Müsbetin Peşinde Olma

Müsbetin Peşinde Olma
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Mü’minler alabildiğine derin olmalı,
yoksa hayat-ı içtimaiyenin içinde zedelenebilir, yara
alabilirler; düşüncelerinde, duygularında çatlamalar
ve kırılmalar olabilir. Dinî duygular açısından çok
sağlam olmalıyız. Yaptığımız küçük-büyük günahlardan
dolayı odamıza çekilip gözyaşı dökmüyorsak kalbimizde
çok şey kaybetmişiz demektir. Hatalarımızın ezikliğini
yirmi dört saat yaşamıyorsak ruhumuz mukavemetini
yitirmiş demektir.
Vücudun sıhhat emarelerinden bir tanesi, değişik virüsler,
mikroplar karşısında hararetin yükselmesidir. Vücudun
böyle bir mukavemet göstergesi yoksa onun durumu çok
vahimdir. Artık onda ne bir çırpınma, ne bir helecan
vardır. Bunun gibi şayet yapılan ma’siyetlere karşı
bir iç tepki yoksa, şayet vicdanın ona karşı bir “hayır”
demesi yoksa o ruh ölmüş manâsına gelir. Onun için
bir taraftan ruhumuzu öldürmeden, olumsuzluklara karşı
tepki gösterecek kadar kararlılık sergileyip, diğer
taraftan da gözlerimizi çok ilerilere çevirerek devamlı
terakki peşinde olmalıyız.

İLK MÜSLÜMANLARIN AKLA HAYRET
VEREN PERFORMANSLARI

İlk müslümanların müslümanlıklarını dünyanın dört
bir yanına götürmelerinde nasıl davrandıklarına dair
teferruatlı bir malumat yok. Fakat bu konuda çok başarılı
oldukları anlaşılıyor. Bu başarıyı kılıç zoruyla,
kâhir orduların girdikleri yerlerde halka baskı yapmasıyla
açıklamaya çalışmak aklın, mantığın kabul edeceği
bir şey değil. O zamanlar Müslümanlığın yayıldığı
yerlerde hakim dinler, mezhepler, düşünceler ve müessir
kültür kalıntıları vardı. Buyurun bugün gelişmiş bir
millet olmanın imkanları ile medeni insanlar olarak
Hindistan’a gidin, ilk müslümanların o zamana nisbeten
elli senede yaptıklarının ne kadarını yapabileceğinizi
bir deneyin. Bugün Hindistan’daki mevcut müslüman
nüfusu da zaten, o dönemde müslüman olanların çocukları.
Sindâbâd’a müslümanlar hicret-i seniyyenin 40. senesinde
girdiler ve o günden bu yana Hindistan’da müslümanlık
var. Buhara, Semerkand gibi ülkelere hicret-i seniyyenin
80. senesi girmişler. Buhari’nin dedesi, kendi hocası
meşhur hadisçi Müsnedî’nin dedesinin vesilesiyle müslüman
olmuş. Buhari, üçüncü asrın yarısına kadar yaşadığına
göre ve üçüncü asırda muazzam eserini ortaya koyacak
verimliliği gösterdiğine göre diyebiliriz ki o coğrafyada
bulunan insanlar çok erken dönemde müslümanlaşmışlar..
dili benimsemişler.. o dilin büyük üstadları yetişmiş..
ve Hicaz’da yaşayan hadisçilerden daha güçlü hadisçiler
Asya’da ortaya çıkmış. Hatta denebilir ki, İmam Malik
gibi Muvatta sahibi büyük bir alim istisna edilecek
olursa, ondan sonrakiler, hatta İmam Şafii bile Asya
kültürüyle yetişmiştir. Evet, İmam Şafii, Irak, İran,
Bağdat civarında dolaşmış, İmam Azam Ebu Hanife’nin
talebelerinden ders almıştır. Buhari, Müslim, Nesâi…
bunların her birisi Asya’nın bir yerinde neş’et etmiştir.
Buhara, Tirmiz birbirine yakın yerlerdir. Ebu Davud
Sicistan’dan, Nesâî Nese’den… Hadisçilerden başka
onca fakih yetişmiştir buralarda. İkinci asrın ortalarına
doğru devâsâ hukukçular sahnede yerini almış, fıkıh
metodolojisi gelişmiş ve üçüncü asra doğru dünyada
eşi-emsali olmayacak şekilde bir rönesans yaşanmıştır.

Hâsılı, erken devirlerdeki müslümanlar oralara kılıç
zoruyla, baskıyla girmiş değillerdir. Gönülleri fethetmiş,
kalblere taht kurmuş, akılları durduran hayretengiz
bir performans ortaya koymuşlardır. Şimdi günümüzün,
daha sağlam düşünüyor gibi görünen insanına bakalım.
Daha iyi imkanlara sahip desek daha yerinde olur belki.
Yani günümüz insanı daha çok malzemeye, daha çok dökümana
sahip; muhâbere ve muvâsala (haberleşme) şartları
daha rahat; telekominikasyon imkanları çok ilerlemiş…
Bu imkanlar ise Cenab-ı Hakk’ın insanların çalışmasına
lütfettiği şeylerdir. Yani bunları Allah yaratıyor,
ama insanları vasıta olarak kullanıyor. İnsanın dimağını,
muhakemesini, iradesini O yaratmış; insana emir veriyor
ve insan onları yapmaya niyet edince Allah yeni şeyler
yaratıyor. Ehl-i Sünnet’in akidesi budur. Meseleyi
başka tarafa çekerek bu mevzuda bir isbat yolu denemeyi
düşünmüyorum. Ehl-i Sünnet’e göre siz ne yaparsanız
yapın “Vallâhu halakaküm vemâ ta’melun – Sizi de davranışlarınızı
da yaratan Allah’tır (c.c).” Öyleyse bize düşen Allah’ın
yarattığı bu şeylerle O’nu anlatmaktır. İşte selef-i
salihinin elinde bunlar yoktu. Ebu Eyyub el-Ensari
Hazretleri İstanbul’a ulaşıncaya kadar kimbilir neler
çekti. Yezid dönemiydi, herhalde oraya gelinceye kadar
altı ay yol teptiler. Zaten çok yaşlıydı. Ben kendime
göre O’nun yaşını şöyle tahmin ediyorum: Efendimiz
Medine’ye hicret buyurdukları zaman Ebu Eyyub el-Ensari
Hazretleri’nin çoluk-çocuğu vardı. O zamanlar otuz-küsür
yaşında var idiyse ve katıldığı İstanbul seferi hicret-i
seniyyenin aşağı-yukarı kırkıncı senesinde olduğuna
göre, yaşı yetmiş-yetmişbeş civarındadır demek oluyor.
Aynen onun gibi, Ebu Talha atın üstünde duramayacak
halde iken torunları diyor ki, “Sen Allah Rasûlü hayatta
iken yeterince savaştın. Bedir’de, Uhud’da bulunmuş
birisin. Artık biz senin yerine cihad ederiz..” “Hayır”
diye cevap veriyor, “Allah öyle bir tefrik yapmıyor
ki. Allah ‘İnfirû hifâfen ve sikâlen – yaya olarak,
piyade olarak, süvari olarak Allah yolunda seferberlik
yapın buyuruyor.” “Sen atın üstünde duracak halde
değilsin!” dediklerinde ise “Bağlayın beni atın üstüne
öyle gideyim..” diyor. Ve Kıbrıs’a çıkartma yapıyorlar.
Hala Sultan dediğimiz Ümmü Haram Kıbrıs seferinde
gemide vefat ediyor, çıkarıp oraya gömüyorlar. Şu
an Kıbrıs’ın Rum kesiminde yatıyor.

Görüldüğü gibi bu insanlar her türlü mehâliki göğüslüyerek
buralara geliyorlar. Mesafeler o kadar uzun ki bir
yere gelmek için altı ay yol tepmek lazım. Sonra orada
cansiperane mücadele etmek lazım. Sonra yolunu, fırsatını
bulup onlara dinî duygunu, dinî düşünceni fısıldaman
lazım. Dinini arızasız temsil etmen, göstermen ve
onlara tesir etmen lazım. Bütün bunlar çok zor şeyler
ama onlar bu zora talib olmuşlar ve bundan hiç şikayet
de etmemişler. Şikayet etmediklerini iyi bildiğimi
söyleyebilirim. Siyer ve Megâzi kitaplarında, o tehlikeleri,
o ifritten şeyleri göğüsleyen bu insanların, verdikleri
mücadeleden iki kelimelik şikayette bulunduklarını
görmedim.

Bir Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî’ye bakın. Başını
kaynayan suya sokuyorlar, yüzünün etleri dökülüyor,
“Benim başıma bunlar geldi” diye şikayet etmiyor.
Bizler hiç birimiz dinimizden dolayı bu ölçüde sıkıntı
çekmedik. Çok rahatız. Bunun karşılığında, Cenab-ı
Hakk’ın bunca nimetine karşı şükür sayılsın diye bize
lütfettiği o teknik imkanları O’nu duyurma adına kullanmıyorsak
bu apaçık nankörlük olur. Hem körlük olur, hem nankörlük
olur. Nan ekmek demektir. Nankör olma, ekmeği nimet
manasına alırsanız nimeti görmeme demektir.

Şimdi bu geniş imkanları ve olumlu şartları değerlendirerek,
Allah’ın izniyle, mü’minler, nereye ulaşabilecekse
oraya ulaşmaya bakmalı. Ve elinden gelen herşeyi yapıp
sonuçta demeli ki: “Bizim neslimiz bu meseleyi ancak
şu noktaya götürmeye müsaitti; donanımı ancak ona
yetiyordu. Hele biz oraya bırakalım, arkadan gelenler
de alır bir yere götürürler, daha arkadan gelenler
de alır daha ileriye götürürler…”

Öyleyse herkes ömrünün, gücünün, kabiliyetinin ve
imkanların el vermesi ölçüsünde yürüyebildiği kadar
yürüyecek ve yükünü bıraktığı yerde arkadan gelen
bir tanesi alıp gidecek. Şimdiye kadar hep öyle olmuş.
Dini temsil etme ve başkalarına anlatma işini Sahabi
Efendilerimiz Emeviler’e, Emeviler Abbasiler’e bırakmış;
daha sonra Abbasiler sarsıntı yaşarken, daha hicret-i
seniyyenin 3. asrından dördüncü asrına girerken Asya’dan
gelen Türk boyları işin altına girmiş. Tuğrul Bey’in
önderliğinde, 1050’lerde Bağdat’ı korumuşlar ve 1071
gibi çok erken bir tarihte Malazgirt’te İslam’ın koruyuculuğunu
üzerlerine almışlar.

“Tilke ümmetün kad halet, lehâ mâ kesebet”… Onlar
bir mübarek topluluktu, kazandıkları şeylerle yürüdüler
Allah’a. “Ve leküm mâ kesebtüm”… Siz de kazandıklarınızla,
kesbinizle veya iktisabınızla; ya yanlışlarınızla,
hatalarınızla ya da sevaplarınızla bir gün Allah’a
yürüyeceksiniz. Vazife yapmış olarak yürüme de var,
vazifeden kaçmış olarak derdest edilerek oraya celbedilme
de var. Öyle bir celbedilmeden Allah’a sığınırız.

KÜRESELLEŞME VE TEKARUB

Günümüzde her yerde küreselleşmeden bahsediliyor.Yani
biz müslümanların ifadesiyle dünya büzüşüyor, daralıyor.
Efendimiz, meseleyi tekârub-u zaman, tekârub-u mekan
sözleriyle ifade buyuruyor. Denebilir ki küreselleşmeyi
sadece mekana bağlamak doğru değildir. Zaman, izafîliği
içinde mekâna bağlıdır, onu göz önünde bulundurmak
lazım. Yani küreselleşme ve globalleşme denirken zamandan
hiç bahsedilmiyor. Oysa ki Efendimiz ondört asır evvel
“bir tekârub-u zaman, bir tekârub-u mekan yaşanacak..”
buyuruyor. Tekarub kelimesiyle, mahal zikredilerek
hal murad edilir. Yani o zamanın ve o mekanın içindeki
insanlar, birbirlerine çok seri ulaşma imkanını elde
edecekler. Bir anda aynı yerde buluşabilecekler. Günümüzdeki
tele-konferanslar bunun tezahürüdür. Bu yolla başbakan
ve bakanlar ayrı ülkelerde olsa bile bir bakanlar
toplantısı yapabiliyorlar. Yani bu şekilde bir zaman,
mekan daralması-büzüşmesi var. Bir yerde olan bir
insan adeta nuraniyet sırrıyla, dünyanın değişik yerlerindeki
aynalara aksedebiliyor, her yerde görülebiliyor. Yine
günümüzde aynı sisteme dahil telefonlarla hem ses
hem de görüntü nakli yapılabiliyor. Böylece yakınlar
arasındaki hasret daha rahat giderilebiliyor. Yakın
bir gelecekte belki de televizyon ekranı ölçüsünde
ekranlarla birbirimizi temaşa ederek konuşma imkanı
yaygınlaşacak. Burada hal hatır sorup elinizi ekrana
uzatacaksınız. Belki ekran da tamamen ortadan kalkacak.
Havada elinizi uzattığınız zaman, karşı tarafa ulaşabileceksiniz,
belki sadece temas ettiğiniz elin sıcaklığını duymayacaksınız.