Kırık Dilekçe ve Kur’an Hüznü

Kırık Dilekçe ve Kur’an Hüznü

-Nasıl ki dua külliyet kesbedince kabule karîn olur (bir duaya ne kadar çok insan yürekten katılırsa, o dua kabul edilmeye o ölçüde yaklaşmış olur), ümitler de inzimam edince (pek çok insanın ümidi aynı çizgide buluşup birbirine ilave olunca) o da kabul adına çok önemli bir mana ifade eder. (00:41)

-Bugüne kadar olanları bir mazhariyet görmeli ve dolayısıyla hamd ü sena hisleriyle gerilmeli; mülahazalarımızın o güzellikleri kendi nefsimize bağlayacağı noktada da “Yoksa bunlar birer istidrac mı?” düşüncesiyle titremeli ve hacaletle kıvranmalı… Olumsuzlukları ise, günahlarımıza, yanlış tavırlarımıza, davranışlarımıza, önü arkası hesap edilmemiş sözlerimize, beyanlarımıza, mimiklerimize, insanlara karşı muamelelerimizdeki ve Hakk’a karşı münasebetlerimizdeki hatalarımıza bağlamalı ve hemen istiğfarla gürlemeli!.. (01:37)

-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Ne mutlu o kimseye ki, defterinde çok istiğfar bulunur.” Hazreti Üstad da, “Dua ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar.” diyerek bu önemli hususa dikkat çekmektedir. (02:53)

-Bediüzzaman Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetleri ilân etmenin ve tahdîs-i nimette bulunmanın bazen gurura ve kibre dönüşebileceğini söyler. Bazen de, tevazu kastıyla o nimetleri ketmetmenin küfrân-ı nimet olabileceğini hatırlatır. Nimetleri ilan etme ya da gizleme hususunda ifrat ve tefritten kurtularak istikamet üzere olmak için, meziyet ve kemâlâtın varlığını kabul etmek fakat asla onlara sahip çıkmamak, kendine mal etmemek ve hepsinin Mün’îm-i Hakikî’nin lütufları olduğunu ikrar etmek gerektiğini vurgular. Meseleyi daha da açmak için bir misal verir: Bir insan sana çok güzel bir elbise giydirse ve o elbise sana çok yakışsa, insanlar da, “Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.” dese; eğer sen tevazukârâne, “Hâşâ, nerede güzellik nerede ben?” desen küfrân-ı nimette bulunmuş ve o güzel elbiseyi sana giydiren mahir san’atkâra karşı hürmetsizlik yapmış olursun. Eğer müftehirâne “Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var?” desen, o vakit de, mağrurâne bir fahre girmiş olursun. İşte, hem gurur, kibir ve kendini beğenmişlikten hem de küfrân-ı nimetten kurtulmak için, “Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik elbisenindir ve dolayısıyla o elbiseyi bana giydirenindir; benim değildir.” demelisin. (04:54)

-Tahdîs-i nimet; Allah’ın nimetlerine karşı şükür duygusuyla dolmak ve O’nun lütuflarını ilan etmektir. Bir başka ifadeyle, tahdîs-i nimet, Allah tarafından aczimize, fakrımıza merhameten ve ihtiyaçlarımıza binâen, hem de karşılıksız olarak verilen nimetleri düşünmemiz neticesinde onları bahşeden Rabbimize karşı içimizde minnet hislerinin coşması ve bazen de bu hamd ü senâ duygusunun şükür nağmeleri olarak dudaklarımızdan dökülmesidir. Tahdîs-i nimetin gürül gürül seslendirileceği yerler de vardır, kelâm-ı nefsiye havale edilip bir duygu seli halinde kalbe hapsedilmesi gereken yerler de. Mesela, ümmet-i Muhammed (aleyhisselam) heyet-i içtimaiyyesiyle sesini yükselttiği zaman korodan yükselen bir ses gibi gürül gürül olmalı; fakat, şahıslar kendi mazhariyetleri ile alakalı tahdîs-i nimeti mırıldanma şeklinde dillendirmeli!.. Zaten, bizim tahmid, tesbih, tazim, takdir ve tebcil adına söylediklerimiz sadece mırıldanmadan ibaret sözlerdir; Rabbimize karşı hamd ü sena hislerimizi layıkıyla seslendirmemiz mümkün değildir; bizim yaptığımıza dense dense mırıldanma ya da heceleme denir. (08:26)

-Herkes tahdîs-i nimeti ve Cenâb-ı Hakk’a karşı mülahazalarını kendi vicdan enginliğine, haline, duyuşlarına ve içinde bulunduğu şartlara göre ifade eder. Abdülkadir Geylanî hazretlerinin, “Halim Sana ayan, söze ne hâcet!” dercesine, “Allahım, halimi Senin bilmen, benim onu şerhetmeme ihtiyaç bırakmıyor; beni talepten müstağni kılıyor!” şeklindeki sözü ve ardından boynunu büküp iki büklüm olması gibi, bazen bir sükût bütün dua ve tazarruların, hatta ızdırar diliyle yalvarmaların bile önüne geçebilir. (10:40)

-Bir hadis-i şerifte, Kur’an-ı Kerim’in hüzünle indiği ve hüzünle okunması gerektiği ifade ediliyor. Kur’an’ın hüzünle inmesini, insanın Cennet’ten indirilişi, dünya gurbeti, pek çoklarının kötü akıbeti, Allah’ın, Peygamberlerin ve Kur’an’ın insanlar tarafından layıkıyla takdir edilemeyişi, ahiret, Cennet ve Cehennem… gibi kalblere tesir eden gözleri yaşartan ulvî manalarla dolu şekilde inmiş olmasına ve bir de nazil olduğu zaman diliminde mü’minlerin çektiği çile ve ızdıraplara bağlayabiliriz  Evet, bize yitirdiğimiz Cennet’i ve dünyadaki gurbetimizi hatırlatan Allah Kelamı’na muhatapları açısından bakacak olursanız, Kur’an-ı Kerim’in insanlar üzerine adeta ağladığını görürsünüz. O, bir yandan Cennet’i, bir taraftan da Cehennem’i göstererek sürekli “Amanın, amanın, amanın!..” diye inlemektedir. (13:39) 

-Aynı zamanda Kur’an mü’minleri bütün insanlığın hüznünü duymaya çağırmaktadır. İlahî Beyan’da raûf ve rahim olarak tavsif edilen Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) insanları ebedî hüsrandan kurtarma dâvasına o kadar gönülden bağlanmıştı ki, Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu konudaki ızdıraplarını, “Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’âna) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin” (Kehf, 18/6) diyerek dile getirmektedir. Hem ta’dil ve tembih hem de takdir ve iltifat ifade eden bir başka ayet-i kerimede de Cenâb-ı Allah, Rasûl-ü Ekrem’ine “Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin” (Şuara, 26/3) ve “Sen dilediğin kimseyi doğru yola eriştiremezsin, lâkin ancak Allah dilediğini doğruya ulaştırır.” (Kasas, 28/56) şeklinde hitap etmektedir. İşte benzer ayetler mü’minlere beşerin ebedî saadetini düşünmekten kaynaklanan bir hüzün yolunu göstermektedir. (15:28)

-Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki; “Bu Kur’an hüzünle inmiştir. O’nu okurken ağlayın. Şayet ağlayamıyorsanız, kendinizi ağlamaya zorlayın.” Bu tesbitten hareketle, güzel vasıfları kazanmada mebde itibarıyla sun’i ve tekellüflü adımlar tabii görülmelidir. Başlangıçta insan biraz zorlanabilir; tekellüflere girebilir. Fakat unutmamak lâzımdır ki, her mutâvaat, tekellüfün bağrında yeşerir, gelişir, kök salar ve bir çınar haline gelir. Evet, insan tabiatının bir mesele karşısında boyun eğmesi ve onu kabullenmesi (mutâvaat), biraz zorlanma ve az sun’îliklere girme (tekellüf) sonrasında mümkün olur. Kur’an-ı Kerim’le münasebetimiz açısından asıl mesele kalb, şuur, irade, idrak ve hislerimizle O’na yönelebilmek ve benliğimizin bütün buutlarıyla O’nu duymaya çalışmaktır. İşte böyle bir yöneliş ve duyuş sayesinde zamanla Allah’ın (celle celâluhu) bize hitap ettiğini hisseder, bir süre sonra da olsa suya ve ziyaya ulaşmış rüşeymler gibi yeşeririz. (17:59)

-İnsan, Kur’an’ı duyup anlama, ondan feyz alma ve marifetle kanatlanma konusunda çıtayı yükseltmeli, himmetini yüce tutmalı ve çok yükseklere talip olmalıdır. Allah’ın beyanından istifade etme, evrad u ezkarla Cenâb-ı Hakk’a yönelme mevzularında ciddi olan bir insan gün gelir büyük zatların duyduklarını duyabilir. İmam Şâzelî, Abdülkadir Geylânî, Şah-ı Nakşibend, Ahmed Bedevî misillü zatların namazda bütün zerrât-ı kâinâtı mülahazaya alarak “Sübhane rabbiye’l-azim” dedikleri ve tesbihi o enginlikte vicdanlarında duydukları gibi, o da bütün kâinâtın tesbihâtını seslendiriyormuşçasına derin hislerle dolabilir. Nitekim Hazreti Üstad’ın, yakın talebelerinden bazılarına yıllar ve yıllar sonra –tahdîs-i nimet sadedinde– “Kardeşim! Artık ben de Hasan Şâzelî gibi kâinâtın her bir zerresinin tesbihâtını duyabiliyorum.” dediği nakledilir. İşte bu mazhariyet azim, gayret, mücahede ve Allah’a tam teveccühe bağlıdır. (21:07)

-Kur’an-ı Kerim’i hem okuma hem de dinleme mevzuunda değişik seviyeler, farklı farklı duyuş ve hissedişler vardır. Hak rızasına ulaştıracak bir okumada, okuyan insan her şeyi nazarından silip sadece Allah’a müteveccih olmalı; dinleyenler de, ses ve nağme kime ait olursa olsun, Kur’an’ın kendisini, ilahî kelamın mana ve muhtevasını dinlemeye çalışmalıdır. Eserlerde Kur’an-ı Kerim’i üç türlü dinlemekten bahsedilmektedir: Mütekellim-i Ezelî’nin Rasûlü Ekrem’e tekellümünü dinler gibi; Cebrail (aleyhisselam) ile Peygamberimiz arasındaki tebliğ-tebellüğü dinler gibi, Efendimiz’in fem-i mübarekinden dinler gibi Kur’an’ı Kerim’i dinlemeye çalışmak lazımdır. (25:08)

-Tilavet ettiğiniz her ayeti, her sureyi Allah duyuyor, ruhâniyet-i Nebevî (aleyhissalâtu vesselâm) ona muttalî oluyor, gök sekenesi de dinliyor ve onu daha evvel temiz gönüllerin nağmeleri olarak duydukları gibi duymak istiyorlar. Öyleyse, o senin kalbinin sesi ve soluğu olmalı; niyet ve ihlasın da kıraatine ayrı bir değer ve derinlik katmalı. Evet, bu hususta da bir konsantrasyon ve bir derinleşme lazımdır. İnsan, söylediği sözleri kendi sesi-soluğu haline getirebildiği ölçüde arzulanan seviyeye yaklaşmış olur. (27:25)