Edep ve Nezaket Medeniyeti

Edep ve Nezaket Medeniyeti

Çay Faslından Hakikat Damlaları: Korku ve Ümit Dengesi

-Allah’ın rızasını nazar-ı itibaraalmadan yapıp ettiğimiz işlerin gayretullaha dokunacağından endişe etmeliyiz. (00:36)

-İmam Gazâlî hazretlerinin yaklaşımıyla, Allah korkusunun insanı günahlardan uzaklaştırıp, sevap atmosferine yaklaştırdığı yerlerde sürekli havf (korku) soluklamak; yeis çukurlarına düşmenin muhtemel olduğu veya ölüm emârelerinin iyice belirdiği zamanlarda da recâya (ümide) sarılmak bir esas olmalıdır. Evet, insanı lâubâliliğe iten “Nasıl olsa kurtulurum!” mülahazasına karşı korku unsurlarını öne çıkarmak, ümitsizlik hazanlarının esip-durduğu anlarda da recâ seralarına sığınmak lazımdır. (02:00)

-Hazreti Ömer (radıyallahu anh) Cennet’le müjdelenmiş bir kutlu sahabiydi; fakat bir türlü akıbetinden emin olamıyordu. Allah Rasûlü’nün, “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer olurdu.” takdiriyle serfiraz bulunmasına rağmen, gidip Hazreti Huzeyfe’nin yakasına yapışıyor ve “Huzeyfe, Allah aşkına söyle, Ömer de münafıklardan mı?” diyordu. Hazreti Aişe validemiz gibi daha başka sahabiler de kendilerinde nifak alameti olmasından korkar, tir tir titrerlerdi. (02:45)

-Hazreti Ebû Hureyre (radıyallahü anh)’ın rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şu şekilde çokça dua ederlerdi:

اَللّهُمَّ اجْعَلْنِي أَخْشَاكَ كَأَنِّي أَرَاكَ

“Allah’ım! Her an Sen’i görüyormuşum gibi beni hep haşyet içinde tut!” (05:14)

-İsyan deryasında boğulduğuna inanan ama Rahman’ın rahmetine ümit bağlayan bir Hak dostu ne hoş söylüyor: “Bu günahlarla tartarsa beni Rahman (Deyyân) / Kırılır arsa-i mahşerde arş-ı mizan!” (05:52)

-Bazıları da büyük bir reca duygusuyla şöyle niyaz etmişlerdir:

“Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gamdır ya Celîl / Rahmetin bahrına nisbet ennehü şey’ün kalîl”

(Ey güzel isimlerinden birisi de Celîl olan ulu Sultanım! Gerçi benim günahlarım, büyüklüğünü takdir edemediğim Kaf dağından daha büyüktür. Fakat, dağlar kadar günah işlemiş olsam da ne gam; yine kaçkınlar gibi dönüp dolaşıp Senin kapına geldim ya! Hem benim dağlar cesametindeki günahlarım Senin rahmet, merhamet ve af deryalarına nisbetle bir “şey-i kalîl”dir; deryada damla bile değil.) (07:20)

-Hak dostları ömür boyu havf ve haşyetle tir tir titreyerek yaşasalar da bir kelime-i tevhid ile olsun kurtulabileceklerinden de ümit kesmezler; havf ve recayı dengede götürürler. Nitekim, hadisçiler arasında “Bitâka” (üzerinde bir not yazılı olan küçük kağıt ya da kart) hadîsi olarak bilinen bir nebevî ihbarda Cenâb-ı Hakk’ın merhameti şöyle nazara verilmektedir: Bir insan (kıyamet günü) getirilir. (Terazinin) bir kefesine onun amellerinin yazıldığı doksan dokuz defter konulur; her biri göz alabildiğine uzundur. Diğer taraftan üzerinde kelime-i tevhid yazılı bitâka da getirilir. O kimse sorar: Ey Rabbim, bu defterlerle birlikte bu kağıt nedir? Allah Teâlâ buyurur: Muhakkak ki sen haksızlığa uğratılmayacaksın! Sonra, o bitâka, terazinin bir kefesine konulur. Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) buyurur ki: O kağıdın karşısında defterler çok hafif kaldı. (09:00)

-Günümüzün insanında göze çarpan ciddi bir laubalilik var. Herkes yaptığı o minnacık şeylerle -hakkıymış gibi- Cennet’e gireceğinden emin yaşıyor. İnsanlar, akıbetlerinden hiç endişe duymuyorlar. O kadar rahat hareket ediyorlar ki, çok defa o şeklî ve sûrî namazlarıyla Allah’a karşı bütün mükellefiyetlerini eda etmiş gibi bir rahatlık içinde ömürlerini sürdürüyorlar. (11:11)

-Seyyidina Hazreti Ebu Bekir hiçbir zaman herhangi bir büyüklük iddiasında bulunmamış ve asla kendisini emniyette görmemiştir. Bilakis, akıbetinden hep korkmuş, sürekli kendini sorgulamış ve devamlı nefsiyle yaka paça olmuştur. Mesela; Sâdık u Masduk Efendimiz’in “Eteklerin yerde sürünmesi kibirdir!” dediğini duyunca ürpermiş ve hemen “Ya Rasûlallah, yoksa ben de mi mütekebbirlerdenim?” deyip, Allah Rasûlü’nden öyle olmadığının teminatını alana kadar endişeyle beklemiştir. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in onca takdirine, iltifatına ve müjdesine mazhar olduğu halde, kendisini hep mü’minlerin en gerisindeki biri gibi görmüş ve akıbetinden endişe duymuştur. (12:45)

-Hazreti Pir, çoğu zaman “şu hiç ender hiç olan kardeşiniz…” diyor. Üstadınız, mualliminiz, mürşidiniz değil, kardeşiniz… Yine şöyle diyor: “Ben de sizin bu ders-i Kur’aniyede bir ders arkadaşınızım. Ben en ziyade muhtaç ve fakir olduğumdan, bu kudsî hakikatlar en evvel bana ihsan edilmiştir. Ben makam sahibi değilim. Ben kendimi beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum. Kardeşlerim, sizi bütün bütün kaçırmamak için nefsimin gizli çok kusurlarını söylemiyorum.” Ayrıca, Hazret, iman ve Kur’an yolunda hizmet etse de insanın kendisini racül-ü facir bilmesi gerektiğini ifade ediyor. (14:56)

-Her gün Ayetü’l-kürsî, İhlas ve Muavvizeteyn gibi sureleri okuyarak ve bir sürü dua yaparak yatağa girerken kafir olarak ölmekten o kadar çok korkuyorum ki Cehennem’e atsalar o kadar ürpermem. Çünkü, o mevzuda teminatımız yok. (19:10)

-Bu konuda benim mezhebim, Esved b. Yezîd en-Nehaî’nin mezhebi. Hayatını ibadetle geçiren ve Ebu Hanifeleri yetiştiren o hazret, vefat ederken çok korkuyor ve çok ağlıyor. Akrabasından olan Alkame gelip diyor ki, “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum.” diyor. Vefat ettikten sonra rüyada görüyorlar; “Orada ne muamele gördün, nasıl karşılandın?” diye soruyorlar; “Vallahi, peygamberlikle aramda dört parmak bir mesafe kalmış gibi muamele ettiler.” cevabını veriyor. Evet, korkmayanın akıbetinden korkulur; endişe duymayanın akıbetinden endişe edilir. İşte, o büyük Hak dostları, neticede kaybetme korkusuyla hep kıvrana kıvrana yaşamışlar; ye’se meyilli anlarda ise, bir nevi reca kalkanına sığınmış ve “Allah bize yeter!” diyerek soluklanmışlardır. (21:05)

Soru: Medeniyetimiz isimlendirilirken başka unvanlar yanında “edep ve nezaket medeniyeti” de deniyor. Fakat, maalesef bugün iş, aile ve toplum hayatında kabalık ve kırıcılığın daha baskın olduğu görülüyor. Edep insanı ve nezaket toplumu olabilmenin yolu ve esasları nelerdir? (22:55)

-Medenî kelimesi, sözlük itibarıyla, şehirli, şehirlilik, faziletli, terbiyeli, kibâr, umran insanı olma; yaşayışta, içtimaî münâsebetlerde, ilim, fenn ve sanatta tekâmül etmiş cemiyet demektir. (23:23)

-İnsan, önce yaratılışı gereği medenî bir varlıktır. Yani, mahiyeti itibariyle medenileşmeye müsait olarak yaratılmış olup varlığa erdiği günden bu yana, bir ölçüde hep medenî olabilmiş veya olmanın yollarını aramıştır. Medenileşmeyi, insanoğlunun sanayideki baş döndürücü muvaffakiyetleri, teknik ve teknolojik sahalardaki yenilikleri, trenleri, transatlantikleri, tayyare ve feza gemileri, büyük şehir, geniş cadde ve yüksek binaları, barajları, dev platformları, rafinerileri ve nükleer santralleriyle özdeşleştirmek isteyenler, hattâ özdeşleştirenler var ise de, bunlar hayatın “modernize” edilmesinde birer vasıta olup, medeniyet, insan istidat ve kabiliyetlerinin gelişmesine müsait bir iklim ve atmosfer, medenî insan da, bu iklimde, bu atmosferde duygu ve düşüncesi itibariyle inkişaf edip gelişen ve geliştirdiği yüksek duygularıyla toplumun emrine giren insandır. Bu itibarladır ki medenilik, zenginlik, lüks, saray ve apartman gibi cismanî refah unsurlarında, istihsâl ve istihlak (üretim ve tüketim) gibi bedenî duygu gayyalarında aranmamalı, belki görüş tarzı, düşünce sistemi ve ruh enginliğinde aranmalıdır. (24:01)

-Medeniyet, edep ister: Edep hakkında nice cevher gibi sözler söylemişlerdir:

“Edeptir kişinin daim libası / Edepsiz insan üryana benzer.”

(Edep insan için bir urba, bir elbisedir. Edepli olmayan ise, çıplak demektir.)

“Edeb bir tâc imiş Nur-i Hudâ’dan / Giy ol tâcı emin ol her belâdan.”

(Edep, bir taçtır. O tacı giyen her belâdan kurtulur. Sen de belâlardan emin olmak, kurtulmak istiyorsan daima edepli olmaya çalışmalısın.)

“Edeb ehl-i ilimden hâlî olmaz / Edebsiz ilim okuyan âlim olmaz.”

(Gerçek manada ilimle meşgul olanlarda mutlaka edep bulunur. Edepsiz bir insan kütüphaneler yutsa yine âlim sayılamaz.)

Girdim ilim meclisine, eyledim kıldım talep / Dediler ilim geride, illa edep illa edep.”

(27:23)

-Medeniyet; zenginlik, kibarlık, bedenî hazları tatmîn ve cismaniyetin sefahatlar içinde yüzüp gezmesi değil, gönül zenginliği, ruh nezaketi, görüş derinliği ve başkalarına hayat hakkı tanıyıp, onları da kabûl etmek demektir. Ama ne yazık ki, her ülkede bulunan bir takım yarı “aydın”lar, medeniyeti modernleşme ile özdeşleştirmiş, teknik imkân ve modern vasıtalara sahip olmayı medenileşme diye takdim ederek, nesillerin önce ifade ve düşünce tarzında yanılmalarında, sonra da çarpık ve bozuk düşünceleri zihinlerine yerleştirmelerinde, neticede din, dil, millî felsefe, ahlâk ve kültür alanlarında tam bir dejenerasyona uğramalarında etkili roller oynamışlardır. Oysa medeniyet, daima ilim ve ahlâkın atbaşı götürüldüğü iklimlerde boy atmıştır. Ahlâk ve fazilete dayanmayan, akıl ve vicdan havuzlarından beslenmeyen medeniyet, insanlığın mutluluğuna değil, sadece birkaç zengin, birkaç da hevaperestin heveslerine hizmet eden gelip geçici bir şehrayinden ibarettir. Modernleşmeye hizmet eden tabiat ilimleri ve çeşitli fenlerde çok ileri olmak, vapurlar, trenler, uçaklar gibi modern seyahat vasıtalarına ve büyük şehir, geniş cadde ve yüksek binalara sahip bulunmak, ancak düşüncede, davranışta, inanç ve hayatta istikamete ulaşmış ellerde medeniyetin birer vesilesi olabilir. Fertlerin medenî olmaları, onların, özlerinde bulunan iyi şeylerin nüvelerini geliştire geliştire ikinci bir fıtrat kazanmalarında aranmalıdır. (28:10)

-Edep insanı ve nezaket toplumu olabilmenin yolu, yeniden kendi özümüze dönmemize bağlıdır. Biz kuyunun dibinde hayata gözlerimizi açtığımız ve iyiyi, güzeli, mükemmeli göremediğimizden dolayı, nasıl bir hal içinde bulunduğumuzu da tam olarak kestiremiyor ve neyin edep neyin de edep dışı olduğunu anlayamıyoruz. İşte o kuyudan kurtulmamızın yolu, asıl kaynaklarımızla beslene beslene özümüze dönmemizden geçmektedir. (30:03)

Soru: Enes b. Mâlik (radıyallâhu anh) “Hazreti Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) on sene hizmet ettim; yapmadığım bir şeyden ötürü ‘Niçin yapmadın?’, yaptığım bir işten dolayı da ‘Neden yaptın?’ dediğini hatırlamıyorum. Bana hiç itapta bulunmadı.” buyuruyor. Hem İnsanlığın İftihar Tablosu Efendimiz’e hem de Hazreti Enes’e bakan yönleriyle, bu ifadenin bize verdiği mesajlar nelerdir? (33:35)

-Bütün peygamberler gibi, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz de mehâsin-i ahlâkı (ahlak ve huy güzelliklerini) bütün fakülteleriyle ikâme etmek ve insanları mesâvi-i ahlâktan (ahlaksızlık ve çirkin huylardan) sakındırmak; Hazreti İmam-ı Gazalî’nin ifadesiyle, münciyâtı (kurtaran, felaha götüren amelleri) hâkim kılmak ve mühlikâtın (helak eden, felakete sürükleyen hususların) kökünü kesmek için yapılması gerekenleri ortaya koymuştur. Nitekim, İslâm’ın koruyucu zırhı hükmünde olan ve dinin ayakta durabilmesi için insanlar arasında daima canlı tutulması gereken esasların birincisi, “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker”dir; yani, sürekli iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymaktır. Başka bir ifade ile, emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker, Kur’an ve sünnete uygun düşen söz, amel ve davranışları öğütlemek; haram ve günahlardan, Allah’ın razı olmadığı ifade, fiil ve tavırlardan da sakındırmaktır. (34:08)

-“Emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker” meselesinde “usûl” kadar üsluba da dikkat edilmelidir. Karşı tarafın hissiyatının hesaba katılması ve neyin nasıl sunulması gerektiğinin tesbit edilip meselelerin o şekilde anlatılması çok önemlidir. Şayet üsluba dikkat edilmezse, usule de zarar dokundurulmuş olur. Mesela, “Kur’an Allah’ın kelamıdır” hakikati üslubunca anlatılmazsa öyle bir tepkiye sebebiyet verilir ki, eğer muhatap bir kafir ise, onun kafir-i mütemerrid olmasının yolu açılır. (36:25)

-İnsanlar medenî değilse, şehir ne kadar mamur olursa olsun, oraya medenî denmez. Eski ismi Yesrib olan Medine, Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) ve Ashab-ı Kiram sayesinde gerçek medine olmuştur ve medeniyet ruhu oradan bütün cihana yayılmıştır. (38:40)

-Peygamber Efendimiz Medine’ye teşrif buyurunca Hazreti Enes’in annesi Ümmü Süleym (radıyallahu anha) Rasûlullah’a bir şey hediye etmek istemişti: Oğlunun Allah Rasûlü’ne hizmet etmesini kendi yanında kalmasına tercih ediyordu. Hem Enes’in Rasûlullah’ın terbiyesinde yetişmesini arzuluyordu. Hazreti Enes o sırada 10 yaşında bulunuyordu. Elinden tuttu, Peygamberimize götürdü; “Yâ Rasûlallah! Ensar’ın erkek ve kadınlarından din yolunda hediye vermeyen kalmadı. Ben de hediye olarak bu oğlumu size takdim ediyorum! Hizmetinizde bulunsun.” dedi. Enes (radiıyallahu anh) o günden Peygamberimizin (aleyhissalatü vesselam) ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar O’nun mukaddes hizmetinde bulundu; ilim ve feyzinden istifade etti. (40:20)

-İnsanlığın İftihar Tablosu, insanların inanmayışı karşısında “kutsal hafakan” yaşıyor; birbirini takip eden Bedir, Uhud, Hendek gibi cihad meydanlarında Müslümanların çektiği sıkıntılar gibi hafakana sebebiyet verecek bir sürü hadiseyi göğüslüyordu. Fakat, her şeye rağmen, Peygamber Efendimiz kendi içindeki o duyguları bastırma konusunda iradesinin hakkını vermesinin yanında, Ashab-ı Kirâm için tansiyon indirici bir ilaç gibi olan sözleri ve nefehatıyla onları da sakinleştiriyor ve rahatlatıyordu. Onca olumsuz vakıa karşısında bile hep mülayemet, hep güleryüz ve hep tebessüm sergiliyordu. (41:19)

-Allah Rasûlü’nün muhatapları tohumken ağaç olmaya yürüyen, vahiy ile beslene beslene büyüyerek kıvama eren insanlardı. Bu açıdan da bazen İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hoşuna gitmeyen şeyler yapmaları da kaçınılmazdı. Fakat, “Beni Rabbim terbiye etti; terbiyemi ne de güzel yaptı!..” buyuran Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, o yüce ahlakıyla muhataplarının hatalarını görmezden gelir, engin hazım sistemiyle sindirir ve yüzünü bile ekşitmezdi. Hiç kimseyi kaçırmama adına her şeyi sinesine çekerdi. İşte, Hazreti Enes de “Hazreti Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) on sene hizmet ettim; yapmadığım bir şeyden ötürü ‘Niçin yapmadın?’, yaptığım bir işten dolayı da ‘Neden yaptın?’ dediğini hatırlamıyorum.” sözüyle bu hakikate işaret etmektedir. (44:10)

-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, herkesi yerinde tutmak ve dinde sabit kılmak için bazen en olumsuz hadiseler karşısında bile sabrediyor ve mülayemetle muamelede bulunuyordu. Mü’minin, mü’mine karşı yaklaşım tarzının nasıl olması gerektiğini de gösteren şu canlı misalle bizim için de bir ölçü ortaya koyuyordu: Bedir’de bulunduğu da rivayet edilen bir sahabi, içki yasak edilmiş olmasına rağmen koruk gibi meyve ve usarelerden içmeye devam ediyordu. Pek çok defa sarhoş olarak mescide gelmiş ve cezalandırılmıştı; bir keresinde de Huzur-u Risaletpenâhî’ye getirilerek te’dib edilmişti. Yine böyle bir durumdan dolayı o, Efendimiz’in huzurundaydı. Orada bulunanlardan birisi, “Allah cezanı versin. Sen ne kötü adamsın. Bu kaçıncı oldu, böyle huzura geliyorsun!” türünden sözler sarf etmişti. Bunu duyan Allah Rasûlü, “Kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayın. Allah’a yemin ederim o, Allah ve Rasûlü’nü sever.” buyurdu. (47:08)

-Nâbî bir büyüğü ve etrafındaki insanları vasfederken der ki:

“Değildir hâle çıkmış cami içre kürsi-i vâzâ / Gürûh-u encüme nûr ayetin tefsir eder mehtâb!”

(Gördüğünüz cami kürsüsünde nasihat eden bir vaiz değil, etrafına topladığı yıldızların ortasında bir mehtap gibi parıldayan, nur ayetini o nurlu topluluğa tefsir eden Nur İnsan!) Aslında bu sözler en çok Hazreti Sâdık u Masduk Efendimiz’in ve çevresindeki Ashâb-ı Kiram’ın hallerini tasvire yakışmaktadır. Evet, o Nur İnsan (aleyhissalatü vesselam), nur halkasından bir damlacık ışık kopup gitmemesi için en katlanılmaz hadiseleri sindirmiş; içi içine sığmamış, kendi kendini yemiş ve kaçırmamak için adeta ölüp ölüp dirilmiştir. (49:23)