Denge ve İtidal

Denge ve İtidal
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Hayatın hemen her sahasında ciddî düşünce kaymalarının yaşandığı, aşırılıklara prim verildiği günümüzde, ifrat veya tefritlere girmeme adına dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir, izah eder misiniz?

Cevap: Dini, murad-ı ilâhîde mahiyeti ne ise o şekilde yaşayıp hayatımıza hayat kılabilmek için dengeli olma ve itidali koruma çok önemlidir. Zira denge kaçırıldığı zaman ya ifrata ya da tefrite düşülür ki, ifrat tefriti, tefrit de ifratı doğuracağı için neticede fasit bir daire oluşur. Esasen ifrat ve tefritlerden salim kalmanın yolu, ümmetine daima itidali tavsiye buyuran sırat-ı müstakim rehberi İnsanlığın İftihar Tablosu’nun sünnetine uymaktır.

Sırat-ı Müstakim

İslam düşünce sisteminde sırat-ı müstakim tarif edilirken, dünden bugüne mesele genellikle kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliyeye irca edilmiş ve bunların itidal halleri sırat-ı müstakim olarak ifade edilmiştir. Fakat rekabet, tenafüs, niyet ve nazar gibi daha başka hususları da bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. Daha doğru bir tabirle insan tabiatında mündemiç olan iyi ve kötü bütün duygu ve düşünceler için bir sırat-ı müstakimden bahsedilebilir.

Mesela eşya ve hâdiseleri okuma, değerlendirmeye tâbi tutma mânâsında “nazar”ı ele alacak olursak, nikbin onun ifrat, bedbin tefrit hâlini; hakikatbin ise orta hâlini temsil eder. Bildiğiniz üzere nikbin, kötü ve çirkinliklere gözlerini kapatıp her şeyi sadece iyi ve güzel yönleriyle ele alan, bedbin ise her şeyi kötü ve kapkara gören kişi demektir. Hakikatbin veya hüdabine gelince, o, her şeyi kamet-i kıymetine ve keyfiyetine uygun olarak görmeye çalışan kişidir. Vâkıa Hz. Pîr’in de Hakikat Çekirdekleri’nde ifade ettiği üzere “Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” Ayrıca güzel olmayan şeylerde bile, kabil-i tevil olduğu sürece iyi düşüncelere, güzel değerlendirmelere gitmek gerekir. Fakat bu, realiteyi görmezlikten gelme, sadece hayal ve hülya dünyasında yaşama demek değildir. O hâlde yapılması gereken; gerçeklerden kaçmadan, realitelere gözünü kapamadan ama aynı zamanda karamsarlığa, ümitsizliğe de düşmeden her şeyi olduğu gibi görmektir ki, işte bu, “nazarda denge” demektir. 

Esasında sırat-ı müstakimde hareket edildiği takdirde insan mahiyetine yerleştirilmiş olan ve zahirî yönü itibarıyla şer gibi görünen nefis bile insan için hayırlı hale gelebilir. Hatta “iğva” ve “tesvilâtıyla” insanları saptırıp baştan çıkaran şeytan dahi, yaratılış hikmeti ve konumu doğru anlaşıldığı takdirde insanın Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmesine ve sık sık O’na sığınmasına sebep olabilir. Fakat -hâşâ- ona müstakil bir güçmüş gibi bakıldığında vehmî bir kuvvet ve iktidar izafe edilmiş olur ki, bu da, ışık ve zulmette bir güç, kuvvet ve iktidar vehmedenlerin hâli gibi, insanı alır, dalâlete sürükler. Bildiğiniz gibi bu inançta olanlar, ışık ve karanlığın ayrı birer güç kaynağı olduğuna inanır, ışıktan bir zarar gelmeyeceği ama karanlığı temsil edenlerin mutlaka memnun edilmesi gerektiğini düşünür ve böylece bu çarpık telakkinin peşinde akla, hayale gelmedik kötülükler irtikâp ederler. Aynı felsefeyle hareket eden Satanistler de şeytanın şerrinden korunabilme adına kendilerince onu memnun etme yoluna gitmişlerdir. İşte insana karşı “tesvil” ve “tezyinden” başka herhangi bir silâh ve kozu olmayan âciz bir mahlûku -hâşâ- Yaratıcı’ya ait bazı güç ve kuvvetlere sahip bir varlık gibi düşünmek, onun hakkında dalalet ölçüsünde bir ifrat olduğu gibi; onun tesvil ve tezyinini, “hemz” ve “lemzini” görmezden gelmek, hafife almak, böylece Kur’ân ve Sünnet’in beyanlarına göz kapamak ve kulak tıkamak da onun hakkındaki değerlendirmede bir tefrittir. Zira o, insanın apaçık bir düşmanıdır ve insan, iradesinin hakkını vermeyip gaflette bulunduğu takdirde o amansız ve imansız düşmanının eliyle ebedî saadetini kaybedebilir.

Muvaffakiyet Kurbanları

Helâka sürükleyebilecek menfî hususlarda insanın dengeyi bulması çok önemli olduğu gibi, pozitif sahada, hayır istikametinde kendisine verilen hususlarda da dengeli olması çok önemlidir. Yani bir kısım menfîliğe açık duyguları, hayır istikametinde kullanma adına dengeli olmak gerektiği gibi, iman, ibadet ve ahlâk adına ortaya konulan kalbî ve bedenî amellerde de ifrat ve tefritten uzak durulmalı ve sırat-ı müstakimin dışına çıkılmamalıdır. Mesela insan, namaz kılma, zekât verme, hacca gitme, oruç tutma, dua etme, hatta tefekkür, tezekkür ve tedebbürde bulunma gibi bütün ibadet ve amellerini özenerek, mükemmelliği yakalama peşinde ortaya koymalıdır. Zira Yüce Allah, Kitab-ı Mübin’inde

اِعْمَلُوا فَسَيَرَى اللَّهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ وَالْمُؤْمِنُونَ

“Amel edin! Yaptıklarınızı Allah da, Resûlü de, mü’minler de görecekler.” (Tevbe Sûresi, 9/105) ferman-ı sübhanisiyle, amellerin Allah’ın, Peygamber’in ve basiret erbabı mü’minlerin teftişine arz ediliyor gibi arızasız ve kusursuz ortaya konulmasını emretmektedir. Kısaca insan bütün ibadetlerinde “Acaba oldu mu?!” endişesini taşımalı ve hep kemâl peşinde koşmalıdır. Fakat Allah’a kulluk adına ortaya konulan böyle bir performansta mükemmel denecek bir çizgi yakalansa dahi, insan hiçbir zaman elde edilen neticeyi kendinden bilmemeli, muvaffakiyet ve zaferi kendine izafe etme gibi bir küstahlığa girmemelidir. Zira neticeyi yaratan Allah’tır (celle celâluhu). İşte ibadet ve amellerin başını gözünü yararak, onları üstünkörü, gevşeklik ve gaflet içerisinde yerine getirme durumuna tefrit diyecek olursak, çok ciddî bir performans ortaya koyup Cenâb-ı Hakk’ın tevfikine mazhar olduktan sonra, neticeyi kendinden bilme gibi Hakk’a karşı küstahlık tavrı da ifrattır. Zira her ne kadar işin başında ciddî bir ceht ve gayret ortaya konulup mükemmellik peşinde koşulsa da, netice itibarıyla başarılara sahip çıkılıp, onlar şan ve şöhret hesabına değerlendirilmektedir. Bu ise insanın başının dönüp bakışının bulanmasına, şirk ve nifak vadilerinde helâk olmasına yol açar. 

O hâlde, Allah yolunda belli başarı ve muvaffakiyetlere nail olan insana yaraşan; tevazu, mahviyet ve hacalettir. O, her zaman “Değildir bu bana lâyık bu bende, bana bu lütf ile ihsan nedendir?” demelidir. Evet, insan bir taraftan yapabileceği şeyleri en mükemmel şekilde yapmaya çalışmalı, diğer yandan da debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi kendisini yerden yere vurmasını bilmelidir. Hatta nail olduğu başarı ve muvaffakiyetlerin kendisi için bir imtihan unsuru olabileceğini hiçbir zaman aklından çıkarmamalı, bunların istidrac olabileceği endişesiyle oturup kalkmalı ve kayıp gitmekten çok korkmalıdır.

Düşünün ki, hakikî nurun her yeri aydınlattığı, ayların ve güneşlerin bile kararıp gittiği bir dönemde Esvedü’l-Ansî, Müseylimetü’l-Kezzâb gibi peygamberlik iddiasında bulunan kişiler zuhur etmiştir. Bu zavallılar kendilerinde gördükleri bazı kabiliyet ve becerilerin kurbanı olmuş, kibir ve bencilliğin pençesi altında mahvolup gitmişlerdir.

Enaniyet Çağında Mehdi Enflasyonu

Elbette ki, yaşanan bu tür inhiraf ve dalâletler sadece belli bir döneme mahsus değildir. Hemen her dönemde benzer hâdiselere şahit olunmuştur. Günümüzde de, azıcık ağzı laf yapan, bir iki satır bir şey karalayan, mâneviyatta birazcık yol kat eden bazı insanların dengeyi kaçırarak kendilerini bir mihrap veya bir kıblenüma hâline getirmeye çalıştıklarını ve benlik iddialarıyla oturup kalktıklarını görmek mümkündür. Bunlar, azıcık bir şey ortaya koydukları ve etraflarında da safderun insanlardan müteşekkil bir halka oluştuğu zaman, hemen kendilerini bir kamer gibi görmeye başlıyorlar. Bundan dolayı olsa gerek, günümüzde ciddî bir mehdi enflasyonu var. Fakir bile, şimdiye kadar sadece bizim toplumumuz içinden çıkmış beş altı tane “mehdi” (!) tanıdım. Hatta bunlardan üç tanesi benimle irtibata geçmek istedi. Mesela, geçenlerde biri buraya geldi. Yirmi iki yaşında olduğunu ifade etti. Daha sonra, “Hocam, ben kendimi sadece Hüseynî biliyordum. Son zamanlardaki derin tahkikatımla Hasenî olduğumu da tespit ettim.” dedi. Ben ona mahviyet ve tevazu adına bazı hususları hatırlattım. Küçüklerde küçüklüğün emaresinin tekebbür olduğunu, onların pencereden görünmek için ayakları üzerine dikileceklerini, büyüklerde büyüklüğün emaresinin ise asa gibi iki büklüm olmak olduğunu anlatmaya çalıştım. Söyleyeceklerimi söyledikten sonra, ayrılırken ben zannettim ki ikna oldu. Kapıyı açtım, tam dışarı çıkarken, aynen şöyle dedi: “Pekâlâ hocam, size bu mevzuda seçme hakkı vermemişlerse ne yapacaksınız!” Hâlbuki peygamberliğin dışında insanlara ilân ve tebliğ edilme mecburiyeti olan hiçbir makam ve unvan yoktur. Buna Ebû Hanifelik, Şafiîlik, Malikilik ve Hanbelilik dahil olduğu gibi, mehdilik de dahildir. Ne var ki, böyle bir anlayışa kilitlenmiş insanlara bir şey anlatabilmek oldukça zordur. Rabbim, mehdilik iddiasında bulunan bütün bencil ve mütekebbirleri doğru yola hidayet eylesin!

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, mahviyet, tevazu, ihlâs ve iddiasızlık anlayışı üzerine kurulu salih bir daire içinde dahi benzer iddiaları seslendiren şahısların olabileceği hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Hatta bu kişiler, enaniyetlerini aidiyet mülâhazasına dayandırdıklarından, onlara laf anlatmak belki çok daha zordur. Mesela birisi kalkar der ki, “Ben bugüne kadar çıraktım, tilmizdim. Falan kişi şimdiye kadar bin tane melekle veya ruhaniyle destekleniyordu. Fakat şimdi onlardan dokuz yüzü onu bırakıp bana geldi.” Her dönemde başka örnekleriyle görüldüğü üzere insan çok değişik aldanmalarla nefis ve şeytanın esiri olabiliyor.

O hâlde, ekilen tohumların neşv u nema bulduğu, gül bahçelerini güllerin sardığı bir dönemde de olsa, diken istilâsının her zaman için muhtemel olduğu hatırdan çıkarılmamalı ve yürünen yolda hep basiretli ve gözü açık yürünmelidir. Evet, her zaman bazı mudiller çıkabilir; çıkıp safderun insanları arkalarından sürükleyip götürebilirler. Zira güllerin yanında dikenler olabileceği gibi bülbüllerin yanında saksağanlar da ötebilir. Bülbülün o güzel sesini duymamış ve kulakları ona alışmamış bazı kimseler de saksağan sesine kapılıp gidebilirler. Bu itibarla insanların bu tür iddialara kanıp aldanmalarına meydan vermeme adına her zaman bir Hazreti Ebû Bekir, bir Hazreti Ömer (elfü elfi merratin radıyallahu anhüma) firasetiyle hâdiseler görülüp gözetilmeli, sürekli teyakkuz halinde olunmalı ve temkinli hareket edilmelidir.