Yaşama Zevkiyle Başı Dönüp Geride Kalanlar

Yaşama Zevkiyle Başı Dönüp Geride Kalanlar
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Tevbe Sûre-i Celilesi’nde yer alan: “Cihad için sefere çıkmayıp geride kalanlar, Resûlullah’a uymayarak yerlerinde oturup kalmalarından dolayı sevince gark oldular. Mal ve canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi kerih görerek ‘Bu sıcakta sefere çıkmayın.’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşi, bundan çok daha fazla sıcaktır.’ Ne olurdu, cehennem ateşinin daha sıcak olduğunu anlayabilselerdi!” (Tevbe Sûresi, 9/81) âyet-i kerimesi, günümüzün hizmet yolcularına ne gibi mesajlar vermektedir?

Cevap: Rivayet tefsirlerinde, bu âyet-i kerimenin münafıklar hakkında nazil olduğu ve âyette daha ziyade ehl-i nifakın cihad karşısındaki tavır ve davranışlarının zemmedildiği ifade edilir. Bununla beraber,  i’la-i kelimetullah yolunda tekâsül gösteren ve kendisini rahata salan her mümin için bu âyet-i kerime çok önemli ikaz ve dersler ihtiva etmektedir. Zaten Hazreti Âişe, Hazreti Ebu Zer ve Ömer b. Abdülaziz gibi büyükler başta olmak üzere sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîn dönemlerinde yaşamış birçok kâmet-i bâlâ, münafıklarla ilgili nazil olan âyet-i kerimeleri bile bir şekilde kendileriyle alakalı görmüş ve onlarda anlatılan hususlardan kendilerine nice dersler çıkarmışlardır. Elbette ki, bir müminin, itikadî mânâda kendini münafık görmesi doğru değildir. Çünkü hakikî mânâda münafıklık, kâfirlik demektir. Bir müslümanın ise kâfir olmaya -hâşâ- rıza göstermesi mümkün değildir. Onun için Hz. Pir’in İkinci Lem’a’da ifade ettiği gibi, mümin her zaman,

اَلْحَمْدُ للهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ

“Küfür ve dalâlet dışında her türlü halimiz için Allah’a hamdolsun.” demelidir. Evet, küfre rıza göstermek insanı küfre düşürür. Bu sebepledir ki, bir müslümanın yılandan çıyandan kaçar gibi nifak ve küfür mülahazasından kaçması gerekir.

Her Şeye Açık Âdemoğlu

Ne var ki beşer olması hasebiyle insanın belli zaaf ve boşlukları vardır. Nitekim şeytan da, Hazreti Âdem’in (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) heykelinde -mahiyetinde değil- insana ait heva-i nefse uyma, şöhretperestlik, alkışlanma tutkusu, rahat düşkünlüğü, yuvaperestlik, Allah’tan başka varlıklardan korkma ve başkalarının malını hortumlama gibi pek çok zaaf ve boşluğu görmüş ve Sen beni lanetlediğin için ben de Senin kullarının yolunu keserek sürekli onları gözlemeye koyulacağım; onlara pusular kuracak, sonra da kâh önlerinden, kâh arkalarından, kâh sağlarından, kâh sollarından gelerek onları ifsat edeceğim.” demişti. (Â’raf Sûresi, 7/16-17) Çünkü insanda mevcut olan bütün bu boşluklar, şeytanın cirit atabileceği, at oynatabileceği yerlerdi. Bu itibarla diyebiliriz ki, potansiyel olarak insan, dalâlet, nifak ve küfre açık bir varlıktır.

Bu hususu farklı bir şekilde şöyle de ifade edebiliriz: Bir insan müslüman olsa bile onda dalâlet, nifak ve küfre ait sıfatlar bulunabilir. Fakat bu sıfatlara dayanarak böyle bir insanın dalâlette olduğunu söylemek doğru olmadığı gibi onun hakkında “münafık” veya “kâfir” hükmünü vermek de kesinlikle doğru değildir. Ancak ferde düşen, iç dünyasını sürekli kontrol ederek, kendisinde bu tür mezmum sıfatlar olup olmadığının muhasebesini yapmak ve varsa onlardan bir an önce kurtulmaya çalışmaktır.

Hüsranlarına Sevinen Talihsizler

Sadede dönecek olursak, sorunuzdaki âyet-i kerimenin başında Cenâb-ı Hak,

فَرِحَ الْمُخَلَّفُونَ بِمَقْعَدِهِمْ

buyurmak suretiyle, Tebük Seferi’ne iştirak etmeyen münafıkların nasıl mutlu olduklarını ifade etmiştir. Kim bilir onlar kendilerince akıllıca hareket ettiklerini düşünüyor ve belki de şöyle diyorlardı: “Şunlara bakın! Koskocaman Roma İmparatorluğu’yla savaşmaya gidiyorlar. Çöl sıcağında kavrulmakla kalmayacak, aynı zamanda büyük bir güce toslayacak ve gerisin geriye dönecekler.” Onlar bu ve benzeri ifadelerle sefere katılan müslümanlar hakkında ileri geri konuşuyor, böyle bir meseleyi birbirlerine hikâye etmek suretiyle onları alaya alıyor ve kendilerince mutlu oluyorlardı. 

Bilindiği üzere Tebük Seferi, havaların çok sıcak olduğu, çöl sıcaklığının 50-60 dereceyi bulduğu temmuz ve ağustos aylarında gerçekleşmişti. Öte yandan bu mevsimde ağaçlar meyve verdiğinden onların gölgeleri nefs-i emmare için terk edilmeyecek kadar latif bir hal alıyordu. Dolayısıyla tatlı su kaynaklarını, ağaç gölgelerini, olgunlaşmış meyveleri terk edip sıcaklığın oldukça fazla olduğu şartlarda sefere çıkmak bir hayli zordu. Üstelik böyle bir sefer, Ürdün’e kadar gelen Romalılara karşı yapılacaktı. Nebiler Sultanı (aleyhissalâtü vesselâm), şartların aleyhte olduğu böyle bir dönemde Romalılara karşı sefere çıkmakla, Medine’de bağımsız bir güç olduğu gerçeğini herkese duyurmak ve çölde emniyet ve asayişi temin etmek istiyordu. Netice itibarıyla İnsanlığın İftihar Tablosu, bütün olumsuz şartlara rağmen, arkasına aldığı ordusuyla Romalıları karşılamak için sefere çıkmış ve Allah’ın izni ve inayetiyle onları geriye püskürtmüştü. İşte şartların hayli ağır olduğu böyle bir ortamda birkaç yüz münafık, sefere çıkmak istememiş, çeşitli bahaneler ileri sürerek evlerinde oturmayı tercih etmişlerdi.

Münafıklar haricinde, emre itaatteki inceliği kavrayamayan müminlerden üç kişi de sefere çıkamayıp geride kalmışlardı. Kim bilir belki de onlar, herkesin böyle bir sefere çıkmaya mecbur tutulmadığı şeklinde yanlış bir ictihadda bulunmuşlardı. Fakat Allah Teâlâ,

وَعَلَى الثَّلاَثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُواْ

(Tevbe Sûresi, 9/118) buyurarak, onların yapmış olduğu fiili “tahallüf” olarak nitelendirmişti. Tahallüf, bir nifak sıfatı olduğundan dolayı da onlar, muvakkat bir süre semavî bir cezalandırmayla tecziye edilmişlerdi. Fakat o yiğitler, imtihanlarını en güzel şekilde vermiş ve netice itibarıyla semavî affa mazhar olmuşlardı.

Sorudaki âyette Cenâb-ı Hak,

خِلَافَ رَسُولِ اللَّهِ

beyanıyla, münafıkların bu davranışlarının, Resûlullah’a (aleyhissalâtü vesselâm) muhalefet çerçevesinde gerçekleştiğini ifade buyurmuştur. Demek ki, Allah Resûlü’nün yolundan ayrılmak, insanı helake sürükleyebilecek çok ciddî bir hatadır. Bu itibarla insan, ne olursa olsun asla O’nun izinden ayrılmamalıdır.

Virüsün Çevredekilere Bulaştırılması

Âyet-i kerimede sıfatları nazara verilen bu münafıklar, kendileri Allah yolunda mal infak etmekten, zahmet ve meşakkate katlanmaktan geri durdukları gibi;

لَا تَنْفِرُوا فِي الْحَرِّ

“Bu sıcakta sefere çıkmayın!” diyerek diğer insanları da etkilemeye ve çevrelerine fitne ve fesat tohumları ekmeye başlamışlardı. Bazı insanlar vardır ki, onların dağarcıklarında her zaman fitne ve fesat sermayesi bulunur. Evet, onların yayları da okları da fitnedir. Gererler yaylarını ve sürekli fitne okları salarlar etraflarına. Habbeyi kubbe yapar, küçücük hadiseleri büyütür ve sürekli hayırlı faaliyetlerin önüne geçmeye çalışırlar. İşte fitne ve fesada kilitli bu kişiler, Ensar ve Muhacirler arasında dolaşıp duruyor ve “Bu sıcakta harbe mi çıkılır; siz başınıza belâ mı açmak istiyorsunuz?” diyerek onları Bizans’a karşı yapılacak seferden vazgeçirmeye çalışıyorlardı.

Onların bu sözlerine karşı Cenâb-ı Hak,

قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ أَشَدُّ حَرًّا لَوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ

“De ki: ‘Cehennem ateşi, bundan çok daha fazla sıcaktır.’ Keşke bunu anlasalardı!” sözleriyle mukabelede bulunmuştur. Burada, zahirî nazarla bakıldığında veya sathî olarak düşünüldüğünde anlaşılabilecek mevzuları idrak adına kullanılan يَعْلَمُونَ veya يَعْقِلُونَ kelimeleri yerine, daha derince düşünme, sebep sonuç münasebeti çerçevesinde meseleyi ele alma ve bir işi hem ön, hem de arka planıyla birlikte değerlendirme mânâlarına gelen يَفْقَهُونَ kelimesinin tercih edilmesi manidardır. Bu tercihte: “Keşke onların azıcık fıkıh ufukları olsaydı; olsaydı da, sebep ve sonuç arasındaki bu münasebeti kavrayabilselerdi! Heyhat ki, bütün ikazlara rağmen onlar bir türlü bu hakikati anlayamadı!” mânâsı sezilmektedir.

“Hiç İbret Alınsaydı Tekerrür mü Ederdi?”

Aslında o günün hadiseleriyle günümüz hadiselerini yan yana getirdiğimizde değişen fazla bir şey olmadığını görürüz. O günün münafıkları bunu kavrayamadıkları gibi, bugün de Allah yolunda bulunuyor olmanın ehemmiyet ve gerekliliğini kavrayamayanlar vardır. O gün olduğu gibi bugün de, hicreti hafife alan, Allah yolunda mücahedeyi küçük gören, ruh-ı revan-ı Muhammedî’nin dört bir yanda şehbal açmasını önemsemeyen kimseler vardır. Hâlbuki o hakikatin şehbal açmadığı yerin zindandan farkı yoktur. İşte zindanda yaşamaya mahkûm edilmiş insanların farkına varmak ve bir yönüyle onları ferahfeza iklimlere ulaştırmak için her türlü zorluğu göğüsleyebilmek fıkha bağlıdır. Çünkü bu sathî bir nazarla anlaşılacak mesele değildir.

Hülâsa, günümüzde bir kere daha nam-ı celîl-i ilahiyi dünyanın dört bir yanına duyurma ve kalblerle Allah arasındaki engellerin bertaraf edilerek kalblerin bir kere daha Allah’la buluşturulması adına her türlü zorluk ve meşakkate katlanılması gerekmektedir. Ruhumuzun ilhamlarını gönüllere boşaltma, bin küsür senelik semavî müktesebatımızdan başkalarını da haberdar etme adına hız kesmeden sürekli koşturup durmalı ve bu konuda zinhar ahesterevlik edilmemelidir. Ayrıca asla unutulmamalı ki, öbür tarafta cehennem ateşinden korunmanın yolu, burada sıcağa katlanmaktan geçer. Evet, burada çekilen sıkıntılar orada rahata ermenin yolu, burada katlanılan meşakkatler orada yüsre açılmanın vesilesidir.