Fazilet Ehlinin Dört Şiârı

Fazilet Ehlinin Dört Şiârı

Soru: Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

أَفْضَلُ الْفَضَائِلِ أَنْ تَصِلَ مَنْ قَطَعَكَ وَتُعْطِيَ مَنْ مَنَعَكَ وَتَصْفَحَ عَمَّنْ شَتَمَكَ (وَتَعْفُو عَمَّنْ ظَلَمَك)

“Faziletlerin en üstünü; aranızdaki akrabalık ve dostluk bağlarını koparanı senin arayıp sorman, seni mahrum bırakana senin ihsanda bulunman, sana sövüp sayana, çirkin sözler söyleyene müsamahalı davranman ve (bir rivayette de) zulmüne maruz kaldığın insanı bağışlamandır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 438) Bu hadis-i şerifin ihtiva ettiği hakikatleri ve verdiği mesajları lütfeder misiniz?

 

-Fazilet; meziyet, iyilik, ilim, iman ve irfan itibarı ile yüksek derece sahibi olma, dinî ve ahlâkî vazifelere riayette sağlam durma ve güzel ahlakla donanma demektir. “Fazilet” kelimesi, artmak, fazlalaşmak, üstün olmak, üstünlük ve ihsan manalarına gelen ‘fazl’ sözcüğünden türetilmiştir; bu açıdan da, bir fazlalıklar kahramanı olmanın unvanıdır. Günümüzde bu kelime yerine “erdem” sözcüğü kullanılmaktadır ama fazilet erdemden daha şümullü bir tabirdir. Zikredilen hadis-i şerifte, Hazreti Sâdık u Masdûk (aleyhi ekmelüttehâyâ) Efendimiz faziletlerin en üstünü olarak dört hususa dikkatleri çekmektedir: (01:13)

-1. Aranızdaki akrabalık ve dostluk bağlarını koparanı senin arayıp sorman. “Sıla-i rahim”; akraba ve yakınlar başta olmak üzere dost ve tanıdıkları ziyaret etme, hal ve hatırlarını sorma, gönüllerini alma ve alâkayı koparmama demektir. Sıla-i rahim, tatlı sözlü, güler yüzlü olmaktan selâmlaşmaya, hal-hatır sormaktan insanlar hakkında iyi dileklerde bulunmaya, ziyâretlerine gitmekten ihtiyaçlarını görmeye, dertlerini paylaşmaktan malî yardımda bulunmaya kadar pek çok iyilik ve ihsanı ihtiva eder. Hususiyle günümüzde bu iyilik ve ihsan yolları neredeyse unutulmuş ve akrabalık bağları bütün bütün koparılmıştır. Fazilet ehli kimseler, anne-babaya, nine ve dedeye, daha sonra amca ve halaya, onların akabinde de dayı ve teyzeye karşı sıla ile emrolunduklarını bilmenin ötesinde kendisiyle bağlarını koparanlarla bile irtibatlarını devam ettirmenin yollarını ararlar. (02:00)

-2. Seni mahrum bırakana senin ihsanda bulunman. İster mal-mülk ve dünyalık itibarıyla ihtiyaç görme, ister alâka gösterip gerektiğinde takdir ve tebrik etme, isterse de tebessümden hibeye kadar her türlüsüyle ihsan sergileme konularında fazilet ehli başkalarının cimri davranmalarına aldırmaz; o hep cömertlerden cömert olur ve Allah’ın her çeşit rızkını herkesle paylaşmaya çalışır. (03:47)

-Bir gün, bazı melekler, Cenâb-ı Hakk’a, hullet ve dostluk kahramanı olarak tanıdıkları Hazreti İbrahim’in mal-mülk sahibi olması hakkında istifsarda bulunur; peygamberlik mesleğiyle onca servetin nasıl telif edilebileceğini sorarlar. Onların maksadı –hâşâ– itiraz değildir, o zenginliğin hikmetinin açıklanmasını istemektir. Melekler, Allah’ın izniyle, Hazreti İbrahim’i ziyaret ederler; uzun bir yoldan gelmiş, saçı-sakalı dağınık, üstü-başı perişan birer misafir edasıyla İbrahim Nebi’nin yanına varırlar ve onun duyacağı şekilde “Sübbûhun Kuddûsün Rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh” derler. Kalbi ötelerden gelen esintilere açık olan İbrahim Aleyhisselam, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh u takdîs etmek için çok iyi seçilmiş bu kelimeleri ve onların seslendirilişindeki lâhûtîliği duyunca pek sevinir; “Aman Allahım, bu ne güzel bir söz!” diyerek hayranlığını ifade eder ve “Servetimin üçte biri sizin olsun, yeter ki o tesbîhi bir kere daha söyleyin!” der. Melekler, kendilerine has bir ses ve eda ile o tesbîhi tekrar edince, Allah’la alâkası açısından tesbîh u tazime ve vahye aşina olan Halilürrahman, o sözdeki derinliğin kendi ruhunda hasıl ettiği tesir neticesinde, bir kere daha aynı tesbîhi duymak için malının tamamını vermeye de razı olur. Nihayet, “Değil mi ki bana bu tesbîhi dinletip öğrettiniz, ben de size köle oldum!” diyerek meleklere mukabelede bulunur. (05:00)

-Karşılık beklemeden vermek ve kendisinden bekleneni ortaya koymayanlara dahi ihsan etmek ilâhî ahlaktır. Bir menkıbede anlatıldığı üzere; Hazreti İbrahim (aleyhisselam) yanına gelenlere inanıp inanmadıklarını sorup inananlara ziyafet sofraları hazırlayınca ve inanmayanları da ikramsız geri yollayınca, Cenâb-ı Hak, Hazreti Halil’e hitaben “Ey İbrahim, onlar senelerden beri Beni inkar ediyor ve Zât’ıma yakışmayan değişik isnadlarda bulunuyorlar. Fakat, Ben her şeye rağmen onların rızıklarını kesmedim!” diyerek bu hakikati hatırlatmıştır. (07:00)

-3. Sana sövüp sayana, çirkin sözler söyleyene müsamahalı davranman. Adamın biri, Mevlânâ Celaleddîn Rûmî hazretlerine, “Sen Hristiyanlara bile kucak açıyorsun, Yahudilerle biraraya geliyorsun; günah işleyenlere dahi “gel” diyorsun, sarhoşa el uzatıyorsun… Böyle yapmakla İslam’ın onurunu iki paralık ediyor, dinin izzetine dokunuyorsun. Sen zındıkın tekisin, seni Cehennem bile kabul etmez!..” diyerek bir düzine hakarette bulunur. Hazreti Mevlânâ ona sadece “Sen de gel, sana da bağrımı açıyorum!” demekle iktifa eder. (08:16)

-Sövüp saymalar, sövüp saymalara yatırım demektir. Nitekim, Kur’an şöyle buyurmaktadır: “Onların Allah’tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret edip sövmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a hakaret etmesinler!” (En’am, 6/108) Evet, mü’mine düşen, küfür sözü söylememek, konuşurken uygunsuz kelimelerle konuşmamak ve karşısında kim olursa olsun onu rencide etmemektir. (10:50)

-Peygamber Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde kişinin anne ve babasına sövmesinin büyük günahlardan olduğunu ifade etmiş, orada bulunanlar bu durumu yadırgayıp: “Kişi hiç anne ve babasına söver mi?” diyerek istifsârda bulununca da, Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselâm); “Evet, kişi tutar bir başkasının babasına söver, (nâseza, nâbeca sözler söyler), o da onun babasına söver; tutar annesine söver, o da onun annesine söver.” (Buhari, Edeb 4) buyurmuştur. (11:55)

-4. Zulmüne maruz kaldığın insanı bağışlaman. Affetmek, ilahî ahlakın bir derinliğidir. Cenâb-ı Allah, mücrim kullarını bu dünyada hemen cezalandırmadığı gibi, şirk haricinde kalan diğer suç ve günahlarından tevbe edenleri de hesap gününde affedebilir. Biz de, amellerimizdeki eksik ve kusurlarımızı bağışlayarak günahlarımızı affetmesini Rahmeti Sonsuz’un merhametinden dileniriz. Madem kendi hesabımıza böyle bir af beklentisi içerisindeyiz ve madem “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak” önemli bir esastır; öyleyse, kusurlarının deşelenmesini istemeyen, hatalarına nazar-ı müsamaha ile bakılmasını dileyen ve ötede af fermanı almayı uman biz mü’minlerin de ilahî ahlakın gereğini yapıp başkalarını bağışlamamız, kin ve nefret duygularından uzak kalmamız icap eder. (12:55)

-Mü’minler, hataları büyütmemeli, elden geldiğince kusurları örtmeli ve en affedilmeyecek kabahatları bile bağışlamalıdırlar. Fakat, hiçbir mü’min, Allah’a ait hukukun söz konusu olduğu yerde, dine ve dindara düşmanlık edenler hakkında “Ben her şeyi affettim; Allah’ım, Sen de affet” diyemez. Ömür boyu Allah’ı inkar etmiş, dine hakarette bulunmuş, İnsanlığın İftihar Tablosu aleyhinde ağza alınamayacak sözler söylemiş, Kur’an’a dil uzatmış bir insanın affını dilemek kimsenin haddi değildir; öyle bir istek, her şeyden önce Allah’a karşı saygısızlıktır. Bu konuda mü’minler sadece “Ben diğer hakları hak sahiplerine havale ederek kendi hakkımdan vazgeçiyorum.” diyebilirler. (13:03)

Çay Faslından Hakikat Damlaları… (14:06)

-Kalbî ve ruhî hayat; tevazu, mahviyet, kendini silme ve üzerine bir çarpı çekme ile doğru orantılıdır; kendini öne çıkarmak, bazı şeyleri kendinden bilmek, yapıp ettiklerine ve beyanlarına olduğundan fazla değer vermek ve ziyadesiyle alkış beklemek gibi manevi hastalıklarla da ters orantılıdır. Kalbî ve ruhî hayatın inkişafı ölçüsünde insanın enaniyetine, benliğine ve gururuna bakan yönlerinde sığlaşma olur. (14:20)

-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in Hazreti Ebu Bekir’e öğrettiği şu dua mana ve muhtevası açısından olduğu gibi kimin kime talim buyurduğu yönüyle de müthiştir:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْماً كَثِيراً، وَلاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ، فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ وَارْحَمْنِي، إِنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ

“Allah’ım, muhakkak ben nefsime nâmütenahî zulûmde bulundum; günahları bağışlayacak Senden gayrı kimse yoktur. Nezd-i Ulûhiyetinden hususi ve sürpriz bir mağfiretle beni yarlığa, bana merhamet et; şüphesiz ki Sen yegâne Gafûr ve Rahîm’sin.” (18:13)

-Seyyidina Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in onca takdirine, iltifatına ve müjdesine mazhar olduğu halde, iddiadan uzak durmuş, düz kulluğu talep etmiş ve kendisini hep mü’minlerin en gerisindeki biri gibi görmüştür. Hazreti Sıddık’ın “Cud bi lutfike ya İlahî men lehu zâdün kalîl / Müflisün bissıdkı ye’tî inde babike yâ Celîl!..” mısraıyla başlayan münacaatı, onun ruh haletini ortaya koyması açısından çok ibretâmizdir: “Allahım, azıcık bir zahîresi kalmış şu kuluna lütf u kereminden bol bol nimet ver; iflas etmiş olsa da, yine sadâkatle kapına gelmiş bulunmasına merhameten büyüklüğünü göster! Evet o, günahı pek büyük, zavallı bir kuldur, fakat, Senden başka kimsesi olmayan bir gariptir; Sen o büyük günahların hepsini yarlığa ve bu bîçâreyi sevindir. Onunki isyan üstüne isyan, hata üstüne hata; Senden ise sürekli fazl u ihsan ve pek çok atâ; artık ne desin, kapında şöyle nasıl inlemesin: Rabbim, günahlarım kum taneleri gibi sayılamayacak kadar çoktur; o güzel müsamahanla muamele eyle ve beni bağışla, bütün günahlarımı affet ne olur!” Evet, bu yakıcı nağmelerle tazarru ve niyazda bulunan Hazreti Ebu Bekir, açıkça görülüyor ki, insanlık semasının en büyük yıldızlarından birisi olduğu halde, hiçbir paye iddiasında değil, fevkalade bir mahviyet içerisindedir; ilahî inayet olmazsa, Nebi’nin şefaat eli uzanmazsa Cennet’e dahi girememe endişesindedir. Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali gibi Ashâb-ı Kirâm efendilerimizin (radiyallahu anhüm ecmaîn) halleri hep böyledir: Yüksek bir himmetle hep zirvelerde gezinme; fakat, bütün mazhariyetlere rağmen kendini düz bir kul bilme. (20:46)

-Hazreti Ömer Efendimiz döneminde büyük bir kıtlık oluyor. Öyle ki, insanların açlıktan ölmemeleri için yeme içme mevzuunda bir gıda nizamnamesi vaz’ ediliyor ve herkese belli ölçüde yiyecek içecek veriliyor. Aslında, her zaman sade yaşayan Büyük Halife, o umumi nizamnameye uyma mevzuunda daha da hassas davranıyor. Kıtlık devam ettiği sürece et ve balık gibi lezzetli bir yemeği asla ağzına koymadığı gibi, umumî musibeti de kendinden biliyor ve “Allahım! Benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammed’i açlıkla helak etme!..” diye dua ediyor. Hazreti Ömer’in yanından hiç ayrılmayan Hazreti Eslem der ki: Eğer kıtlık bir müddet daha uzayacak olsaydı, Mü’minlerin Emiri üzüntüsünden ölecekti!.. Onu çok defa, secdeye kapanmış olarak görürdüm; sürekli gizli-açık, sesli-sessiz münacaatta bulunur ve ağlardı. Bazen bütün bütün hıçkırığa boğulur; “Allahım! Öyle zannediyorum ki, yağmursuzluk ve kıtlık benim günahlarım sebebiyledir. Ne olur, benim yüzümden Ümmet-i Muhammed’i mahvetme.” diyerek adeta inler ve hüzünle tir tir titrerdi. (21:57)

-Hazreti Ali (kerremallahu vechehû) efendimizin, el-Kulûbü’d-Dâria’da da yer alan Kaside-i Mecdiyye’sindeki şu sözleri kendisine nasıl baktığını çok güzel yansıtmaktadır:

إِلَـهِي لَئِنْ لَمْ تَعْفُ عَنْ غَيْرِ مُـحْسِنٍ
فَمَنْ لِمُسِيءٍ فِي الْـهَوَى يَتَمَتَّعُ

“Allahım, şayet Sen ihsan ehlinden başkasını affetmeyeceksen, (benim gibi) nefsinin isteklerine dalmış düşe kalka yürüyen günahkarlara kim merhamet edecek, onların yüzlerini kim güldürecek!..” (23:12)

-Gavsî ne hoş söyler:

“Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken,
Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana…” (24:45)

-Bir insan, “İyi bir yerde istihdam ediliyorum.” diye ille de, mutlak mânâda kendisine bir fazilet çıkarmamalıdır. Bu noktada yapılması gereken, bu durumu Allah’ın bir nimeti olarak bilmek ve ona göre hareket etmek olmalıdır. Zira bidayette insana verilen bu nimetin ilelebet sürüp gideceği garanti değildir. Bundan dolayı, bu büyük nimetin devamı için insan sürekli dua dua Allah’a yalvarmalıdır. Ayrıca insan bu hâlin, kendisini baştan çıkarmaya matuf bir istidraç vesilesi olmaması için sürekli Cenâb-ı Hakk’a sığınmalı; kendisini O’ndan uzaklaştıracak hâdiseler karşısında tir tir titremeli ve böyle bir temkin ve teyakkuz anlayışı içinde hayatını sürdürmelidir. Evet, şu an, her birimiz, çok önemli ve çok parlak hizmetlerde istihdam ediliyor olabiliriz. Ancak hiçbirimiz müzekka olmadığından yani tezkiye-yi nefse muvaffak olamadığından, kendimizi, “Allah bu dini fâcir bir kimse ile de güçlendirir.” (Buhari, Cihad 182) hadis-i şerifiyle anlatılan o racül-i fâcir gibi bilmeliyiz. Başkası hakkında böyle bir kanaate varmak elbette ki doğru değildir. Ancak her fert kendisi hakkında böyle düşünmeli ve son nefesini teslim edeceği âna kadar bütün iyilik ve güzelliklerin, lütuf ve ihsanların gerçek sahibinin Cenâb-ı Hak olduğu hakikatini hiçbir zaman aklından çıkarmamalıdır. (27:00)

-Cihan, temsil kahramanlarını bekliyor. İnsanlık, Kur’an-ı Kerim’e muhtaç; fakat ondan daha çok canlı Kur’anlara muhtaç. Kur’an var, her zaman başımızın tâcı.. ama asıl mesele İnsanlığın İftihar Tablosu’nun temsili… Hazreti Üstad da şu beyanıyla bu hususa dikkat çekmektedir: “Eğer biz ahlak-ı İslamiyenin ve hakaik-ı îmaniyenin kemalatını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabîleri elbette cemaatlerle İslamiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslamiyete dehalet edecekler.” (30:00)