Hedef ve İstikamet

Hedef ve İstikamet
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

İnanan bir gönül sürekli “Rabbimi anlatamayacağım bir
dünyada yaşamaktansa ölürüm daha iyi.” düşünce ve hissini
taşır. Zaten O’nu anlatamayacak, sevip başkalarına sevdiremeyeceksek
bu dünyada yaptığımız herşey abesle iştigaldir. Bunun
dışındaki bütün mülahazaları balyozla vurup kırmak lazım.
Her mümin, “Bu din benim dinim, dinimi anlatmak vazifemdir.”
demeli. Müslüman sadece kendi olarak kalamaz. Kendiniz
olarak kalmaya kalkarsanız bitersiniz. Ancak meyve verdiğiniz
sürece yaşayabilirsiniz. İnsanlara faydalı olarak Cenab-ı
Allah’ın rızasını kazanma duygusuyla hayırlı hizmetler
ardında koşmuyorsanız pas tutup çürümeniz mukadderdir.
Ayrıca, İslam’dan başka hiçbir sistem ya da ideolojinin
insanlığa verecek birşeyi kalmamıştır. Öyleyse biz,
insanlık için bir ışık olmalıyız; bir mum kadar da olsa
etrafımızı iman nuruyla aydınlatmaya bakmalıyız. Karanlığı
aydınlatmak ancak iyi bir müslümanlıkla mümkündür. Biz
istikamet müslümanları olarak güven vadeden tavırlarımızla
gönüllere akmalıyız. Bugün bazı insanlar bize inanmıyor
olabilir; müslümanlar olarak yapageldiğimiz samimi işlerin
ardında başka gayeler arayabilirler. Bu meselede de,
başkalarını suçlama yerine bizim kendimizi tam ifade
edemediğimiz hususu üzerinde durmalıyız. İnsanlar en
az 40 sene bizi seyretmeli; hiç sapmadan, Cenab-ı Hakk’ın
rızası dışında bir beklentiye girmeden, doğru müslümanlığı
yaşamaya çalıştığımızı görmeli. İşte böyle bir kıvamda
olduğunuz zaman göreceksiniz, insanlık fevç fevç size
müracaat edecek ve sizi siz yapan hakikatlere koşacak.


İç-Dış Ahengi ve Günah Karşısındaki
Tavır

İnsan, dış görünüşüne önem verdiği gibi kalbî ve ruhî
hayatı itibariyle de dikkatli yaşamasını bilmelidir.
Mesela, insanın bir yerinde göze batacak bir şey varsa,
dikkat çeker diye onu gizler.. yakası kıvrık kalmıştır,
pantolonun paçası bozulmuştur; farkına varınca hemen
onu düzeltir. Bunun gibi, kalbde bir inhiraf olduğunda,
ruhta hedefinden sapma meydana geldiğinde insanın hemen
orada yeniden harekete geçmesi lazımdır.. harekete geçip
onun çaresine bakması, yoluna koyması lazımdır. Mesela,
göz yoluyla kalbe bir şey gelebilir; kulak veya ağız
vesilesiyle kalbe bir şey bulaşabilir. İnsan görünüşündeki
dağınıklık kadar belki ondan daha fazla gönül hayatındaki
bu tür dağınıklıklara da dikkat etmeli ve devamlı hassas
yaşamalıdır. Hiç olmayacak şekilde, mesela konuşurken
ağzından kaçırıverirsin: “Filanca yüzüme bakarken biraz
aval aval baktı.” O şahıs kendisine söylenince bundan
rahatsızlık duyacaktır. Hemen arkasından koşup, ona
yetişip “Ağzımdan bilmeyerek böyle bir şey çıktı, hakkını
helal et.” demek icap eder. Aynen bunun gibi, “Niye
hava soğuk?” diye aklından geçti. Hemen arkasından “Estağfirullah
ya Rabbi, senin soğuğuna sıcağına karışamam.” demelidir.
İnsanın üstüne-başına, yakasına-paçasına dikkat ettiği
gibi kalbî ve ruhî hayatı itibarıyla Allah’ın ölçüleri
içinde O’nun sevimsiz kabul ettiği şeyleri de hemen
gidermeye çalışması lazımdır. Bazı dış yüzü itibarıyla
hassas tipler vardır. Giysisiyle, oturduğu-yattığı yeriyle
düzen arayışı içinde olan bu tipler, ruhi hayatında
duyarlı olmayabilir. Bazı insanlar da düzensizdir, çevresi,
eşyaları karışıktır. Fakat, ruhi hayatı itibarıyla fevkalade
bir insandır. Bunlar birbirine uymayabilir. Ama bazıları
da vardır ki, hem dış görünüşü itibarıyla hem de iç
hayatı, ruhi ve kalbi yönüyle her zaman hassastır, duyarlıdır.
Herhalde en iyi insan da odur: İç-dış ahengi mevzuunda
fevkalade hassas ve duyarlı yaşayan, eğri-büğrü şey
görmek istemeyen insan… Bu çok önemlidir. İnsana bazen
bazı şeyler ağır gelebilir. Fakat aklımızdan geçen şeylerden
dolayı bile marz-ı ilahiye (Allah’ın rızasına) muvafık
değildir korkusuyla günah işlemiş gibi davranılmalı.
Günah dediğimiz şeyin sürekli kendisini hissettirmesi
mü’minin kalbinin cilasındandır. Çok parlak bir kalbe
bir kere bile kir düşmüşse aradan elli sene geçse dahi
o kalbin sahibi o günahı sanki o gün işlemiş gibi duyar.
Günaha karşı koymanın en güçlü yolu da budur. Bir kere
yapmışsa bir masiyet, onu yeni yapmış gibi vicdanını
incitici olarak bulur. “Keşke” der. “Keşke…” Bu önemlidir.
Siz günahınızı unutursanız o öbür tarafta başınıza gâile
(dert, felaket) olur. Allahın rahmeti unutulmamalı,
günah da unutulmamalı. O’nun affediciliği unutulmamalı
ama günahın çirkinliği de unutulmamalı. Mümin bir kere
hata etse bir ömür boyu onun için gözyaşı döker.

 

İrade

Mu’cize ve kerâmet haktır ve Allah (celle celâluhû)
dilerse âdiyâtı (normal ve sıradan hadiseleri) paramparça
eder; fevkalade şeyler ortaya koyar. Fakat, hiçbir nebi
planlarını bu fevkaladeliklere göre yapmaz. İşlerini
sebeplere göre planlar. Uhud’da Peygamber Efendimiz’e
(sallallahu aleyhi ve sellem) üzerindeki zırhının üstüne
bir zırh daha giymesi, gereken tedbiri alması söyleniyor.
Zira, yapılması gerekenleri yapmadan herşeyi Cenab-ı
Hakk’a havale etmek cebrîlik (cüz’i iradeyi kabul etmemek,
insanın hareketlerinin kendi elinde olmadığına inanmak)
olur. Üstad hazretleri, Kur’an-ı Kerim’de insana verildiği
söylenen emaneti “ene” (benlik) olarak yorumluyor. Ene’nin
en önemli rüknü iradedir ve insanın davranışları ona
bağlanmıştır. Bir manada insan, iradesiyle insandır.
Bize düşen de; hayatımızı fevkalâde, harikulâde türünden
beklentilere bağlamak değil iradelerimizin hakkını vererek
yapılması gerekenleri yapıp neticeyi Yüce Rabbimizin
muradına bırakmaktır.

Yaptığı şeylerde insanın niyetlerini belirleyen faktörlerin
Kur’ani ölçülerle iyi tesbit edilmesi lazım; insan ulvi
gayelerle iyi şeyler yaptığını düşünürken aslında başka
saiklerle hareket ediyor olabilir. Bu sebeple, insanın
kendisinden endişe duyması kötü değildir. Kendisinden
endişe duymayanın akibetinden endişe ederim.

Kur’an ve Vahiy

İlahî kelamdan insanların istifadesi açısından en elverişli
tecellî Kuranın tecellîsidir. O, insanların dillerine,
anlayışlarına, hallerine ve idraklerine uygun bir konuşma
tarzı ve tecellîye sahiptir. Hedef kitlenin seviyesine
göre konuşacağını konuşma, yapacağını yapma ve dinleyen
herkese birşeyler anlatma Kuran’ın üslubudur. Dolayısıyla
Kur’an, potansiyel olarak herkesin alıp değerlendirebileceği,
istifade edebileceği bir tecelli dalga boyunda -bu tabiri
bazı mahzurlardan kaçınma ve bu şekliyle çok mahzurlu
olmayacağı mülahazasıyla kullanıyorum- nazil olmuştur.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) vahyin
inişi esnasında, bizim bildiğimiz alemden başka bir
aleme geçiyor; adeta bizim alemimize kapanıyordu.. bu
alemden ayrılıyor, bir başka buuda giriyordu. Bu meselede
hususi donanıma sahip olmakla beraber vahyin ağırlığını
çok ciddi hissediyor; o alemle irtibatın manevi baskısını
yaşıyor; vahyi almadaki zorluğu duyuyordu. Vahiy alma
ameliyesindeki bu ahz u ata (alıp verme) bizim için
bir sırdır ve onu tam olarak izah edemiyoruz. Ancak
belli benzetmelerle anlamaya-anlatmaya çalışıyoruz.
Mesela; reseptörler (alıcı aletler) mors alfabesiyle
gönderilen değişik sinyalleri harflere ve kelimelere
çevirir. Her gelen sinyal bir harfe, kelimeye denk düşer.
Reseptörün başındaki görevli kim olursa olsun belli
sinyallerden belirli bazı harf ve kelimeleri alır ve
anlar. Vahiy meselesini de anlamayı kolaylaştırmak için
kullanabileceğimiz bu benzetme çerçevesinde değerlendirebiliriz.
–Haşâ ve kellâ, teşbihde hata olmasın- Efendimizin mahiyetine
yerleştirilen binlerce manevî reseptör vasıtasıyla her
gelen ilahî sinyal bir kelime olarak alınıyor. Bu inceliği
kavrayamayan kimseler, “Efendimize vahiy mana olarak
geliyor; O da manayı kelime kalıplarına ve şekillerine
uyguluyor” diyorlar. Bazılarının “Kuran’ın manası Allah’tan
kelimeleri Efendimiz’den..” sözlerini duyunca çok üzülmüştüm.
Hayır, öyle değil; “sadece mana vahyediliyor” diyemeyiz.
Her gelen sinyal bir harfe tekabül ediyor. Bunlar reseptörlerine
gelince asıl mahiyetlerine uygun olarak çözülüyor. Bu
konuda da Efendimizin mahiyeti kullanılıyor. Hem o öyle
bir alma ki, Hz. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve
sellem) “Rabbim, şu ayeti bir daha söyle.” demiyor.
Aksine vahyi kaçırmamak için heyecanla ve acele hareket
edince ikaz sadedinde “(Rasulüm!) Sana vahyedileni unutmamak
için tekrarlarken hemen anında bellemek için dilini
kımıldatma. Çünkü vahyi senin kalbinde toplamak ve onu
okutmak Bize ait bir iştir. O halde Biz Kur’anı okuduğumuzda,
sen de onun okunuşunu izle.”(Kıyamet 16-18) buyruluyor.
Yani adeta, “Sen sadece konsantrasyona bak. O sinyaller
senin vücuduna inince asıl kalıplarına dönecek.” deniliyor.
Öyleyse, vahyi beşerî kalıplara bağlamak kesinlikle
yanlıştır. Arzettiğim husus meseleyi akla yaklaştırmak
için kullanabileceğimiz küçük bir misal. Yoksa, vahyin
gerçek mahiyetini ancak Allah (celle celâluhû) bilir.

Kendimiz Olma

Bir insanın yalnızken derince ibadet edip başkalarının
yanında sığ yapması riya; kendi kendine yaptığında verip
veriştirip başkalarının yanında özenip bezenmesi ise
şirk kabul edilmiştir. Rabbinle arandaki münasebete
bakacaksın, insanların mülahazalarını nazar-ı itibare
aldın mı, kirletiyorsun demektir. Biz kendi boyumuzun
kulluğunu ortaya koymalı; gösteriş ve taklite girmemeliyiz.
Bununla beraber, “Herkes kendi marifet ufkuna göre ibadet
eder, benim marifet ufkum uyuklamaya, uyuşukluğa müsaade
ediyor.” şeklinde bir düşünceyle meseleyi hafife almak
da yanlış olur. Kalbimize saygılı olmak mecburiyetindeyiz.
Kulluk şuuruyla dopdolu olarak iradelerimizin hakkını
vermeliyiz.