Bir Gönül Mimarı: Alvarlı Efe Hazretleri

Bir Gönül Mimarı: Alvarlı Efe Hazretleri
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Şahsiyeti, aile fertleri, iç derinliği, topluma yönelik mesajları ve üzerinizdeki tesirleri zaviyesinden, Alvarlı Efe Hazretleri ile alakalı duygu ve düşüncelerinizi bizlerle paylaşır mısınız?

Cevap: İşin doğrusu böyle büyük bir zatı resmetmek ve onun tam bir fotoğrafını ortaya koymak beni aşan bir konudur. Bu itibarla, onun hayatını, düşünce dünyasını, kalb ve ruh ufkunu derinlemesine ve arka planıyla kavrayabilecek bir idrake sahip olmadığımı daha başta ifade ve itiraf etmeliyim. Ayrıca o büyük zat, ruhunun ufkuna yürüdüğünde ben henüz on altı-on yedi yaşındaydım. Her ne kadar hayata gözlerimi açar açmaz kendimi o dupduru kaynağın başında bulmuş olsam da, o yaşta olan birinin, engin ufku olan böyle büyük bir insandan kâmil mânâda istifade edemeyeceği aşikârdır. Bu açıdan anlatacağım hususların, o zamanki idrak ufkum ve çocukluk mülahazalarım da nazar-ı itibara alınarak değerlendirilmesi gerekir.

Nurlu ve Bereketli Bir Yuva

Efe Hazretleri’nin neşet ettiği yuva, mübarek ve feyizli bir kaynak gibiydi. Mesela babası Hüseyin Efendi ve öz kardeşi Vehbi Efendi çok büyük insanlardı. Ben babası Hüseyin Kındığî Efendi’yi görmedim; ancak şu tek vaka dahi o mübarek zatın fazilet ve kemâlâtını ifade adına yeter derecede bir fikir verir zannediyorum:

Evlâd-ı Resûl’den olan Alvar İmamı ile babası Hüseyin Kındığî Efendi, Pîr-i Küfrevî Hazretleri’ne intisap etmek üzere Bitlis’teki dergâhına giderler. Pîr-i Küfrevî Hazretleri, muhtemelen, görür görmez onlardaki istidadı hemen keşfettiğinden kendilerine hususî teveccühte bulunur ve ciddi ihtimam gösterir. Daha sonra da erbain çıkartma, seyr u sülûk-i ruhaniden geçirme, herhangi bir teste tabi tutma, endazeye vurma ihtiyacı duymaksızın her ikisine birden hilafet verir. Cevahir kadrini cevher-fürûşân olmayan bilmez, sarraf değilse bir insan altın ve gümüşten anlamaz. İşte Pir-i Küfrevî Hazretleri cevahir kadrini bilen bir cevher-fürûşân olarak görür görmez onların kıymetini anlıyor ve halkı irşat edebileceklerine dair kendilerine hilafet veriyor. Ani gelişen bu durum karşısında, o güne kadar Küfrevî Hazretleri’ne hizmet eden müritleri geceleyin ileri geri konuşmaya başlıyor ve sonra da hilafet konumunu ihraz edip etmediklerini anlama adına onları imtihana tabi tutuyor. O esnada birden kapı ardına kadar açılıyor ve içeriye giren Küfrevî Hazretleri onlara şöyle sesleniyor: “Mollalar! Mollalar! Hüseyin ve Muhammed Lütfi Efendi’nin bana ihtiyaçları yoktu. Onları kemâlâtı buraya getirdi.”

“Kemâl ehli kemâlâtı kemâl ile buldu hep,
Bîfaidedir kemâlâtsız fıdda u zeheb.”

Bir insan kemâl sahibi değilse, Karun’un hazineleri ölçüsünde altını ve gümüşü olsa ne ifade eder ki!

Kardeşi Vehbi Efendi de derya gibi bir insandı. Onda sükûtilik daha hâkimdi; fakat bu sükûtilik, insan ruhunda değişik dalgalanmalar meydana getiren bir müessiriyete sahipti. Gerek annem gerekse babam, her ikisine de derin bir hürmet ve sadakatle bağlıydı. Bu büyük zatlar, bazen gelir, handa dedemin misafiri olurlardı. Dedem de onlara karşı derin bir saygı duyardı. Vehbi Efendi, Alvar İmamı’ndan büyüktü ve ben henüz beş yaşlarındayken vefat etmişti. Vefat ettiğinde;

“Cüda düştüm güzellerden,
Derem vâ-hasretâ şimdi!”

mısralarını zannediyorum Efe Hazretleri onun için yazmıştı.

Ruhlarda Heyecan Tutuşturan Suzişi Nağmeler

Alvar İmamı iç dünyası itibarıyla derin, aşk u heyecanıyla coşkundu. Zikir meclislerindeki hali, bu gönül zenginliğinin canlı bir misali gibiydi. O, hem Nakşî hem de Kadirîydi. Bundan dolayı olsa gerek, caminin içinde onun nezaretinde bazen hatme-i hacegan bazen de halka-i zikir icra edilirdi. Caminin içinde kalabalık bir halka olurdu. Tasavvuf geleneğinde ser-zakir, zikrin nasıl söyleneceğini göstermek için halkanın içinde dolaşır; fakat o dönem itibarıyla Hazret çok yaşlı olduğundan halka içinde dolaşmaz, âdeta halkanın bir imamesi gibi yerde oturur ve halkadakilere göz ucuyla birer nigah-ı aşina kılardı. Zaten bir süre sonra halkadakiler kendilerinden geçer ve çevrelerini görmez hale gelirlerdi. Hatta ağlamaya boğulanlar ve bayılıp yere düşenler olurdu. Hazret, ciddî sağlık problemleri olmasına rağmen, minderin üstünde iki üç saat dizleri üzerinde otururdu. Orada Hülasatü’l-hakâik isimli eserinden gazeller, naatlar ve münacatlar okunur ve daire vurulurdu. Köyde, sesi çok güzel bir Hafız Efendi vardı, daireyi o vururdu. Hazret, o esnada bütün benliğiyle Cenab-ı Hakk’a yönelir, bazen o muhrik ve sûzişi nağmeleriyle kendinden geçer, çevrede bir insibağ ruh haleti hâsıl eder ve gönüllere bir aşk ateşi salardı. Zaten orada bir iki insan heyecandan kendinden geçince, birisi azıcık gözyaşlarıyla coşunca, bu durum hemen diğer zâkirlere de sirayet eder, herkeste bir aşk u heyecan atmosferi oluştururdu. Hem öyle bir aşk u heyecan oluşurdu ki, bütün bunlara çocukluğumda şahit olmama rağmen, hâlâ onların tesirinde olduğumu söyleyebilirim.

Hazret, aynı zamanda tam bir peygamber aşığıydı. Fakir de Ravza-i Tahire’yi ilk gördüğümde orası için, “Bir avuç toprağını, cihanlara değiştirmeyeceğim bukalar bukası” sözleri dudaklarımdan dökülmüştü. Fakat, Hazret’in aşkı bambaşkaydı. Birisi ona gelip, “Orada, sokaklarda çok uyuzlu mahlûklar gördüm.” dediğinde tepkisi şu olmuştur: “Sus! Medine’nin sokak köpekleri için dahi öyle söyleme! Ben Peygamber hatırına oranın uyuzlusuna bile kurban olurum.” O, bu ve benzeri ifadeleri, yüreğinden kopup gelen bir içtenlikle, bütün benliğiyle söylerdi. Öyle ki, bunu söylerken adeta Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şahsiyet-i maneviyesinde erir ve fena fi’r-resûl olurdu. Onun şu naatında da bu derin Peygamber sevgisini görebilirsiniz:

“Ey Şâhid-i Mukaddes Hûrşid-i âlem-ârâ,
Geysülerin muhammes ebrûlerin dilârâ.
Zülfün teline kıymet olmaz cihân serâser,
Neşreylemiş dû-kevne mûyin anber-i sârâ.”

İşte onun bulunduğu meclislerde bu naatlar okunur ve başta kendisi olmak üzere oradakiler coşardı. Bazen, o;

“Sana cânan gönül hayran nedendir,
Cemâlin gün gibi rahşan nedendir,
Kaşındır kâb-ı kavseyni ev ednâ,
Yüzündür sûre-i Rahman nedendir.”

mısralarıyla öyle bir feryat eder, öyle bir sesini yükseltirdi ki, bulunduğu yer adeta lerzeye gelir ve halkadaki herkeste bir titreme olurdu.

Fazilet Sahibi Herkesi Takdir Ederdi

O, bir söz sultanıydı. Hem aruzla hem de hecenin değişik kalıplarıyla ruhunun ilhamlarını seslendirirdi. Fakat o, büyük bir söz üstadı olmasıyla beraber aynı zamanda, huzurunda başka büyüklerin söz ve nazımlarının dile getirilmesinden de kesinlikle rahatsız olmaz, hatta o türlü söz ve şiirlerin söylenmesini teşvik ederdi. Mesela Pîr-i Küfrevî Hazretleri’nden hilafet almış bir zat olan Ketencizade’nin Divan’ında şeyhi için söylediği,

“Azîzim, rehberim, pîrim, efendim, şem’-i tâbânım.
Ziya-i himmetimdir her iki âlemde devrânım.
Benimle müttefiktir bu recâda cümle ihvanım.
Aman ey kutb-ı ekrem, gavs-ı azam, şah-ı devranım.
Nazardan dûr kılma bendegânı, gözde sultanım.”

sözlerini ben, onun huzurunda dinlemişimdir. Ketencizade, Erzurum’da onunla aynı dönemde yaşamış bir zattır. Emsal arasında tenafüs olabilir. Fakat o, tenafüsü ayaklarının altına almış ve âdeta onun üzerinde raks ediyor gibiydi. Evet, kim söylerse söylesin, şayet söylenen söz hak ise, o bu söze selam dururdu.

Aynı şekilde, Seyyid Nigari Hazretleri’ne ait olan,

“Cânân dileyen dağdağa-i cana düşer mi;
Can isteyen endişe-i cânâna düşer mi?
Girdik reh-i sevdaya, cünunuz, bize namus lazım değil.
Ey dil ki bu iş şâna düşer mi?” mısraları;

Bayburtlu Zihni’nin;

“Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş,
Canan göçmüş ıssız kalmış otağı,
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş,
Sakiler meclisten çekmiş ayağı.”

///

“Hangi dağda bulsam ben o maralı,
Hangi çölde soram çeşm-i gazalı,
Yavrusunu yitirmiş ceylan misali,
Gezer çölden çöle yoktur kararı.”
sözleri,

Fuzûlî’nin;

“Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı
Kamu bîmârına cânân deva-yı derd eder ihsan
Niçün kılmaz bana derman beni bîmar sanmaz mı
Şeb-i hicran yanar cânım döker kan çeşm-i giryânım
Uyarır halkı efgânım kara bahtım uyanmaz mı
Gâmım pinhan tutardım ben dediler yâre kıl rûşen
Desem ol bî-vefâ bilmem inanır mı inanmaz mı
Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvadır
Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı”

mısraları benim hep o meclislerden aklımda kalan şiirlerdir. Bütün bunlar orada terennüm edilirdi ama bu tür şiirlerin huzurunda okunmasında, onun herhangi fiilî ve hissî bir tepkisi olmazdı. Hatta o, bunları kendi muhassala-i efkârı gibi görür, hepsini takdirle karşılardı. Zannediyorum bu durum onun ufkunu, düşünce ve his dünyasını, olgunluk ve büyüklüğünü anlama adına önemli bir ölçüdür.

Salih Özcan Abi’den dinlediğim şu hatıra da onun kemâl ve istiğnasını göstermesi adına bana çok önemli geliyor. Salih Abi, 1950’li yılların başında Erzurum’a gelerek Hazret’in elini öpmüş ve ona demiş ki, “Efe Hazretleri! Üstad Bediüzzaman diye birisi var. Onun din ve imana dair yazdığı risaleler var. Biz de onun yolundayız. Onun bu risalelerini âleme duyurmaya çalışıyor, bunlarla hususiyle genç nesillerin imdadına koşuyoruz.” Bunun üzerine Hazret şöyle mukabelede bulunmuş: “Ah şu gözlerim görseydi de, ben de size yardımcı olabilseydim.” Evet, fazilet odur ki, başka fazilet-meab insanların faziletini de kabul etsin ve onlara karşı saygılı olsun.

Tın Tın Kulağımda Yankılanan Sözler

Şimdi de müsaadenizle, kendisini tanımış olma bahtiyarlığını ruhumda derinlemesine hissettiğim o büyük zatla alakalı unutamadığım bir-iki hatıramı nakletmek istiyorum. Unutamadığım hatıralardan biri şudur:

Henüz on dört, on beş yaşlarındaydım. Çok sevdiğim güzel bir arkadaşım vardı. Bana bir gün dedi ki, “İstanbul’da öyle dergâhlar, öyle medreseler var ki, Allah’ın izniyle altı ayda insanı evc-i kemâlâta çıkarıyor ve onu vaz u nasihat yapmaya ehil hale getiriyor.” Arkadaşım, bu sözleriyle beni ikna etti. Ben de hocama ve başımın bağlı bulunduğu o Hazret’e sormadan eşyalarımı bir küçük sandığa koyup arkadaşımla birlikte istasyona doğru hareket ettim. Bu arada benim başka bir talebe arkadaşım –ki bu arkadaşım Vehbi Efendi’nin torunuydu- bu durumu bizim akrabalara haber vermiş. İstasyonda tam gişeye yanaşıp bileti alacağım esnada birdenbire biri bileğimden tuttu. Bileğimi tutan, babamın teyzesinin oğluydu. Bilet alamadan beni geriye getirdi. Ertesi gün hocam, bana Hazret’in beni çağırdığını haber verdi. Ben, titreye titreye onun yanına gittim. Onun bu ölçüde celallendiğini hiç görmemiştim. Bana “Vallahi, billahi, tallahi gitseydin paramparça olurdun.” dedi. Onun bu sözleri hâlâ tın tın kulağımdadır.

Ben senelerce, “Yaptığım şey o kadar kötü müydü ki, gidince paramparça olayım?” diye düşündüm ve Hazret’in niye böyle dediğini anlayamadım. Fakat zamanla onun itabının mânâsını biraz anlar gibi oldum. İhtimal o, tek başıma bir çocuk olarak benim İstanbul gibi engin bir deryada eriyip gidebileceğim endişesini taşıyordu. Bunun yanında, Hazret’in nur halesinden izinsiz ayrılma, o iklimden kopup gitme bir kaybetme vesilesi olabilirdi. Ayrıca şayet o, kendi ufku itibarıyla size başka bir vazife hazırlamışsa, siz başka bir tarafa gittiğinizde şimdi olmak istediğiniz yerde olamazdınız. Dolayısıyla ben şimdi onun itabındaki sertliği ve hışım gibi tavrını daha iyi anlıyor ve “İyi ki öyle yapmış ve beni kendi serasına alarak sıyanet etmiş.” diyorum.

O, bu ikazları yaptıktan sonra gönlümün kırılabileceğini düşünerek hemen akabinde bana, değişik iltifatlarda bulundu. Bu iltifatlar karşısında ben de, sanki cepleri çerezle doldurulmuş bir çocuk gibi sevinçle geriye döndüm ve ne olursa olsun o medresede kalmaya karar verdim. Kâmil insanların insanlarla muamelesi bir başkadır. O büyük zat da, muhatabını çok iyi okuyan ve ona göre muamelede bulunan biriydi.

Bir başka hatıram da şudur: Molla Cami’ye yeni geçtiğimiz bir gün, talebe arkadaşlarla birlikte onun yanına gitmiştik. Erzurum’un beş on tane zengini de onunla birlikte oturuyordu. O, “Ben şimdi talebeme bir soru soracağım. Bilirse hepiniz ona şu kadar para vereceksiniz.” dedi. Ben Molla Cami’de nereleri en iyi biliyorsam, o, bana onları sordu. Ben de bildiğim yerler olduğundan hepsine cevap verdim. O zengin kişiler de bana Efe Hazretleri’nin dediği miktarda para verdiler. Zannediyorum toplam miktar, o günün parasıyla iki yüz lira kadar oldu. Belki de bir insanın hacca gidebileceği kadar bir paraydı bu. Efe Hazretleri’nin gözlerinde katarakt rahatsızlığı olduğundan bende ne kadar para biriktiğini görememişti. Bu sebeple bana ne kadar para biriktiğini sordu. Ben de cevap verdim. Sonra, “Bu kadar para sana çok. Ben onu Demirci Osman Efendi’ye vereyim de, onunla medreselerin ihtiyacını karşılasın.” dedi.

Erzurum’da medresede okurken ciddî bir fakr u zaruret içinde olduğumuzdan bazen üç dört gün ekmek, peynir bulamadığımız zamanlar olurdu. Babam imamlıktan aldığı paradan üç beş lira verirdi; fakat bunun ihtiyaçları karşılaması mümkün değildi. Ekmek alacak paraya muhtaç kaldığımız günler çoktu. İşte açlığın bizi kıvrandırdığı böyle bir günde, üç dört arkadaş tekkeye gittik. Hazret’in kardeşinin torunu Tayyib Efendi de bizimle birlikteydi. Tekkenin yanında bir samanlık vardı, orası kiler olarak kullanılırdı. Gözümüz kilerin deliğinden içerideki karpuzlara ilişti. Hazret içeride namaz kılıyordu. Biraz sonra kapı açıldı ve o; “Çocuklar, buraya gelin. Ben size getirip bir karpuz keseyim.” dedi. Evet, nice hadiselerle müşahede ettiğimiz üzere o, insanın halinden anlayan, içini okuyan, ufku ve kalb gözü açık, engin bir insandı.

Hâsılı, her ne kadar istifade edemesem de, eğer sırf onu tanımış olma bir şey ifade edecekse, kendimi bununla bahtiyar sayıyor ve böyle bir mazhariyetten dolayı Rabbime şükrediyorum.

Hakk’a yürüdüğü güne gelince; bir gün rahmetlik pederim Erzurum’a gelmişti. Teyzesinin evinde, pederim de, ben de istirahat ediyorduk. Birdenbire “Efe vefat etti.” diye bir ses duyar gibi oldum. Hemen yerimden fırlayıp Kurşunlu Camii medreselerine doğru koştum. Oraya vardığımda baktım arkadaşlar ağlıyorlar. Oradan da Efe Hazretleri’nin (rahmetullahi aleyh) evine gittim. Mumcu mahallesinde bir evde oturuyordu. Kırkıncı Hoca’nın “Taftazani” dediği Erzurum müftüsü Sadık Efendi ve Allame Sakıp Efendi de oraya gelmiş, mübarek naaşını kimseye bırakmayarak bizzat kendileri yıkamışlardı. Cenazesi orada yıkandıktan sonra bir kış günü Alvar Köyü’ne götürüldü ve oraya defnedildi. Karda kışta bütün millet oraya akın ederek defin hadisesinde de yanında oldular.

Cenab-ı Hak o büyük zatı, Habib-i Edibi’yle beraber haşr u neşr edip Firdevsiyle âbâd eylesin! Âmin!