Âlem-i Halk, Âlem-i Emir ve Dua Âdâbı

Âlem-i Halk, Âlem-i Emir ve Dua Âdâbı

Soru: 1) Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde, gerçek hak dostlarının dünyevî endişelerden sıyrılıp âlem-i halka ait bütün husûsiyetleri ve âlem-i emre ait bütün derinlikleriyle Hakk’a yöneldikleri anlatılıyor. “Âlem-i halka ait hususiyetler” ve “âlem-i emre ait derinlikler” ne demektir?

-İlim nazariyesi (epistemoloji) açısından Allah’tan gayrı zâhir-bâtın, lâtif-kesif, meşhud-gayrimeşhud, canlı-cansız, dünyevî-uhrevî her şeye “âlem” denir. Bütün varlık ve onun perde arkası, Hazreti Zât’ın varlığının delili, icraatının belgeleri, kemâlinin aynaları, kaderi plân ve programının kitap ve defteri, belli bir tafsil adına her şeyin mahall-i taayyünü, aynı zamanda sıfat ve isimlerinin tecelli alanı olması itibarıyla görünen-görünmeyen hemen her şey O’na ait derin izler, emareler, nişanlar taşıdığından, hatta O’nu haykırdığından O’nun şahitleri mânâsına âlem unvanıyla yâd edilmiş, hepsine birden “avâlim” veya “âlemîn” denmiş; akıl, ruh, nefis, şuur, his ve idrak gibi O’nun “Ol!” deyivermesiyle meydana gelen emir kaynaklı şeyler âlem-i emre bağlanmış; maddî, cismanî, terkip ve tahlil hususiyetlerini haiz, müddete vabeste arzî ve semavî bütün nesneler de âlem-i halk çerçevesinde mütalâa edilmişlerdir. (01:02)

-Cenâb-ı Hak, çok küçük şeylere, pek büyük işler yaptırmak suretiyle kendi kudret ve azametini gösterir; tenasüb-ü illiyet prensibine göre, o küçük şeylerle bu büyük neticelerin hâsıl olamayacağını işaret buyurur; bir Müsebbibü’l-Esbâb’ın varlığını ruhlara duyurur ve kendi büyüklüğünü ortaya koyar. (01:50)

-Diğer bir ifadeyle, “âlem-i halk”, âlem-i maddî veya âlem-i şehadet de denilen görünen âlemdir; o âlemin küçük bir misali de insandır. Âlem-i emir ise, maddî ölçülere girmeyen ve daha ziyade kanunların hâkim olduğu bir âlemdir; bu âlemde esas olan madde değil, mânâdır. (03:00)

-Tefekkür başlıca iki sahada geçekleşir: Enfüs ve âfâk. Bir başka ifadeyle, “insanın kendi zâtı” ve “haricî âlem.” Birincisine “enfüsî,” değerine “afakî” tefekkür denilir. Enfüsî tefekkürün iki ayrı sahası vardır: Birisi ruh, diğeri ise beden. Afakî tefekkürde ise bedenimizi kuşatan hava tabakasından yıldızlara ve ötelerine kadar bütün kâinatın düşünülmesi, tefekkür edilmesi söz konusudur. İnsanın, önce evinden çıkıp sonra çarşıları, pazarları dolaşması gibi, tefekküre de nefsinden başlaması sonra haricî âlemi dolaşması en doğrusudur. Nitekim, Mesnevî-i Nuriye’de “Nefsî tefekkürün tafsilatlı, afakî tefekkürün ise icmalî yapılması” tavsiye edilir. (04:32)

-“Hads” Arapça menşe’li bir kelime olup Türkçe’de “sezgi”, Fransızca’da “entüisyon” (İngilizcesi: intuition) kelimesi ile karşılanır. Sözlükte, zihnin, kasıtsız ve ihtiyarsız bir şekilde öncüllerden (mebâdî) sonuçlara (metâlib) vasıtasız olarak hızla intikal etmesi, bir şeyin bilgisine aklı kullanmadan doğrudan bir biçimde sahip olma kabiliyeti; duyu organlarını, tecrübeyi ya da aklı kullanmadan kazanılan kavrayış olarak tarif edilmektedir. Bediüzzaman hazretleri, insan akıl vasıtasıyla Yaratıcısını tanımaya çalışmasa dahi, vicdanının onu bir şekilde Yaratanına yönlendireceğini belirtmektedir. Üstad, vicdandaki hadsten, yani kendi tarifi içinde “şimşek gibi intikal”den bahsetmiştir. Yani hads, vicdandaki ani intikal mekanizmasıdır. Hazreti Pir, onu “ilham”ın altında bir vicdan şubesi olarak görür (05:50)

-Âlem-i emir, maddî ölçülere girmeyen ve daha ziyade kanunların hâkim olduğu bir âlemdir. Bu âlemde esas olan, madde değil, mânâdır. Mânâyı kavrama ve yakalama mümkün olmadığı için biz, sadece bu âlemin mülk ve halk âlemine uzanan fonksiyonlarını görür ve ancak bunlarla âlem-i emri anlamaya çalışırız. Meselâ bir tohum veya çekirdeği ele alalım. Maddî âleme ait olan bu tohum, içinde taşıdığı hayat düğümü itibarıyla, emir âlemiyle de alâkalıdır. Zira her tohum ve çekirdekte, onun hayatının tespit edildiği merkezi ve canlandırma, nemalandırma ve gelişmeye tâbi tutma kanunu vardır. Tohumdaki bu hayat düğümü çatlar, açılır, rüşeym başını çıkarır; derken filiz haline gelir ve nihayet ağaç olup meyve verir. Bu, ondaki nümüvv kanunu sebebiyledir. Fakat bu kanun, gözle görülüp elle tutulmaz.. sesi de duyulmaz. Sadece biz, bu kanunun hükmettiği vücuda ait o maddî varlığı fizikî gelişmesi içinde safha safha takip ederiz. Yani âlem-i halka bakan yönünü görüp müşâhede eder, âlem-i emr’e ait yönünü ise görmeyiz, fakat kabul ederiz; çünkü, maddî sebeplerin böyle bir netice vermesi mümkün değildir. (08:25)

-İnsanın fizyonomisi, anatomisi, biyolojisi gibi onun maddî, cismanî varlığına yönelik hususları âlem-i halk; irade, latîfe-i rabbaniye, şuur, his gibi mânevî yönleri de âlem-i emir içinde mütalâa edilir. Ayrıca bu dört temel rükün yanında latîfe-i rabbaniyenin önemli birer buudu olan sır, hafî ve ahfâ da yine âlem-i emir içinde değerlendirilir. Âlem-i emri teşekkül ettiren bütün bu unsurlar, doğrudan doğruya ruhla irtibatlıdır. Bunların “seyr ü sülûk”ta, bizim dünyevî hayatımız adına da, uhrevî hayatımız adına da vaadettiği şeyler vardır.. ve tabiî ki, bunların insana ihsan edilmesiyle birlikte, onlarla hedeflenen bir nihaî gaye de söz konusudur ki, insan dünya hayatında hep bu gayeye erişebilme peşinde koşar. (08:50)

-Mektûbât’ta şöyle denmektedir: “Vücut mertebeleri muhteliftir. Ve vücut âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı oldukları için, vücutta rüsuhu bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir dağı kadardır ve o dağı istiab eder. Meselâ, âlem-i şehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hafıza, âlem-i mânâdan bir kütüphane kadar vücudu içine alır. Ve âlem-i haricîden olan tırnak kadar bir âyine-i vücudun âlem-i misal tabakasından koca bir şehri içine alır.” (09:30)

-Ehl-i sünnet inancına göre Cennet ve Cehennem yaratılmışlardır ve şu an mevcuddurlar. Fakat bugün ikisi de nüve halindedir ve an be an inkişaf etmektedir. Bir telkih (aşılama) vetîresine benzer şekilde, insanın amelleri de bir embriyolojik süreç içindedir; yapılan her hayırlı iş Cennet meyvesini, her şerli iş de Cehennem zakkumunu vermek üzere aşılanmaktadır. Her ikisi de vücud-u necm-i nuranisiyle Miraç’ı yaşayan Peygamber Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) gösterilmiştir. Kestirip atmamak gerekir ama Cennet ve Cehennem’in özellikleri, dünyada hikmetin ahirette ise kudretin hâkim olması gibi hususiyetler düşünüldüğünde, Cennet ve Cehennem, âlem-i halk ile âlem-i emir arasında enmûzec (nümune, örnek, öz) bir âlem gibi görünüyor. (11:00)

-Her şeyi yaratılış hikmetine uygun şekilde kullanıp değerlendirmek lazım geldiği gibi, insan mahiyetine yerleştirilen manevi latifeler de mutlaka yaratılış hikmetleri istikâmetinde tetiklenip harekete geçirilmelidir. (14:56)

Soru:2) “Rabbinize için için yalvararak, başka nazarlardan uzak, gizlice dua edin; (haddi aşmayın) gerçekten O, haddi aşanları hiç sevmez.” (A’raf, 7/55) mealindeki ayet-i kerimede işaret edilen “duada haddi aşmışlık” ne demektir? (16:35)

-Âciz, fakir, muhtaç ve kendine yetmediğinin şuurunda olan kulun, tazarru, tezellül ve alçak gönüllülük içinde, Rahmeti Sonsuz’a yönelip, hâlini O’na arz ederek istediklerini O’ndan istemesinin ayrı bir unvanı sayılan dua, kulun Rabbi’ne karşı iman, güven, itimat ve tevhid telâkkisinin bir gereğidir. Evet dua, sebepler üstü kutsal bir talebin Yüceler Yücesi’ne arzı ve Hakk’ın gizli-açık her şeye nigehban bulunmasına iz’anın da bir unvanıdır. (16:55)

-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Herhangi bir kul, ellerini kaldırır ve Allah’tan bir dilekte bulunursa; acele etmediği takdirde kesinlikle duasına icâbet edilir.” Efendimiz, “Acele nasıl olur yâ Rasûlallah?..” diye sorulduğunda da şöyle mukabelede bulunmuştur: “Dua ettim ettim, kabul olmadı” der (de vazgeçer), işte bu yanlıştır; dua yerine gelene kadar ısrar etmek gerekir.” Evet, Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) “şeksiz – şüphesiz, kabûl olacağından emin” bir halde dua edilmesini tavsiye buyurmuştur. (17:37)

-Günümüzde, sadece beş vakit namazın veya belli bir kısım ibadetlerin sonuna sıkıştırılarak küçültülen dua, gerçekte hayatın ve hayat ötesinin en büyük lâzımıdır. Hayatı, duasız düşünmek mümkün değildir.

-Dua, tazarru ve niyaz sultanı Efendimiz’in hayat-ı seniyyeleri âdeta bir yalvarış ve yakarış dantelâsı mahiyetindeydi: O, sabah kalktıklarında, akşamı idrak ettiklerinde, geceleri Hak karşısında divan durduklarında, abdeste yöneldiklerinde, namaza yürüdüklerinde, bu miraç ölçüsündeki ibadeti eda esnasında, ezanı dinlediklerinde, kametle kıyam ettiklerinde, Hakk’a kurbet vesilesi sayılan her ibadetin içinde ve sonunda, yeme-içme, uyuma, yolculuğa çıkma, seferden dönme, düşmanla karşılaşma, arzî ve semavî belâ ve musibetlere maruz kalma esnasında, sürpriz vak’alarla karşılaştığında, harika hâdiseleri müşahede anında, hastalık ve rahatsızlıklara müptelâ olduğunda, keder ve sevinç vesilelerinin zuhuru hengamında hep el açar, Rabbine yönelir; yerinde şükür ve senâlarla gerilir, yerinde tazarru ve niyazla iki büklüm olur ve sürekli O’na yalvarırdı. (18:20)

-Soruya mevzu teşkil eden ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
ادْعُواْ رَبَّكُمْ تَضَرُّعاً وَخُفْيَةً إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ
“Rabbinize için için yalvararak, başka nazarlardan uzak, gizlice dua edin; (haddi aşmayın) gerçekten O, haddi aşanları hiç sevmez.” (A’raf, 7/55) (21:06)

-Hazreti Sâdık u Masdûk (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ, laubali ve gafil bir kalbin duasını (ne dediğini bilmeyen insanın gafilce ve ciddiyetsizce yaptığı duayı) kabul etmez.” (21:20)

-Cenab-ı Hak her şeyde olduğu gibi dua etme meselesinde de haddi aşanları sevmez. Şu kadar var ki “haddi aşma” çok fazla dua etmek demek değildir. Tefsirlerde “haddi aşma” meselesiyle alakalı bir kaç husus ifade edilmiştir: Dua ederken sesini çok yükseltmek, bağıra çağıra dua etmek ki bu hem ihlası zedeleyici bir durumdur, hem de huzurun edebine aykırıdır; mucize gibi duaya layık olmayan bir şey istemek; günah olan şeyleri talep etmek; dua ederken detaya inmek ve laf kalabalığı yapmak. (22:25)

-Bir rivayette Sad bin Ebî Vakkas, başka bir rivayette de Abdullah bin Muğaffel hazretleri oğlunun dua ederken “Allah’ım, Cennet’e girdiğimde sağ tarafındaki beyaz köşkü senden dilerim.” dediğini işitmiş ve “Oğlum Allah’tan Cennet’i iste ve ateşten O’na sığın, ben Rasûlullah’ın (aleyhissalâtü vesselâm) “Bir zaman gelecek insanlar duada haddi aşacaklar.” buyurduğunu işittim.” demiştir. (25:15)

-Hazreti Üstad, “Dua ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar.” buyurmaktadır. (26:26)

-Kur’an-ı Kerim;

أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَاءَ الأَرْضِ أَئِلَهٌ مَعَ اللهِ قَلِيلاً مَا تَذَكَّرُونَ

“O (ilah kabul ettikleri) nesneler mi üstün yoksa, çaresiz kalıp Kendisine yalvaran insanın duasını kabul ederek sıkıntısını gideren ve sizi dünyada halifeler (söz sahipleri) yapan Allah mı? Hiç Allah ile beraber başka tanrı mı olur? Elbette olmaz! Ne de az düşünüyorsunuz!” (Neml, 27/62) ayet-i kerimesiyle bütün çaresiz fertlere ve problemlerle mücadele eden toplumlara yol gösteriyor. Izdırar halinde gönülden dua etmenin insanı/toplumu yeryüzü mirasçılığına kadar taşıyacağını ifade ediyor. Evet, Cenâb-ı Allah, bütün mazhariyetlerini Hak’tan bilen ve bir yandan imtihan ediliyor olabilecekleri mülâhazasıyla tir tir titrerken, diğer yandan da bütün iyilikleri, güzellikleri O’na bağlayarak, O’nun huzur-u mehabetinde her zaman saygıyla iki büklüm bulunan kullarını asla yalnız bırakmaz; onları dünyada nusretiyle teyit ederek “Yeryüzü Mirasçıları” olmakla şereflendirir; ahirette de, “Cennetü’l-Firdevs”in vârisleri kılar. İşte şahidi: “Şu bir gerçektir ki Biz, zikirden (Tevrat) sonra Zebur’da da, “Dünyaya salih kullarım vâris olacak.” (ve dünya onların rengine boyanacaktır şeklinde) yazdık.” (Enbiyâ, 21/105); “İşte gerçek mirasçılar bunlardır.. ve bunlar Firdevs cennetlerinde ebedî kalacak olanlardır.” (Mü’minûn, 23/10-11) İnsan böyle bir mazhariyeti Allah Teâlâ’dan dilemelidir ama dua ederken kendisini asla o mevkide görmemeli ve iddialara girmemelidir. (29:50)

-Dualarımızda istikâmet; İ’lâ-yı kelimetullah, gönüllerin fethi, hizmette istihdam, hüsn-ü kabul ve ihlas taleplerinin beraber olmasına vâbestedir: Onun için şöyle diyoruz:

اَللّٰهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللّٰهِ وَكَلِمَةَ الْحَقِّ فيِ كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَاشْرَحْ صُدُورَنَا وَصُدُورَ عِبَادِكَ فيِ كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ إِلىَ اْلإِيمَانِ وَاْلإِسْلاَمِ وَاْلإِحْسَانِ وَالْقُرْآنِ وَإِلَى خِدْمَةِ اْلإِيمَانِ، وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ وَضَعْ لَنَا الْوُدَّ بَيْنَ عِبَادِكَ فِي السَّمَاءِ وَاْلأَرْضِ وَاجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ الْمُتَّقِينَ الْوَرِعِينَ الزَّاهِدِينَ الْمُقَرَّبيِنَ الرَّاضِينَ الْمَرْضِيِّينَ الْمُحِبِّينَ الْمَحْبُوبِينَ الْخَاشِعِينَ الْمُتَوَاضِعِينَ الْمُتَخَلِّقِينَ بِأَخْلاَقِ الْقُرْآنِ. آمِينَ. أَلْفُ أَلْفِ آمِينَ. وَصَلِّ وِسِلِّمْ وَبَارِكْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ

Allahım! Kelimetullahı ve kelimetü’l-hakkı dünyanın her yerinde bir kez daha i’lâ buyur. Bizim ve dünyanın her köşesindeki bütün kullarının kalblerini imana, İslam’a, Kur’ân’a ve iman hizmetine aç ve bizi bu vazifede istihdam eyle. Gökte ve yerdeki kulların arasında bizim için sevgi ve hüsn-ü kabul vaz’et. Bizi muhlis, muhlas, müttaki, vera’ sahibi, zâhid, kurbiyete mazhar, Rabbinden hoşnut ve Rabbi kendisinden hoşnut, Seni seven ve nezdinde sevilen, huşû sahibi, mütevazi, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmış kullarından eyle. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, âline ve bütün ashabına da salât ü selâm eyle! Âmîn, binlerce milyonlarca defa âmîn! (33:45)