Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ
Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:
Dünyanın iç içe deformasyonlardan sıyrılması, başta teker teker, bizim her birerlerimizin kendimiz olmamıza, yeniden kendi formumuzu bulamamıza vâbestedir. Biz, biz olacağımız âna kadar, başkalarının bir şey olmasını beklemek, beyhudedir. Bir ümit, bir recâ mülahazasıyla diyebilirim ki, o yola girildiği söylenebilir.
Dünya, “Hâle” (Ashâb-ı kiram) boy aynasıyla kendini yenileyebilmiş, halini dilinin önüne geçirmiş ve hayatını insanlığa adamış fertlerin teşkil ettiği imrendirici bir oluşuma muhtaç!..
Fakat henüz o mesele, bir şey ifade edici mahiyette noktalanmış değil, daha hecelemedeyiz. Birinin dediği gibi: “Mecnun ile aşk mektebinde beraber idik biz. Ben Kur’an’ı hatmettim, o ancak “Ve’l-leyl” Sûresi’ne geldi.” Yani, “Ben ereceğime erdim, o ise ‘Leylî, Leylî, Leylî!’ deyip durdu!” diyerek, Sebk-i Hindî gibi bir üslup ile meseleyi ifade ediyor, iki mısraya sıkıştırmış onu.
Bütün dünyanın yeniden şekillenmesi, inşirah verici bir hâl alması, tam bir Cennet koridoruna dönmesi, en azından büyük çoğunluk için, ümit vaad edici bir oluşuma vâbestedir. Bir yerde, imrendirici bir oluşum çok önemlidir.
Zannediyorum, başka tarafta öyle imrendirici bir şey yok. Meseleyi âidiyet mülahazasına bağlayarak “Bu, sizde var; bu harekette var, bu cemaat içinde var!” falan diyemem, iddia olur; “Değildir!” de desem, Cenâb-ı Hakk’ın eltâf-ı sübhâniyesini inkâr olur. Var olan şeyler, هَذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّي “Rabbimin fazlından, kereminden, teveccühünden, iltifatındandır!” Olacak şeyler de O’nun bu mevzuda ekstra inayetlerindendir. Olanlar, olacaklar için inandırıcı referanstır. Buna inanmalı ve bu yolda evvela kendimiz adına bir yenilenme cehdi/gayreti içinde olmalıyız.
Kur’an-ı Kerim: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا “Ey iman edenler, (hakkıyla ve gerçek manada) iman edin!” (Nisâ, 4/136) buyuruyor. “Ey iman edenler!” diyor; “Kâfirûn, Münafikûn, Fâcirûn, Fâsikûn!” değil, “Ey iman edenler!” diyor. Hem de fiil-i mazi kipi ile söylemek suretiyle, “Ey imanda sâbit-kadem olanlar.. -belli bir yönüyle- onu vicdanlarında sürekli tazeleyip duranlar.. delil peşinde koşturanlar.. marifetleri ile kalblerine mızraplar indirenler.. içlerini huşu ve haşyet ile harekete geçirenler!.. Dimağlarınızı onun tesirine alarak, düşünce hayatınızı pozitif düşüncelere tevcih ettirerek, bir kere daha -gelin- iman edin!” diyor.
Sahabî, semadan gelen bu emre imtisâlin gereği, onu doğru anlamanın gereği, bazen sokakta rastladığı kimseye, تَعَالَ نُؤْمِنْ سَاعَةً diyordu: “Gel, hele şöyle bir süre Allah’a yeniden iman edelim!” Sa-ha-bî… İman etmişlerdi, hem de bizim idrak ufkumuzu aşan şekilde iman etmişlerdi. Görüyor gibi iman etmişlerdi; her tavır ve davranışlarından “ihsan şuuru” dökülüyordu; kıvrım kıvrım idiler Allah karşısında. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara örnek idi; O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) göre şekilleniyorlardı. O ne yapıyor, ne ediyor, nasıl kıvranıyor, nasıl gözyaşı döküyor, nasıl başını yere koyuyor, secdede dakikalarca duruyor ise, onlar da O’na benzeme peşindeydiler, o yolda idiler; O’nun gibi olma, O’na layık olma istikametinde ve sürekli bir kıvam koruma gayretinde idiler, Allah’ın izni ve inâyetiyle.
Bu, belli bir yere kadar sürdü. Bunu da yine o Söz Sultanı ifade buyuruyor, Gönül Sultanı ifade buyuruyor, İdrak Sultanı ifade buyuruyor: خَيْرُكُمْ قَرْنِي ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ “En hayırlılarınız benim çağımda yaşayanlardır. Sonra onu takip edenler (Tâbiîn), sonra da onları takip edenler (Tebe-i Tâbiîn) gelir.” “Çağların/asırların en hayırlısı, en nûrânîsi, bir yönüyle insanlara en fazla tesir edeni, imrendirici olanı, Benim içinde bulunduğum çağdır/asırdır!” buyuruyor. Ondan sonraki asır, Tâbiîn asrı, Sahabe’yi görenler; Hâle’ye müteveccih yaşayanlar asrı. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir Kamer-i Münîr idi. -Bu tabiri Hazreti Pîr-i Mugân da kullanıyor.- Etrafındaki o ışık hâlesi de sahabe-i kiram idi.
Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) bir yönüyle, bütün insanları da onlara teveccühe çağırıyordu: أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ، بِأَيِّهِمُ اقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ “Ashabım yıldızlar gibidir, hangi birine tabi olup onun ardından giderseniz, hidayete erersiniz.” diyordu. “Benim sahabîlerim yıldızlar gibidir; güneşin etrafında veya büyük sistemlerin etrafında yüzüp gezen yıldızlar gibidir.” diyordu. Hele Râşid Halifeler, hele Râşid Halifeler… Bilhassa onlara imtisâle (izlerinden gitmeye, onları örnek almaya) kat’î bir emir ile çağrıda bulunuyordu. Dolayısıyla terütaze Müslümanlığı sağlam temsil eden, halleriyle gösteren bir cemaat idi, Ashâb-ı Kiram.
Ondan sonrakiler de o Hâle’ye müteveccih yaşadı, ona göre şekillendiler; keyfiyet urbalarını ona göre birkaç defa vicdan aynalarında, idrak aynalarında kontrol ettiler, ceketlerinin yakalarını düzelttiler; kendilerini yeniden, bir kere daha kıvam adına gözden geçirdiler. “Sahabe, böyle yapıyordu!” dediler, onlara ayak uydurdular. -Bu da asker tabiri.- Onların ritimlerine göre, gönül dünyalarına göre şekil almaya çalıştılar.
Ondan uzaklaşma oldukça, yavaş yavaş o nûr-efşân atmosferden de uzaklaşma oldu. Sönmedi, ama o ölçüde ziyadâr olmadı, nûr-efşân olmadı. Tebe-i Tâbiîn döneminde ve ondan sonraki çağlarda, değişik düşünceler, mideyi bulandırıcı şekilde değişik telakkiler yaygınlaştı; Neo-Platonizm düşüncesi, Sokrates düşüncesi, Aristoteles düşüncesi, Yunan felsefesi, Grek felsefesi gibi akımlar, bizim o dupduru düşünce dünyamız içine girerek, midelerde bulantı veya düşünce dünyasında bulantı meydana getirebilecek durumlara sebebiyet verdi.
İslam’ın nur yüzüne zift saçtılar!..
Antrparantez şunu arz edeyim: “Başkalarından hiçbir şey alınmayacak!” diye bir şey yok; fakat alacağımız şeyler -esasen- bizim eleklerimizden geçtikten sonra olmalı; bizim referans kaynaklarımızdan vize aldıktan sonra kabul edilmeli. Uyuyor mu bize, uymuyor mu bunlar? Ulûhiyet telakkimiz ile telif edebiliyor muyuz? Nübüvvet telakkimiz ile telif edebiliyor muyuz? Esmâ, Sıfât-ı Sübhâniye, Zât-ı Baht telakkimiz ile telif edebiliyor muyuz? Bu açıdan, almada mahzur yok ama “körü körüne alma” çok mahzurlu.
Yavaş yavaş, körü körüne almalar başladıkça, esasen o “ışık” da ziyasından çok şey kaybetti. “Ziyâ” iken yavaş yavaş “nur” oldu; “nur” iken -bir yönüyle, belki- çok küçük bir kıvılcıma dönüştü, bir mum ışığına dönüştü; kıvılcım iken söndü, sadece külün içinde küçük bir kor haline geldi. O da geldi, maalesef bizi buldu.
Yeniden bir kalbî hayat… İman-ı billah, marifetullah mızrabını kalbe indirmek suretiyle içte o ürpertiyi hâsıl etmek… İçte hâsıl olan o ürperti, bir yönüyle bizim düşünce dünyamızı, dimağımızı harekete geçirecek; ciddî tefekkürler, tedebbürler, tezekkürler çağlayanına kendimizi salacak ve akmamız gerekli olan ummana doğru akmaya duracağız. O’na doğru her adım attıkça, yeni marifet hüzmeleri ile, tayfları ile karşı karşıya kalacağız. Olduğumuz yerde durursak, mevcut ile iktifâ edersek, bu, dûn-himmetliktir, kurur kalırız. Her gün biraz daha ilerlemek, her gün biraz daha dal-budak salmak, her gün yeni yeni salkımlar ile insanları çağırmak… Dün gördükleri halde yarın bizi görmesinler!.. Çok yeni yeni şeyler olmalı bizde ki, insanlar, ona koşsunlar; koşsun ve bir yönüyle kurtuluş yoluna, kurtuluş ufkuna ersinler.
Zannediyorum, günümüzde insanlık kendine ediyor ama esasen biz, insanlığa ediyoruz. Tam bir kıvam sergilemediğimizden/sergileyemediğimizden dolayı, Müslümanlığı öyle görüyorlar. Bulantı hâsıl eden dünya kadar zift cereyanı var. Etrafınıza bakın, Müslümanlığın dırahşan çehresini karartan, “Niye benim gibi düşünmüyorsun!” diye insanların kellelerini alan kimseler var. Bunları gören insanlar, sadece ürperirler; fakat bu, Allah’ı bilip o marifet ile, o haşyet ile, o huşû ile ürperme gibi bir şey değil, “Aman, Allah göstermesin, iyi ki bu hazirede olmamışız!” diye ürperirler. Ben, isim tasrih etmiyorum, “Falan cereyan, filan cereyan…” demiyorum. Öylesine mide bulandırıcı ki, onlara bakan insanın, İslamiyet’i seçmesi, intihap etmesi, ona doğru bir adım atması, onu kabullenmesi mümkün değil. Aksine -zannediyorum- ona doğru şöyle böyle yanılarak yönelenleri dahi vazgeçirecekler, “Aman, beyhude yorulmayın, zifte doğru seyahate kalkmışsınız!” filan dedirtecekler.
Siz, çevrenizdeki Müslüman geçinen dünyaya bakın; mahrutî/bütüncül bir nazarla bakın. İdrakinizi mercek yapın, muhakemenizi mercek yapın veya teleskop haline getirin; o bütüncül nazar ile, olduğu gibi her şeyi tespit etmeye bakın. Zannediyorum benimkiler eksik olacak ama siz, tamamı yakalama imkânına sahip olacaksınız, “Allah böylesini göstermesin!” diyeceksiniz. Evet, ben bunları âcizâne ifade ederken, Kıtmirce oluyor ama zannediyorum siz, o dünyaları zihninizde canlandırıyorsunuz resim resim; mücerred resimler halinde, sinema perdesi gibi gözünüzün önünde canlanıyor. Ve zannediyorum daha derince düşünseniz, şu mübarek mekânda bile -burası namaz kılma mekânı olması itibarıyla, yoksa bize ait bir yer olması itibarıyla değil- istifrağ etmemek için biraz dişinizi sıkıyorsunuz. İç bulantısı yaşıyorsunuz, “Aman, Allah göstermesin, falan dünyadakilerine benzemeyi, onların konumunda bulunmayı!” diyorsunuz. Hafizanallah…
Bu türlü kirli bir dünya… Kendi tepeden tırnağa zift içinde bulunduğundan dolayı… Bir Türk atasözü vardır, “Âlemi nasıl bilirsin? Kendin gibi.” Şayet sağda-solda kendileri gibi düşünmeyenlere hep “terör” estirip duruyorlar ise, hiç şaşırmayın size “terörist” demelerine; çünkü sizde kendilerini görüyor, sizi de kendileri gibi sanıyorlar.
İyilik yollarını gösterip kötülükten sakındırmak, hakiki mü’minin en önemli vasıflarındandır; bu vazifenin, numune-i imtisal bir topluluğun güzel temsiliyle yapılması ise, hayati öneme sahiptir.
Bütün dünyada korkunç bir deformasyon yaşanıyor, dedim. Esasen, bizim dünyamızın deformasyonuna bakarak, “Galiba bu, böyle gidiyor hep! Hep böyle olmuş!” falan diyorlar. Onun için böyle toptan bir görüntü, öyle bir “emr-i bi’l-marûf, nehy-i ani’l-münker” tavrı çok önemlidir. O öyle bir tavırdır ki, zannediyorum ferden ferdâ “emr-i bi’l-marûf, nehy-i ani’l-münker” yapmanın çok üstünde kıymetlidir.
Aslında, bu ümmetin en önemli vasfı odur: كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللهِ “(Ey Ümmet-i Muhammed!) Siz, insanların iyiliğine olarak ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayar, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin önünü almaya çalışırsınız; elbette Allah’a inanıyor (ve bunu da zaten inancınızdan dolayı ve onun gereği olarak yapıyorsunuz).” (Âl-i Imrân, 3/110) “Emr-i bi’l-marûf, nehy-i ani’l-münker ile bir adamı hizaya getirme, yığın yığın koyun sürülerinden daha hayırlıdır.” Bunu Beyan Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyuruyor.
Şimdi bir de toptan bir heyetin, bir cemaat-i nûriyenin, bir irşad ehlinin, âdetâ koro halinde bir meseleyi seslendirmelerini ve tavırlarıyla onu temsil edip ortaya koymalarını, tavır sergisi yapmalarını düşünün. Bunu gördükleri zaman, imrenecekler ve yeniden “Bu dünya, yaşanır bir dünya haline geldi!” diyecekler. “Galiba öbür tarafı da ancak böyle imar edebiliriz!” diyecekler/düşünecekler.
Bugünün değişik yollar ile vahşete açık dünyasında, dünya insanını böyle bir mülahazaya uyarmak, dünya insanında böyle bir mülahazayı oluşturmak çok önemli bir vazifedir. Toptan dünyaya, toptan bir hareketin, âdetâ bir koro sesi ile aynı şeyleri seslendirmesi gibi… O koroyu idare edenler, gelmiş-geçmişler ve aynı zamanda düsturları da bırakmışlar. Onları değerlendirdiğiniz zaman, artık yeniden falanın-filanın karşısına, elinizdeki bir çubuk ile geçip, “Bu Saba’dır, bu Rast’tır, bu Uşşâk’tır, bu Hüzzâm’dır, bu Segâh’tır!” filan demeye lüzum yok. Denen şeyler denmiş esasen ve onlar tın tın bizim kalbimizin kulaklarında çınlıyor. Kalbimizin kulaklarında çınlıyor…
Evet, elverir ki biz, bize bizden yakın Zât (celle celâluhu) ile münasebetlerimizi yeniden, bir kere daha tesis ederek, esasen kendi uzaklığımızı aşıp O’na yakın olalım. “Zulmet-i hicranla bîdâr olmuşum, yâ Rab meded / İntizâr-ı subh-i didâr olmuşum, yâ Rab meded!” Bir gönül insanı Niyâzî-i Mısrî’ye ait. Hani, “Her mürşide el verme ki, yolunu sarpa uğratır / Mürşidi kâmil olanın, gayet yolu âsân imiş.” diyor. Ee şimdi insanlık, hangi mürşide el versin ki, yolunu sarpa uğratmasın?!. Evet, öyle bir mürşîd olmak istemez misiniz?!.
Şimdi bazı mahrutî bakanlar, bütüncül bir nazar ile insanlığı temâşâya, mercek altına alanlar, bir yönüyle bu hareketin kıpırdanışlarında, dünya adına bir kısım ümit hecelemelerine giriyorlar: “Galiba insanlık için vaad edilecek şeyleri, bunlar vaad edecek! Yoksa her yerde öldürücü, kahredici silahlar yapılıyor; biri, diğerini öldürmek suretiyle onun yerine konmak istiyor. Esasen “sulh esintileri” ile, “sulh meltemleri” ile gönüllerde inşirah hâsıl etmek, insanların birbirleriyle kucaklaşmasını, sarmaş-dolaş olmasını sağlamak, muânakalar ile içlerdeki kini-nefreti atmalarını temin etmek lazım. Zannediyorum, bunlar, işte o Türkçe Olimpiyatları’yla, dünyanın değişik yerlerinde açtıkları okullarla, bunu belli ölçüde tecrübe mahiyetinde sergilediler. Demek ki az daha dişlerini sıksalar hakikaten, ümit-bahş olacaklar; dünyanın yaşanır bir dünya haline gelmesi adına da rehberlik yapacaklar…”
Dünya bunu intizar ediyorsa, hem onları inkisara uğratmamak, düşüncelerinde/hülyalarında yalancı çıkarmamak, hem de zikzaklarımız ile aynı zamanda başkalarını yanlış yollara sevk etmemek için bugüne kadar yürüdüğümüz yolda biraz daha atımızı mahmuzlayarak veya vites değiştirerek daha hızlı, daha temkinli yürümek mecburiyetindeyiz. “Aman şu davranışlarımız, şu şekilde yorumlanır! Celb edelim derken, kaçırmış oluruz!” mülahazasıyla daha temkinli yaşamamız lazım. “Temkin” -antrparantez- Tasavvuf’ta en son mertebedir. Daha temkinli davranarak, hem Allah’a karşı münasebetlerimizde, hem insanlara karşı münasebetlerimizde başkalarını şaşırtacak, yanlış şeylere sevk edecek tavır ve davranışlardan yılandan-çıyandan kaçıyor gibi kaçınmalıyız.
“Şu üç haslet kimde bulunursa, o imanın tadını duyar.”
Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm şöyle buyuruyor: ثَلَاثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ حَلَاوَةَ الْإِيمَانِ أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُمَا وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لَا يُحِبُّهُ إِلَّا لِلَّهِ وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ “Şu üç haslet kimde bulunursa, o imanın tadını duyar: Allah’ı ve O’nun Rasûlü’nü her şeyden ve herkesten daha fazla sevmek; sevdiğini yalnız Allah rızası için sevmek ve Allah onu küfürden kurtardıktan sonra yeniden küfre düşmeyi ateşe atılmaktan daha kerih görmek.” ثَلَاثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ حَلَاوَةَ الْإِيمَانِ İmanın tadını tatmış…
Her şeyin üstünde, “iman” etmek; imanını “marifet” ile taçlandırmak… Marifete dayanmayan bir iman, her zaman bir sarsıntı ile devrilebilir. Günümüzde bir kısım gâile, belâ, mesâib ve mesâvî ile sarsılan insanların durumu… Bir taraftan, وَلِيُمَحِّصَ اللهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَيَمْحَقَ الْكَافِرِينَ “(O günleri insanlar arasında döndürüp durmamız,) Allah’ın (fert fert içlerindeki yanlış duygu, düşünce ve nifak tortularını arıtarak, toplum planında ise içlerindeki münafıkları ortaya çıkararak) mü’minleri tertemiz yapması ve kâfirleri derece derece imha etmesi içindir de.” (Âl-i Imrân, 3/141) fehvasınca, tortunun-posanın has altından-gümüşten ayrıldığı gibi bir ayrılma oldu. Fakat bir taraftan da nerede duruyorlarmış, ne ölçüde sağlam duruyorlarmış, devrilen insan tavırlarıyla bunu gösteriler. Demek ki çok ciddî meselelere karşı bunlar, yürüyecek tipte, karakterde, kıvamda insanlar değillermiş. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun asrında bulunsalardı, Bedir’de fiyasko yaparlardı, Uhud’da ayrı bir falso ile Rasûlullah’ın karşısına çıkarlardı, Hendek’te daha ayrı bir oyun ile o işten sıyrılmaya çalışırlardı. Münafıkların, Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl’ün yaptığı gibi… O, bir tane idi; etrafında da bir sürü ahmak vardı. Şimdi, dünyada, İslam dünyasında o kadar Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl var ki, enflasyonu yaşanıyor onların.
Evet, ثَلَاثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ حَلَاوَةَ الْإِيمَانِ؛ أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُمَا Allah’a iman.. sonra imanı marifet ile taçlandırma.. marifetin muhabbete/Allah sevgisine kanatlanmasını sağlama.. Allah sevgisini aşk u iştiyâk-ı likâullah ile taçlandırma. -Tasavvufta bunun üzerinde duruluyor ama kütüb-i fıkhiyede, Ahlak kitaplarında çok durulmuyor bunun üzerinde.- Sonra aşk u iştiyâk-ı likâullah’ın hâsıl ettiği bir zevk-i ruhânî… Hazreti Pîr-i Mugân, ona temas ediyor: “İman-ı billah, Marifetullah, Muhabbetullah, Zevk-i ruhânî.” diyor. Fakat mülahaza-i Kıtmîriyye, diyorum ki: Zevk-i ruhanî mevzuunda da Allah’a karşı yaptığımız şeyler adına yine bir beklenti olduğundan dolayı, şayet beklemeden kendi kendine geliyorsa makbuldür. O zaman, هَذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّي “Bu, Rabbimizin bize bir fazlı, bir ihsanı, bir teveccühü, bir inâyeti, bir riâyeti, bir kilâeti, bir bakması.” deriz. Allah, öyle bir muameleden bizi mahrum etmesin, bize öyle muamele buyursun her zaman!.. İman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, zevk-i ruhânî, aşk u iştiyâk-ı likâullah…
Allah’ı her şeyin üstünde, Peygamberi her şeyi üstünde sevme… Bir örnek; daha önceki dağınık, derbeder sohbetlerde ifade edildiği gibi… Hazreti Ömer efendimiz, muhabbet, aşk u iştiyak adına şahlandığı bir anda, Allah Rasûlü’nün dırahşan çehresine, o güneşlerden güneş çehresine bakıyor, “Yâ Rasûlallah!” diyor, “Seni, nefsimden başka, aile efradım, çoluk-çocuğum, her şeyim, bütün mamelekim, hepsinin üstünde seviyorum!” Şimdi bu, çok önemli bir deyiştir. Bu, öyle bir nağmedir ki, zannediyorum, biz hakikaten ondaki o inceliği, o derinliği, o bayıltıcılığı, bir ney sesi ile olan o bayıltıcılığı duyduğumuz zaman, Mevlânâ’nın adamları gibi Semâ’a kalkar, pervane dönmeye başlardık. Fakat Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun beklediği cevabı vermiyor: “Beni, kendi nefsinden de fazla sevmedikçe, iman etmiş olamazsın!” Hazreti Ömer’de öyle bir alıcılık var ki!.. Almacı, bin yerden gelen sinyalleri birden alabilecek, anında çözebilecek bir deşifre subayı gibi; anında çözebilecek bir kabiliyeti var. Amudî yükselme, dikey yükselme kabiliyetine sahip. Anında diyor ki: “Yâ Rasûlallah! Şu anda, Seni, nefsimden de artık seviyorum!” Bir milyonda bir hilaf-ı vâki beyan olduğuna ihtimal vermiyorum; o, Hazreti Ömer… Cenâb-ı Hak, o duygu, o düşünce ile serfirâz kılsın herkesi!..
İnsan, ism-i Rahman’ı tamamıyla gösterir bir surette yaratılmıştır ve ona karşı alaka/sevgi, Allah’ın sanatına saygı demektir.
Şimdi, أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُمَا Bir kere, insan bu donanım ile donanınca, bakın, ondan sonra yapacağı şeyler de istikamet üzere: وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لَا يُحِبُّهُ إِلَّا لِلَّهِ Bu defa, başkalarını seviyorsa, münasebete geçiyorsa, sarmaş-dolaş oluyorsa, muânakada bulunuyorsa, Allah’a karşı münasebet yerleri itibarıyla, konumları itibarıyla yapacak bunları; o da bir yönüyle Allah için onları sevecek. Neden meseleyi bu kadar uzattım? Yani, birileri sizinle beraber aynı safı paylaşıyorsa, Kâbe’nin etrafında, Mele-i A’lânın sâkinleri gibi halka haline geliyorsa, hep aynı duyguyu, aynı düşünceyi terennüm ediyorsa şayet, senin sevgi dünyanda onların yeri başkadır; saff-ı evveli teşkil ediyorlar. Birileri şöyle-böyle, düşe-kalka geliyorlar ise, ikinci safta yerlerini alıyorlar. Birileri oturmuş, “Bakalım hele bunlar ne zaman rükûa varacak?!” diye o güzel tabloyu temâşâ ediyorlarsa ve içlerinde bir imrenme duygusu var ise, bir de onlara karşı bir sevgi; onlara karşı da onlar kadar bir sevgi, bir alaka esasen… Birileri de “Bunlar ile uzun yol alınabilir. Bunlar ile bir gelecek imar edilebilir. Şu deformasyon, giderilebilir!” mülahazası ile bakıyor, taklit ediyor ve imreniyorlar ise, bir de onlara karşı bir alaka… Derece derece, herkese karşı bir alaka gösterme… Çünkü bahsettiğim hususların hepsi, bazıları tamamiyet içinde, bazıları yarımlık çerçevesinde, bazıları üçte bir olma çerçevesinde, bazıları dörtte bir olma çerçevesinde, bazıları beşte bir olma çerçevesinde, o dairevi halkaya dâhil oluyorlar.
Bu itibarla, وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لَا يُحِبُّهُ إِلَّا لِلَّهِ Allah’tan ötürü sevmek… İnsan, Allah’ın güzide bir sanatı olduğundan dolayı, “ahsen-i takvîm”e mazhar olduğundan dolayı, mir’ât-ı mücellâ olduğundan dolayı sevmek… إِنَّ اللهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُورَةِ الرَّحْمَنِ “Allah (celle celâluhu) insanı, sûret-i Râhman’da yaratmıştır.” Bu mübarek beyanı, Hazreti Pîr’in izahı içinde anlamak lazım. Zira bunu Tâbiîn’den bir zat nakledince, Yahya İbn Saîd el-Kattân onu tenkit etmiş. O, hadislerde münekkittir esasen; böyle sizin sağlam gördüğünüz hadislerde bile, çok küçük bir bit yeniği var ise şayet, onu yerden yere vurur. Dolayısıyla bunu rivayet eden o zatı da yerden yere vuruyor, “Mecruh o insan!” diyor. Fakat Hazreti Pîr’in bu hadis-i şerifi şerhi var. Diyorum ki: Yahya İbn Saîd el-Kattân -ki canım ona kurban olsun, çünkü çok seviyorum onu da; canım ona kurban olsun- Hazreti Pîr-i Mugân, şem’-i tâbân, ziyâ-i himmetin o mevzudaki beyanını görseydi, Tabiînden o zatı öyle tenkit etmeyecekti. إِنَّ اللَّهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُورَةِ الرَّحْمَنِ Zât-ı Ulûhiyeti, Esmâ-i Hüsnâsı ile, Sıfât-ı Sübhâniyesi ile aksettirecek en mücellâ bir ayna var ise, o da insandır.
Evet, bu mahiyetini değerlendirdiği zaman, insan ruhanilerin önüne geçecektir. Ezcümle, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) konumunda, Cibrîl-i Emîn şöyle diyecektir: “Yürü, top senin, çevkân Senindir bu gece. Ben, bir adım daha atsam, yanarım ama Sen, yanmazsın!” İnsanlığın İftihar Tablosu, -bir yönüyle- etten, kemikten idi; bir anadan dünyaya gelmiş, şerefli bir varlık idi, başımızın tacı idi. Ama öbürü (Cebrail aleyhisselam) nurdan yaratılmıştı. Kâmet-i bâlâsı ile onu temâşâ ettiği zaman İnsanlığın İftihar Tablosu, derinlikleri ile vasfetmişti onu; derinliği “kanat” tabiri ile ifade etmişti. Bir Hira Sultanlığı’ndan dışarıya çıktığı zaman, şarktan garba her tarafı kapladığını görmüştü. Gerçek mahiyeti ile temâşâ etmişti; öyle ki ucu-bucağı görünmüyordu, öyle derinlikte bir varlıktı. Bir de Miraç’ta, aynı temâşâ ile yine müşahede etmiş, ona karşı hayranlığı bir kere daha şahlanmıştı. Ama İnsanlığın İftihar Tablosu, Miraç’ta onun önüne geçmişti.
Şimdi, bu yönüyle insan, Zât-ı Ulûhiyetin evsâf, sıfât-ı Sübhâniye ve Esmâ-i Hüsnâ’sını tam aksettiren bir ayna mı değil mi? Siz karar verin!.. Böyle bir varlık, insan… Dolayısıyla insana karşı alaka, Allah’ın sanatına karşı alaka demektir. Dolasıyla bu, Allah’a karşı saygının ifadesidir. Ve işte dar dairede değil, bağnazca düşünce dairesinde değil, esasen skolastik düşünce dairesinde değil, bu dairede, bu mülahazalar çerçevesinde meseleye baktığınız zaman, herkesi bir çeşit kucaklama duygusu ve düşüncesi içinizde belirecektir: “Yahu bu da kucaklanacak bir insan!.. Bu da kucaklanacak bir insan!..”
Türkçe Olimpiyatları şemsiyesi altında yapılan faaliyetler oyun ve eğlence değil, insanlığı kaynaştırma adına ümit bahşeden gayretler idi; diğer kültürlere de saygı çerçevesinde mutlaka devam ettirilmeli!..
İşte buraya geliyorlar… Falan yerde bilmem neyin başı, filan yerde bilmem neyin başı; ayrı bir inanç ve yolda… Ama “Ne olur sarılabilir miyim sana?!” diyorlar. Burada sizin dünyanızın içine girence, namaz kılanları gördüm. Ben rica ediyorum, “Şurada, arkada oturun namaz kıldığımız sürece!” O, “Hayır, bunca insan namaz kılıyorken oturursam, onların Rabbime karşı ibadetlerine saygısızlık yapmış olurum!” diyor. Düşe-kalka namaz kılıyor. Hiç namaz kılmamış; Rabbimize karşı o, kendine göre, ubudiyetini çok farklı formatta ortaya koymuş. Ama burada kılıyor. Evet, rükûa giderken, ileri-geri gidiyor; secdeden kalkarken ileri-geri gidiyor, sendeliyor bazen; fakat Allah’a karşı yaptığınız o ibadette, o ubudiyette, o ubûdette -Keşke meseleyi “ubûdet” şeklinde Cenâb-ı Hakk’a karşı sunabilsek, gönüller o zaman feth olacak!- yer alıyor. Şimdi bu insanlar, size sarılmak istiyorlar. Bence “İlahî Ahlak” olarak size bir adım gelene, siz on adım gitmelisiniz. Size on adım geliyorsa birisi, yüz adım ile ona yaklaşmalısınız; kucaklamalısınız onu.
Hem hadiste, وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لَا يُحِبُّهُ إِلَّا لِلَّهِ “el-Mer’” diyor, “insan” diyor. Anlıyor musunuz?!. Tabii en başta ilk safı teşkil edenler, ikinci safı teşkil edenler, üçüncü safı teşkil edenler… Yüzüncü safı teşkil edenler… Herkesin böyle bir kucaklamadan çok farklı seviyede, farklı derinlikte, farklı bir şivede, farklı bir keyfiyette hissesi olmalı. Herkesin bir hususiyeti vardır; Cenâb-ı Hak, o mevzuda yanıltmadan, o hususiyetlere göre hareket etmeye muvaffak eylesin bizleri!..
Şu dünyevî gibi görünen Türkçe Olimpiyatları’nda, sizin o güzide arkadaşlarınız bunları yapmaya muvaffak olmuşlardı. O olimpiyatları ben, sadece televizyon ekranında seyrettim. Ve hakikaten o meselelerin bıraktığı uçlarda geleceğin insanının içtihadı ile bütün gönüllerin fethedilebileceği inancına vardım. Orada o siyah insan, bembeyaz insana sarılıp ağlarken, ayrılışları ağlama ile taçlandırırken, ben de oturduğum yerde saldım gözlerimi/gözyaşlarımı, ben de onlarla beraber ağlamaya durdum. O, ümit bahşeden bir keyfiyet idi; devam ettirilmesi lazım. “Oyun, eğlence!” dememeli bu meseleye. “İnsanlığı kaynaştırma” demektir bu, bir yönüyle. Ama her dünyanın kendine göre kültür değerleri var. Siz, onların kültür değerlerine saygılı olmazsanız, onlar da size saygılı olmazlar. Sizin âlemden beklediğiniz şey, âlemin de aynıyla sizden beklediği şeydir; verin beklediklerini ki, bulasınız beklediğinizi.
Evet, وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لَا يُحِبُّهُ إِلَّا لِلَّهِ، وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ بَعْدَ إِذْ أَنْقَذَهُ اللَّهُ مِنْهُ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ Hadis-i şerif, bazı yerlerde, وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ şeklinde az bir farkla rivayet ediliyor. Müslim-i Şerif, bu ilaveyi yapıyor: وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ بَعْدَ إِذْ (أَنْ) أَنْقَذَهُ اللَّهُ مِنْهُ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ Allah, onu küfürden çekip çıkardıktan sonra, yeniden küfre dönmeyi, neûzu billah, Allah’ı inkâr etmeyi, ilhâda düşmeyi, Ateizm demeyi, Deizm demeyi, Pozitivizm demeyi, Natüralizm demeyi, bilmem ne demeyi -bütün bunları- Cehennem’e düşüyor gibi, bir zift bataklığına düşüyor gibi kerih görmedikten sonra imanın tadını tatmış olmaz.
Konumunuzu bununla değerlendirdiğiniz zaman, çok iyi bir yerde durduğunuzu veya o çok iyi yere doğru adım adım yürüdüğünüzü hissedeceksiniz. Ve birilerinin de hiç farkına varmadan “İyilik yapıyorum!” derken gayyalara doğru yürüdüğünü ürperti ile temâşâ edecek ve “Allah göstermesin!” diyeceksiniz, zannediyorum.
Günümüzde sadece ümide sarılmak değil, aynı zamanda canlı bir irade ortaya koymak ve etrafa ümit kaynağı olmak da iktiza ediyor.
“Gamı tasayı bırak, iraden canlı ise…” Esasen, “irade” çok önemli; Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği bir nimettir. Şart-ı âdî planında, en büyük şeyleri elde etmeye müeddî öyle bir faktördür ki!.. “Meyelân veya meyelândaki tasarruf” fakat Cennet’i peyleyebiliyorsunuz bununla. Dünyanın binlerce sene hayatı, bir saatine, bir dakikasına mukabil gelmeyen Cennet’i peyleyebiliyorsunuz. Yahu bu nasıl bir şey?!. Tenâsüb-i illiyet prensibi… Fizikteki kozalite mülahazası… Allah Allah!.. Bu minnacık irade ile Cennet peyleniyor? Öyle değil mi? إِنَّ اللهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ “Allah, karşılığında kendilerine Cennet vermek üzere mü’minlerden öz varlıklarını ve mallarını satın almıştır.” (Tevbe, 9/111) Sen nesin ki, yahu, Cennet’i, ebedî Cennet’i o hâliyle peyliyorsun? Böyle bir şey, irade böyle bir şey; Allah’ın insana en büyük armağanıdır. Kendi İradesinin gölgesinin gölgesinin gölgesinin gölgesi… Off! Nasıl diyor Hazreti Pîr, “İnsanın vücudu, O’nun vücudunun gölgesinin, gölgesinin, gölgesinin (üç nokta koyacaksınız) nâmütenâhî gölgesi, nâmütenâhî gölgesi.”
İraden canlı ise… “Ümid kaynağı ol, olabilirsen herkese.” Şimdi ümitli olmak, bir yönüyle, ye’se düşmemek çok önemlidir. Çünkü, “Yaşayanlar, hep ümitle yaşar; me’yûs olan, ruhunu, vicdanını bağlar.”
“Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me’yûs olan ruhunu, vicdânını bağlar.”
…
“Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’
Davransana, eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana; sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?”
Yıkılışlar karşısında, deformasyonlar karşısında vicdan azabı çeken Millî Şairimizin bizim için rehber diyebileceğimiz mübarek beyanlarından… “Yaşayanlar, hep ümitle yaşar; me’yûs olan, ruhunu, vicdanını bağlar.”
Hazreti Pîr de bu sese, bu soluğa farklı bir şekilde bir nağme katar: “Yeis, mani’-i her kemaldir.” der. İlle de bir ufku yakalamak ve zirveleşmek istiyorsanız, ümitle yürümeniz lazım; ümit çok önemlidir. Bu, bir mesele, yani, ümitli olmak… Fakat böyle kritik dönemlerde insan, hiçbir şey yokmuş gibi davranmak ve dipdiri bir canlılık sergilemek suretiyle aynı zamanda ümit kaynağı da olmalıdır.
Yahu Cenâb-ı Hak, farklı bir konuma itti bizi. Demek ki murâd-ı Sübhânîsi, farklı bir konumda bu meseleyi götürmekmiş. Niye saçtı bizi dünyanın dört bir yanına tohumlar gibi? Ee dar dairede idi, sadece kendi ülkemizde idi. İslam dünyası bile “Yahu din, bizde başladı. Dinin dili, bizim dilimiz. Bunlara ne oluyor ki?!. Orta Asya’dan geldiler, Arapça’da kem-küm ediyorlar; dini de başkalarından dilendiler, dilencilikle aldılar. Bunlara ne oluyor ki?!.” diyordu; onlar da öyle bakıyorlardı. Şimdi dar bir dairede yapılan işleri, Allah (celle celâluhu) genişletti. Âlemşümul bir dava, Anadolu dar dairesine münhasır kalmamalı; bu, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun gösterdiği ufka ulaşmalı: “Benim nâmım, güneşin doğup-battığı her yere gidecektir!”
Şimdi şu anda, dünyanın dört bir yanına, güneşin doğup-battığı her yere saçıldınız mı, saçılmadınız mı? Düştüğünüz yerlerde birer “tohum” gibi, toprağın kuvve-i inbâtiyesine emanet; toprakta çürüyecek misiniz, çürümeyecek misiniz? Helal olsun!.. Bir tohum olarak toprağın bağrında çürüyeceksiniz ama bir başak mı, iki başak mı, üç başak mı çıkaracaksınız. Niyetlerdeki hulûsa göre, samimiyete göre, ihsan şuuruna göre, bazen on başak bile bir tohumdan çıkabilir. Bir de her başakta on dâne var ise, bir iken yüz olacaksınız.
Evet, murâd-ı Sübhânî bu ise, esas hiç kimse ye’se düşmemeli!.. Bir taraftan arındırıyor bizi o ızdırap ile; huzuruna gidersek şayet, arınmış olarak gidelim. Diğer taraftan da çok daha ulvî gâye-i hayaller ile, bizi farklı hizmet yollarına sevk ediyor.
Öyle ise bize düşen şey de, o murâd-ı Sübhânînin hakkını vermektir. Madem bizi tohum gibi saçtı, bizler de tohum gibi başağa yürüyelim. Madem bizi fideler gibi dünyanın değişik yerlerine dikti, biz de oralarda söğüt olmaya bakalım!..
Kayı Boyu geldi, bir tohum gibi; daracık bir yerde, bir söğüt oldu, ser çekti; dünyanın dört bir yanına yayıldı, devletler muvazenesinde muvazene unsuru haline geldi. Ve insanlık, o sayede, bir yönüyle, insanlığını idrak etti.
Diyoruz ki: “Tut elimizden Allah’ım! Tut ki, edemeyiz Sensiz!” Vesselam.