أَهْلَكَ مِنْ قَبْلِهِ مِنَ الْقُرُونِ مَنْ هُوَ أَشَدُّ مِنْهُ قُوَّةً وَأَكْثَرُ جَمْعًا

“Bu imkânlara ben, ilmim ve irfanım sayesinde kavuştum, dedi. Bilmez mi ki o, gerçekten Allah, kendisinden önceki kuşaklardan kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü ve serveti daha fazla olan kimseleri helâk etmiştir.” (Kasas sûresi, 28/78) Âyet-i kerimede de ifade edildiği üzere Allah (celle celâluhu) nice güçlü toplulukları, dağları yerinden söküp atacak insanları, hadlerini bilmediklerinden dolayı derdest edip yerin dibine geçirmiştir.

Bakış İnhirafı

İnsanların inançsızlığına sebep olan faktörlerden bir diğeri de bakış inhirafıdır. Bilindiği üzere Hz. Bediüzzaman niyet ve nazar mevzuuna çok önem vermiştir. Öyle ki o, kırk senelik ömründe, otuz senelik tahsil hayatında dört kelimeyle dört kelâm öğrendiğini, niyet ve nazarın da bu dört kelimeden ikisi olduğunu ifade etmiştir. Çünkü bakış, eşya ve hâdiseleri anlama ve yorumlamada çok önemli bir faktördür. Şayet bakış açısını ayarlayamamışsanız, görmeniz gerekeni ya hiç göremez ya da doğru göremezsiniz. Çalışma ve araştırmalarınız sizi belli bir yere kadar götürse de, Zât-ı Ulûhiyet hakikatine ulaşamadan gider bir yerde takılır kalırsınız.

Hem bakışta esas olan, bakılan şeyi mahiyet-i nefsü’l-emriyesiyle görebilmektir. Yani bir şey hakikatte ne ise, onu o keyfiyette görebilme gayretidir. Dolayısıyla bakılacak şeye, doğru bakmak gerekir. Ayrıca bakışta görme hedef alınmalıdır. Mesela siz çok sayıda kitabın bulunduğu bir kitaplığa bakarsınız ama bakışınızda bir maksat yoksa karşınızdaki kitapların isimlerini, renklerini göremezsiniz. Onun için derler ki, bakma başkadır, görme başkadır. Bu ikisinin birbirine karıştırılmaması gerekir.

Kur’ân-ı Kerim, Firavun’un bakış inhirafını gösterme adına onun şu ifadelerini bize nakleder:

 يَا هَامَانُ ابْنِ لِي صَرْحًا لَعَلِّي أَبْلُغُ الْأَسْبَابَ أَسْبَابَ السَّمَاوَاتِ فَأَطَّلِعَ إِلَى إِلهِ مُوسَى

“Ey Hâmân! Benim için bir kule yap. Umarım ki böylece yükselebilir, göklere yol bulur da Mûsâ’nın ilâhına ulaşırım.” (Gâfir Sûresi, 40/36-37) Çağımızda aynı çarpık bakışa maruz birisi de buna benzer bir ifadeyle, küre-i arzın etrafında dolaştığını fakat bir ilâha rastlamadığını söylediğinde, Üstad Necip Fazıl kendine mahsus sesiyle onun bu sözlerine şöyle mukabelede bulunmuştu: “A be ahmak! Allah’ın -hâşâ ve kellâ- fezada bir balon olduğunu sana kim söyledi!” İşte zamandan, mekândan, maddeden münezzeh Yüce Yaratıcı’yı -hâşâ- maddî bir nesneymiş gibi arayıp bulmaya çalışma bir bakış inhirafıdır. Bazıları böyle bir bataklığa saplanıp kaldığından dolayı da bir türlü imanı bulamamışlardır.

Ataları Körü Körüne Taklit

Ataları taklit etme de inanmamanın sebeplerinden bir diğeridir. Kur’ân-ı Kerim pek çok âyet-i kerimesinde müşrik ve kâfirlerin bu tutumunun yanlışlığına dikkat çekmiştir. Mesela Bakara Sûre-i Celilesi’nde şöyle buyrulmaktadır:

وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنْزَلَ اللّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ ابَاءَنَا

“Onlara Allah’ın indirmiş olduğu şeye tâbi olun denildiğinde, ‘Hayır, biz atalarımızı hangi yol üzerinde bulmuş isek o yola uyar gideriz.’ derler.” (Bakara Sûresi, 2/170) Tarih boyu, inanmayanlar, inanmak istemeyenler kendilerine göre bir ata, bir tiran bulmuş ve kör bir taklitle onun arkasından gitmişlerdir. Bu mukallitlere göre, ataları taşa, ağaca, helvadan yapılmış putlara tapsa da onlar “lâ yüs’el”dir. Yani sorgulanamazlar. Onların söyledikleri ve yaptıklarında hiçbir zaman yanlışlık aranmaz. İşte bu da kaybettiren, imandan mahrum bırakan çok önemli hususlardan biridir.

Sineğin Isırmasından Kaçarken…

Yukarıda sayılan bütün bu engellere bakıldığında, küfrün temelinde aklî, mantıkî ve fikrî bir dayanak bulabilmek mümkün değildir. İnanmamaya sebep olarak gösterilen bu faktörlere, mesnet demek de doğru değildir. Çünkü mesnet, ciddî bir dayanak demektir. Bu yüzden inanmayan insanlar, mesnet vehmedilen şeylere dayanarak inançsızlıklarını devam ettirmektedirler ki, esasında bunun da insana vaat ettiği hiçbir olumlu ve güzel tarafı yoktur. Bu durumdaki insanlar sadece muvakkat bazı tesellilerle kendilerini avutmayı tercih ederler. Kendilerince mükellefiyetten kaçma ve rahat etme yolunu iman dairesi içine girmemekte bulurlar. Çünkü iman veya din denildiğinde arkadan diyanet yani amele dair mükellefiyet ve sorumluluklar gelecektir. Zira iman sadece nazarî bir mesele değildir. İmanın bir gereği olarak bir kısım mükellefiyetlerin yerine getirilmesi ve bazı yasaklardan da uzak durulması gerekir. Farklı bir ifadeyle, “inandım” demekle iş bitmiyor. Arkasından amel-i salih olarak isimlendirilen bir kısım emirlerin yerine getirilmesi ve münkerat, bağy ve fahşâ olarak görülen pek çok kötü fiilin de terk edilmesi gerekiyor. İşte bazıları bütün bunları hayattan kâm almanın önünde bir engel olarak vehmettiklerinden iman dairesine girmemekte ısrar ederler. Böylece insan, Üstad Hazretleri’nin ifadeleri içinde, “inkâr vasıtasıyla, gâyet cüz’î bir sıkıntı vazife-i ubûdiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlar ile o sıkıntıdan daha müthiş mânevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder.” Hem, burada teselli olarak görülen bütün bu hususların, kabrin öbür tarafında insana hiçbir faydası, hiçbir desteği yoktur.

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, mü’minler, inançsızlığa sebep olan bütün bu engelleri aşarak iman dairesine girmiş olsalar da, bu zaafların kendileri için de her zaman potansiyel birer tehlike arz ettiğinin şuurunda olmaları gerekir. Çünkü yukarıda sayılan bütün bu faktörler iman dairesi içine girmeye mâni oldukları gibi -hafizanallah- imandan çıkmaya da birer sebep olabilir. Zira bu hastalık ve zaaflar belli ölçüde, insanın duygu ve düşüncesi üzerinde hâkimiyet kurduklarında; vicdanı baskı altına alıp onda delikler, çatlaklar ve kırıklar meydana getirdiklerinde, insan hiç farkına varmaksızın iman dairesinin dışına savrulabilir. Mesela kibirle alâkalı olarak, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem),

لَا يَدْخُلُ الْجَنَّةَ أَحَدٌ في قَلْبِه مِثْقَالُ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ مِنْ كِبْرٍ

“Kalbinde zerre kadar büyüklük hissi bulunan kimse Cennet’e giremez.” (Müslim, îmân 147) buyurmak suretiyle, bu öldürücü virüslerden birisine dikkat çekmiştir. Bu açıdan insan sürekli kendisiyle yüzleşmeli, sürekli üzerindeki Allah’ın nimetlerini görmeli, bu nimetlere hamd ü senada bulunmalı ve aynı zamanda bunların birer istidraç sebebi olabileceğini de asla hatırdan çıkarmamalıdır.

Ahlakın Esasları: Hikmet, Şecaat, İffet ve Adalet

Herkul | | BAMTELI

*Sofilerin “ümmühât-ı huluk” (güzel ahlakın ana kâideleri) dedikleri hususlar, insanın yeniden inşası ve yıkılmış ruh âbidesinin ikâmesi için zarurî olan, onu ayağa kaldıracak temel esaslar/rükünlerdir; buna peygamber ahlakının rükünleri ya da Kur’an ahlakının esasları da diyebilirsiniz. Bu rükün ve esaslar sayesindedir ki, Ashab-ı Kiram efendilerimiz, çok sağlam inşa edilmiş ve kıvamını bulmuş insanlar olarak çok kısa sürede çok büyük işler başarmışlardır. (00:36)

*Ümmühât-ı hulukun başında hikmet gelir. Hikmet; faydalı ilim, irfan, herkesin bilmediği gizli sebep, fıkıh, felsefe, yaratılıştaki ilâhî gaye, sebeplerin ruhunu kavrama, eşyanın perde önü ve perde arkasına ıttıla, ibret almayı gerektiren herhangi bir söz, güzel huy, herkesin faydasına olan hizmet, bir kötülüğü önlemek veya bir iyiliği elde etmek için yapılan herhangi bir iş, sünnet-i seniyye, din, Kitap gibi… pek çok manalara gelmektedir. Kâinat kitabını iyi okuma, fizikle beraber metafiziği ve maverâ-i tabiatı hesaba katma, teşriî hükümlere riâyetin yanı başında tekvinî emirleri de göz önünde bulundurma, bir yandan Cenâb-ı Hakk’ın mâhiyet-i eşyaya yerleştirdiği maslahatları, diğer taraftan da dinin özündeki gayeleri kavramaya çalışma… gibi hususlar da hikmetin farklı yanlarını ifade etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, hikmet kelimesiyle genel olarak, nasihat ve öğüt, ilim ve irfan, vahiy ve peygamberlik, Kur’an’ın incelikleri ve ilâhî sırlar kastedilmiştir. Ayrıca, akıl gücünün vasat (itidâl) mertebesi, hikmet tabiriyle ifade edilegelmiştir. Kuvve-i akliye’nin ifrat (aşırı) hâline, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterme manasında “cerbeze”; tefrit durumuna, hiçbir şeyi doğru-dürüst anlayamama, en basit şeyleri dahi idrak edememe anlamında “gabâvet” ve “hamâkat”; mûtedil olanına da, eşya ve hadiseleri güzelce değerlendirip, lehte ve aleyhte olması muhtemel bulunan şeyleri birbirinden ayırabilme keyfiyetinin unvanı olarak “hikmet” denmektedir. Görüldüğü üzere, İslâm âlimleri, hikmetle alakalı çok farklı tarifler yapmışlar ve onun onlarca değişik manasını nazara vermişlerdir. Aslında, bu tariflerin herbiriyle hikmetin bir yanını dile getirmişlerdir. Fakat, çoğunluk itibarıyla, hikmeti “faydalı ilim ve salih amel beraberliği” şeklinde yorumlamışlardır. (05:45)

*Hazreti Üstad, “Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup Hak’tan gelip hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” ifadeleriyle, Kur’ân’ın, kâinat kitabını şerh ettiğini söylemiştir. Eğer Kur’ân-ı Kerim kâinatın çehresine kendi ziyasını neşretmeseydi, bu kâinat bir kısım kaoslardan, korkunç kâbuslardan ve dehşet veren hadiselerden ibaret kalacaktı. Biz her şeyin gerçek yüzünü, her bir varlığın Cenâb-ı Hakk’ın pırıl pırıl bir sanatı olduğunu Kur’ân’ın kainat çehresine çaldığı ziya sayesinde gördük ve öğrendik. Nitekim, Recâizâde Ekrem “Bir kitabullah-ı a’zamdır serâser kâinât. Hangi harfi yoklasan mânâsı Allah çıkar.” der. Hazreti Pir de kâinatın satırları teemmül edildiğinde onların mele-i âlâdan insana gönderilmiş birer mektup olduğuna dikkatleri çeker. Yani bu kâinatın sayfa ve satırları arasında gezen, onun kelimelerini kaldıran, harflerini yoklayan bir kimse onların manasının hep “Allah” diye haykırdığını görecek ve kendisi de Allah diyecektir. Çünkü böyle mükemmel bir sistemin başka bir şeye nispeti mümkün değildir. Gökleri ve yeri yaratıp onlarda mükemmel bir nizam kuran Allah olduğu gibi, insan mahiyetinde ve insan fizyolojisindeki ahengi temin eden de Allah’tır (celle celâluhu). İşte kâinattaki her bir eşya ve hadisenin O’nu hatırlatması da hikmetin ayrı bir yanını teşkil eder. (08:23)

*Hikmeti, yerli yerince davranma ve her şeyi yerli yerince kullanma şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Mutedil ve müstakim olma mânâlarına da gelen bu son tespiti şu şekilde biraz daha açmak mümkündür: İfrat ve tefrite girmeden her şeyin hakkını verip itidali korumak.. sorumluluklarımızı şer’î çerçeve içinde anlamak ve yerine getirmek.. esbap dairesi içinde kaldığımız sürece sebeplere riayette kusur etmemek.. iyiliklerde dahi olsa aşırılığa girmeyip dinin, her şart altında yaşanılırlığı düşüncesini korumak.. ve hayatı Sünnet programlı yaşamaya çalışmak.. Hakk’ın takdirlerini kendi tercihlerimiz önünde düşünmek ve O’nun şer’î ve kevnî her türlü icraatını gönül rızasıyla karşılayıp “Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah” mülâhazasını bir lahza bile hatırdan çıkarmamak. (09:38)

*İslam’da amelî hükümler, ibadetler ve muamelât olmak üzere iki başlık altında toplanabilir. Sözlükte, boyun eğme, itaat etme, tapınma, kullukta bulunma manalarına gelen ibadet, Allah rızasını kazanmak için yapılan, Allah’a yakınlık kazandıran ve şekli Allah tarafından belirlenmiş bulunan, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi şuurluca ortaya konan fiillere denir. Muamelat ise, evlenme, boşanma, akit, ceza, miras, şahitlik, alış-veriş ve davalar gibi ibadetlerin dışında kalan ve insanların gerek birbirleriyle gerekse toplumla olan münasebetlerini düzenleyen hususları ihtiva eden hükümlerdir. Taabbudîlik; ibadetleri sadece ubudiyet anlayışı ve kulluk şuuruyla yerine getirme, ibadetlerin arkasında emr-i ilahîden başka değişik sebepler aramama, onları zamanına, şekline ve keyfiyetine riayet ederek ifa etme ve neticesini de ahirette Allah’tan bekleme demektir. Genel manada ifade edilecek olursa, ibadetlerde taabbudîlik; muamelat alanına giren hükümlerde ise, hikmet ve maslahat esastır. Bununla beraber, her ibadetin pek çok hikmeti, her muamelenin de bir kısım taabbudî yanları vardır. Taabbudîlik, kulluk vazifesinin arkasında hiçbir şey aramama ve amelleri sadece Allah’ın emrine bağlama duygusunu, Allah’a (celle celâluhu) halisâne teveccüh hissini meydana getirdiği için çok önem arz eder. Hatta sadece ibadetlerde değil; ferdî, ailevî ve ictimaî hayatla alâkalı vaz’edilmiş esaslarda da bir taabbudîlik vardır. İnsan günlük hayatında yapageldiği işlerde ve muâmelâtta da sadece emredildiği için yapma niyetini gözetebilir. Âdiyât ve muâmelâtta akla, mantığa ve hikmete muvafık mânâlar daha çok görülse bile, insan onların da “emredilmiş olmaları”nı esas alabilir. Böylece ister ibadetlerini, isterse günlük hayatta yapageldiği şeyleri, taabbudîlik mülahazasına bağlı yapar ve kendisini hâlisâne kulluk ruhuna alıştırmış olur. Bu cümleden olarak, Peygamber Efendimiz’in ardından gitme ve O’na benzeme niyetiyle ortaya konan âdetler, örfî muameleler ve fıtrî hareketler dahi ibadet şeklini alır ve insana sevap kazandırır. Yeme-içme, oturup kalkma, alıp satma gibi sıradan iş, âdet ve muameleler esnasında ilahî emirleri ve Allah Rasûlü’nü düşünüp O’na tâbi olmaya niyetlenen insan, âdetlerini dahi ibadete çevirmiş ve böylece her hareketiyle sevap kazanmış olur. (10:05)

*Ümmühât-ı hulukun ikincisi “şecâat”tir: Cenâb-ı Allah insana, dışarıdan gelecek saldırılardan kendini koruması için “kuvve-i gadabiye” (öfke hissi) dediğimiz bir duygu vermiştir. Bu duygu, hariçten gelen hücumları önlemek için itici bir kuvvet ve tedbirli olmaya yarayan bir güçtür. Korkulacak şeyler karşısında temkinli davranma ve onları telâşa kapılmadan savmaya çalışma anlamındaki yiğitçe duruşun, yani “şecâat”in kaynağı olan bu duygu; bütün kin, nefret, hınç, hiddet, dargınlık ve kızgınlığın da menşeidir. Bazıları, korkulmayacak şeylerden dahi korkar, sürekli vehimlerle oturup kalkar ve değişik paranoyalarla hayatı yaşanmaz hâle getirirler ki, bunların halini “cebânet” (korkaklık) kelimesi ifade eder. Fakat, bazı insanlar da vardır ki, onlar âkıbeti hiç düşünmeden, ölçüsüzce ve muhâkemesizce her işe girişir ve neticesi mutlak felâket olan tehlikelere bile korkusuzca atılırlar. Kuvve-i gadabiyenin bu ifrat hâline de “tehevvür” (korkusuzluk ve saldırganlık) denir. “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir.” hakikatine bağlılık içerisinde, başa çıkılmaz ve aşılmaz gibi görülen dâhiyeleri aşma istikametinde sergilenen performansın adı olan “şecâat” ise güzel ahlakın çok önemli bir esasıdır. (13:20)

*Kör cesaret ve sağır şecâat bir fazilet değildir; şecâatin hikmetle dengelenmesi ve görür duyar hale getirilmesi lazımdır. (16:58)

*Mute Harbi, kuvvetler dengesinin olmadığı, bir müslümana mukabil otuz kırk düşman askerinin saldırdığı bir savaştır. Bizans o günlerde dünyanın süper gücüdür; Müslümanlar ise Medine’de kendilerine henüz yer-yurt edinmeye çalışma konumundadırlar.. sayıları az, imkânları dar, arka çıkanları da yoktur. Fakat, iman, aşk, şevk, cihad, gazâ, şehadet… gibi duygu ve inançlarla dopdolu üç bin insan, koskoca bir devletle çarpışmaktadır. Mute aynı zamanda, Allah Rasûlü’nün canı gibi sevdiği Zeyd İbn Hârise, Cafer İbn Ebî Talib ve Abdullah İbn Revâha’nın şehit düştüğü bir ulu meşheddir. Üç kumandanı peşi peşine şehit düşen askerin moral gücü malumdur. İşte Hazreti Halid kumandayı eline aldığında İslâm ordusunun hâli budur. Hazreti Halid üç gün üst üste, ordunun değişik kanatlarında yer alan insanları sürekli yer değiştirerek, Bizanslılara, takviye güçler geliyor imajını vermiş ve evvelâ moral olarak onları çökertmiştir. Bu arada cansiperâne savaşmış.. ve farklı rivayetlere göre o gün elinde 7 veya 9 kılıç kırılmıştır. Sonra da askerini usta bir manevra ile geriye çekebilmiştir. İşte Hazreti Halid’in böyle geriye çekilmesi, kısa veya uzun vadeli bir teknik ve taktiktir; tabir-i diğerle iki adım ileriye atlamak için bir adım geriye çekilmektir ve tam bir aksiyondur. Aynı zamanda şecâatin hikmetle dengelenmesinin çok güzel bir misalidir. (20:30)

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in ve Ashab-ı Kiram’ın Hudeybiye’deki temkinli tavır ve davranışları da şecâat ile hikmet arasındaki münasebeti ortaya koyan güzel bir örnektir. (27:50)

*Ümmühât-ı hulukun üçüncüsü “iffet”tir. Daha önce de işaret edildiği gibi, İslâm ahlâkçıları insanda üç temel duygunun bulunduğunu söylemiş; belli ölçüde de olsa hakikatleri görüp, fayda ya da zarar getirecek şeyleri birbirinden ayırma melekesine “kuvve-i akliye”; kin, hiddet, kızgınlık ve atılganlık gibi hislerin kaynağı sayılan güce “kuvve-i gadabiye”; arzu, iştiha ve cismânî hazların menşei kabul edilen duyguya da “kuvve-i şeheviye” demişlerdir. Kuvve-i şeheviyenin, hayâ hissinden tamamen sıyrılarak her türlü cürmü işleyecek kadar kayıtsız kalma şeklindeki ifrat hâlini “fısk u fücûr”; helal nimet ve lezzetlere karşı dahi hissiz ve hareketsiz kalma durumunu da “humûd” olarak isimlendirmişlerdir. Kuvve-i şeheviye açısından istikamet ve itidal üzere bulunarak, meşru dairedeki zevk ve lezzetlere karşı istekli davranmanın yanı sıra, gayr-i meşru arzu ve iştihalara iradî olarak kapalı kalma tavrını ise “iffet” kelimesiyle ifade etmişlerdir. Bu zaviyeden iffet, umumî manâsıyla, iradenin gücünü kullanarak cismanî ve behimî arzuları kontrol altına almak, zinadan ve sefihlikten uzak durmak demektir. Evet, “iffet”, dil, göz, kulak, el, ayak gibi uzuvları günahlardan koruyarak ve helal dairedeki zevk ve lezzetlerle iktifa ederek haramlardan uzak kalmaktır. Ahlâkî değerlere bağlı ve günahlardan âzâde yaşamanın en mühim vesilelerinden biri sedd-i zerâî prensibine uygun şekilde davranmak ve ayakları kaydıracak zeminlere hiç yaklaşmamaktır. İffeti, düşünce namusundan meslek ahlâkına kadar geniş bir çerçevede değerlendirmek daha doğru olsa gerektir. Nitekim, müstağni davranmak, başkalarına el açmamak, dilencilik yapmamak ve kimseye yüz suyu dökmemek de iffetin çok önemli derinliklerinden sayılmıştır. (31:10)

*İffetin çok önemli bir buudu, istiğna ve beklentisizliktir. Gerçek insanlık ve beklentisizlik ufkuna doğru dikey yükselenlerden biri olan Amr ibn As (radıyallahu anh) kendisine ganimet verilmek istendiğinde: “Ya Rasûlallah, ben ganimet için Müslüman olmadım!” demiştir. Onunla aynı ruh halini paylaşan bir sahabîye de İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) ganimetten hissesini vermek istediğinde, o zat, “Ya Rasûlallah! Ben bunu kabul edemem. Ben (boğazını göstererek) şuradan bir ok yiyeyim de şehit olayım diye Müslüman oldum.” demiş ve neticede arzu ettiği gibi şehit olup ötelere yürümüştür. Kim bilir onların içlerinde daha kaç yüz tane öyle müstağni insan vardı ama kendilerini ifşâ etmediklerinden dolayı isimleri siyer ve megazi kitaplarına girmedi. (36:02)

*Ümmühât-ı hulukun dördüncüsü ise “adalet”tir. Dengeli olma, aşırılığa düşmeme, herkesin ve her şeyin hakkına riâyet etme, zulme girmeme mânâlarına gelen “adl” ve “adalet”, İslâm dininde ahlâkî ve hukukî yanlarıyla fevkalâde önemli bir esastır. (41:33)

*“Mukabele-i bilmisil”de bulunmaya (bir davranışa aynıyla karşılık vermeye) din ruhsat tanımıştır. Fakat, öyle zaman olur ki, bir kötülüğe karşı siz de aynıyla mukabele ederseniz, çok daha olumsuz hadiselere sebebiyet verebilirsiniz. Bu açıdan, o ruhsatı günümüzün insanları kullanmamalıdır. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de düşmana ancak yaptığı kadarıyla karşılık verilebileceği beyan buyurulduktan sonra, “Eğer sabrederseniz, bu, sabredenler için daha hayırlıdır” (Nahl Suresi, 16/126) denmekte ve inananlar sabra teşvik edilmektedir. (41:52)

*İman ve Kur’an hizmetinin gönüllüleri her zaman şu ayetin ışığında hareket etmelidirler:

وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ

“İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet Suresi, 41/34) (44:38)

*“Zalimin zulmü varsa mazlumun da Allah’ı var / Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var.” demişler. Fakat bence size zulmedenlerin Hakk’ın divanında cezaya çarptırılmaları isteğinde de bulunmayın. Sizi karşı cepheden görüp 40-50 sene en olumlu işlerinizi dahi sorgulayan insan hakkında bile “Allah seni cehennemle cezalandırsın!” demeyin. İlle de bir şey diyecekseniz, “Allah benim kalbimi de senin kalbini de ıslah eylesin!” deyin. (45:37)

*Sabrın, sabırdan daha ötesine sabredeceğimi bileceği ana kadar dişimi sıkıp sabredeceğim. (48:28)

İmanın Vaat Ettikleri

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: İmanın insana vaat ettiği güzellikler nelerdir? Bu güzelliklerin insan vicdanında duyulup hissedilmesinde derece farklılıkları var mıdır?

Cevap: Şimdiye kadar imanın gerek dünyada gerekse ukbada insana vaat ettiği güzelliklerle ilgili çok şey söylenmiş ve imanla alâkalı pek çok münciyat (insanı kurtuluşa, felâha götüren hususlar) üzerinde durulmuştur. Hususiyle Hazreti Bediüzzaman, eserlerinin değişik yerlerinde bu mevzuu tafsilatlı olarak ele almıştır. Bütün bunlara bakıldığında imanın, hayatı ve varlığı doğru okuyup değerlendirme adına insana çok geniş ve engin bir bakış açısı kazandırdığı görülecektir. Mesela, iman sahibi bir insan varlığa baktığında, her şeyi kendisine candan bir arkadaş ve samimî bir yoldaş gibi görür. Dolayısıyla o, ne yol ne de yoldaş gurbeti yaşar. Aynı zamanda o, imanın hayatına serptiği nur sayesinde, geçmiş ve geleceği aydınlık görür; zira ona göre ne geçmiş korkunç bir kabristandır, ne de gelecek kapkaranlık bir ölüm çukuru.

Aslında insanın gelecekle ilgili korku ve endişelerinin olması tabiîdir. Fakat imanın verdiği ümit ve nur, ilerisine yönelik bu korkulara galebe çalar. Zira inancını sağlam esaslara bağlayan bir insan, bu endişe ve korkuların, çaresi bulunmayan şeyler olmadığını anlar ve böylece onların kendisini tehdit etmesi karşısında duyduğu sıkıntı ve ızdıraptan sıyrılma imkânı bulur. İnsan, berzah ve kabir karanlığından mı endişe ediyor? İman orada bir nurdur. Sırattan mı endişe duyuyor? İman kendisini oradan geçirecek bir Burak’tır. Akıbetinden mi endişe ediyor? İman, onu Cennet’e ulaştıran en emin bir yoldur. Akıbetiyle ilgili korkuları mı var? İman onu Cehennem’den koruyan en sağlam sığınaktır. Evet, iman, insanın çıktığı bu uzun yolculukta adeta yolun sağında ve solunda durup ona emniyet ve güven vaat eden bir rehber ve mürşittir.

Ölüm Gerçeği ve Devekuşu

Esasında, Hazreti Pîr’in ifadesiyle iman, mahiyetinde mânevî bir tûbâ-i Cennet çekirdeği taşıdığından, iman sahibi insan daha dünyada iken huzur içinde bir hayat yaşar. Zira o, çürüyüp yok olma korkusundan, hiçliğe gitme endişesinden imanı sayesinde kurtulur. Kim ne derse desin, kim meseleye nasıl yaklaşırsa yaklaşsın, şurası bir gerçektir ki, inanmayan bir insanın, yok olmanın endişelerini, kafasından ve kalbinden bütün bütün silip atması mümkün değildir. Hatta bu endişe ve korkular yer yer insanı öyle kıvrandırır ki, daha buradayken ona Cehennem hayatı yaşatır. O insan bu sıkıntılardan kurtulmak için ise çoğu zaman kendisini eğlenceye ve zevk u sefaya salar. Bazen, kendini içkiye vererek, bazen cismanî ve bedenî arzulara dalarak, bazen de uyuşturucu kullanarak yok olma, hiçliğe gitme, çürüyüp toprak hâline gelme düşüncesinin ruhlarda hâsıl ettiği endişelerden sıyrılmaya çalışır. Farklı bir tabirle çakırkeyf, serazat ve bohemce bir hayat yaşayarak, akıbetini düşünmemeye, duymamaya gayret eder. Buna bir nevi kendini hipnoz etme gayreti diyebilirsiniz. Heyhat ki, bütün bunlar muvakkat bir süre için insanı avutsa da, hakikatte ona hiçbir faydası olmayan beyhude çırpınışlardır. Nasıl ki, avcıdan saklanmak isteyen bir deve kuşunun başını kuma sokması onu avcının elinden kurtaramazsa, akıbete dair korkuları gidermek için başvurulan bu tür eğlencelerin de insanı korktuklarından emin kılması mümkün değildir. İnsanı bütün bu endişelerden kurtaracak ve onu sahil-i selamete çıkaracak bir şey varsa o da, insan için emniyetli bir sefine, emin bir rehber ve güçlü bir ümit kaynağı olan imandır.

Bir insan ne kadar günahkâr olursa olsun, eğer imanı varsa akıbetiyle ilgili ümit ve recası da olacaktır. Çünkü imanın mahiyetinde bu hakikat vardır. Nitekim Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akidesine göre, insan, ne kadar günah işlemiş olursa olsun eğer kalbinde zerre kadar imanı varsa ebedî Cehennem’le cezalandırılmayacaktır. (Bkz. et-Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd 2/229-231) Zira insanda iman gibi bir güzellik varsa, günahlar onda aslî değil, arızî demektir; onların çıkış noktası iman değildir. Bilâkis onlar, insanın iman adına durması gerekli olan yerde duramamasından kaynaklanır. Diğer bir ifadeyle günahlar, iman adına bırakılan boşluklardan insanın içine giren virüslerdir. Küfre gelince, günahlar ve isyanlar küfrün mahiyetinden fışkırmaktadır. Dolayısıyla onlar küfürde aslîdir. Evet, bir kez daha belirtecek olursak, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in icma ile kabul ettikleri akideye göre, zerre kadar imanı olan bile Cennet’e girecektir. Yani, Allah düşürmesin, bir insan zina etse, hırsızlık yapsa veya daha başka bir günah işlese bile imanı varsa netice itibarıyla ebedî mutluluk yurduna kavuşacaktır. Eğer günahlarına tevbe eder, Cenâb-ı Hak da onun tevbesini kabul buyurursa o kişi günahlarının cezasını görmeden de Cennet’e girebilir. İşte bütün bunlar imanın insana vaat ettiği, yeri başka bir şeyle doldurulamayacak güzelliklerdendir. O hâlde iman, insan için çok güçlü bir ümit kaynağıdır. Bu sonsuz güç kaynağıyla insan her zaman kendi dar dünyasından sıyrılıp ebedî hayatın güzelliklerine yelken açabilir.

Samimî Kardeşliğin Ötelere Yansıyan Hali

Öte yandan iman, mü’mini çevresine ve hatta bütün bir varlığa karşı bir emniyet insanı yapar. Onun daracık dünyasını, evrensel bir dünya hâline getirir. Mü’min, kâinata mehd-i uhuvvet (kardeşlik beşiği) nazarıyla bakar. Dolayısıyla herkesi belli ölçüde kardeşi gibi görür. Hazreti Ali Efendimiz’in ifadesiyle, insanlar içinde Müslüman olanları dinde, Müslüman olmayanları ise insanlıkta kardeşler olarak değerlendirir. Elbette ki onun mü’minlere bakışı çok daha farklıdır. Zira onlarla aynı duygu ve aynı düşünceyi paylaşmakta, berzah âleminde ve mahşerde bir araya geleceğine, hesabının aynı yerde görüleceğine, sıratı onlarla birlikte geçeceğine inanmaktadır. Böyle bir inanca sahip insan, çevresiyle münasebet ve irtibatını sadece geçici bir menfaate veya karşısındakinden bazı çıkarlar elde etmeye bağlamayacak, bilâkis muhataplarıyla ötelerde de devam edecek bir irtibat ve münasebet kurmaya çalışacaktır. Şayet Cenâb-ı Hakk’ın uhrevî yörüngeli böyle bir irtibat ve münasebete farklı bir bakışı varsa, bu, insanı Allah’a yaklaştıracak ve onu hem burada, hem de ötede muvaffak kılacaktır ki, bu da imanın ayrı bir vaadidir. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem),

يَدُ اللّٰهِ مَعَ الْجَمَاعَةِ

“Allah’ın eli cemaatle beraberdir.” (Tirmizi, fiten 7) kutlu beyanına bir de bu açıdan bakabilirsiniz. Yani Allah (celle celaluhu) cemaat hâlinde hareket eden insanları bu dünyada kötülüklerden muhafaza buyurup işlerinde onlara muvaffakiyetler ihsan ettiği gibi, öte tarafta da onları hep beraber değişik nimetlere mazhar kılacaktır. Başka bir ifadeyle, birlikte hareket etmenin dünyaya ait neticelerinin yanında, öbür tarafa akseden meyveleri de vardır. Allah Teâlâ’nın,

يَوْمَ تُبَدَّلُ الْأَرْضُ غَيْرَ الْأَرْضِ وَالسَّمَوَاتُ

“Gün gelir, yer başka bir yere, gökler de başka göklere çevrilir.” (İbrahim Sûresi, 14/48) kavl-i keriminden de anlaşılacağı üzere, öbür tarafta zerreden kürelere kadar her şey bir değişime uğrayacaktır. Dolayısıyla insanların duygu ve düşünceleri de farklı bir mahiyet kazanacak, ortaya konulan güzellikler, kardeşlik münasebetleri orada ayrı bir derinliğe ulaşacaktır. Kim bilir orada bundan nasıl bir zevk duyacak ve mü’min kardeşlerinizle nasıl âşıkane bir münasebet içinde bulunacaksınız! Belki de kardeşinizle yüz yüze gelmek, onun gökçek yüzüne bakmak içinize öyle bir inşirah salacak ki, onu Cennet nimetlerine bedel sayacaksınız. Zaten

أَعْدَدْتُ لِعِبَادِيَ الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ

“Salih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insan kalbinin de tasavvur edemediği nimetler hazırladım.” (Buhârî, bed’ü’l-halk 8; Müslim, îmân 312) hadis-i şerifinde de ifade edildiği üzere oradaki nimetler her türlü tasavvurun üzerindedir. Allah orada, akla gelmedik nimetler lütfedecektir. İşte bu nimetler de, sizin burada ortaya koyduğunuz güzelliklerin değişim üstüne değişim geçirdikten sonra farklı birer mahiyet alarak karşınıza çıkmasıdır.

Sorunuzun ikinci kısmıyla alakalı olarak da kısaca şu hususlara işaret edilebilir. İmanın vaat ettiği bu güzellikleri her bir insan, kendi imanının enginlik ve derinliğine göre duyar ve yaşar. Bazıları bunu sadece nazarî planda duyar ve hisseder. Bunlar, ilk mektepte iman hakikatleri adına hocalarından duyup öğrendiği şeylerle iktifa ederler. Hâlbuki bu, sadece işin başlangıcıdır. Bazıları ise nazarî bilgilerini ilim ve tefekkürle delillendirir, sağlam esaslara bağlar, amel ve ibadetle benliklerine mal eder ve onu marifete dönüştürürler. Başka bir ifadeyle nazarî bilgiden ilme’l-yakîne yürür ve oradan da ayne’l-yakîne yükselirler. Ayne’l-yakîn mertebesine ulaşıldığında orada ihsan sırrı zuhur eder. Yani insan bu mertebede her an Hak tarafından görülüyor ve Hakk’ı görüyor olma mülahazasıyla oturur kalkar ve hayatını hep bu seviyede sürdürür. İsterseniz buna hayvaniyetten çıkma, cismaniyeti bırakma, ten kafesinden sıyrılma ve ruhun hayat derecesine seyahat etme de diyebilirsiniz. Burada her şey daha engince, daha net ve kendine has cazibedar güzellikleriyle daha parlak görülür ve duyulur. Onun için böyle bir hayat mertebesinde cismanî ve dünyevî hayat önemsenmez. Sırf emredildiği ve görev verildiği için burada durulur. Terhis emri geldiği zaman ise ayrı bir sürur yaşanır, ölüm bir bayram sevinci gibi karşılanır ve işte insan ötelere imanın vaat ettiği bu güzelliklerle yürür, Rabbine kavuşur.

 

Müslüman: Sadık ve Emin İnsan

Herkul | | KIRIK TESTI

Soru: Bir hadis-i şerifte, Müslüman, “dilinden ve elinden emin olunan insan” vasfıyla tarif edilmektedir. Bu güzel vasfı yeniden tabiatımızın bir derinliği hâline getirebilmek için neler tavsiye edersiniz?

Cevap: Muteber hadis kitaplarında geçtiği üzere Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem),

اَلْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ

“Gerçek Müslüman, elinden dilinden Müslümanların emniyet ve esenlikte olup (zarar görmedikleri) kimsedir.” (Buhârî, iman 4; Ebû Dâvûd, cihad 2) beyanlarıyla hakiki bir Müslümanı, dilinden ve elinden kimsenin zarar görmediği insan olarak tarif etmektedir. Sizin soruda dikkat çektiğiniz mânâ ve mazmuna kapı aralayabilmek için, öncelikle bu hadis-i şerifteki “el-müslim” kelimesi üzerinde bir nebze durmak istiyorum.

 “El-müslim” kelimesinin hadis-i şerifte “lâm-ı tarifle” ifade edilmesi, burada kastedilenin ideal ve hakikî Müslüman olduğunu göstermektedir. Yani, “Mutlak zikir, kemâline masruftur.” kaidesince, burada beyan buyrulan Müslüman; öyle görünen, öyle olduğunu iddia eden kimse değil; Hakk’ı gönülden tasdik edip kabullenen, O’na teslim olan ve bu imanın gereklerini yerine getiren, onu hayatına hayat kılan kişi demektir. Biraz daha açacak olursak, lügat itibarıyla “silm” ve “selâmet” kökünden gelen “esleme” fiilinin ism-i faili olan “müslim” kelimesi; “kendini Hakk’a teslim eden kişi” mânâsına geldiği gibi, “selâmete erdiren, esenliğe çıkaran, karşılıklı emniyet ve barış tesis eden insan” mânâsına da gelmektedir. Bu açıdan, “Müslüman” dendiğinde, “Allah’a teslim olan, bundan dolayı O’nun emir ve nehiylerine hassasiyetle riayet eden ve böylece kendisini selamet atmosferi içinde muhafaza eden insan” mânâsı anlaşılması gerektiği gibi, “başkalarının da ondan gelecek şeyler karşısında selamet ve güven içerisinde bulunduğu, barış ve emniyetin temsilcisi, emanette emin insan” mânâsı da anlaşılmalıdır.

Müslüman ve “es-Selâm, el-Mü’min” İsm-i Şerifleri

Müslümanların çevrelerinde emniyet meltemleri estiren birer insan olmaları ilahî ahlâkla ahlâklanmanın bir yansımasıdır. Zira es-Selâm ve el-Mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın isimleri arasındadır. Bildiğiniz gibi Haşir Suresi’nin sonunda,

هُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ

“Allah’tır gerçek İlah! O’ndan başka yoktur ilah! O melik’tir, kuddûs’tür, selâm’dır, mü’min’dir, müheymin’dir, aziz’dir, cebbar’dır, mütekebbir’dir.” (Haşir Sûresi, 59/23) buyrulmak suretiyle bu iki isim art arda zikredilmiştir. Selâm ismi, kusurlardan salim olan ve yarattığı varlıklara selâmet veren demektir. Mü’min ise, insanlarda imanı yaratan ve emniyet vaad eden, vaad ettiği şeyleri yerine getiren mânâlarına gelmektedir. Dolayısıyla Allah (celle celâluhû) kullarına karşı bir vaatte bulunmuşsa, mutlaka buna itimat edilmelidir. Esasında mü’minin taşıdığı reca duygusu da işte bu imana dayanır. O halde Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya çalışan, farklı bir ifade tarzıyla Zât-ı Ulûhiyet’e ait olan ilâhi isim ve sıfatları zılliyet planında üzerinde taşımayı gaye-i hayal edinen insan da çevresindekilere hep selamet vaad etmeli, hiç kimse ondan zarar ve ziyan geleceği endişe ve korkusu içinde olmamalı; gönülden tasdikle Allah’a inanmalı ve hâl diliyle etrafındakilere emniyet telkin etmeli, güven esintileri estirmelidir. Öyle ki insanlar çok rahatlıkla en kıymetli varlıklarını getirip ona teslim etmeli, daha sonra da hiçbir endişeye kapılmaksızın ona sırtlarını dönüp gidebilmelidir.

Sıdk ve emanetin enbiya-i izâmın sıfatları arasında yer alması da meselenin ehemmiyetini göstermesi açısından önem arz etmektedir. Evet, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) kemalât şahikalarına çıkaran çıkaran doğruluk olduğu gibi, Müseylemetü’l-Kezzâb’ı aşağıların aşağısına atan da yalandır. Esasında küfür, inkârcıların Allah’a karşı söyledikleri büyük bir yalandır. Aynı zamanda o, kâinattaki Allah’a delalet eden bütün şahitleri yalanlamak, varlıktaki mükemmel nizam ve ahengi kavrayamamak, görmezden gelmek; kâinat ve Kur’ân arasındaki makuliyetin örtüşmesini de reddetmektir. Bu yönüyle o, öyle korkunç bir cinayettir ki, böyle büyük bir cinayetin cezası Cehennem olarak takdir edilmiştir. Buna karşılık iman ise insanı zirvelere çıkarmak suretiyle onu Cennet’e ehil hâle getirir. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere bütün sahabe-i kiramı yüce mertebelere çıkaran da imanı kazandıran bu doğruluk sıfatıdır.

Doğrulukla beraber Peygamberlerin serfiraz oldukları diğer bir sıfat da emanettir. Onların her birisi hayatları boyunca birer emniyet insanı olarak hareket etmiş ve başkaları üzerinde hep güven duygusu uyarmışlardır. En Emin İnsan, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hâl ve tavırlarıyla öyle bir güven telkin etmişti ki, insanlar bir yere giderken kızlarını ve hanımlarını birisine emanet etmek istediklerinde, akıllarından geçen ilk kişi O olurdu. Zira onlar, Hz. Sadık u Masduk’un başını kaldırıp onların yüzüne bakmayacağından emindiler. Aynı zamanda O, tam bir edep abidesiydi. Hz. Hatice Validemiz kendisine üstü kapalı evlilik teklifinde bulunduğunda, Habib-i Edib Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buram buram ter dökmüştü. Evet, emniyet duygusu adeta onun mahiyetine işlemişti. Tepeden tırnağa böyle bir emniyet duygusuyla dolu olduğundan dolayı da Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), herkesin güvenini kazanmıştı.

Güven Kredisi

O’nun ümmeti olarak aynı durum bugün bizim için de geçerli olmalıdır. Özellikle hayatını Allah ve Resûlü’nü sevdirmeye adamış mefkûre kahramanları, çevrelerinde hep emniyet meltemleri estirmeli ve kendilerine karşı herkeste bir güven duygusu oluşturmalıdır. Öyle ki insanlar çok rahat onlara sırtlarını dönebilmeli ve onlar hakkında çok rahat bir şekilde, “O diyorsa doğrudur. Onun sözüne itimat edilir.” diyebilmelidir. Esasında eğer bugün insanlar şöyle böyle size teveccüh ediyor, sizin arkanızdan geliyor ve size destek oluyorlarsa bilinmelidir ki bunun temelinde işte bu güven duygusu vardır.

Evet, insanlar belki tecessüse girmeden, üzerinize mercek koymadan işin tabi seyri içinde sizi o kadar çok test eder ki, en sonunda, “Bu insana güvenilir.” derler. Mesela siz yurt içi veya yurt dışı ihtiyaç duyulan yerlerde kurban kesmek istediğinizi söylediğinizde hiç tereddüt etmeden getirir elli tane, yüz tane kurbanlarını size teslim ederler. İşte kılı kırk yararcasına bir hassasiyet ve doğrulukla bu güveni kazanma ve devam ettirme çok önemlidir.

Eğer günümüzün adanmış ruhları, bugüne kadar estirdikleri güven meltemini devam ettirebilirlerse, Allah’ın izni ve inayetiyle, bugünden sonra da onlarla tanışan, onlara güvenen ve kendileriyle temasa geçen insanlar yanılmadıklarını görür ve geriye dönmezler. Bu itibarla mefkûre muhacirleri, en ağır şartlara rağmen bulundukları konumun hakkını vermeli, durdukları yerde dimdik durmalı ve hep temel disiplinlere bağlı yaşamalıdır. Dünyayı tercih etmek suretiyle -Rabbim muhafaza buyursun-

كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآَخِرَةَ

“Gerçek şu ki: Siz bu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz. Onun için âhireti terkedip durursunuz.” (Kıyâme Sûresi, 75/20-21);

اسْتَحَبُّوا الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الْآَخِرَةِ

“Onlar dünya hayatını bilerek ahiret hayatına tercih ettiler.” (Nahl Sûresi, 16/107) âyetlerinin tokadına müstahak olmadan korkmalıdırlar. Dünyaya dünyanın faniliği kadar, ahirete de ahiretin sonsuzluğu kadar değer vermelidirler. Esasında ahirete kendi kıymet-i harbiyesi ölçüsünde değer atfettiğiniz zaman, dünyanın da kıymetini arttırmış olursunuz. Zira hayatlarını bu denge üzerinde götüren insanlar, öyle samimi olur, öyle bir vefa sergiler ve öyle emniyet ve güvenle hareket ederler ki, onların elinde her şey rantabl olarak değerlendirilir. Hiçbir şey zayi edilmez. Dolayısıyla dünya da mamur hale gelmiş olur. Evet, kat’iyen şüpheniz olmasın, kendilerini ahirete ve Allah’ın rızasına adamış emanette emin insanlar, bir devirde Endülüs’ü, Devlet-i Âliye döneminde de dört beş asır bulundukları bölgeyi mamur kıldıkları gibi, azmettikleri takdirde günümüzün dünyasını da yeniden mamur hale getirebilirler.

Bu itibarla eğer bir insan kendini hakka hizmete adamış ise, lüksten her zaman uzak durmalı, sade, basit bir hayat yaşamalı, evi buna uygun olmalı, hatta vefat ettiği esnada arkadaşları bir kefen parasını bulabilmek için sağa sola koşuşturmalıdır. Zira hizmete adanmış bir insan, ne servete, ne dünyaya, ne makama, ne de rahata ipotek edilemez. O, gönlünü sadece hizmete verdiğinden ve sadece Allah’ın kulu olduğundan dolayı başka hiçbir şey onun boynuna tasma, ayağına pranga vuramaz. İşi ticaret olan ve meşru dairede kazanıp vermek suretiyle bu yolla hizmet etmek isteyen insanlar elbette vardır ve olmalıdır. Bu, ayrı bir meseledir; işi sadece hizmet etmek olan insanların göstermeleri gereken hassasiyet ise ayrı bir mesele.

İdarecilerdeki Temsil Gücü

Adanmış insanlar, kendi hizmet arkadaşlarına karşı da hep güven vaad edici olmalıdır. Onlar, arkadaşlarını güvensizlik duygusuna itebilecek tavır ve davranışlardan her zaman uzak durmalıdır. Arkadaşlarında şüphe uyarabilecek ve onları endişeye sürükleyecek kapalı bir kısım işler yapmaktan sakınmalı ve hep şeffaf hareket etmelidir. Bu mevzuda öyle hassas ve temkinli olmalıdırlar ki, onların etrafındaki hiç kimse kendisinin bazı şeylerden mahrum bırakıldığı veya hareket alanının daraltıldığı gibi bir kısım olumsuz mülahazalara kapılmamalıdır.

Bu sebepledir ki, beraber yürüdüğümüz insanlara karşı her zaman açık olmalı, her meseleyi meşveret ederek karara bağlamalı, mütehakkimane tavır ve davranışlardan kaçınmalı ve çevremizdeki insanların duygu ve düşüncelerini mutlaka hesaba katmalıyız. Aynı şekilde yüklediğimiz vazifelerin onların istidat ve kapasitelerine uygun olmasına dikkat etmeli ve mesailerini de buna göre tanzim etmeliyiz. Bu konuda etrafımızdaki insanlarda öyle bir güven duygusu oluşturmalıyız ki, bir yere tavzif edilen insanlar, üstlerindeki insanların hüsn-ü niyetle hareket ettiklerinden ve maslahatın gereğini yaptıklarından her zaman emin olmalıdır. Ayrıca teklif edilen vazifeye ısınmaları, alışmaları ve onu içselleştirmeleri için insanlar ciddî bir rehabiliteden geçirilmelidir. Kısaca işlerin taksiminde, mesai tanziminde ve vazife tevdiinde bulunurken öyle şeffaf ve hassas hareket edilmelidir ki, hiç kimsede “Bana itimat edilmiyor; ben emin bir insan olarak görülmüyorum.” duyguları uyarılmamalı ve güvensizlik duygusu oluşturulmamalıdır.

Hz. Ömer’in Halid b. Velid’i vazifeden aldığında ve yine Hz. Osman’ın Ebu Zerr’i Rebeze’ye gönderdiğinde onların kendi haklarında verilen bu karara hiç itiraz etmeyerek derhal emre itaat etmelerinin altında işte bu güven duygusu vardır. Eğer siz sorumlu olduğunuz insanlara o güne kadar ortaya koyduğunuz hâl ve tavırlarınızla güven telkin edebilmiş, fikrî, hissî, aklî ve mantıkî ismet ve iffetinizi koruyabilmiş iseniz, onlar hakkında vereceğiniz kararlar da hüsn-ü kabul görecektir. İnsanlar yeni bir vazifeyle başka bir yere gönderildiğinde hiç tereddüt etmeden gideceklerdir. Mesela siz onlara, “Şuradan şuraya git.” deseniz, onlar, “Hakkımda bu kararı veren insanlar benim için isabetli olanı düşünmüşlerdir.” diyecek ve gittikleri yerde onca mahrumiyete katlanmayı göze alacaklardır. Hatta onlara, “Sen şimdilik şu hücre gibi yerde otur.” deseniz, onlar böyle bir vazife tevdiinde değişik maslahatların gözetildiğini düşünecek ve gerekeni yapacaklardır. Yani siz ne kadar emin ve güvenilir bir idareci iseniz, istek ve teklifleriniz o ölçüde çevrenizdeki insanlar tarafından kabul görecektir. Zira insanların kalb kapılarını açmanın en önemli yol ve yöntemi, sadık olduğunuzu ortaya koymak, güven telkin etmektir. Bu konuda insanlar size öyle inanmalı ve itimat etmeli ki çok rahatlıkla, “Hizmet-i imaniye ve Kur’âniye’nin içinde nerede olursa olsun bana bir vazife terettüp ederse, mutlaka murad-ı ilahi bu istikamettedir.” diyebilmelidir. Bu da hiç şüphesiz idareci konumunda bulunanların kılı kırk yararcasına ortaya koydukları temsil gücüyle gerçekleşecektir.

Adanmışın Manifestosu

Herkul | | BAMTELI

*İnsanların sürekli kendilerini yenilemeleri, duygu ve düşünce formatlarıyla oynamaları, kendi çağlarına göre her gün daha farklı bir zaviyeden hakikatlere bakıp “tecdîd” peşinde olmaları lazımdır. (01:16)

*Allah Teâlâ, enbiyâ-yı izâmla nübüvvet çerçevesinde hep “tecdîd” yapmıştır. Nübüvvetin sona ermesinden sonra da “tecdîd” büyük evliya ile devam etmiştir. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: “Allah Teâlâ her yüz senede bir, bu dini tecdîd edecek bir insanı gönderir.” (01:45)

*Aslında toplum hayatında olduğu gibi fert itibarıyla da sürekli tecdîde ihtiyaç vardır. Herkesin hem de her sabah yeni bir günün idrakiyle, dinini bir kere daha engince duyması lazımdır. Evet, Hak ve hakikat her gün daha bir derin duyulmalı, hissedilmeli ve o, vicdanlarda hep terütaze kalmalıdır. (05:30)

*Hazreti Ebû Zerr (radiyallahu anh), tam bir zühd kahramanıydı. (06:42)

*Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Zerr hazretlerinin şahsında bütün ümmet-i Muhammed’e şöyle buyurmuştur:

جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ

وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ

وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَئُودٌ

وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

“Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten, tefrik eden ve hakkıyla değerlendiren Allah senin yapıp ettiklerinden de haberdardır.” (08:20)

*Bayezid-i Bistâmî Hazretleri der ki: “Bütün iç dinamizmimi kullanarak Cenâb-ı Hakk’a tam otuz sene ibadet ettim. Sonra gaybdan, ‘Ey Bâyezid, Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gayen O’na ulaşmaksa, Hak kapısında kendini küçük gör ve amelinde ihlâslı ol!’ sesini duydum ve tembihini aldım…” (12:20)

*Zikredilen hadis-i şerif ahiret yolcusu için adeta bir manifestodur. Bununla beraber, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in bu mübarek beyanı bir de hizmet-i imaniye ve Kur’aniye açısından değerlendirilmelidir. Gemi, yol, azık, yük, sarp yokuş ve ihlas gibi hususların adanmış ruhlar için neler ifade etmesi gerektiği üzerinde hassasiyetle durulmalıdır. (14:15)

* جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ Gemini restorasyona tâbi tut, sağını solunu gözden geçir; tamir isteyen yanlarını onar ve bakımını tamamla. Çünkü, ruhlar âleminden Cennet’e uzanan uçsuz bucaksız ummanda dağvârî dalgalarla karşılaşman kaçınılmazdır. Gemin sağlam olmalıdır ki, uzun sefere, hırçın dalgalara ve korkunç fırtınalara dayanabilsin. Küçük bir gölde tenezzüh için kullanılan kayık ile okyanus geçilemez; tekne ile açık denizde uzun süre yol alınamaz. Gemini öyle yenile, o kadar geliştir ve o denli bakımlı tut ki, bir transatlantiğin üzerinde ilerliyormuş gibi aşabilesin en zorlu engelleri!.. Bu hususun bir de iman hizmetine bakan yanı vardır. Adanmış ruhlar, kendi çağlarını ve içinde bulundukları şartları çok iyi okumalı; ona göre olgunluğa ermeli ve metafizik gerilimlerini hep korumalıdırlar. (14:33)

* وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ Azığını eksiksiz al, yol boyunca ihtiyaç duyabileceğin her şeyi tedarik et. Sahilden ayrıldıktan sonra artık erzak bulmakta oldukça zorlanırsın, hatta hiç bulamazsın; öyleyse henüz vakit varken ve gemin demir almamışken önündeki uzun seferde muhtaç olacağın levâzımâtı iyi düşün, güzelce hesapla ve tastamam hazırla! Hadis-i şerifteki, “zâd” kelimesi, yiyecek, içecek, giyecek, binecek ve sair ihtiyaçlar demektir; dilimizdeki “azık” sözcüğünün karşılığıdır. İnsan için iki yolculuk mukadderdir; ilki dünyada yolculuktur; ikincisi ise, dünyadan yolculuktur. Dünyada yolculuk için yiyecek, içecek, giyecek ve gerektiğinde harcayacak mal lazım olduğu gibi, dünyadan yolculuk için de azık lazımdır. İşte, ilkinden daha hayırlı olan bu zahîre, takva ve amel-i sâlih azığıdır. Hizmet insanının çağın şartlarına göre çok donanımlı olması da bir nevi azıktır. (18:50)

* وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَئُودٌ Azığını eksiksiz al ama yol boyunca sana lazım olmayacak yükleri boş yere yanında taşıma. Cehennem’e yakıt olacak bütün dünyevîlikler yüktür insanın sırtında. Küfür, fısk, isyan yüktür; her bir günah ve hata yüktür. Bu itibarla, yükün hafifletilmesinden maksat, mâsiyetten sıyrılmak ve günahlardan arınmaktır. Önündeki zorlu engelleri, aşılması güç geçitleri ve sarp yokuşları düşün; belini bükecek ağırlıklarla katedemezsin o uzun mesafeyi. Elli, yüz, yüz elli kiloluk bir ağırlığı belki birkaç adım taşıyabilirsin; fakat, onunla kilometrelerce yürüyemezsin, onca yükle hedefe varmaya güç yetiremezsin. Öyleyse, öteye adım atarken dünyevî ağırlıklarından kurtulmalı, ahirette işine yaramayacak hiçbir şeyin hamallığını yapmamalı ve yükünü hafif tutarak yürüyüşünü kolaylaştırmalısın. Hele dava adamıysan, iffet, ismet ve istiğna kahramanı olmalı, dünyevî ağırlıklardan kurtulmalı, elindeki bir çantacığınla dünyanın neresi nasipse oraya hicrete hazır olmalısın. Tek bir elbiseyle bazen üşüyen bazen de buram buram terleyen Hazreti Ali gibi yaşamaya rıza göstermeli ve hizmetlerini asla dünyevî çıkarlara vasıta yapmamalısın. (23:39)

*وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ  Yaptığın her işte doğru, samimî, katışıksız, dupduru, riyadan âzâde ve öz yürekli ol; amellerini sadece Allah’a tahsis et. Gönül safvetini ve fikir istikametini her zaman koru; Allah ile münasebetlerinde dünyevî garazlardan uzak kal. Vazife ve sorumluluklarını, sırf O emrettiği için yerine getir; bunu yaparken de yalnızca O’nun hoşnutluğunu hedefle ve O’nun uhrevî teveccühlerine yönel. Şüphesiz, her şeyi görüp gözeten, sadece cisimlere, suretlere değil kalblere ve niyetlere de nazar eden ve her ameli zâhir-bâtın yanlarıyla küllî olarak değerlendiren Rabb-i Rahîm senin yapıp ettiklerine de muttalidir. Allah Teâlâ ne yapıp ettiğini gördüğü gibi, onu nasıl bir niyetle ortaya koyduğunu da bilmektedir. Mevlâ-yı Müteâl, çok iş ve çok semereden ziyade, her işte rızasının gözetilmesine önem vermektedir. Evet, O’nun nezdinde “Bir dirhem ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana tercih edilir.” (29:25)

*Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ بِلَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ  “İmanınızı ‘Lâ ilâhe illâllah’ ile yenileyiniz.” buyurmaktadır. Şu kadar var ki, Allah Rasûlü’nün bu nasihati, sadece dil ile Kelime-i Tevhidi söylemeye hamledilmemelidir. Bu mübarek beyan dil ile telaffuz edilirken, aynı zamanda vicdanda da duyulmalıdır ki, iman tecdîd edilmiş olsun. Bu itibarla da, “Lâ ilâhe illallah deyin” sözü, “Bu kelimeleri vicdanınızda duyun; din ve iman adına her an daha bir derinleşme peşinde olun; devamlı kendinizi yenileyin ve yaratılış gayesine ulaşma uğrunda sürekli mesafe katedin!..” demektir. İmanı yenileme meselesi devamlılık isteyen bir husustur. Bu yenilenme, mü’minin tabiatının bir yanı, fıtratının bir parçası hâline gelmelidir ki, o devamlı surette imanını derinleştirsin ve nihayet tahkikî imana erişsin. Evet, imanı tecdîd etme ve böylece ruhen yenilenme, kavlî olarak “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” demekle başlayıp, onun mahz-ı mârifet hâline getirilmesiyle devam eder; sonra da mârifetin muhabbeti, muhabbetin aşk u şevki ve aşk u şevkin de cezb u incizâbı netice vermesiyle en ileri seviyeye ulaşır. Mektubat’ta da vurgulandığı üzere, nefis, hevâ, vehim ve şeytan az-çok her insana hükmetmekte; onun gafletinden istifade ederek, pek çok hile, şüphe ve vesveseyle iman nurunu karartmaktadır. Onun için, her gün, her saat, hatta her vakit, imanı cilalamaya ihtiyaç vardır. Her fırsatta cilalanmış, sürekli parlak tutulmuş ve tahkik ufkuna ulaştırılmış bir iman gemisiyle, değil dünyevî okyanuslar, Cehennem gayyaları bile rahatlıkla geçilebilecektir. (31:25)