Dünyevileşme – Başkalaşma ve Kendimiz Olma

Dünyevileşme – Başkalaşma ve Kendimiz Olma
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: İbn Haldun, bir kere dünyevileştikten sonra yeniden
İslâmî esaslara dönmenin çok zor olacağı şeklinde bir tespitte bulunur. Bu
tespiti nasıl değerlendiriyorsunuz, bilhassa günümüze bakan yönüyle izah eder
misiniz?


Cevap: İbn Haldun’un yaşadığı dönem, İslâm dünyası
adına karışık, buhranlı bir dönemdir. Bu sebeple kanaatimce o, önemli bir ilim
adamı olmasına mukabil, kendi zamanının çocuğu olarak o dönemdeki ahvâlden
hareketle birtakım neticelere varmaya çalışmış, ulaşmış olduğu bu neticelerin
bir kısmında isabet kaydederken, bir kısmında ise hata etmiştir. Meseleye bu
açıdan bakıldığında, mezkûr tespitte doğruluk payı bulunmakla beraber, onun
tashih edilmesi gereken yanları bulunan nisbî bir hakikat olduğunu
söyleyebiliriz. Şimdi isterseniz icmalî olarak dile getirdiğimiz bu hususu bir
nebze açmaya çalışalım.


Bir Kere Başkalaşan


Değişme ve başkalaşma, üzerinde ciddi mânâda durulması gereken çok önemli bir
meseledir. Çünkü daha önce de değişik vesilelerle ifade edildiği üzere bir çeşit
başkalaşan her çeşit başkalaşabilir. Evet, bir kere başkalaşan artık başkalaşma
yoluna girmiş demektir. Sonra o şahıs, hiç farkına varmaksızın bir kere daha,
bir kere daha başkalaşır ve neticede her yönüyle bambaşka biri oluverir. Bu
önemli konuyu teyit eden hadis-i şerifler de vardır. Mesela bir hadislerinde
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Kul bir günah
işlediği vakit, kalbinde siyah bir nokta oluşur. Eğer tevbe edip vazgeçer, af
dilerse kalbi yine parlar. Ama tekrar günaha dönerse, o leke büyür, nihayet
bütün kalbini ele geçirir.”
(Tirmizî, Tefsir, Mutaffifin) Buradan anlıyoruz
ki, insan kalbî hayatı itibarıyla bir kere kirlenmeye açıldığında, o açılmanın
nerede duracağını ve kaç derecelik bir açı meydana getireceğini kestirmek
oldukça zordur. İnsan farkına varmaksızın bir de bakar ki, merkezdeki 0,1
derecelik bir açı, muhit hattında yüz seksen derecelik bir açı hâline
gelivermiş.


Esasında Üstad Hazretleri de, “her bir günah içinde küfre giden bir yol
vardır”
diyerek bu hakikate işaret etmektedir. Çünkü günah fıtrat ve
tabiatı deforme eden bir illet olduğundan o, fıtrat ve tabiattan uzaklaşma yani
bir yönüyle bir başkalaşma demektir. Hz. Pir, aynı hakikati bir başka yerde
şöyle seslendirir: “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir
kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma.”
Bunun mânâsı
şudur: Sen, dünyaları içine alan ama yine de doymayan çok ulvî, Cenab-ı Hakk’a
ve ebediyete müştak ve ancak cemal-i ba kemal ile  mutmain olabilecek
letaif ve duygularını öyle gelip geçici arzu ve heveslerle kirletme. Yoksa
hocalarımızın ifadesiyle el, el ile; ayak, ayak ile elveda ettiği yani can
hulkuma geldiği zaman, “Ne diye bunlara bakmışım, ne diye bunları dinlemişim, ne
diye bunlara doğru yürümüşüm, ne diye bunlara el uzatmışım, keşke bunları hiç
yapmasaydım!” diyerek pişman olursun.


Bu sebeple inanmış bir gönlün, başkalaşma yoluna sülûk etmeksizin, değişme ve
başkalaşmanın bir keresine bile müsaade etmeme kararlılığı içinde olması ve
temel disiplinler itibarıyla hep sabitkadem olarak yerinde sapasağlam
durabilmesi çok önemlidir. Çünkü değişme veya başkalaşma temkinsizce buzda
yürüme gibidir. İnsan orada her an kayıp düşebilir. O hâlde hiç bir meseleyi
küçük görmeksizin giyim-kuşamdan şekil ve şemaile kadar her hususta kendimiz
olarak kalabilme yollarını bulmalı ve o yolda kararlı bir tavır sergilemeliyiz.
Yoksa sırf değişim fantezisinin zebunu olarak giydiğimiz bir elbiseyi modası
geçti diye kaldırıp bir köşeye atarsak, başka bir zaman, onun da modası geçer ve
onu da kaldırıp atma lüzumu duyarız. Zamanla bu hâl şekil ve şemailimize sirayet
eder. Artık kendinden kaçan, özünden uzaklaşan bir fert olarak
saçımızdan-başımızdan hafif hafif kırpmaya başlarız fakat dönüşüm ve başkalaşma
orada da durmaz; bundan sonra sıra kirpiğimize mi gelir, kaşımıza mı gelir
bilinmez ve neticede makası öyle bir yere yanaştırırız ki, o bizi kökümüzden
koparır.


En Derin Çukurlardan En Yüksek Zirvelere


İşte İbn Haldun merhum üst üste mağlubiyetlerin yaşandığı o buhranlı dönemde
böyle bir hususa dikkat çekmek istemiş olabilir. Ancak İbn Haldun, sorunuzdaki
bu ifadesiyle, dejenere olmuş toplumların yeniden ihyası mevzuunda ümitsizliğin
ağır bastığı bir yaklaşımı seslendiriyorsa, kanaatimce böyle bir yaklaşımda
zühul var demektir. Çünkü var olduğu günden beri beşeriyetin belki elli defa
mumu bitmiş, elli defa ateş gelip tahtaya dayanmış ancak Allah’ın izniyle
yeniden bir meşale yakılmış ve insanlık tekrar aydınlığa kavuşmuştur. Evet,
beşeriyet elli defa Lut Gölü’nün dibini boylamış, ancak bu düşüşlerin peşini
Everest Tepesi’nin zirveleri takip etmiş ve gelip sıfıra dayanan insanlık
yeniden zirvelere tırmanmayı başarmıştır.   


Mesela Mehmed Akif, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem)
dünyayı teşrif ettiği dönemi tasvir ederken:


Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta
Dişsiz mi bir insan onu
kardeşleri yerdi
Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin
Salgındı bu gün
Şarkı yıkan tefrika derdi


ifadelerini kullanmıştır. Ancak bütün bu karanlık ve kasvetli ortama rağmen
Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz kayserleri, kisraları yere sermiş ve bir
hamlede içinde bulunduğu o durumdan insanlığı kurtarmıştır. İnsanlık tarihinde
bu durum o kadar çok tekerrür etmiştir ki, ümitsizliğe düşmeye mahal yoktur.
Bundan dolayı mü’min bir kuyuya düştüğünde, artık buradan çıkmam mümkün değil
diyerek ümitsizliğe düşmez/düşmemelidir. Çünkü o, her şeye gücü yeten sonsuz
kudret sahibi bir Zât’a dayanmaktadır. Mesela ilâhî bir inayet neticesinde,
oradan geçen bir kervan düşmüş olduğun o kuyuya kovasını salıp senin oradan
çıkıp kurtulmana vesile olabilir. Böyle bir imkân olmasa bile, inanmış bir insan
olarak sen ye’se kapılmamalı, tırnaklarınla o duvarlara tırmanıp oradan çıkmanın
bir yolunu bulmalısın. Nitekim beşer Allah’ın inayetiyle elli, belki yüz defa
düştüğü o kuyudan çıkmış; çıkmış ve o çukurları zirve hâline getirmiştir. Yine
merhum Âkif’in ifadesiyle;


Ye’s öyle bir bataklıktır ki düşersen boğulursun
Azmine sarıl sımsıkı
bak ne olursun
Yaşayanlar hep ümitle yaşar
Me’yus olan ruhunu, vicdanını
bağlar.


Âkif’in bu ifadelerine karşılık Hazreti Pir de, “Ye’s mâni-i her kemaldir.”
demiştir. Eğer kemal peşinde, bir olgunluk arayışı içindeyseniz ilk yapmanız
gereken ye’si gömmek olmalıdır.  Çünkü ye’s ve reca âdeta bir tahterevalli
gibidir ki, ancak ye’si gömmekle recayı olması gereken yere
çıkarabilirsiniz.  


Islah Süreci ve Sabır


Şimdi bütün bunları nazar-ı itibara aldığımızda ifade etmemiz gerekir ki,
eğer bizde ciddi bir başkalaşma ve değişme olmuşsa kimse bunun
düzeltilemeyeceğini söyleyemez. Fakat şunu da kabul etmeliyiz ki, iki üç asırda
meydana gelen tahribatı bir hamlede, bir nefhada tamir etmek de çok zordur. Biz
asırlardan beri rehnedar olmuş bir kaleyi tamir etmeye çalışıyoruz. Öyle ki iman
esasları bile sarsılmış,  anne-baba hukuku ayaklar altına alınmıştır. Demek
ki Allah hakkından anne-baba hukukuna kadar her şey zir u zeber edilmiştir.
Toplum bünyesi bütün bunların hepsini birden kaldırıp ikame etmeye tahammül
edemez. Kaldı ki, belli bir kültürün çocuğu olan insanlar bile başka bir kültür
ortamıyla karşılaştıklarında entegrasyon sorunu yaşıyorlar. Mesela batılılar,
aradan uzun zaman geçmiş olmasına rağmen, bir dönem işçi olarak ülkelerine gelen
insanların kendi toplumlarına hâlâ entegre olamamalarından şikâyet ediyorlar.
Üstelik göç eden bu insanlar dinî ve kültürel sahada ciddi bir donanıma da sahip
değillerdi.


Teşrî sürecinde ortaya çıkan tablo da bize bu hakikati anlatmaktadır. Mesela
Kur’ân-ı Kerim, İnsanlığın İftihar Tablosu’na yirmi üç senelik bir süre zarfında
indirilmiştir. Hâlbuki Cenâb-ı Hak dileseydi onu birdenbire semadan bir kitap
olarak indirebilirdi. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de
insanları çağırarak onlara kendisine indirilmiş Kitab’ı okur ve hâlinizi buna
göre tanzim edin, diyebilirdi. Ancak bildiğiniz üzere Kur’ân-ı Kerim yirmi üç
senenin, ay, hafta ve günlerine serpiştirilerek indirilmiştir. Arada vahyin
kesildiği zaman dilimleri de olmuştu. İhtimal o inkıta zamanları da gelen vahyi
sindirmeye matuf ayrı bir imhal-i ilâhî idi. İşte 23 yıllık bu süre zarfında
gelen bütün emirler muhataplar tarafından sindirile sindirile kabul edilip
benimsenmişti.


 Bu sebeple diyoruz ki, eğer iki-üç asırdan beri belli duygu, düşünce,
anlayış, felsefe, dünya görüşü ve belki şekil ve şemailimiz açısından ciddi bir
deformasyona maruz kalmışsak, bunun birdenbire düzeltilmesi çok zordur. Esasında
teşriî emirlerin çehresinde okuduğumuz bu hakikati tekvînî emirlerin simasında
da görüp okuyabiliriz. Mesela tırtıldan kelebeğin çıkması gibi, belli
metamorfozlar yaşayarak varlık sahnesinde yerini alan hayvanatta dahi o süreç
bir hamlede olmuyor. Bundan dolayı siz değişim teklifinde bulunduğunuz
muhatabınızın sırtına üç-dört mutasyonu birden yüklerseniz, o insanı öldürmüş
olursunuz. O zaman yapılması gereken düzeltmek istediğiniz hususları rehabilite
ede ede sevdirmek, sevdirip benimsetmektir. Sahabe toplumu bu şekilde meydana
gelmiştir. Vahiyle aydınlanmadan evvel o toplum içinde ümmî ve bedevî insanlar
vardı. Onlardan bazıları başlangıç itibarıyla kapıdan içeri girip
“Abdulmuttalib’in torunu Muhammed burada mı?” diye hitap edebiliyorlardı. Fakat
bir gün geldi, aynı insanlar Allah’ın indirdiği vahyi sindirmiş birer mü’min
olarak akılları talim, nefisleri tezkiye, kalbleri tasfiye eden medeniyet
muallimleri hâline geldiler. O hâlde bize de bu yolda kararlı, azimli ve sabırlı
olmak düşer.


-Günümüz insanını değişim ve başkalaşma gibi fantezilere
sürükleyen saikler nelerdir?


Bu tür fantezilere yelken açan kimseler kendi değerlerimizin yetmezliği
düşüncesiyle hareket ediyor olabilirler. Hâlbuki bu, büyük bir tarihî
yanılgıdır. Çünkü sahip olduğumuz değerlerin semavî ve ilâhî olduğuna inanan bir
insanın, onlardaki enginlik ve zenginliği de peşinen kabul etmesi gerekir. Diğer
yandan bizim değerlerimizin zamanın gereklerine uygun olarak o kadar çok açılım
noktası vardır ki, darlık ve yetmezlikten söz edilemez. Günün ihtiyaçlarına
cevap vermede kapalı gibi duran bir kısım meseleler ise Kitap ve Sünnet’in
sınırlı nasslarından sınırsız meselelere uzanmanın farklı bir unvanı sayılan
içtihad sayesinde her zaman çözüm ve vüzuha kavuşturulacak durumdadır. Yeter ki
dinamik ve aşkın hususiyete sahip bulunan o semavî kaynağa tam bir iman ve
itimadla müracaat gerçekleştirilebilsin. Evet, bu mevzuda sabit değerlerimiz
olarak ifade edebileceğimiz muhkemâta ait meselelerde kat’iyen bir eksiklik söz
konusu değildir. Bu konuda fantezi ve lükslere girme, değerlerimizin kıymet-i
harbiyelerini bilmeme, onların enginlik ve ifade ettikleri mânâları takdir
edememeden başka bir şey değildir.


Değişim fantezisinin bir diğer sebebi olarak orjinallik peşinde koşma
gösterilebilir. Çünkü bazı insanların, çocukluklarından itibaren duyageldikleri
meseleler hakkında ülfet ve ünsiyete yenik düşmeleri, onların içinde farklı bir
şey söyleme, farklı bir şey söylemek suretiyle kendilerini ifade etme arzu ve
hevesini tetiklemiş olabilir. Zannediyorum tenasüh gibi haşir akidemizle telifi
imkânsız mevzuların bizim dünyamızda dillendirilmeleri işte bu tür bir fantastik
düşünceden kaynaklanmıştır. Yoksa haşr ü neşrin ne olduğunu bilen, bu konuda
i’mal-i fikirde bulunan inanmış bir insanın böyle bir düşünce inhirafı yaşaması
mümkün değildir.


Günümüzün bilhassa şiir sahasındaki edebî metinleri için de benzer
mülâhazaları ifade edebiliriz. Yani iğlak ve iphamda keramet arama, karşı tarafı
düşündürme lüksüne girmek için farklı kelimeler kullanma enaniyet kaynaklı böyle
bir farklılık ortaya koyma mülâhazasının neticesidir. Öyle anlaşılıyor ki, bu
şahıslar, düzlüğü, ayakların yerde olmasını kendileri için yeterli görmüyorlar;
görmüyor da imkânları olsa uçma teşebbüsünde bulunuyor veya öyle görünmeye
çalışıyorlar. Hâlbuki tabiîliğin kendine mahsus öyle bir okşayıcılığı, sıcaklık
ve kucaklayıcılığı vardır ki, hiçbir lüks ve fantezi arayışında mezkûr
dinamiklerin tesir gücünü bulmak mümkün değildir.