Mebde’de yenilik, Münteha’da derinlik

Mebde’de yenilik, Münteha’da derinlik
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Hemen her hareket, her cereyan mebde’de saflığı
ve duruluğuyla, müntehada da kemmî derinlikleriyle
tarih boyunca tekerrür edegelmiştir. Sahabi saflığı
ve duruluğu bu çizgide gösterilebilecek en iyi
misaldir. İslam tarihinin ilerleyen dönemlerinde
hemen her alanda tecdid hareketleri olmuştur ama
ne devlet yapısı ne mektep-medrese sistemi
ne de değişik düşünce ekolleri bakımından
İslam’ın o ilk dönemine ait saffet ve duruluk
yakalanamamıştır. Belki gönül hayatının
yoğun olarak yaşandığı tekke
ve zaviyelerde kısmen bu saffet duyulmuş olabilir.

Mebde’de insanlar içtenlik ve candanlıklarından
olsa gerek genelde boşluklarının farkındadırlar.
Kendi güç ve kuvvetlerine güvenmezler, dayanmazlar,
onlara bağlı olarak iş görmezler. Boşluklarını
sadece Cenab-ı Hakk’ın nâmütenahi kudreti
ve kuvvetiyle doldurmaya çalışırlar.
Kudreti Nâmütenahi’ye sonsuz itimatları, güvenleri
vardır. Bu birinci husus…

İki, din adına her şeyi başta
duyuyor olmanın orjinalitesi vardır onlarda:
Yenidir her şey onlar için; meselâ Kur’an yenidir.
Dolayısıyla o yenilik bir şekilde onların
hayatına akseder. Eski düşünceler, inançlar
bu yenilik karşısında nakavt olmuştur.
Artık farklı bir hayat yorumuna, dünyaya değişik
bir bakış açısına sahiptirler. Her
şeye o gözlükle bakarlar. Allah’ın kainat
düzeninde kendisini bu şekilde ifade ettiğini
ilk defa duyar ve hissederler. “Bak biz bunları
hiç düşünmemiştik.” der ve kendilerinden geçerler.
Sonra da uzun zaman bu duyuş ve hissedişin
neşvesini yaşarlar.

Üçüncü husus insibağdır. Değişik
vesilelerle arzettiğim bu insibağ, Huzur-u
Risalet-penâhî’de oturanların ancak anlayabileceği,
hissedebileceği ve hakiki manâ ve muhtevasıyla
yine ancak onların anlatabileceği bir keyfiyettir.
Ona ister mücerred huzurda bulunma deyin, ister teveccüh
deyin, isterseniz nazar deyin -ki bu daha ziyade sofilerin
iç ve vicdani sezişlerinin karşılığıdır
ve bana uygun gelen manâ da budur- bugünkü müslümanların
mahrum olduğu bir özelliktir bu.

Hâsılı, mebde’deki insanlar her an bir mâide-i
semaviyenin yere konduğuna şahit olur, kabiliyetleri
nisbetinde o sofradan istifade ederler ve o istifadelerini
hemen tavırlarına aksettirirler. Yerinde bir
teşbih olur mu bilemiyorum ama hani kurgu bilimlerde
birisi bir şey yiyor ve hemen ardından birden
mahiyet değişikliğine uğruyor, aynen
öyle bu semavî mâideye el uzatan herkes birden bire
iç yapısı itibariyle bir mahiyet değişikliğine
uğruyor, potansiyel insan olmadan hakiki insan
olmaya yükseliyor; duyguları ve düşünceleri
inkişaf ediyor.

Meseleye bu zaviyeden bakınca mebde’deki insanlar
çok şanslı; şanslı çünkü hemen her
gün o güne kadar bilmedikleri, akıl ve vicdanlarının
da reddedemeyeceği, orjinal ve sürpriz şeylerle
karşı karşıya kalıyorlar. Meselâ
semadan bir haberin gelmesi, süpriz bir hadise onlara
göre. Biz halâ sırrını kavramış
değiliz; bizim gibi etten kemikten bir insanın
semalar ötesi, ötelerin de ötesi varlıklarla münasebete
geçmesini, bir yönüyle kelam teatisinde bulunmasını;
“şöyle dedim – şöyle dedi, şöyle istedim
– şöyle cevap verdi” demesi. Bunları anlayabilmiş
değiliz henüz.

Şöyle düşünün, o güne kadar ne sözlerinde,
ne tavırlarında, ne de davranışlarında,
olduğunun dışında bir şey görmedikleri
bir insan, Allah hakkında diyor ki; “O isimleri
ve sıfatlarıyla muhattır, Zatıyla
ihata edilemez. Bu sebeple O’nun âsârını düşünün,
ef’âli üzerinde i’mal-i fikir edin ama Zât’ı hususunda
düşünmeyin. Çünkü mütenahi bir varlık Nâmütenâhi’yi
idrak edemez.” Bunlar, uluhiyet meselesine put ve putperestlik
persektifinden bakmış insanlar için o kadar
orjinal şeyler ki. Hatta tek başına bir
“nâmütenahi” sözü bile fevkalade orjinal onlar için.

“Allah’ın binlerce ismi vardır. Bu binlere
binler daha ilave etsek ve ardından O’nu yad etsek
yine O’nun namına bir şey söylemiş olamayız.”
Meselâ bunun lâl-i güher-i Nebevî’den bir söz olduğunu,
onların önlerine inciler, mercanlar gibi saçıldığını
hayal edin. Gören gözleri kamaşır, başları
döner onların. Ben şahsen cahiliyye yaşamamış
insanların bu sözlerdeki orjinalliği sezeceğine
ihtimal vermiyorum.

Bir başka örnek de ezandır. Ezan onların
bildikleri kelimelerden oluşuyor ama o kelimeler
böylesine yerli yerinde hiç ifade edilmemiş. “Allaaaahu
Ekber – Allah büyüktür, büyüklük O’na mahsustur. Şehadet
ederim ki O, Ma’bûd-u bi’l-hak ve Maksûd-u bi’l-istihkaktır.”
Öyle bir yenilik ki bu, işte bu yenilik onların
ruhlarına siniyor; siniyor ve bu mülahazalarla
camiye koşuyorlar.

Bu defa camide imamın arkasında yeni, esrarengiz
şeyler duyuyor ve hissediyorlar. Tahiyyat öyle,
selâm öyle. Tabir caizse her gün semadan bir sofra-i
cedide iniyor, o sofradan istifade ediyor, yepyeni,
ter-ü taze hislerle, fevkalâde zinde ruhlarla, yeniliğe
doymuş, ülfetten fersah fersah uzak bir hâletle
evlerine dönüyorlar. Ve bu vetire burada bitmiyor, hiç
son bulmuyor. Ertesi gün yine semavî yepyeni sofralar
onları bekliyor.

Bakın Ümmü Eymen Validemiz’e; Hazreti Üsame’nin
annesi, Rasullullah’ın hizmetini gören mübarek
bir kadın. İnsanlığın İftihar
Tablosu’nun ahirete irtihalinden sonra Hazreti Ebu Bekir
ve Hazreti Ömer onu ziyarete gidiyorlar. Görüyorlar
ki Ümmü Eymen ağlıyor. Allah Rasülü’nün (sallallahü
aleyhi vesellem) vefatından dolayı ağladığını
zannedip teselli etmeye başlıyorlar. Ümmü
Eymen onların sözünü keserek diyor ki; “O’nun vefatıyla
vahiy kesildi, vahyin bereketinden mahrum kaldık,
ben ona ağlıyorum.” Basiretli kadın…
Şimdi her gün, her zaman önünüze inen böyle bir
sofranın kesilmesine nasıl ağlamayacaksınız
ki?

İnsibağa gelince; peygamberlik daire-i kudsiyesine
mahsus bir şey o. Bu yüzden onun kendi ulviyet
ve enginliği içinde kabullenilmesi; müteal (aşkın)
olduğunun, dolayısıyla ulaşılmazlığının
idrakinde olunması gerektiğine inanıyorum.
Bununla beraber şunu ilave edelim; peygamber olmayan
insanların da insibağları vardır.
Meselâ, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman,
Hazreti Ali, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin, Zeynelabidin
Hazretleri.. hemen hepsinin huzurunun kendine göre bir
insibağı vardır. Ebu Hanife Hazretlerinin
ya da Bediüzzaman’ın huzurunda oturma imkanı
olsaydı, huzurun insana ifaza ettiği insibağın,
sizin çehrenize uhrevîlik adına çaldığı
boyanın ne demek olduğunu, sizi uhrevîlik
adına nasıl plâstize ettiğini görecektiniz,
duyacaktınız. İç aleminizde meydana gelen
değişikler itibarıyla belki de kendi
kendinize hayranlık duyacaktınız.

Evet mebde’ye geri dönelim. Bana göre her mebde’de
aynı şey vardır. Bundan 80 yıl öncesini
düşünün. İslam yeni bir ses ve solukla, yeni
bir felsefe ve mantıkla anlatılmaya başlanmış.
İnsanlar birilerinin etrafında hâlelenmis.
Sahabe misal ak alınlı, aydınlık
yüzlü, gönül insanları hayatlarını koymuş
bu işe. İleriye matuf şahısları
adına değil ama din adına bir kısım
beklentileri olmuş.

“Yakinim var ki; istikbal semavât u zemîn-i Asya-bâ, 

Hem olur teslim yed-i beyzâ-yı İslâm’a.”

“Ümit var olunuz, şu istikbal inkılâbâtı
içinde en yüksek ve gür sadâ İslam’ın sadâsı
olacaktır.”

gibi sözler onların beklentilerini körüklemiş.
Bir beklenti, bir ümit cemaatı olmuşlar. Müjdesini,
bişaretini aldıkları “Allah’ın adının
her tarafa duyurulması” hakikatı adına
her gün güneşin doğuşuyla farklı
şeyler hissetmişler. Bir katrede, bir reşhada
beklentilerini görmeye, hissetmeye, küçükte büyüğü
okumaya çalışmış, basit sözlerde
büyük manâlar aramışlar. Büyüklüğü ve
kerameti kendilerine ait, küçük mev’izeleri bile büyük
hâle getirmişler. Onların ruh hâletlerini
iyi bir psikolog değerlendirseydi veya mahir bir
psikiyatrist psikanaliz yapsaydı ruh portrelerini
elvan elvan ortaya çıkartırdı. Başlarındaki
zat vefat edince kimi inanamamış; kimileri
de onda sonra, yalancı dahi olsa çiçek açan her
dikenli gülün arkasından koşmuşlar.

Fakat herkes de böyle yapmamış. Allah’ın
yüce ve yüksek adının bütün dünyaya duyurulması
beklentisi ve ümidi içinde olan bazıları bu
uğurda vazife bildikleri şeyleri dur-durak
bilmeden yapmaya devam etmişler. Meselâ, “bir yerde
birisi vaaz ediyormuş” diye her hafta çok uzaklardan,
kilometrelerce yolu kat ederek o camiye koşanlar
olmuş. Konuşan şahıs değilmiş
önemli olan onlar için. “Bizim arkadaşlardan birisi
varmış, vaaz ediyormuş, genç biriymiş”
deyip adeta nefes almaya gelmişler oraya. Şahsen
ben Kestane Pazarı Camii’nin avlusunu öyle görürdüm:
Öğle namazı biterdi de İkindiye kadar
sarmaş-dolaş olma bitmezdi. Birbirlerine sarılırlar,
el sıkışırlar ve hasret giderirlerdi
adeta. Ben de o tahta kulübeme çekilir, penceresinden
temaşâ ederdim bu manzarayı. Bana da yeter
ve artardı bu. Mebde’de çalınan ve hemen tutan
bir boya gibiydi bu manzara. Bir de bunun yanında
bir boşalma zemini teşkil ederdi orası.
O günkü insanlar belli bir derinliğe açılmaya
hazırlardı. Ufukları derindi. Büyük şeylere
dilbesteydiler. Yüksek mefkureleri vardı. Her hareket,
her kıpırdayıştan kendilerine göre
çok büyük bir anlamlar çıkarıyorlardı.

Ayrı bir husus; güzellik paylaşması
olurdu camide. Bakışlardaki anlamlılık
bana çok tesir ederdi. Bazan o anlamlı bakışlar,
tabir caizse bir matkap gibi içimi oyan o bakışlar
bana daha önce plânlamadığım çok şeyleri
söylettirirdi. Adeta “Şunu da de, bunu da söyle”
der gibi yüzüme bakarlardı. Tamamen onlara ait
ve yine tamamen o döneme ait bir hususiyetti bu.

Bu sözlerim yadırganmamalı. Siz de bir yerde,
yeni bir ruh ve heyecanla ciddi bir sorumluluk yüklenirseniz,
Kaf dağından daha ağır mesuliyetleri
omuzlarsanız, yeniliği iliklerinize kadar
duyarsanız, yeniliği duyan insanlarla yüz
yüze gelirseniz, her gün birisine bir şey anlatma
aşk, iştiyak ve şevkiyle canlı kalırsanız,
“Acaba bu insanın gönlüne nasıl aksam, bir
ışık olsam da kalbine damlasam!” mülahazaları
ile sabahlar ve akşamlarsanız, siz de böyle
olursunuz.

Bu sözlerde bugünü tahkir yok. Çünkü bazı şeyler
ancak onları meydana getiren şartların
bütününün bir araya gelmesi ile gerçekleşir. Bu
külliyet ve tamamiyet yoksa bu seviyeye ulaşmanız
imkansızdır. Nağmeleri sûzişîn,
size elli defa konuşmasını öğretecek
bir adamı alır kürsüye korsunuz, zaman öyle
bir zaman, zemin öyle bir zemin, cemaat öyle bir cemaat
değilse ve onlar öyle bir beklenti içinde değillerse
hiçbir şey olmaz; olmaz çünkü balansı yapılmamış
kalbler, hafife alıcı bakışlar,
beklentisiz ruhlar kürsüdekinin ağzına-diline
fermuar vurmuştur. Dediğim gibi kimseyi ne
tahkir ne de tezyif var burada. Sadece şartların
bütünüyle meydana gelemeyebileceğini anlatmaya
çalışıyorum. Eğer bu bir vaizin
kerameti olsaydı dün yaptığını
bugün de yapar, olur biterdi.

Şimdi günümüzün şartlarına göre yeni
yollar bulmak gerekiyor. Belki bugüne kadar bildiğimiz
sabâyı, hicazı, rast’ı değiştirmemiz,
kimbilir belki de günümüz insanının genel
hissiyatını nazar-ı itibara alacak mürekkep
makamlar bulmamız gerekiyor. Genelin zevkine hitap
eden enstrümanlar ve farklı sesler kullanmamız
gerekiyor. Ama bunları fantezi için değil,
içinde yaşadığımız zamanın
çocuğu, tasavvufçuların ifadesiyle “ibnüzzaman”
olma şuuru içinde beklentiler ufkuna ulaşmak
için yapmamız gerekiyor.

Hasılı, yeni zeminler arayın.. aşk
u şevkinizi bileyin.. Cenab-ı Hak’la münasebetinizi
yeniden gözden geçirin.. bütün dünyevilikleri kafanızdan
sökün atın. “Yâ Rabbi! Yeni bir sesle burada Seni
bir de biz duyurmak istiyoruz!” deyin. Bakalım
nasıl olacak.!