Hizmet, gayret, hicret; ya aileniz?..

Hizmet, gayret, hicret; ya aileniz?..
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

SORU : Uzaklara ve uzaktakilere el uzatmaya çalışırken, ailemizin fertlerinden akrabamız olan kimselere, komşularımızdan iş arkadaşlarımıza kadar yakın çevremiz diyebileceğimiz insanları da ihmal etmememiz, inandığımız İslam’ı, dine ve vatana hizmet duygumuzu onların gönlüne de duyurabilmemiz için neler tavsiye edersiniz?

CEVAP: Değişik vesilelerle arz ettiğim gibi, din-i mübîn-i İslam’ı tanıtmak, Allah’ı, Peygamber Efendimizi, Kur’an’ı, iman esaslarını ve İslam’ın şartlarını anlatmak bir mü’minin en önemli vazifesidir. Dünyada tebliğden daha mukaddes bir vazife yoktur. Eğer ondan daha kutsal ve Allah indinde daha makbul bir vazife olsaydı, Allah en sevdiği kullarını o vazifeyle yeryüzüne gönderirdi ve onu en önemli kurbet vesilesi kılardı. Oysa Cenabı Hak, peygamberlerini tebliğ vazifesiyle gönderdi ve onları Kendine en yakın kullar yaptı. Enbiyâ-ı İzâm’ın yakınlığı, o mesajı hayatlarının gayesi sayarak insanlığa ulaştırma azim ve gayretinde olmalarından dolayıdır. Öyle ise, Allah’a yaklaşmanın en emin yolu da tebliğdir. İnsanlar bu yola ne kadar yakın dururlarsa, Allah’a da o kadar yakın olurlar.

Ne var ki, dini anlatmak ve din esaslarını başkalarına sunmak her dönemde farklı şekillerde ve değişik yollarla olabilir. Belli şartlar altında ve zamanın değişmesiyle, tebliğ yol ve usulleri de değişebilir. Belki değişmeyen tek esas vardır; o da, tebliğin temsille derinleştirilmesi.. yani; tebliğin yanında, tebliğ edilen şeyin temsil edilmesi. Zannediyorum, bizim ashâb-ı kiram ve selef-i salihîn efendilerimizden ayrıldığımız nokta da budur; onlar temsilin gücünü arkalarına alıyor ve Allah’ın izniyle müessir oluyorlardı; ama biz her zaman öyle değiliz, öyle davranmıyoruz; temsil bizde ikinci planda kalıyor, belki bazı şeyleri anlatıyoruz, fakat çoğu zaman anlattıklarımızı hâle yansıtamıyoruz ve uygulamada problemler yaşıyoruz.

Vakıa, ashâb-ı kiram döneminde dil ve beyan da çok önemli bir unsur olarak öne çıkmıştı. Onlar da dili çok iyi kullanıyorlardı. Çok derin bir lisan, beyan ve söz zevkine sahiptiler; Allah onları Kur’an’ın muhatapları ve tebliğcileri haline getirmişti. Fakat, dünyanın değişik yerlerinde İslam’ı sunarken, ulaştıkları her milletin dilini bildiklerini söylemek de mümkün değildir. Hatta, siyer ve megazi kitaplarının anlattığına göre, onlar arasında yabancı dil bilen insan sadece üç-dört taneydi. Onlar da büyük ölçüde, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) mektuplarını tercüme etmekteydi. Fakat, sahabe efendilerimiz yabancı dil bilmeseler de, çok kısa zamanda dünyanın dört bir yanında kendilerini anlatma imkanı bulmuşlardı. Herkes adeta mum kesilmiş onları dinliyordu.. onlar mum gibi, hayır, projektör gibi gitmişlerdi ve gittikleri her yerde çok mumlar tutuşturmuşlardı Allah’ın izniyle. Temsilin gücündeydi onların etrafa ışık saçmalarının sırrı..

Evet, tebliğ temsilin gücüne inzimam etmezse çok fazla tesirli olmaz. Temsil noktasında eksik kalan bir tebliğ bütün bütün tesirsiz olmasa da beklenen tesiri de gösteremez. Günümüzde dinin anlatılması hususundaki eksik-gedik de bundan kaynaklanmaktadır. Bugün, insanlar maksatlarını güzel ifade ediyorlar, süslü-püslü sözlere ve beyanın gücüne televizyon, radyo ve gazete gibi gelişmiş teknolojiyle gelen nimetleri de ekleyerek maksatlarını çok güzel seslendiriyorlar. Geniş imkanlar var ellerinde; meseleleri istedikleri gibi kompoze edip câzip hale getirebiliyor ve bir anda milyonlarca insana ulaşabiliyorlar. Fakat, yine de o ilkler seviyesinde müessir olamıyorlar. Demek ki onlarda olup da günümüz insanında bulunmayan bir haslet var; işte o haslet, tebliği temsille destekleme ve derinleştirme hususiyetidir.

Evet, bu önemli vazifeyi yüklenenler ve peygamberlik mesleğinde yürüyenler, ihsân-i İlahî olarak omuzlarına konan mukaddes bir yükün taşıyıcıları olduklarını çok iyi bilmelidirler. Nasıl bir eczacının ya da bir doktorun kendine göre bir kıyafeti oluyorsa, nasıl bir ameliyatta insanlar değişik kılık-kıyafete giriyorlarlarsa, bu önemli vazifenin tebliğcilerinin de kendilerine göre tavır ve davranışları olmalıdır. Onların, çok samimi, çok sâdık, çok vefalı ve vazifelerinde ısrarlı olmaları gerekir.

Nefsinizi Allah’tan satın almaya bakın!..

Cenabı Hak, en büyük vazife olan tebliğ hususunda, “Ve enzir aşîrateke’l-ekrabîn – Önce en yakın akrabalarını uyar. ” (Şuarâ, 26/214) buyurarak, Allah Rasûlü’nün önce akrabalarından başlamasını emretmiştir. Bu ayet indirildiğinde Peygamber Efendimiz ailesinin bütün fertlerini, akraba ve yakın komşularını Ebû Kubeys tepesinde toplamış ve “Ey Abdulmuttalip oğulları! Ey Fih oğulları! Ey Lüeyy oğulları! Ben şimdi şu dağın öbür yamacında düşman süvarilerinin bulunduğunu ve size saldırmak üzere olduklarını söylesem bana inanır mısınız?” diye sormuştu. Onlar, “evet inanırız” deyince Efendimiz sözlerine şöyle devam etmişti: “Ben şiddetli bir azaptan önce size gönderilmiş bir uyarıcıyım.” Bunun üzerine, Ebû Leheb öfkeden yerinde duramaz hâle gelmiş, –hâşâ ve kellâ– “Ağzın kurusun. Sırf bunun için mi bizi buraya çağırdın?” demişti. “Ebû Leheb’in iki eli kurusun. Kurudu da.” mealindeki ayet-i kerimeyi ihtiva eden “Tebbet” (Mesed) suresinin indirilmesiyle de tesellî olan Efendimiz, Ebû Leheb gibi kimselerin mani olmaya çalışmalarına rağmen Allah’ın emrini yerine getirmiş, her fırsatta aile ve akrabasına da tebliğ ve irşatta bulunmuştu. Bir defasında, kavim ve kabilesine seslenerek şöyle buyurmuştu:

“Ey Kâ’b b. Mürre oğulları! Nefsinizi Allah’tan satın almaya bakın; zira ben, âhirette sizin adınıza birşey yapamam!

Ey Abdimenâf oğulları! Nefsinizi Allah’tan satın almaya bakın; zira âhirette sizin adınıza birşey yapmak elimden gelmez!

Ey Abdülmuttalip oğulları! Nefsinizi Allah’tan satın almaya bakın; zira, âhirette sizin adınıza da birşey yapamam!”

Efendimiz kendisine en uzak kabile ve oymaktan başlayıp en yakınlarına gelmiş ve: “Ey Allah Rasûlü’nün halası Safiyye, sen de nefsini Allah’tan satın almaya bak, zira âhirette senin adına da birşey yapamam!” buyurmuştu.

O Safiyye (radıyallahu anha) ki, Hazreti Hamza’nın kız kardeşiydi. O Safiyye ki, Allah Rasûlü’nün “Havarim” dediği Zübeyr’in anasıydı. O Safiyye ki, zâlim Haccac’a karşı Ka’be’yi müdafaa ederken, asılmak suretiyle şehid olan Abdullah b. Zübeyr’in babaannesiydi. Ve bütün bunlardan öte, o Safiyye ki, Allah Rasûlü’nün öz halasıydı. Buna rağmen İki Cihan Serveri, ona da “Sen de nefsini Allah’tan satın almaya bak, zira âhirette senin adına da birşey yapamam!” demişti.

Efendimiz sözlerini o kadarla da bitirmemişti, son olarak kendi kızı ve ciğerpâresi Hazreti Fatıma’ya (radıyallahu anha) “Ey Muhammed’ın kızı Fatıma! Sen de nefsini Allah’tan satın almaya bak; zira âhirette senin adına da birşey yapamam.” demişti.

O Fatıma (radıyallahu anha) ki, gözüne ve hayâline hiçbir günah girmeden, Hazreti Ali (kerremallahu vechehû) ile evlenmişti. Zâten yaşı 25 olmadan da vefat edip gitmişti. Arkadan gelen bütün evliyâ, asfiyâ onun nurlu neslinin semeresiydi… O ki, sağanak sağanak vahiy yağan Nebî evinde yetişmişti. O ki, Allah Rasûlü, onun hakkında “Fatıma benden bir parçadır.” buyurmuştu… Ve yine o ki, cennet kadınlarının efendisi olduğu bildirilmişti. Ama Allah Rasûlü ona da, evet bu Fatıma’ya da, “Kendini Allah’tan satın almaya bak! Nefsinin ipoteğini çözdürmeye çalış!” demişti.

İşte, Allah bir emir ferman buyuruyor; “Ve enzir aşîrateke’l-ekrabîn” diyor. Sonra o ayetin mânâsını, murad-ı sübhanisini de Efendimizin gönlüne duyuruyor. Birinci vahye “vahy-i metluv” diyoruz, ikincisine de “vahy-i gayr-i metluv”. Emir ve emrin mânâsı, Cenab-ı Hakk’ın o emirden muradı Allah’a aittir. Onun üzerinde sonsuzun şebnemi vardır, ebediyetin çiği vardır. Onu ortaya koyma mevzuundaki ifadelerse Efendimize aittir. Berikinin üzerinde de, Efendimizin sidre kadar muallâ mübarek kalbinin ışığı vardır, ziyası vardır, rengi vardır, deseni vardır. Efendimiz, emri çok iyi anlıyor ve yerine getiriyor; yakınlarından başlayarak hem inzar ediyor, hem de tebşir de bulunuyor. İnzar ederken, ev halkına ve can parçası kızına da söyleyeceğini söylüyor.

Evet, Allah Rasûlü’nün saadet hanesinde sürekli bir haşyet tüter dururdu. Orada oturmalar, kalkmalar hep haşyet televvünlüydü. Allah Rasûlü’nün bakışlarını yakalayabilenler, o bakışlarda her zaman cennetlerin imrendiriciliğini veya cehennemlerin ürperticiliğini görüp hissederlerdi. Namaz kılarken O’nun titreyip ürpermeleri, kâh ileriye kâh geriye gidip gelmeleri; cehennem endişesiyle sarsılmaları; cennet arzusuyla üveykler gibi kanatlanmaları O’na bakan herkese Allah’ı hatırlatırdı. İmam Nesaî naklediyor: “Allah Rasûlü namaz kılarken içinde bir güveç kaynıyor gibi ses duyulurdu.” Daima ağlamalı bir hal ve kaynayan bir içle Allah’a teveccüh eder ve namazını öyle kılardı. Peygamber hanesinin sakinleri O’nu hep Rabbisinin huzurunda, başı yerde, titreyerek ve irkilerek secde eder vaziyette görürlerdi. Tabii ki, O’nun bu hali bile tek başına bir inzardı. Efendimizin örnek hayatı ev halkına da müsbet yönde tesir ediyor ve terbiye adına onlara çok şey kazandırıyordu. Allah’tan çok korkan Nebiler Sultanı’nın, hanım ve evlatlarında da aynı haşyet, aynı korku vardı. Çünkü Allah Rasûlü, hep yaşadığını söylüyor ve söylediklerini de yaşadıklarıyla misallendiriyordu.

Allah Rasûlü, bu en sevdiklerini, gerçek sevginin gereği olarak dünyevî bütün kazurattan temizliyor, dâmenlerine dünyevî tozun-toprağın bulaşmasına fırsat vermiyor, onların nazarlarını ulvî âlemlere çeviriyor ve onları oradaki beraberliğe hazırlıyordu. “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” diyen Hazreti Muhammed’i seviyorsanız, yolunda olacaksınız; çünkü, ancak yolunda olanlar ötede O’nunla beraber olacaklardır. İşte bu beraberliğe hazırlama yolunda Allah Rasûlü bir taraftan onları seviyor, bağrına basıyor, diğer taraftan da bu sevip bağrına basmayı ahiret hesabına çok iyi değerlendiriyordu.

Kızcağızım, sen de nefsini Allah’tan satın almaya bak!..

Mevzuyla alakalı bildiğiniz bir hadiseyi hatırlatmak istiyorum: Hazreti Fatıma, bütün ev işlerini bizzat kendisi yapardı. Zaten, bütünü bir tek odadan ibaret olan bir hücrecikte kalıyorlardı. O hücrecikte, Fatıma ocağı yakar ve yemek pişirmeye çalışırdı. Çok kere, ateşi alevlendirmek için eğilip üflerken, ateşten çıkan kılvılcımlar benek benek elbisesini yakardı. Onun için elbisesi delik-deşik olmuştu. Yaptığı sadece bu değildi. Ekmek yapmak, evin ihtiyacı olan suyu taşımak da onun yüklendiği işlerdendi. Değirmen taşını çevire çevire eli nasır bağlamış, su taşıya taşıya da, Erzurumluların tabiriyle, sırtı “yağır” olmuştu.

Bu arada bir harp dönüşü Medine’ye esirler getirilmişti. Allah Rasûlü bu esirleri, müracaat eden Medine halkına dağıtıyordu. Hazreti Fatıma da, ev işlerinde kendisine yardımcı olabilecek bir hâdim (hizmetçi) istemek için babasına gitmiş, Efendimizin yanında oturanlardan hicap ederek hiçbir şey söyleyemeden evine dönmüştü. İnce kızının bir maksatla geldiğini anlayan Nebiler Nebisi oradaki maslahat hasıl olduktan sonra kalkıp onun evine gitmişti. Hazreti Fatıma anamız der ki “Yatağa uzanmıştık ki, Allah Rasûlü çıkageldi. Ben ve Ali yataktan doğrulmak istediysek de O buna mâni oldu.. ve aramıza oturdu. Öyle ki sadrıma temas eden ayağındaki serinliği hissediyordum. Arzumuzu sordu. Ben durumu anlatmaktan hicap edince, Ali dedi ki “Ya Rasûlallah, değirmen taşı çeke çeke kızınızın elleri nasır bağladı, su taşıya taşıya omuzu yağır oldu, ev süpüre süpüre toz toprak içinde kaldı. Lütfederseniz yeni gelen esirlerden bir hizmetçi istiyoruz.” Allah Rasûlü bu istek karşısında memnun olmadı, mübarek kaşlarını çattı ve şöyle dedi: “Kızım, Medine fakirlerinin hakkını size veremem. Allah’tan kork ve Allah’a karşı vazifende kusur etme! Allah’ın, omuzuna yüklediği farzları hakkıyla yerine getir. Kocana da daima sâdık ve itaatkâr ol! Onun hakkını da gözet! Sana istediğinden daha hayırlı bir şey söyleyeyim: Yatağına gireceğin zaman, otuz üç defa “Sübhanallah”, otuz üç defa “Elhamdülillah”, otuz dört defa da ”Allahüekber” de. İşte bu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır.” Bunun mânâsı şu idi: Kızım, değirmen taşını yine kendin çevir, suyunu kendin taşı, evini de kendin süpür ama nazarlarını uhrevî âlemlerden sakın ayırma, senin ihtiyacın budur. Allah indinde kıymet ve derinliğini arttırmak istiyorsan, tesbîhe yapış, tahmîde sığın ve tekbîre tutun. Sizin istediğiniz şey fânî dünya hayatına ve onun rahatına bakıyordu. Halbuki ben sizin ahirette mesud ve bahtiyar olmanızı istiyorum.

Rasûl-ü Ekrem azim şefkati ve engin merhametiyle müminlerin akıbetinden çok korkuyor, onları yer yer ikaz, inzar ve irşad ediyor; bu işi de yine kendi ailesinden başlayarak yapıyordu. İşte O, böyle bir aile reisiydi; bazen rahmet dolu bulutlar gibi tatlı bir yüz ekşiliği olurdu çehresinde; ama bu yüz ekşiliğinin arkasında rahmet vardı, belliydi ki, yağmur yağacaktı ve suluyacaktı etrafını ahiret hesabına, bir gülşen olacaktı çevresi. Çoğu zaman da, tebessüm eder, sinesini açar, onları bağrına basar ve iltifatlar yağdırırdı aile fertlerine. Onlarda bu tatlı havayı kaybetmekten korkar ve Onun ahiret hesabına olan isteklerini yerine getirirlerdi.

İşte, Hazreti Fatıma her an vahyin sağanak sağanak yağdığı bu atmosferde neş’et etmiş ve yaşamıştı. Gözlerini açar açmaz Peygamberler Sultanı’nı görmüş ve Peygamberin dava-yı vilayette vâris-i hâssı olan Hazreti Ali’nin evinde de aynı havayı teneffüs etmişti. Efendimizin dâr-ı bekâya yolculuğundan altı ay sonra o da göçüp gitmişti. Efendimiz de Hazreti Fatıma da ayrılığın uzun sürmeyeceğini biliyorlardı. Çünkü bir gün Allah Rasûlü sevgili kızının kulağına “Kızım, artık baban yolcu, ötelere yolculuk var!” deyince Hazreti Fatıma bir çığlık koparıvermişti. Onun ağlamasına dayanamayan Şefkat Peygamberi kızını tekrar yanına çağırmış ve kulağına “Kızım, ben gidiyorum ama ehl-i beytimden bana ilk kavuşacak olan da sensin. Yanıma herkesten önce sen geleceksin.” demişti. Bu sözü bir müjde olarak bağrına basan Hazreti Fatıma artık tebessüm ediyor ve O’na kavuşacağı günü beklemeye duruyordu.

Siz, arz etmeye çalıştığım şu birkaç misaldeki duruluğuyla tanımaya çalışın Fatıma annemizi, şu karelerde onun ne kadar duru ve ne kadar nezih yaşayan nasıl bir nezihe ve nasıl bir pâkize olduğunu anlayın. Fakat, Efendimiz işte o pâkize annemize bile diyor ki; “Ya Fatımatü, işterî nefseki minallahi feinnî lâ uğnî anki minallahi şey’en = Kızcağızım, sen de nefsini Allah’tan satın almaya bak; zira âhirette senin adına da birşey yapamam.” Efendimiz, bu sözüyle, “İnnallahe’şterâ minel mü’minîne enfüsehum ve emvâlehum bienne lehumu’l-Cenneh = Allah, karşılık olarak cenneti verip mü’minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır.” (Tevbe- 9/111) mealindeki ayete telmihte bulunuyordu.. bulunuyor ve en yakınlarından başlayarak herkese ahiretin yamaçlarını işaret ediyordu.

Yakın ve Uzak Komşu

Diğer taraftan, Cenabı Hak şöyle buyurmaktadır: “Allah’a kulluk edin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabalara, yetimlere, düşkünlere, yakın ve uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve size hizmet eden kimselere iyilik edin. Allah, kendini beğenip öğünenleri elbette sevmez. ” (Nisâ, 4/36). Ayet-i kerimede, ilk önce Allah’a kulluk ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayıp samimiyet ile ibadet etmek nazara veriliyor. Daha sonra, anne-babaya iyilikle muamele etmek, akrabalara ihsanda bulunmak, yetimleri ve yoksulları görüp gözetmek sıralanıyor. Ve sonra da, evi yakın olan veya akrabadan olan yakın komşuya iyilik ve evi uzak olan veya akrabadan olmayan ya da müslüman olmayan uzak komşuya iyilik zikrediliyor. Merhum Hamdi Yazır, tefsirinde bu ayetle alakalı olarak şu hadis-i şerifi hatırlatır: “Komşu üç kısma ayrılır. Birincisinin üç hakkı vardır; komşuluk hakkı, yakınlık hakkı ve İslâmiyet hakkı. İkincisinin iki hakkı vardır; komşuluk hakkı ve İslâmiyet hakkı. Üçüncüsünün bir hakkı vardır; komşuluk hakkı ki bu Hristiyan, Yahudi ve müşrik komşudur.” Demek ki, komşu Hrıstiyan ya da Yahudi de olsa, müslüman olmadığı halde ona da iyilik yapmak bir komşuluk hakkıdır ki iyiliklerin başı da tebliğ ve irşattır. –Bütün bunlara rağmen, hoşgörü ve diyalog faaliyetlerine karşı çıkanların kulakları çınlasın!..–

Evet, ayet-i kerimenin işaretiyle, nasıl maddî iyilik ve ihsanda anne-babanın ve yakın-akrabanın hakk-ı evveli var, öncelikle onları görüp gözetmek gerekiyor, tebliğ ve irşatta da hak önce onlarındır. Öyleyse, uzağa gitmeden evvel çevrene bakmalısın, başkalarına anlatmadan evvel ailene, akrabana, komşularına anlatmalısın. Cennet’e gitme yollarını evvela yakınların için açmalı; kalblerin Allah’la buluşması mevzuunda ilk defa yakınlarınla Allah arasındaki engelleri bertaraf etmeli, onların gönüllerini Allah’la buluşturmalısın. Daha sonra da komşularından başlamak üzere bu vazife alanını daha da genişletmelisin.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) alâka dairesini gayr-i müslimleri de içine alacak kadar geniş tutmuştur. Fakat, işe evvela yakınlarından başlamıştır. Risalet vazifesiyle tavzif edilir edilmez, önce Hazreti Hatice validemize, daha sonra da Hazreti Ali, Hazreti Ebû Bekir gibi akraba ve dostlarına tebliğde bulunmuştur. Zamanla daireyi genişletmiş ve Hristiyan, Yahudi ya da müşrik komşularının da ilahî mesajdan istifade etmeleri için çalışmıştır. Mesela, bir gün bir Yahudi komşusu, oğlunun vefat etmek üzere olduğunu söyleyip hüznünü ifade edince Allah Rasûlü hemen kalkıp ölüm döşeğindeki genci ziyarete gitmiştir. O hiçbir zaman ve hiçbir yerden eli boş dönmediği ve Allah’ın izniyle her yerde gönüller kazandığı gibi oradan da o gencin kalbini kazanarak dönmüştür. Efendimiz, acılar içinde kıvranan genci görünce onun hâline acımış ve ona şehadet getirmesini tavsiye etmiştir. O, babasının yüzüne “izin ver” dercesine bakınca ve babası da “Ebû Kasım’a itaat et oğlum.” deyince gencin dudaklarından “Lâilâhe illallah, Muhammedun Rasûlullah” sözleri dökülüvermiştir. Evet, Efendimiz oradan da tebessüm ederek ayrılmış, orada da bir kalb kazanmış ve bazı gönüllerin İslam’ı kabul etmesi için de zemin hazırlamıştır. –İşte yakın durmanın hasıl ettiği netice ve semere!..–

Hasılı, bizler yakınlarımızdan başlayarak, uygun bir üslup içinde dinimizi yakına da uzağa da anlatmakla mükellefiz. Çünkü, herkesin müslüman olması söz konusu değilse bile, vukuu muhakkak gibi görülen gelecekteki korkunç fırtınaları ancak tebliğ ve temsil kahramanlarının diyalog ve hoşgörü anlayışıyla oluşturdukları dalgakıranlar durdurabilecektir. Dünyanın dört bir yanında olması arzulanan beyaz adalar, ışık ve sulh adacıkları ancak böyle bir anlayış sayesinde meydana gelecektir.